30 Eylül 2011 Cuma

GÖRÜNMEZ KAZA, ÇOCUK VE AİLE, SOSYAL PAYLAŞIM SİTELERİNDEN FAYDALANANLAR

Bu sabah uyandığımda her sabah yaptığım gibi televizyonu açtım. Amacım televizyon izlemek değil, radyo dinlemekti. Uydu anteniyle bir çok televizyon izlenebildiği gibi birçok radyoda dinlenebiliyor. Radyo döneminde yetişmiş biri olarak halâ radyoları dinlerim. Radyo kimseyi işinden alıkoymaz. Siz bir yandan işinizi yaparken bir yandan da işinizi yapmayı sürdürebilirsiniz. Amacım radyo dinlemek olunca uzaktan kumandanın radyo bölümünü, oradan da özel olarak seçtiğim müzik ve haber radyolarının bulunduğu bölümü seçtim. İlk haber beni çok şaşırttı. Görünmez kaza derler ya, o cinsten trajik bir haberdi.

Haber şöyle:

Meksika’da “mucize kadın” olarak anılmaya başlayan Karla Flores’in başından geçenleri dinleyenler, duyduklarının gerçek olduğuna inanmakta zorlanıyor.

Üç çocuk annesi Karla, uyuşturucu kartellerinin en yoğun olduğu Sinaloa eyaletinde kimsenin aklına gelmeyecek bir şiddet olayının mağduru oldu.

Culiacán kentinde sokakta yemek satarak geçinen 32 yaşındaki Karla, bir patlama sesi duyduktan birkaç saniye sonra kendini yerde buldu. Suratına bir cismin çarptığını anlayan kadın, elini ağzına götürdüğünde kanlar aktığını gördü.

Nefes almakta zorlanan talihsiz kadın, olduğu yerde bayılırken, yardımına koşanlar gördüklerine inanamadı. Karla’nın ağzına bir tüfekten ateşlenen bomba saplanmıştı.

Hemen hastaneye kaldırılan Karla kendine geldiğinde doktorlar ağzına saplanan cismin ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. X-ray ve tomografi çekildikten sonra, talihsiz kadının ağzına her an patlamaya hazır bir bombanın olduğu anlaşıldı.

Karla, gerçek anlaşıldığı zaman yere düşmeden önce duyduğu sesin bir bomba atardan geldiğini anladı. Doktorlar, patlaması halinde 10 metre mesafedeki herkesi öldürebilecek bomba nedeniyle hastaneyi boşalttı.

Dahası, doktorların çoğu Karla’yı ameliyat etmek istemedi. Sonunda, Dr. Gaxiola Meza, ameliyatı yapmayı kabul etti ve kendisine yardımcı olacak gönüllüler istedi.

Anestezi uzmanı Felipe Ortiz ve Cristina Soto, hemşire Rodrigo Aredondo ve cerrah Lidia Soto gönüllü oldu.

Meksika ordusu, yardım etmeleri için patlayıcı uzmanları gönderdikten sonra, doktorlar tüm ameliyat malzemelerini alarak Karla’yı boş bir araziye götürüldü.

Lokal anestezi uygulanan Karla’nın nefes alabilmesi için boğazında delik açılırken, doktorlar askerlerin yönlendirmesiyle kadının suratına saplanan bombayı çıkardı.

Gece yarısına doğru ameliyat sona erdi. Karla, dişlerinin yarısını kaybetti ve sağ yanağında dev bir ameliyat izi kaldı. Doktorlar mucize kadının sağlığına tamamen kavuşması için daha üç sene ameliyat olması gerektiğini belirti.

Polis, Karla’nın neredeyse ölümüne neden olayın sorumlularını arıyor.

... 

Böylesi değil ama herkesin başından görünmez kaza geçmiştir. Benim kardeşimin de başından geçti. Bir sabah işe giderken yola atılmış kıvrık bir enjektör iğnesi ayak parmağına batmıştı. Olayın kendisinden ziyade doğabilecek sonuçları ürkütücüydü. Az sıkıntılı bekleyişler yaşamadık. O bayanın ölümüne neden olabilecek kazaya yol açan kişiler polisçe aranıyormuş. Ama iğneleri yola atanları kim arar? Hele tıbbi gereçleri yola atanları.. bu olayda ölümcül tehlikeler içerebilecek bir olaydı. Gelgelelim biz adam sendecilikle meşhur bir milletiz, on sene önce olan bu olayla kimse ilgilenmedi bile. 

Bir başka haber; buda Adana’dan:

Adana’da üvey çocuklarına zorla porno film izlettiği iddia edilen 35 yaşındaki Sakine L., toplam 10 ay hapis cezasına çarptırıldı.

Mobilyacı 34 yaşındaki Ali Osman L., 10 yaşındaki kızı Ş.L. ile 5 yaşındaki oğlu M.İ.L’ye, üvey anneleri tarafından zorla porno film izletildiği iddiasıyla 19 Haziran 2009’da Adana Cumhuriyet Savcılığı’na başvurdu. Üvey anne hakkında ‘kötü muamele ve müstehcenlik’ suçlarından Adana 4’üncu Sulh Ceza Mahkemesi’nde 3 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açıldı.

Karar duruşmasına çıkan Sakine L., suçlamayı kabul etmedi. Kendisine iftira atıldığını ileri süren Sakine L., “Ben kendisiyle anlaşmalı boşanmaya yanaşmadığım için hakkımda böyle bir suçlamaya gidilmiştir. Suçlamayı kabul etmiyorum” dedi.

İlk eşinin ölümünden 2 yıl sonra Sakine L. ile evlendiğini belirten Ali Osman L. ise, “Çocuklarım olanları anlattıktan sonra onları Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi’ne götürdüm. Orada uzmanlarla birlikte yapılan görüşmede kendilerine porno film izletildiği anlaşıldı. Bu şekilde olanlardan haberdar oldum. Şikâyetçiyim” diye konuştu.

Sosyal Hizmet Uzmanı nezaretinde ifade veren çocuklardan Ş.L. de şunları anlattı:

“Üvey annemiz babam varken bize iyi davranıyordu. Babam işe gittikten sonra bizi oklava ile dövüyordu. Ayrıca bize porno CD izletti. Bunu önce babama söylememiştim. Bizi halamızın yanına verdikten sonra durumu babama anlattım. Bize iyi davrandığı günlerde üvey anneme şiir bile yazmıştım.”

Sanık Sakine L.’yi ‘kötü muamele’ suçundan 2 ay 15 gün, ‘müstehcenlik’ suçundan da 7 ay 15 gün hapis cezasına çarptıran mahkeme, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verdi.
...

Sonra ahlaklı bir nesil, kendine güvenen bir gençlik istiyoruz değil mi? Hergün akla hayale gelmeyecek böyle haberleri görünce, gizli kalmış nice olayların var olduğunu düşünerek, toplum olarak nereye gittiğimizi sorgulamamak olmaz. Aile insan oluşumunun baş mimarıdır. Aile yanlış mimarlardan oluşursa toplum temeli çürük, estetik yoksunu binalara benzer tabii.

Geçen yazımda facebook ve twitter hesaplarıma çok ileti geldiğini belirtmiştim. Dostlardan haberdar olmak çok güzel. Herkes eğer istenirse herkesten haberdar olabiliyor böylelikle. Öğretmen emeklisi bir kuzenim Ankara’nın dağlarına hep arzuladığı gibi bahçeli ev yaptırdığını, gittiği ve gideceği her yeri önceden bildiren bir tanıdığımın da şu anda kuş adasında olduğunu telefonlardan önce facebook’tan öğrendim. Peki bu tip haberlerin olumsuz olabilecek yanlarını düşündünüz mü hiç? Aşağıdaki haberi okuduktan sonra düşüneceğinizi tahmin ediyorum.

Haber şöyle:

İngiltere merkezli Friedland isimli güvenlik firmasının araştırması, hırsızların sosyal medyayı nasıl ‘verimli’ kullandıklarını ortaya koydu. Bu yıl hüküm giyen 50 hırsızla yapılan araştırmaya göre, hırsızların yüzde 78’i Twitter, Facebook ve Foursquare gibi sosyal paylaşım sitelerini kullanarak yeni hedeflerini belirlediklerini söyledi. Hırsızların yüzde 54’ü, ev sahiplerinin sosyal medya aracılığı ile nerede oldukları ya da nereye gideceklerinin internette paylaşmalarının yapılan ortak hata olduğunu belirtti.

Ayrıca hırsızların yüzde 74’ü, Google’ın ‘Street View’ uygulamasının da günümüz hırsızlıklarında önemli rol oynadığı görüşünde.


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi : 30.09.2011


İLK İLETİŞİM KAYNAĞI SEVGİDİR

“Bilemezsin sana verecek bir armağanı ne çok aradığımı. Hiçbir şey içime sinmedi. Altın madenine altın sunmanın ne anlamı var? Yada okyanusa su.. düşündüğüm her şey doğuya baharat götüren gibiydi. Kalbimi ve ruhumu vermemin yararı yok çünkü sen bunlara sahipsin. O yüzden sana bir ayna getirdim. Kendine bak ve beni hatırla!...” Hz. Mevlâna.

...

Sevmek her işin başı. Zülfü Livaneli albümüne de adını veren “Ada” adlı bestesinde “Bir insanı sevmekle başlar her şey” diyordu. O bestenin sözleri de şöyleydi.

Ada
Bir kıyıdan baktım dünyaya
Ellerimde tuz avucumda sedef
Bir mavilik bir açıklık
Özgürlük hasreti
Yüreğime vuruyor
Nerede nerede insanlar

Dünyayı güzellik kurtaracak
Bir insanı sevmekle başlayacak her şey

0 üzüntü birden gelir
Yağmurlu havalarda
Yeniden kurarım dünyayı ben
Kederlerle
Kimseler aşık değil mi bu şehirde

Dünyayı güzellik kurtaracak
Bir insanı sevmekle başlayacak her şey

Hava martılar ışıklı şehir
Sarhoş ediyor beni yosun kokusu
Hilesiz kucaklamak istiyorum
Dünyayı şehri ve seni

Dünyayı güzellik kurtaracak
Bir insanı sevmekle başlayacak her şey
..
Zülfü Livaneli..

Dedim ya, sevmek her işin başı. İletişim çağının unutturduğu ve her şey gibi yozlaştırdığı bir kavramdır sevgi. Bu kavram ki, çağlar öncesinin ilk iletişim kaynağıydı da. Şair boşuna dememiş, “bir insanı sevmekle başlar her şey” diye. Çünkü aranan şey iletişimdir. Var olan şeyde iletişim eksikliği. İlk iletişimi sağlayan şey sevgi olduğuna göre buna sebep sevgisizliğin artmasıdır. Çağa uyalım derken kendimizin ve makinenin esiri olduğumuzun farkında mıyız acaba? Kendimizin esiri olmanın ne olduğunu bir engelli olarak ben çok iyi biliyorum. Eğer kendimi aşmasaydım, aşkınlaşmasaydım kendimden, yani bu bedene ve bu bedenin isteklerine boyun eğseydim; yapamadıkları karşısında, onun bana veremedikleri karşısında hasta ruhlu, kendine güvenemeyen, ürkek ve toplum dışı bir insan olabilirdim. Bunları sevgiyle başardım. Sevdiklerimde çoktu benim, sevenlerimde. Bu sayede ilgilerim insan özelinden toplum ve doğa geneline kadar arttı. Ne öğrendiysem ilk iletişimi sağlayan sevgi sayesinde öğrendim.

Herkes Kendini, kendinin esirİ olmayacak kadar sevmeli. Herkes Kendine özen ve saygı göstermeli. Çünkü insanı bir başkasına güzel gösterecek öğeler başka türlü kazanılmaz. Bunun için herkes kendine çok sık ayna olmalı, yani kendini eleştirmeli ve denetlemeli. Reklâm şirketlerinin insanı abartan reklâmları dikkate alınmamalı. Hep bir masal anlatırlar, hep bir bon bon şekeri verirler irade düşkünlerine. Zaten amaçları da odur. Onlar insanı böldükçe, daha çok kâr ediyorlar.


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 28.09.2011    

DOSTLUK BİR KAFTANDIR GİYENİ GÜZELLEŞTİRİR.

Biliyorsunuz internet çağıyla birlikte gelişen “sosyal medya” denen paylaşım siteleri var. Burada insanlar sevdiği her şeyi birbiriyle paylaşıyor. Bu bir söz olabilir, bir müzik, bir film, yada siyasi bir görüş, hiç fark etmez. Hepsinin bir alıcısı var. Alıcının bol olduğu bu “sosyal medya denen” paylaşım sitelerinden ikisi diğerlerinden çok daha ünlü. Çok daha kullanılır durumda. Gene internete girenler bilir bunlar, facebook ve twitter’dir. Bu sosyal paylaşım siteleri hesabıma her gün yüzlerce mesaj gelir. Birde bunun üstüne google gruplardan gelen binlerce iletiyi ekleyin. Hepsiyle ilgilenmem doğaldır ki mümkün değil. İçlerinden seçim yapmakta zor iş.  

Sosyal paylaşım sitelerinde hep iyiye güzele özlem anlatılır. Bu konuda söylenmiş idealist sözler paylaşılır. Geçenlerde mahallemde yetişmiş, metalürji mühendisi olduktan sonra girdiği iş dünyasının gereği olarak İstanbul’a yerleşen değerli küçüğüm, facebook’tada arkadaşım Sadi Şahin böyle bir özlemi anlatan bir özdeyiş ve bir kartpostal paylaşmıştı. O kartpostalı yazı işleri müdürümüz yayınlarsa burada göreceksiniz. Siyah beyazda yayınlansa çok güzel görünecektir eminim.

Bu özdeyişe o kadar cevap gelmiş ki, şimdi bunları görelim.

Önce o özdeyiş:

GERÇEK DOST, hatalardan dolayı dostluğu bitiren değil, dostluğun hatırına HATALARI BİTİRENDİR...!!!

Hakikatten çok güzel. Ders alınması gereken bir özdeyiş. Özdeyişe cevap yazanlar arasında İsimi geçenlerin tanınmaması için soyadlarını kaldırdım. Yazdıklarının biçim ve içeriğine (virgülüne bile) dokunmadım.

İşte cevaplar:

Ömer I.  kaldı mi öylesi...
Melek A. kalmadı
Tuncay M.  bencede kalmadı
Ahmet K. Çok güzel bir karpostal
Atakan K. evt çok gzel
Semine E. Ş. nerde o dostluklar her şey menfaat olmuş cnmm benim
Gülcan Ç. Neden böyle pesimistsiniz....Var böyle dostlukar,Sevgi ve hoşgörü var oldukça devam edecektir
Ümran G. E. sen ne kadar dostane olsanda
Ümran G. E. karsıkı
Ümran G. Er. dusmansa ne yapabılırsın allah verır gonlune gore bır evlayyyyyyyyyyt
Sabahat K. kusursuz dost arayan dostsuz kalır
Ayşe G. cok anlamlı bir söz umarım herkez kendine bir pay cıkarır
Nebahat Ü. kız sıyah elbıselı olan sana cok benzıyor (galiba bu hanım öze değil, şekle bakanlardan)
Zübeyde G. eger öyle bi dost bulursanız sımsıkı sarılın ona
Ünsal Y. nerde bu dönemde öyle dostluklar bulursam sarılalım koymayalım
Sevinç K. GERÇEKTEN ÇOK DOOĞRU AMA NEERDEEEEEEEE.............
Ismail Ç. belki birgün çıkar karşımıza bu kadar karamsar olmayın lütfen. mutlaka iyiler vardır hayatta.
Erol ve Zulfiye M. ne kadar kotu bir zamanda yasiyoruz .hic kimsenin iyiliye inanci kalmamis .ama inanin gercek dostluklar hala var:)))
Ressam Hidayet. Harika bir söz.

Herkesin, hatta tüm bu yazıyı okuyan ve okumayanların aynı özlem içinde olduklarını söyleyebiliriz. Bu gerçeği oluşturan nedenler bilinse de kimse değiştirmeye niyetli değil.
O özdeyişin altına yazdıklarımla bunun bir yönünü anlatmaya çalıştım.

Cevap yazım şöyleydi:

Aşırı bireyselleşmenin acı faturası olarak bugün kimse kimseyi sevmiyor. Tek sevdiğimiz kendimiziz. Oysa insan herkesi sevmek zorundadır. Dinende bu böyle, gelenek ve ahlâkende. Çünkü insan toplumsal varlıktır. Aslan yelesini düzelttirmeye berber aramaz. Ama insan saçına kendisi biçim veremez. Aslan kasap aramaz, zürefa bahçevan, maymun manav, tavşan fırın.. köylü bu saydıklarımdan bir kaçını yapabilse de insanın ihtiyaçları diğer canlılardan çok çeşitli ve çok farklı olduğu için bunlara ve bunlarla uğraşan insalarla birlikte olmaya mecburdur. Şehirli insansa bunlar olmasa aç kalır. Buna rağmen insan en büyük, en güçlü olduğu masalına inanır. İnsanlar inanmasa bu masalı anlatan reklam şirketleri gelişmez, üretici firmalar ihtiyaç fazlası ürün üretemez, fabrikalar veya ofisler (internet vasıtasıyla şimdi her yer ofis) insan öğütmezdi. Birkaç tür hariç bütün canlılar ortak yaşar, ama insan ortaklıktan kaçar. Neden? Kendimizden gayrısına önem vermeyiz de ondan. Eskiden bu ülke yoklukla boğuşurken komşu komşuya yardıma koşardı. Şimdi yoksulluğu kırdıkya, bir ölçüde standartlar yükselince kimse kimseyi tanımaz oldu. (eski alman sosyal demokrat lideri Oskar Lafonten’in bir sözüdür; “yoksulluk paylaşılır, zenginlik paylaşılmaz.) Sevgiyi yaşatalım derim. Sevgiyi yaşatmanın şartı insanları beğenmez eleştirilerden vaz geçmek, insanın kötü yanları yerine iyi taraflarını konuşmaktır. İyi yanlarını konuşursak her insanı iyi görürüz. Sonra kendimizden kurtulmak çok gerekli. Kendini çok önemseyen kendinden kurtulamayandır. Bakın öyleleri övünmeyi ve dövünmeyi çok sever. Bu insanlardan kurulu bir toplum dostluğu yaşatamaz ve geliştiremez. OYSA DOSTLUK ESKİMEYEN BİR KAFTANDIR. GİYENİ GÜZELLEŞTİRİR.


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 26.09.2011

PAYLAŞMA İNSANIN İNSANİLEŞMESİDİR

Adam iki minik kızını ve güzel karısını almış, otomobille bir geziye çıkmıştı. Küçük bir geziydi bu. Akşama eve döneceklerdi. Hava şurup gibiydi. Her hastalığa iyi gelirdi böyle havalar. Sağlıklı olanı da daha zinde, daha mutlu ederdi. Hele birde gezideyseniz, değmeyin keyfinize. Geçtikleri her yerin ayrı bir güzelliği vardı. Çocukların, gördükleri hayvanlar ilgisini çekiyordu. Sanki bir hayvanat bahçesinde geziyorlardı. Bir yerden bir koç çıkıyor, bir yerden bir tavuk,  bir yerden hindi, ördek, tavşan, bir yerden minik kuzucuklar, keçiler. Bazen de boğalar inekler.. bir yerde manda bile görmüşlerdi de şaşırmışlardı. Adam kızlarına kamyon olmadan önce mandalar yük arabalarını çekerdi diye anlatınca kızların hayal dünyası kim bilir neleri çağrıştırırdı ki, şaşkınlıktan gözleri büyürdü.

Bu küçük gezide adam durdukları her yerde yiyecekleri bir şeyler alıp otomobilde bunları kızlarına verirken uzanan minik ele “kardeşinle paylaş” derdi. Böyle yaparsa paylaşmayı öğrenirler diye düşünüyordu. Bugünde öyle olmuştu. Aldığı yiyeceklerin hepsini minik kızların paylaşması için tek tek veriyordu. Yiyecekleri alan minikler aldıkları şeyi kendi ağızlarına atmadan önce yarı yarıya paylaşıyorlardı. Gördüklerini de paylaşıyorlardı. Biri otomobilin camında gördüğü, bir çitin üzerine çıkmış var gücüyle üürüleyen horozu diğerine göstermeden duramıyordu. Diğeri de annesiyle koşarken gördüğü bir minik tayı heyecanla kardeşine gösteriyordu. Hele köy yollarında otomobilleriyle birlikte koşan ve kendilerine havlayan köpekleri görünce ne heyecanlanıyorlardı. Heyecanlı ve korkmuş anlarında birbirleriyle dayanışmalarını anlatmak imkânsızdı. Ama sevinçli halleri de görülmeye değerdi.
O zamanlarda kuş cıvıltılarıyla dolardı otomobilin içi. Adam iki kızı ve güzel hanımıyla çok mutluydu. Onların varlığıyla dünya telaşından uzaklaşır başka bir dünyanın insanı olurdu.

Bugünde bilmedikleri yerlere gelmişlerdi, geçtikleri her yer onlara daha çekici görünüyordu. Bir ara sağa ve sola ayrılan bir yola geldiler. Nereye sapacaklarına karar veremiyorlardı. Adam sola sapma düşüncesindeydi, karısı sağa sapmayı öneriyordu. Sonunda adam kendi bildiğini okudu ve sola saptı. Karısı bunun üzerine somurttu, ve yüzünü otomobil camından içeriye hiç çevirmedi. Gerçi o somurtmuş haliyle yolda ne görüyorduysa artık..

Otomobilin içini sessizlik kaplamıştı. Çocukların sesini en güzel betelere değişmezdi adam. Onun için radyo bile açmaz, bir müzik parçası çalmazdı. Sessizlik canını sıkmaya başlamıştı. Elini tam radyonun düğmesine değdirmişti ki, kızının kopardığı kocaman bir çikolata parçasını annesine verirken “anneciğim bunu babamla paylaş” dediğini duydu. Gözlerinin hafifçe yandığını hissetti. Yaşları akıtsa herkes görecekti. Kendini tuttu. Karısının gülümseyen yüzle verdiği o çikolata parçasından bir parçayı aldı. Büyük bir keyifle ağzında erite erite yedi.

***

Kimi insanlar doğuşundan itibaren paylaşmayı sever. Kimi ölene kadar kimseyle hiçbir şeyini paylaşmaz. Paylaşımcı insanın barışçı, sevgi dolu olduğunu görüyoruz. Paylaşımcı insan kendini dert etmez kendiyle barışık insandır. Başkalarını mutlu etmek kendisinin mutlu olmasına yeter. Ölene kadar kimseyle bir şey paylaşamayan iç hesaplaşmasını bitiremeyen, ürkek ve korkak insandır. Onların kimilerindeki azametli dik duruş, kendilerinden emin halleri, yani dış görünüşleri herkesi yanıltabilir. Oysa o kadar yalnız bir dünyada yaşarlar ki kendileri bile farkında değillerdir. 

Anne-baba burada çok iyi bir eğitici olmak zorunda. Ya sözle, ya davranışla, yada oyunla çocuklarını her konuda olduğu gibi bu konuda da eğitmeliler. Bu devlet eliyle değil anne eliyle kazanılabilir.

Paylaşma büyük bir meziyettir dostlar. İnsanlar paylaştıkça büyürler, paylaştıkça insanileşirler. Yazdığım bu minik hikâyede bunu göstermiyor mu?




Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 23.09.2011


TEKELLER İÇİN BİREY TİCARET METAIDIR

Dünyada görüşler, buna bağlı olarak davranışlar hızla değişiyor. Gençliklerini 20. yy son çeyreğinde yaşayan benim gibiler bu değişimi algılıyorlar, fakat kabul etmekte zorlanıyorlar. İki kutuplu dünyada kapitalizmin öncüsü Amerika ile sosyalist dünyanın öncüsü Sovyetler Birliği tahterevallinin iki ucunda birbirlerine ağırlıklarını hissettiren denge unsuruydular. Sosyalist dünya üretimde gelişmeci ve yenilikçi olamayıp bürokrat faşizmine dönüşünce yıkıldı. Tek kutuplu dünya öngörülen bir dünya mıydı dersiniz? Bu daha çok her iki kutbun yandaşlarının kendi lehlerine olması hayaliyle bilmeden uzlaştıkları tek konu olarak temenniden öteye gitmiyordu. Başlarda sosyalizmden çekinen kapitalizm geliştirdiği sosyal devletçilik kavramıyla hem gelişmiş, hem refahı arttırıp emeklilik hakkıyla insanların gelecek endişesini kaldırarak sosyalizmin genişlemesini önlemiştir.

Sonunda genişleyemeyen, gelişemeyen sosyalist ülkeler kağıttan şatolar gibi birbiri üstüne devrilerek yıkıldılar. Temenni böylece kapitalizm lehine gerçekleşmiş oldu.

Önü açılan kapitalizmin sonsuza kadar yaşayacağını düşünüyor musunuz? Ben düşünemiyorum. Çünkü kapitalizm tekelleşen şirketler eliyle şirket devlet modeline yönelmekte. Kendi içlerinde uyguladıkları güvenlik birimlerine ve nakitin yerini alan kendilerine özgü ödeme demek olan kredi sistemine sahip oluşları, asker besleyen, para basan devletten farksız olduklarını ortaya koymuyor mu?

Örnek verdiğim sadece bizim ülkemizde gördüklerimizdi. Bunun üstüne dünya ekonomi devi olan şirketleri koyarsanız gücün boyutunu ve onun karşısında devletlerin durumunu görürsünüz. Bir çok ülke bu şirketlerle boy ölçüşemez bile. Böyle olunca uluslar arası yapı kazanan bu şirketler ulus devletleri karar organı olarak tanımamaya başladılar. Her ne kadar kendilerinin sırtlarını dayadıkları bir devletin varlığı söz konusu olsa bile o devleti de kendilerinin emel ve arzularına göre düzenledikleri unutulmamalıdır.

Arkalarındaki bu yeni dünya düzeni denen şekle girmiş ve bunun öğütleyicisi ve uygulatıcısı bir güç olan devletle birlikte ulus devletlerin kurum ve kuruluşlarını ele geçiriyorlar. Ele geçirilen kurum ve kuruluş sayısı arttıkça  o ülkede belirsizlikler artıyor. Belirsizliğin artması demek güvensizliğin artması demektir. Her belirsizlik artışı da uluslar arası tekellerin daha çok yeri ele geçirmesine yardım eder.

Ulusal, dini ve geleneksel olan ne varsa onun karşısına bireyselliği kışkırtarak çıkıp, toplumsam dayanışma ve ulus (ister ulus deyin, ister millet deyin, bunlar ortak bilinç hareketidir) bilincini yok ederek kendilerinin varlıklarını sürdürecek ortamı oluşturmaktadırlar. Tekelci şirketlerin felsefeleri gereği sosyal devlet anlayışı bitirilmezse ilk etapta kapitalizmin belki yok olacağına değil ama ilerlemelerinin duracağına inanmaktadırlar.

Bundan dolayı bir olan, bütün olan her şeye karşıdırlar. Sağlık kurumu, emeklilik sigortası gibi kurumlar insanları birleştiren, geleceği için güvence olan kurumlardır, onun için bunları zayıflatırlar.

Sosyal emeklilik yerine bireysel emeklilik getirmek demek, bireyleri şirketlere bölmek demektir. Şirketler için en yüksek oranda kârlılık esas olduğuna göre, sigorta ve hastanelerde birey insan değil müşteridir. Bölünen birey ticaret metaı durumuna düşürüldüğü yerde milli veya ulusal hiçbir değer varlığını sürdüremez.



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 19.09.2011 


ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 96

 Merhaba sevgili okurlar. Geçen Pazar yazımın sonunda sizlerden ayrılırken bu haftada Murathan Mungan’ın şiirlerine yer vermeye devam edeceğimi söylemiştim. Bu sözümü unutmadım ve bu haftada sizi Murathan Mungan’la baş başa bırakıyorum.  

...

AY ZEYTİN GECE

Kamçılı karanlıktı geldin üstüme
Bütün masalları dolaştın
Ay zeytin gece
Ay vurmuştu alnına
Perçemlerin Tokat akıtması
Yorgundu atılmış yılan derisi
Değiştirilmiş güvercin gömleği tende
Nereye gidiyorsun, dedim
Zeytinlerin arasından
Siste silinip giderken yollar
Aydı zeytindi geceydi
Korkmadım bağırdım ardından
Aydaki zeytindeki gecedeki delikanlı
Nereye böyle
Aldı rüzgar sesimi duyurmadı
Vurdu geçti durduğum yeri
Gümüşünü silkeledi yüzüme
Atının kanatları
Ben öldüm, ölüm bulunamadı
Kamçılı bir karanlıktı
Hikayemin gecesini dürdüm de
Kimse çıkamadı dışarı
Ay kaldı zeytin kaldı gece kaldı
Sis kaldı yollar kaldı
Karanlıktı

MURATHAN MUNGAN

***

AYAKÜSTÜ YAŞANMIŞ AŞK HİKAYELERİ

1.
bildiğim kendimi bildim bileli aşık olduğum,
bildiğim ancak aşıkken var olduğum...
işte bu yüzden, benim için aşık olmak;
çoktandır hasretine katlandığım yokluğum.
'eğer aşktan söz edildiğini duymamış olsalar
hiçbir zaman sevemeyecek olan insanlar vardır, '
demiş La Rochefoucauld
benimse hep böylelerini severek başladı vurgunum...

2.
her durakta ölümsüz bir aşk edineceğim
bir bakıştan, bir duruştan,
çağrışımın sonsuz hızından
unutulmaz bir sevgili daha bırakacağım ardımda.
belki de yaşanabilecek en güzel serüveni
terk edeceğim
daha otobüsün ilk basamağında.
kim bilebilir ki?
sonrayı, sonrasını kim bilebilir?
gizli gizli veda edeceğim ona; görmeyecek
ve bu duyguyla burkulmuş yüreğim
otobüs camına bağrında bir ok ile
bir aşk levhası çizecek, ah min-el!
bu da ötekiler gibi,
kendisini ölesiye sevdiğimi bilmeden
yaşayıp gidecek..

3.
şimdi hemen kalksam buradan
hemen çıksam uzun sokaklardan birine
kiminle karşılaşabilirim
kime vurulurum ölesiye, eve dönmeden
geceme kuzguni bir cehennem gibi eklenen
bir ölümcül sevda hangi köşe başında
keser yolumu
bir tenhaya ulak olan
o suret avı
bırakır mı yakamı
haracı ödenmeden
bırakır mı yakamı
bir suretten, bir şiirden, bir hüzünden
ak kağıda düşürülmüş
imzasını görmeden

bırakmazlar yakamı, bilirim, ben ölmeden

4.
hangi aşk mümkündür aşığı öldürmeden
her aşk, her şiir
ardından uzun uzun bakılan adı bilinmedik sevgilerden,
küskün omuzlu terk edilmişliklerden,
perspektifinde hep bir sokak taşıyan
o sessiz
o faili meçhul cinayetlerden
resim altı sözcüklerden
aşk mümkün olsa idi ah, aşığı öldürmeden

bırakır mı yakamı kağıdın ölüm beyazı sureti
elle bilenmiş sözcükler,
yüreğime sokulan serüvenin hançer tadı
nabzımın atışına ayak uyduran vezninde
gece adımları şiirlerimin
bırakır mı yakamı yaşadıklarımı
dökmeden imgelerin giysilerine
hayatın maskelenmiş gerçekliğine
upuzun bir mesafeyle yeniden sokulmak için
yeniden ve yeniden.

MURATHAN MUNGAN

***

AYNI LAMBALAR

Kibritle oynarken yangın çıkaran sarsak yıllar
Bir daha hiç geçit vermeyen veda sözleri
Yılların sıradağlarında uzaklaştı bizden
Yüreğimizden kopup giden ayrılık trenleri
Biliyorum aynı lambaların aydınlattığı yalnızlıkta geçti
Aldatılmış duygulardan ayrı ayrı geçerek vardığımız korunaklı siperler
Senin içini ürperten geceleri ben duymadım mı içimde?
Hayat herşeyi alır sanırken
Oyunlarımızı ıslatan yağmurlarda kaldı
Bir bizim icat ettiğimiz saatler
İlk öğrenilen yalnızlık aslında geç keşfedilir
Dalgın resimlerin derinleştirdiği mazi
Gün gelip bütün zamanları ele geçirdiğinde
Anlarsın başkalarına giden bizden çalınmış günler
Ne zamandır buradayım
Gel öp beni
Neredeysen ve nasılsan önemi yok gel öp beni
Suyunu,uykunu,azığını uzun tut gel öp beni
Birbirimizi bağışlayacak,birbirimize yeni sözcükler bulacak,
Ölmeden önce yeniden görüşüp konuşacak yaşa gelmedik mi?
İkinci ufkun saatindeyiz şimdi
Gözlerim trenlerde,gel öp beni.

MURATHAN MUNGAN

***

AZAT

Kanla geçen kalıt
o yabancı tehlike
bir kara büyü bırakır gibi geçmişime bıraktım şiiri
kullanılmayan silah
içimdeki ışıklı parça
bende kaldı yazıda yaşayan ikiz
uykudaki cinayet bıraktı peşimi
kan dondu cin öldü ruhlara karıştı şiir
hiçbir yangın işlemiyor artık içime


benim gördüğüm aynalar görmüyor artık beni
azat ettim suretimi, gölgemi, kendimi
yaşasın diye benim yerimi alan ikiz

MURATHAN MUNGAN

***

BİR BAKIMA

Ateşin gizini bilen tılsımlı kadınlar
gördük orada
denizi yatıştırıyorlardı
azalan kokusunu yeniliyorlardı otların
bir başka zamanla yamıyorlardı
günün eksilen yerlerini
gece büyümesi sözcükler armağan ettik
taktılar gerdanlarına
hem yanı başımızdaydılar
hem fal gibi başka zamanlarda
fısıltılar rengindeydi gözleri
usulca açıyorlardı
göğsümüzdeki yapraklarını esrimenin
ucuna kadar gidilmiş düşlerdi
birlikteydik hem
ve yalnızdık bir bakıma

MURATHAN MUNGAN

***

BİR YILIN SON GÜNLERİ

I.
bir yıl daha bitiyor
İşte bu kadar duru,bu kadar yalın
bu kadar el değmemiş
sıradan bir gerçeği daha
kolları bağlı hayatımızın
bir şiire nasıl dahil edilir bir yılın son günleri
her sonda her başlangıçta ve her defasında
alır gibi bir başkasını karşımıza
perdeler çekip,ışıklar söndürüp
oturup yatağın içine bir başımıza
sorgulamak kendimizi
öğrenmek ikizin anadilini,ikinci belleğimizi
öğrenmek kendimizle hesaplaşmanın buzul ilişkilerini
bu aynaların dehlizlerinde gezinirken görürüz
karanlık günlerimizin kenar süslerini

biterken bir yılın son günleri
biliyoruz takvimler belirlemez değişimin mevsimlerini
gençlik ikindilerini

kargınmış bir çocuktuk büyüdüğümüzden beri

II.
bir yıl daha bitiyor
düşlerim,tasarılarım,yarım kalmış onca şey
her yıl biraz daha kısalıyor öncekinden
bana mı öyle geliyor
yoksa daha mı hızlı ilerliyor zaman
insan yaşlanırken?

III.
kırdım mı incittim mi birilerin
kimleri kazandım,yitirdiklerim kimler?
kendimi yineledim mi yazdıklarımda?
yeniden düşünmeliyim
dostluklarımı,ilişkilerimi
dağınık yatağım,mutsuz yatağım
çoğalttın mı eksiklerimi
gözlerim çocukluk fotoğraflarında mı kaldı
yitirdim mi yoksa masumiyetimi?
borçlarımı ödedim mi?
doğru seçtim mi soruların fiillerini?
tırnaklarım kesilmiş,dişlerim fırçalanmış,saçlarım taranmış,
giysilerim ütülü,odam düzenli mi?
ödünç aldığım kitapları geri verdim mi?
geri verdim mi aldıklarımı:
aşkları,dostlukları,sevgileri,güvenleri,bağları
kitaplara,sayfalara,satırlara borcumu ödedim mi?
yokladım mı duygularımı
hala sevebiliyor muyum insanları?
ovmalı gümüşlerimi,bakırlarımı,cila geçmeli ahşaplarıma
ovmalı umutları
saklı tutumalı gelecek inancını,yarınları,eksik etmemeli ağzımızdan
hançer kıvamındaki karamizah tadını
şimdi oturup uzun bir hasretlik mektubu yazmalıyım Yavuz'a
sonra köşe başından bir demet çiçek alıp öyle başlamalıyım akşama
yeni bir yıla
ama nedense her şeyin tadı dağılıyor ağzımda
bir sap çiçek mi taşısam yoksa ağzımın kıyısında
aydınlık rengi vursun diye gözlerimdeki buluta


MURATHAN MUNGAN

***

Çeşitli inançların beşiği Mardin’den İstanbul’a gelen bir anne babanın oğlu olan Murathan Mungan’ı geldiği inancın ve yaşama biçiminin etkilerini taşıyan şiirlerinin imgelem zenginliği taşır. Çok çarpıcı anlatımlarını sembollerle süsler. Bu yüzden şiirlerini dikkatlice okumak gerekir. Her şiirini değil belki ama bir çok şiirini sevdiğimi söylemeliyim. Haftaya Murathan Mungan şiirlerine yer vermeyi düşünüyorum.

Bugünlükte burada son noktayı koyuyorum. Hepinize mutlu hafta sonları diliyorum.


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 18.09.2011 

TAKLİT VE SAHTECİLİKTE İKİNCİYİZ 3




ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE 

Haberlerini çokça duyduğumuz bu sahteciliği ne yazık ki gerektiği kadar cezalandırmıyoruz. Birde bunların arasında ihraç ettiğimiz ürünlerin üstünde zirai ilaç artıklarının bulunması üzerine geri yollananların ülke içi pazarlarda satıldığını düşünürseniz nasıl bir tehlikeyle karşı karşıyayız anlarsınız. Hatırlayın, ihraç ettiğimiz biberlerde zirai ilaç artığı ürün bulunduğunu belirten Almanya ürünlerin parasını ödememiş, malın iadesini isteyen satıcı firmaya “sen onu halkına yedirirsin” diyerek reddetmiş ve biberleri imha etmişti. Bu haberle ne çok utanmıştım bilseniz.. o firma benim kadar utandı mı acaba?

Uzmanlar gıda ürünlerini alırken şunlara dikkat edilmesini şart koşuyorlar:

1-Ambalajı iyice inceleyin
2-Raflardaki sıcaklığı kontrol edin
3-Son kullanma tarihini kontrol edin
4-Taze ürünleri seçin
5-Süt ürünlerinin tarihini kontrol edin. Açıkta satılanı almayın.
6-Oda sıcaklığında bekletilen yumurtaları almayın.
7-Kırmızı etin canlı ve parlak kırmızı, tavuğun ise parlak ve gri beyaz renkte olmasına dikkat edin.
8-Dondurucunun dolum çizgisinin altında kalanları almaya özen gösterin.
9-Konserve gıdaların seçimi: Kutuda tümsek oluşumu tehlikelidir.
10-Petekli değil süzme balı tercih edin. Aldığınız markayı sorgulayın, güvenilir olmasına dikkat edin.

Kozmetik ürünlerinin sahte olanları deri hastalıklarına yol açar. Onlar içinde uzmanlar şu önerilerde bulunuyorlar:

Bir dermatolog veya güzellik uzmanına danışın.
Ürünün etiketini iyice inceleyin.
Nelerden sakınmanız gerektiğini araştırın.
Toksik olmayan içeriğe sahip ürünlerin markalarını alın.
Satış döngüsünün fazla olduğu yerlerden alın.
Bakteriyel bulaşımın az olabileceği ambalajlarda olanları tercih edin.
Bakım ürünlerinin FDA veya AB standartlarına uygun olmasına özen gösterin.
Alerjik reaksiyon gelişme riskine karşı, ürünü sürmeden önce bir deri testi yapın.
Sentetik ürünlerin kullanımını azaltın, doğal ürünler kullanmaya çalışın.
İçlerinde birkaç etki yapabilen ürünleri tercih edin.


Sahtecilik biter mi? O kadar yaygın ki insan yaşadığı ortamdan korkar. Aşağıdaki listeye okuyunca siz, siz olunda korkmayın bakalım.

Beyaz eti klora batırıp taze görüntüsü veriliyor.
Ufalanmış peyniri jel ile birleştirilip yeniden kalıp peynir yapılıyor.
Dana kıymaya tavuk sakatatı katılıyor.
Yağ ve kemik külünden lahmacun yapılıyor
Sütün yağını alıp yerine margarin koyuluyor
Küflü kaşardan eritme peynir yapılıyor.
Tavuk dönerin içine tavuk derisi, bağırsak ve sakatat karıştırılıyor.
Kalitesiz bulgura boya katıp ayıp örtülüyor.
Hazır limon suyu içerisine su ve limontuzu katılıyor.
Kelle ve paçalar tıraş bıçağı ile temizlenerek tüketime sunuluyor
Tavuk kemikleri öğütülüp renklendirici katkı maddeleri ile salama katılıyor
Salam ve sosis içerisinde hayvansal atıklar katılıyor
Soya baharatla karıştırılıp sucuk imalatında kullanılıyor.
Dökme baharatlar arasına kurutulmuş ot-sap karıştırılıyor.
Helvanın içine beyaz susam yerine Sudan’dan ithal edilen ucuz siyah susam konuluyor.
Köfte ve dönere soya kıyması katılıyor.
Kakaolu fındık kremasında kakao yerine keçiboynuzu tozu, kakao yağı yerine margarin kullanılıyor.
Baklava ve kadayıfın içine fıstık yerine bezelye konuyor.
Tereyağına margarin ve patates karıştırıyorlar.
Şekerpancarı pekmezini üzüm pekmezi diye satıyorlar.
Reçelin içine az miktarda meyve, bol miktarda şeker şurubu konuluyor.
Şamfıstığına kurutulmuş bezelye karıştırılıyor.

Bu bölüme başlarken Almanya’nın aldığı biberlerde zirai ilaç artıklarının çıkması üzerine ödeme yapmayacağını bildirmesinin ardından malın iadesini isteyen satıcı firmaya “sen onu halkına yedirirsin” diyerek reddettiğini ve biberleri imha ettiğini, bu haberle çok utandığımı belirtmiş, “o firma benim kadar utandı mı acaba?” diye sormuştum. Hiç sanmıyorum. Çünkü para kazanma hırsı her şeyin üstünde. İster helâl kazanç deyin, ister dürüst ticaret deyin bu topluma acilen dürüst olma alışkanlığı kazandırılmalı, eskiden var olan bohçacı kadın satıcı mantığı bu toplumun üstünden kazılmalı. Takım taraftarlığına benzer şekilde şanlı geçmişimizle övüneceğimize (sözün burasında geçtikleri bağdan yedikleri üzümlerin parasını dallarına asan atalarımızın dürüstlüğünden söz ettiğimiz aklıma geliyor) gelecek kuşaklara kara bir yakın geçmiş bırakmamak için insan olmanın gereklerini kendimiz bizzat yapmalıyız.

Eskiler boşuna dememişler: “Ucuzsa vardır bir illeti, pahalıysa vardır bir hikmeti.” Bir malın fiyatı onun kalitesini de belirler. Ama kapkaççıların malı için aynı şey söylenemez. Dikkatli olmak gerek.


BİTTİ


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com




Yayın Tarihi: 16.09.2011



15 Eylül 2011 Perşembe

TAKLİT VE SAHTECİLİKTE İKİNCİYİZ 2

ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE

Önceki yazımızda taklit ve sahte mal üretiminde Çinden sonra ikinci sırada yer aldığımızı belirtmiş, sahte malların daha çok gıda sektöründe olduğunu vurgulamış ve bunlardan bir liste vermiştim. Bugün gıda ürünlerinin nasıl üretildiğinden söz edeceğim. Durum sandığınızdan daha kötüdür. Toplum olarak sınırlarda yaşadığımıza hükmedebilirsiniz. Ticaret toplumu olalım ama bunu sahtekârlığa vardırmadan olalım. Sahtekârlıkta, dürüstlükte bumerang gibidir. Eninde sonunda bize geri döner. Kötülüklerin geri dönmemesi için iyi ve dürüst insan olmayı kendimizden başlatalım. Olamayanları da devlet olarak cezalandırmaktan çekinmeyelim.


1-SİGARA:
Kuzey Irak başta olmak üzere komşu ülkelerden sokulan kaçak sigaralar oldukça tehlikeli. Çin’de üretilen sahte Tekel 2000 sigarasının içinden tahta tozu, küf, böcek ve böcek larvaları ile çok tehlikeli katkı maddeleri çıktı.

2-İÇKİ:
En yaygın sahtecilikten birisi alkollü içkide yaşanıyor. Birçok tehlikeli maddenin yanı sıra özellikle karışımda kullanılan metil alkol zehirliyor ve körlüğe neden olabiliyor. (En son olay yakınlarda olmuştu hatırlarsınız. Türkiye’ye gelen Rus turistler sahte rakıdan ölmüş, Rus hükümeti de Türkiye’den haklı olarak tazminat talep etmişti.)

3-KOZMETİK:
Saç dökülmesini engellediği iddia edilenler ciddi cilt hastalıklarına neden oluyor. Sahte parfümler ise akciğer ve böbreklerde ciddi rahatsızlıklara neden olabiliyor.

4-İLAÇ:
Kilo verdirdiği iddia edilen lahana çorbası kapsülü ve biber hapı gibi ürünlerin sahtesi yoğun. Sahte Viagra, borik asit, kurşun tabanlı boya ve çimento içeriyor.

5-ZEYTİN:
İçine katılmış küçük çam kozalaklarıyla çekirdeği yapılan koyun ve keçi dışkısı zeytin yağıyla hafif ateşte pişirilip, gıda boyası katıldıktan sonra zeytin soslarına bulandırılıyor.

6-PEYNİR:
Küflü kaşardan eritme peynir üretiliyor. Kaşar peynirine soya yağı ve margarin katılıyor. Ufalanmış peynir jel ile birleştirilip yeniden kalıp peynir yapılıyor.

7-SUCUK SOSİS:
Soya baharatla karıştırılıp sucuk imalatında kullanılıyor. Raf ömrünü uzatmak için gereğinden fazla nitrat katılıyor. Et yerine nişasta, tavuk derisi, zar, baharat ve tuz konuluyor.

8-TEKSTİL OYUNCAK
En yaygın sahtecilik oyuncakta. Kalitesiz ürünler bir yana, özellikle oyuncakta kullanılan boya, plastik vb. nedeniyle kanserojen etkiler görüldüğü kanıtlandı.

9-ZEYTİNYAĞI
Zeytinyağına kanola, fındık ve soya yağı karıştırılıyor. Atık yağ olarak anılan kullanılmış kızartmalık yağ tekrar karıştırılabiliyor. Tereyağına patates karıştırılıyor.

10-BAL
Nişasta, şekerkamışı, akçaağaç, darı ve mahua bitkilerinin çiçekleri, şeker pekmezi, hidrol, parafin katılıyor, düşük nem içeren ballara su ekleniyor.

Şaşırmadığınıza eminim. Çünkü her Allahın günü her yerde karşılaştığımız şeyler bunlar. Kimileride “alan razı satan razı, kime ne?” diyor. Oysaki bu beden ve bu can onlara emanet ve bu bedene ve bu cana iradelerine yenilmemek şartıyla iyi bakmak zorundalar, bilmiyorlar mı? Hangi açıdan bakarsanız bakın durum böyle.


DEVAM EDECEK



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
   

Yayın Tarihi: 14.09.2011


12 Eylül 2011 Pazartesi

TAKLİT VE SAHTECİLİKTE İKİNCİYİZ 1


Ülkemiz sanayi geçmişi çok eski bir ülke değil. Cumhuriyetle birlikte devlet eliyle başlayan sanayileşme hareketi, 1960’larda özel sektöründe katkılarıyla hızlandı. Sözün kısası başlangıcından bu yana 80 yıllık, hız kazanmasından bu yana da 50 yıllık bir geçmişe sahip. İnsan ömrünce belki uzun bir süreç gibi görünebilir fakat millet ve ülkelerin varlık tarihleri ölçü alındığında bir bellek ve buna bağlı bir bilinç oluşturmaya yetmez. Bunun sonuçlarını her alanda görüyoruz. Ülkemizde kuraldan çok kuralsızlık hakimse bundan dolayı hakim. Köklü şirketlerimiz, bilinen ünlü markalarımız yok denecek kadar az. Batılı ülkelere baktığımızda bu tarihin bir bellek ve bir bilinç oluşturacak kadar eski olduğunu görüyoruz. Batılı ülkelerde insan yaşamının dokunulmazlığı da işte bu uzun süreçlerin yaşanmış olmasının sonucu.

Uzun gelişme süreçlerine sahip olmadığımız için, birde 1990’lı yıllarda tüketimin azdırılmasıyla birlikte, kolay para kazanmaya özendirme gibi çabalar sonunda sahtecilikler, dolandırıcılıklar arttı. Merdivenaltı üretimi denen yasadışı ticaret ne yazıkki çok yaygın.
Dünyada da böyle işlerle uğraşanlar çok. Hatta bu konuda anılabilecek ülkeler bile var. Bunların başında Çin geliyor.

Şu satırlara bakar mısınız?

“Avrupa Komisyonu Taklit Mallar Komitesi, OECD ve Dünya Gümrük Teşkilatı’nın araştırmalarına göre, dünyada hızla büyüyen sahte ve taklit ürün pazarı 1 trilyon dolara ulaşmış durumda. Sahte ve taklit ürünler küresel ticaretin yüzde 7 ila yüzde 10’unu oluşturuyor. 1990’lardan bu yana yüzde 400 artış gösteren bu yasadışı ticaretin 2020’de 2 trilyon dolara ulaşacağı tahmin ediliyor.”

Ne büyük ve ne iştah kabartıcı bir rakam değil mi? Sıkı durun bu satırların sürprizlerle dolu devamı var.

“Piyasanın yüzde 57’lik bölümünü Çin tek başına elinde tutuyor. İkincilik ise menşei (kökeni) bilinmeyen ülkelerde. Asıl çarpıcı olan ise Türkiye’nin yüzde 5 pazar payı ile bu illegal piyasanın üçüncü büyük ülkesi olması. Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı’nın (KOM) hazırladığı raporlara göre, Türkiye’de sahte ürün pazarı 6 milyar dolara yaklaşıyor. Taklit ve kaçakçılık da buna eklendiğinde pazar 15 milyar dolara kadar çıkıyor.”

Genel toplam içinde gösterilerek ikincilik sırası verilen üretildiği yer yazılı olmayan sahte ürünlerden sonra üçüncülüğü ülkemizin alması bu listeyi hazırlayanların bakış açısından kaynaklanıyor. Aslında Çinden sonra ikinci sıradayız. İkinciliği almayışımız belki dünya pazarına çıkmayan, iç pazarla sınırlı kalan, taklit veya sahte mallarımızın çokluğundan olsa gerek. 

Taklit veya sahte mallarımız gıda sektöründen ve şu başlıklar altında toplanıyor:

1-SİGARA
2-İÇKİ
3-KOZMETİK
4-İLAÇ
5-ZEYTİN
6-PEYNİR
7-SUCUK SOSİS
8-TEKSTİL OYUNCAK
9-ZEYTİNYAĞI
10-BAL

Bunların nasıl üretildiğini gelecek yazımızda görelim. Durum sandığınızdan daha kötüdür. Toplum olarak sınırlarda yaşadığımıza hükmedebilirsiniz. Ticaret toplumu olalım ama bunu sahtekârlığa vardırmadan olalım. Sahtekârlıkta, dürüstlükte bumerang gibidir. Eninde sonunda bize geri döner. Kötülüklerin geri dönmemesi için iyi ve dürüst insan olmayı kendimizden başlatalım. Olamayanları da devlet olarak cezalandırmaktan çekinmeyelim.


DEVAM EDECEK


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
   
Yayın Tarihi: 12.09.2011

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 95


Merhaba sevgili okurlar. Bayram sonrasındaki Pazar sizlere bu köşeden seslenemedim. Bugün o açığı çok güzel şiirleri olan bir güzel şairimizle kapatmaya çalışacağım. Şairimiz Murathan Mungan 21 Nisan 1955 tarihinde İstanbul’da doğdu. Ortaöğrenimini Mardin’de yaptıktan sonra Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’nü bitirdi. Devlet Tiyatrolarında ve Şehir Tiyatrosu’nda dramaturg olarak çalıştı. Çeşitli dergi ve gazetelerde şiirleri, hikâyeleri ve tiyatro üzerine yazıları yayınlandı. İstanbul’da yaşıyor. Oyunları, hikâyeleri ve şiirlerini yazmayı sürdürüyor. 

...

ALACANIM

ah, nerde benim altından avaze sesim!
yankısı bir duvara gömülmüş testide kaldı
avaze sesim!

şimdi başkalarının kalplerinde yankılanan
bir zamanlar içinden geçtiğim aşklardı
feryattan kimseler ölmez, denirken
duvarlardan geçtim
artık kimseyi sevemez aşktan ölmüş yürek, derlerdi
şimdi kulağını dayadığın duvarda inleyen testi
bir zamanlar feryatlarda unuttuğum avaze sesim!

alacânım,
mil yeşili gözlerin
dindirdi gözlerimi
kaç körü birden öldürdün bende
mahsur kaldım, eksik oldum, kapına düştüm
ben yandıkça
ezber ettin ayazın demirini
alacânım,
indi mi göğsüne heves?
hangi duvarın halısında
gördün, bildin, vurdun beni
kaç ormandan geçti
içinde kaybolduğumuz o büyük takip
içimizde bunca gurbet dururken
yol ettik uzaktaki sılayı
şimdi burdayız
kanlar içinde
alacânım
indi mi göğsüne heves?

etimdeki eksik yangın, sindi yüreğim
seyreldi tenim sahtiyan tarih
mahsur kaldım, meçhul oldum, şehit düştüm,
alacânım,
indi mi göğsüne heves?

alacânım,
rahat et ben gölgene ilişeyim
her belanı ben göreyim
yüreğimi ihbar et,
bana bir uçurum ver, gideyim
alacânım,
indi mi göğsüne heves?
biliyorsun adımın kıblesini
bir meşhur hâfızla, meşhur bir şehvet
alacânım,
şuramda sinsi bir sızı
gel öldüğümü farz et
senden gelen her habere
canımdan uçurduğum şahin
pençesinde kaldı bileğim, yazım, harflerim
bir yanım onla uçtu, sende kaldı, ben bittim
alacânım,
indi mi göğsüne heves?

alacânım,
yakılmış bir köyün adıydı adın
görmedi kimse
içinde ben de yandım
o gün bugün kalbimin doğusunda tüten duman
nerede olursan ol göğündeyim kanlı tarih her zaman
Mardin’im, Midyat’ım
ah benim altından avaze sesim
kardeşlerimdi ölen de, öldüren de
aranızdaki duvarda
gömülü kaldım

etimden uçurduğum uçurum
meşhurdum, meçhuldüm, mahsurdum
bir hâfızken eskiden
mecnun kaldım şimdi
aşktan, senden, kendimden
n’olur sevmeden öldürme beni
alacânım,
söyle, indi mi göğsüne heves?


MURATHAN MUNGAN

***

ANAKİN

kimse öç alamaz benim masumiyetimden
dizelerdeki zehirle
kaç hafıza gezer
dilimin altında bilinen yılan
dağları iğne deliğinden geçirir
kimsenin zamanına uğramadan

tenha kin uzak gölge hileli
köklerde demlenen
içimizde dinmeyen kuytu mevsim
vaktini bekleyen düğümlü sarmaşıklar gibi
kalbim öldürür herkesi

ah kimseden sorulmaz ki
hiçbir şey yapmamanın zehri

gövdeye indirilmiş sözlük
kullanırken azalan
vahşiliğin likit beklentisi
içimizde çakallanan şimdi,
burada ve hiçbir zaman

taze hikâyelerle yamanır yaralı bellek
tuzak yeni tehlikelerle gövdelenir
hiç kullanılmadıkları boşluklarda
sanrısını tetikleyen kelimeler
tanıdık bir yabancılık kazanır
başkalarına anlatıldıkça
çınlayan eşyanın
teslim aldığı
hayatların bilgisi
sızamaz esrarımıza
her iklim kendi mutlağını ararken
kilitli hayallerin yer değiştirdiği aynalardan
aynalara yepyeni bir boşluk kalır

damarlarımda sahipsiz akan
kuraklık
gürültüsü vahşi kan
çöl kanunları geçiyor
göçümün unutulmuş ormanlarından
kin bekliyor kınında
borçlandığı zamanları
geri göndermek için
kullandığı günahlara
yemin ve rehin
ne kadar ikizse kalbimize
ölüm aşkta seğirir
kimseye aldırmadan
geçen mevsimler gibi
biz kendimizi tanıdık sanırken
yıllar bizi kendiyle değiştirir

ancak şiirle söyleyebiliriz:
kendimize bunca yabancılık
bizi tanıdık kılan

kırmızı netice, kızıl kin
kandan alınmış rengin verimi
ömrün birçok çaprazı gibi
uzaklık kazanır görüldükçe
aşkla öldürür, ölümle aşık eder
ruhun duvarlarına köpürmüş
kara is karanlık iklim uçsuz gerçeklik
kendini yaşar sahibinin görünmezinde
ne kadar yolculuk etsende dibe
içinden çıkamadığın
içindeki ölü çocuk
her şey ne çok belli derken
ne çok belirsizlik
anaya babaya yar a aşk kadar derin
aşk kadar büyük kin
yıllara eşlik eden sinsi nabız
saydam zırhlarla korunmuş büyük şemsiyesi gündeliğin
balık gözlerinin bile göremediği derinliklerde
bizden sonrakilere devrettiğimiz
bize teğet kuşanmış gizlerin
bazen yanılıp aşk deriz buna
zaten yanılmadan diyemediği hiç kimsenin
dipte derin damar
aşk, en köklü kin
ana baba yar
bir gün hepsi kaybolur
birbirinin yarasının içinde

derin, çok derin

toprağın bilinen sırlarıyla
kendimden yapılmış mezarımı örter gibi
bağışlıyorum suçlarımı bilmediğim bir karanlığa
ne kadar ödeşsen de ömrün yetmez
bizi biz yapan içimizin saklı sularında
bizden habersiz yaşayanlara

aştım sandığın bir eşiğin ayakları altında
bir gün bir damar uğultusu vurur dünyaya
ölerek bile kaçamazsın aramızdan
ehlileştirilmiş tekrarlarla yaşanan sayıklama
yeniden döneceksin buraya
imkânsızdır aşk insan imkânsızlaştıkça
dünya başka bir yer olana kadar: anakin


***

AŞK YENİDEN

Aşk yeniden
Akdenizin tuzu gibi
Aşk yeniden
Rüzgârlı bir akşam vakti
Aşk yeniden
Karanlıkta bir gül açarken

Aşk yeniden
Ürperen sahiller gibi
Aşk yeniden
Kumsalların deliliği
Aşk yeniden
Bir masal gibi gülümserken

Gözlerim doluyor
Aşkımın şiddetinden
Ağlamak istiyorum
Yıldızlar tutuşurken
Gecelerin şehvetinden
Kendimden taşıyorum

Aşk yeniden
Bitti artık bu son derken
Aşk yeniden
Aynı sularda yüzerken
Aşk yeniden
Rüya gibi bir yaz geçerken

Aşk yeniden
Unutulmuş yemin gibi
Aşk yeniden
Hem tanıdık, hem yepyeni
Aşk yeniden
Kendini yarattı kendinden



(Bu şiiri bir yerden tanıyor musunuz? Yanılmadınız sevgili okurlar; bu şiir “Yeni Türkü”nün aynı isimli şarkısının şarkı sözüdür.)

***

AVARA

anımsıyor musun?
bir çetemiz vardı: Vahşi Siyah Atlar
ısmarlama serserilikler yaşardık
kimseden bir şey demeden kaçıp gitmeler gibi
sokaklarda sabahlamak, parklarda yatmak
yabancıları mahalleye sokmamak gibi
Ve bir gün gideceğimiz bir Amerika vardı
herkesin bir Amerika'sı vardı o zamanlar
herkes gece istasyonlarında
kendi Amerika'sını aradı

kısık ışıklı arkadaş odaları
plağın bir yüzünü kaplayan uzun parçalar eşliğinde
kendi rüyalarımıza dalar, dağılırdık
okyanuslar, gemi yolculukları, kanayan ıslıklar
ve dünyanın bütün limanları
önümüzdeki sessizce uzardı

BİTERDİ PLAK, DİSK BOŞA DÖNERDİ.
DÜŞLERİMİZ ÇARPIP GERİ DÖNEN SULARDI ŞİMDİ
BÖYLE ZAMANLARDA İLK SÖZÜ SÖYLEMEKTEN
KAÇINIRDI HERKES
SONRA BİR USULCA KALKAR, HERKESE ÇAY KOYARDI
ANIMSIYOR MUSUN?

vahşi siyah atlardık
kentin ışıklı çöllerinde kendi izini arayan
deri ceketlerimize sığdıramadığımız düşlerimiz kadar
asık ve düşmandık
dünya acıtırdı bizi. her şey kanatır, her şey yaralardı
sevişmek çekip çıkarmazdı bizi derinliğimizden
öfkemizi dindirmezdi hiçbir şey
geceleri uyuyamayan çocuklardık,
otobüs garlarında uzun maceralara umar
apansız yolculuklara çıkardık

uykulu kentlere girerdik gece yarıları
ıssız ağaçlar olurdu yol kenarlarında
gökyüzünde parlak yıldızlar, her yere aynı uzaklıkta
sarhoş bindiğimiz otobüsün penceresinden
sanki bambaşka bir dünyaya bakardık
sonra saklayarak yüzümüzü birbirimizden
yumruklarımızı sıkar sessizce ağlardık
ışığı açık kalmış pencerelere, kepenği örtülü dükkanlara,
yaz bahçelerinden taşan çiçeklere,
adını bile bilmediğimiz bu kente
neye olduğunu bile bilmediğimiz bir hasretle
uzun uzun bakardık
anımsıyor musun?

ahh o gece yolculukları
bir başka kentte, bir başka insan olmanın umutları
kaç yol arkadaşı kaldı şimdi geriye
gençliğin ilk acılarını birlikte keşfettiğimiz
kaç yol arkadaşı?
sürüyerek götürdüğümüz dargın beraberlikleri saymazsak
ne kalıyor elimizde?
ölenler,
terk edenler,
bir de telefonları, adresleri, kendileri değişenler

vahşi, siyah atlardık; yılkıya bırakıldık
içimizden kimse gidemedi Amerika'ya
kendi Amerika'sı da olmadı hiçbirimizin
yağmur aldı
rüzgar aldı
zaman aldı
o vahşi siyah atları
herşey o eski rüya da kaldı

çarpıp geri dönen düşlerimizin üstünde
çürümüş cesetleri yüzüyor şimdi vahşi siyah atların
öldükleri sahilleri kendileri de bilmiyorlar
peki sen anımsıyor musun?



***

Bu haftalıkta bu kadar sevgili okurlar. Haftaya Murathan Mungan’la kaldığımız yerden karşınızda olacağım. Hepinize iyi pazarlar.



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 11.09.2011

DANIŞMANI ASLAN OLANIN


 “Adı çıkmış dokuza, inmez sekize” diye bir deyimimiz var. Bu deyim; bir insan iyi veya kötü ne ile anılırsa anılsın, bunu kolay kolay değiştiremez anlamında kullanılmaktadır. Benimde adım “hikayeci başına” çıkacak diye geçenlerde belirtmiştim ya, korkumdan değil, tek düzeli olarak anılmaktan çekindiğim için belirtmiştim. Fakat yapacak bir şey yok. Hikâye anlatmak gerekirse kaçacak değilim tabii. Eh madem öyle bende boşuna uğraşmadan, hatta bu deyimi pekiştirerek gene bir hikâye anlatmak istiyorum sizlere.

Bir Tavşan önüne bir daktilo almış, pata-küte bir şeyler yazıyordu.
Oradan geçen bir Tilki:
- Hey Tavşan, ne yazıyorsun?
- Doktora tezimi yazıyorum.
- Ha öyle mi, çok güzel, ne hakkında?
- Tavşanların Tilkileri nasıl yedikleri hakkında.
- Yok canım, olur mu öyle şey, hiç Tavşanlar Tilki yerler mi?
- Olur canım, gel istersen, sana ispat edeyim.
Beraberce Tavşanın yuvasına girdiler. Biraz sonra Tavşan tek başına çıktı ve
yine daktilosunun başına geçerek, pata-küte, daktiloyla dövüşür gibi bir şeyler yazmaya koyuldu.
Daha sonra oradan geçen bir Kurt, Tavşanı böyle harala gürele daktilosunun başında görünce merakla sordu.
- Hey Tavşan, ne yazıyorsun?
- Doktora tezimi.
- Ne hakkında?
- Tavşanların Kurtları yemesi hakkında.
- Yayınlamayı düşünmüyorsun herhalde, buna kim inanır?
- Gel istersen göstereyim...
Yine beraberce yuvaya girdiler. Tavşan biraz sonra gene tek başına dışarı çıktı. Gene daktilosuyla dövüşür gibi dikkat çekecek şekilde yazı yazmaya koyuldu.

Sonunda nemi oldu?

Ormanda nerdeyse yürüyen canlı kalmayana kadar bu hikâye sürdü tabi.
 
Biz bu hikâyeyi uzatmayalım, oyun bozanlık ederek Tavşanın yuvasına girelim. Ne gördüğümüzü merak mı ediyorsunuz?

Ne göreceğiz canım; bir köşede Tilkinin kemikleri... bir köşede Kurdun kemikleri...

Bir diğer köşede de Tavşanın doktora danışmanı ASLAN, kürdanla dişlerini temizliyordu. Bunu gördük.

Bu hikâyeden çıkacak ana fikir şu:

Doktora tezi yapmak için, tezin ne olduğunun önemi yok.
Konunun da önemi yok.
Önemli olan, tez danışmanıdır (Aslan benzetmesini ABD ile değiştirin).

Bu hikâyeden sonra şunları yazmasam olmaz. Komşularımızla “Sıfır Sorun” iddiasından sorunlu sınırlara boşuna gelmedik. İran ve Suriye sorunu bizim şahsi sorunumuz değil. Onlara demokrasi götürme iddiasını ortaya atanda biz değildik. Şimdi geldiğimiz noktada hikâyedeki tavşandan bir farkımız kalmıyor.

Bu arada İsrail’le süregelen çekişme ve artan gerilim ülkemizle ABD arasında da bir test niteliği taşımaktadır. Bakalım Tavşan hikâyesindeki danışman gibi ABD bu olaya nasıl tavır koyacaktır.

Yazımın sonunda aklıma ister istemez şu soruda geliyor: Danışmanı “Aslan” olanın yarasız günü olur mu?



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
   
Yayın Tarihi: 09.09.2011

8 Eylül 2011 Perşembe

BİLİM UMUTTUR


Ülkelerin iç ve dünya siyasetleriyle ekonomilerin kötü gidişatı herkesin moralini bozduğu bir gerçektir. Günlük yaşama direk etkide bulunan her durum insanları şaşkına döndürmeye görsün, moral olarak geri dönüşü oldukça zordur. Gelgelelim toplum sağlığı için bireyin moral değerlerinin canlı tutulması veya işlerliği kalmayan değerlerin yerine yenilerinin konması gerekmektedir. Bunu sağlayan da bilimsel gelişmeler, bilimsel yeniliklerdir.

Bugün bu düşüncelerle sizlere iki bilimsel araştırmadan söz edeceğim.

İlki petrol kalmaması durumunda bugün kullandığımız araçlar gibi gelecekte kullanabileceğimiz araçların üretilmesiyle ilgili haberdir.

İkincisiyse laboratuar ortamında beyin hücre üretimiyle ilgili haber...

İlkiyle başlayalım.

***

B Plus ve Orhan Holding’le birlikte yüzde 85’ini aldıkları Fransız Synergethic’in 3 tekerlekli elektrikli Tilter modelinin yeni versiyonunu Cenevre Fuarı’nda sergileyen Brightwell Holding’in patronu Alphan Manas, şimdi de Softcar’ı üretmek üzere harekete geçti. Manas, “4 tekerlekli elektrikli Softcar’ı Türkiye’de üreteceğiz” dedi. Öte yandan Manas, Tilter’ı da Türkiye’de üretip 8 bin euroya satabileceklerini belirtti.
BRIGHTWELL Holding’in patronu Alphan Manas, B Plas ve Orhan Holding’le birlikte 20 milyon Euro’ya yüzde 85’ini aldığı Fransız Synergethic’in 3 tekerlekli elektrikli modeli Tilter’in ünlü İtalyan tasarım stüdyosu Bertone imzalı yepyeni versiyonunu ilk kez Cenevre Fuarı’nda dünyaya tanıttı. Dünyanın en ucuz elektrikli otosu olacak Tilter’i 2012 yılında Gemlik’te üretmeye başlayacaklarını açıklayan Manas, “Biz 3 tekerlekli araçla yetinmeyeceğiz. İsviçreli saat devi Swatch’un tasarımcısı Jean-Luc Thuliez’in geliştirip Cenevre’de sergilediği ‘Softcar’ isimli elektrikli otomobili de satın alıp Türkiye’de üreteceğiz” dedi.

(Sözün burasında araya gireceğim. Satın alınan B Plus’ın yüzde 85’inin yüzde kaçı Orhan Holding’e aittir? Bu yatırımın dolayısıyla ne kadarı bizim olacaktır? Gerçi konumuz değil ama sormadan edemedim. Önemli olan petrole olan bağımlılığımızı büyük oranda azaltacak bir buluşun olması..)

ALPHAN Manas, geçtiğimiz yıl Türk tasarımcı Murat Günak ile birlikte satın almak için uğraştığı ve devreye Almanların girmesiyle başarısız olduğu Fransız Heuilez’in Türkiye distribütörü oldu. Fransız markanın elektrikli modeli Mia’yı baştan yaratan Günak, aracın seri üretim versiyonlarını Cenevre fuarında sergiledi. Hem binek hem ticari hem de aile versiyonlarına sahip aracın Avrupa’da 15 bin 900 Euro fiyatla satılacağını kaydeden Günak, “Türkiye’de de elektrikli oto ÖTV’sinin yüzde 3’e inmesi bize büyük avantaj getirecek” dedi. Alphan Manas ise haziranda Mia’yı Türkiye’de satışa sunacaklarını belirtti.

ALPHAN Manas, dünyanın en ucuz elektrikli otosu yapmayı planladığı Bertone imzalı yeni Tilter’i, Türk hükümetinin elektrikli otoda ÖTV’yi yüzde 3’e indirmesiyle Türkiye’de 8 bin Euro’ya satabileceğini söyledi. Manas, “ÖTV’nin yüzde 3’e inmesi Türkiye’nin elektrikli otoda önemli bir üretim merkezi olmasını sağlayacak. Tilter’in üretimini Türkiye’ye getirip, 2012 yılında satışa sunmaya planlıyoruz” diye konuştu. Yeni Tilter, şehir içi kullanım düşünülerek tasarlanmış ve iki kişilik oturma kapasitesine sahip. 110 kilometre hız yapabilen elektrikli aracın menzili ise 120 kilometre. Önümüzdeki yıl satışa sunulması planlanan aracın vergiler dahil Türkiye fiyatının 8 bin Euro civarında olması hedefleniyor. Manas, “Pil bu fiyatın dışında. Biz pili aylık olarak cüzi bir fiyata kiralayacağız” dedi.

***

Burada da sürekli gelir elde edilecek bir konu bulunmuş. Baksanıza aracın pili kiralık..

Elektrikli otomobil dünyasına 2  genç Türk girişimci ve tasarımcıda damgasını vuracak gibi. Murat Günak’ın üretime hazır Mia’sı, genç Emre Hüsmen’in Scorpion’u Türklerin imza attığı modellerin başında geliyor.

İkinci konumuza yani, beyin hücre üretimi konusuna gelelim.

***

Yeni teknolojinin, Azheimer hastalığının tedavisinde kullanılacak yeni ilaçlar denenmesi için kullanıma hazır hücreler elde edilmesini sağlayacağı ve hatta hafıza kaybı görülen kişilere nakledilerek bu kişilerin yeniden hafızalarına kavuşmalarına yardımcı olabileceği belirtildi.

Çoğunlukla genetik değişime uğratılmış fareler üzerinde yapılan Alzheimer hastalığı araştırmaları, yeni bulunan hücre elde etme tekniği sayesinde artık insan hücreleri üzerinde yapılabilecek ve araştırmacılara hastalığın insan hücresi üzerindeki etkisini araştırma imkânı verecek.

ABD’nin Chicago kentindeki “Northwestern University Feinberg School of Medicine” adlı tıp okulundan Dr. Jack Kessler ile Kessler’in laboratuvarındaki eski bir doktora öğrencisi olan Christopher Bissonnette tarafından yapılan bilimsel araştırma “Stem Cell” adlı dergide yayımlandı.

Kessler, dergide, yeni ürettikleri nöronları farelere naklettiklerinde bu hücrelerin normal şekilde fonksiyon gösterdiklerini gözlemlediklerini belirtti. Kessler, nöronların nakledildiği farelerde, sinir uyarmalarını sinir hücresinden ileriye uzatmaya yarayan, en önemli ve uzun sinir hücresi uzantısı olan akson ile asetilkolin adı verilen, beynin diğer kesimlerindeki hatıraları geri çağırmaya yarayan kimyasal bir ileticiyi ürettiğini belirlediklerini kaydetti.

***

Her yazımda olumsuzluklardan söz edecek değiliz ya.. dünyada güzel şeylerde olmuyor değil. Beyin hücre üretimi de böyle güzel bir haber. Bunun kanserli hücrelerin yenilenmesine kadar uzanmasını diliyorum. Hatta ameliyat edilen beyinlerin hücre yenilemesi olmadığı için bıçak değmiş yerlerdeki görev bozukluklarının önüne geçilir.

İşte böylesi bilimsel buluşlar ve bilimsel gelişmeler ümitsizliğimizi alır götürür. Yarınlara güvenle bakmamızı sağlar. İçimizi karartmayalım. Aydınlık bir iç yapımızın olması için
sebebimiz var çok şükür. Her buluş sonunda insanlık için atılmış bir adımdır. Kısacası “bilim umuttur.”



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi : 07.09.2011

KONUŞMA ÜSTÜNE


İnsanlar konuşa konuşa, hayvanlar koklaşa koklaşa anlaşır derler. İyiki insanların konuşmak gibi önemli bir yeteneği var. Bir insanın başka bir insanı kokladığını böylelikle anlaşmaya çalıştığını düşünsenize, ne kavgalar olurdu kim bilir? Zaten kavgacı bir milletiz. Kimsenin kimseyi çekmeye tahammülü yok! Eskiler koklamanın konuşmak kadar etkili olamayacağını vurgulamak mı istemişler bilmiyorum, “kavun değil ki koklayasın” da derlerdi. Aslında “kokusu çıkmak” gibi dilimize yer etmiş, pekte hoş olmayan bir durumu anlatan deyimimizde var, yeri gelmişken belirtelim. İşte bu yüzden konuşmak önemli iştir dostlar.

İnsanlar kim bilir ne zamandan beri konuşarak anlaşıyorlardır? Eşya ve kavramlar arttıkça hallerde artınca buna bağlı olarak kelime sayıları arttı, anlatım tarzları zenginleşti. Buda dilin gelişen çağlarla geliştiğini, gelişirken değiştiğini gösteriyor. Keşfedenlerin “kompüter” dediği, dilimize harika bir uydurmayla yerleşmiş olan “bilgisayar” kelimesini düşünün, ne demek istediğim daha kolay anlaşılacaktır o zaman.

Dil bazen ırmaklar gibi ya yatağından taşarak, yada yan kollar edinerek akar. Bu kimi zaman argo dediğimiz gençliğin veya kültür düzeyi düşük kesimin itibar ettiği bir anlatım biçimi olabilir, kimi zamanda kültüre bağlı olarak halk edebiyatı içinde yer tutan deyim, atasözü biçiminde  görünür. Yazın dünyası demek olan edebiyat dünyası içindeki şair ve yazarların dile katkısı yadsınamaz tabii. Düşünce adamları ve bilim insanlar için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Düşünce adamları diyerek cinsel faklılığı ve bilim insanları diyerekte cinsiyetsizliği bilerek seçtim. Çünkü düşün “felsefe” dünyasında bir kadına rastlamak nerdeyse imkânsızken, bilim alanında önemli kadın isimlerini de görüyoruz. Bu bayanların düşüncesiz olduğu anlamına mı, boş işlerle uğraşmayı sevmediği anlamına mı geliyor, ne dersiniz?

Yok canım konuşmak hiçte boş bir iş değildir. Ama kadın olsun erkek olsun, konuşmak; işi olmayanların en çok yaptığı iştir diyerek bir saptamada bulunmazsak olmaz. Neyse. Zıtlıkları ve çelişkileri kimse bitirememiş, ben nasıl bitireyim? Yapmamız gereken o değil zaten, önemli olan zıtlık ve çelişkilerden doğan güzellikleri görmektir.

Affınıza sığınarak benim gördüğüm kimi komik, kimi düşündürücü kimi saçma zıtlıkların dile dökülmüşlerini sunmak istiyorum.

“Yüreklerde ünlem, akıllarda soru işaretiyim..”
Ne söz değil mi ama? Belâlı bir kişilik bundan daha güzel başka nasıl anlatılabilirdi? Biliyorsunuz ünlem işareti şaşkınlık, korku ve şiddet belirtme işaretidir. Yüreklerde ünlem işareti olmak bence yüreklere korku salmayı anlatıyor. Soru işareti ile birleşince sorunlu kişilik ortaya çıkar. Kamyon arkası paspas yazılarında böyle kişilik özentisi yazılara eskiden çok rastlanırdı.   

“Anlayana çok, anlamayana az gelirim..”
Sizlere örnek olarak gösterdiğim elimdeki deyimlerden argo deyimler bugün daha çok yer tutuyor. Buda onlardan biri işte. “Anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az” atasözümüzün argoya dönüşmüş biçimi desek yanılmış olmayız sanırım. Anlamı son derece açık ve net!

“Benim hiçbir kaybım olmaz.. İsteyen yanımda, istemeyen yolundadır..”
Kendine yettiğini düşünen, elindekilerle yetinebilen, yanında olmayana öyle çok üzülmeyen bir kişinin sözü bu olmalı. Eh ne diyelim, tercih meselesi..

“Dikkatimi çekmez kimse, Ben dikkat çekerim işime gelirse..”
Ne kendini beğenmişlik bu böyle. Bencil kişiliğin sözü bu olmalı herhalde. Doğrusu böyle kişilere sabrım yok!

“Kalbimde birkaç kişinin adı var; Kiminin altı çizili, Kiminin üstü..!!”
İşte bu söz argo bir sözde olsa çok güzel. Kısacık ama hedefi onikiden vuruyor. Altı çizili deyimi; özel kişiler, üstü çizili deyimi; gözden çıkarılmış kişiler anlamını taşıyor. Herkes için geçerli bir söz. Sevdiklerimiz önem verdiklerimizle, defterden sildiklerimiz önem vermediklerimiz hep vardır.

“Hoşça kal demek istersen hiç durma.. Ama bunun Merhabası da olmaz unutma..”
Bir şeye karar verirken ardını da düşünmek gerektiğini vurgulayan bu sözün biraz sert olduğunu düşünüyorum. Her hoşça kal dediğimize bir daha merhaba diyemezsek bir sabah ıssız ve yalnız bir dünyaya uyanırız. 

“Dost mu arıyorsun? Cebine bak!”
Her şeyin maddi çıkarlara bağlı olduğunu söyleyenlere uygun bir söz. Çevremde böyle insanların varlığı beni sıkar. Her şey para değildir. Doğa bütün cömertliğiyle ne veriyorsa hiçbir bedel istemezken, bize ne oluyor? Doğadan daha mı akıllıyız?  Bu yere batası sistemlerimiz insani olan ne varsa bitiriyor ne yazık ki..

“Kışın güneşine, kızın gülüşüne aldanmayacaksın.”
Bu sözü söyleyenin canı herhalde bu iki şeyden çok yanmış olmalı. Ona birileri güneşi gördüğünde denize gir yüz demişse oda her mevsimin güneşini anladıysa suç kimde? Akıl var, nizam var. Her güneşe adlanılır mı? Kız gülüşünü her yüze gülene diye değiştirsek muhtemel bir cinsiyet kavgasının önüne de geçmiş oluruz. Siz yüzünüze her gülenin içtenliğine inanabilir misiniz? Bütün bunları hatırlattığı için amacını anlatan bir söz olarak beğendiğim bir sözdür.  

“Lafın tamamı adamın ahmağına anlatılır.”  
Bir konuşmada anlattıklarınızı anlamayana rastlarsanız, o konuşmanın sizi çok yorduğunu görürsünüz. Ama akıllı ve zeki biriyle sohbet öyle keyif verir ki, doyamazsınız. Uyarılarda durum daha belirgindir. “Kör, parmağım gözüne” deyimi de bu deyimin başka biçimidir. Çevrenizde gören ve anlayanlarınız bol olsun. Gören körlerden Allah sizi korusun.
 

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 05.09.2011