31 Aralık 2011 Cumartesi

HAYATLA HAYAL ARASINDA “T” VE “L FARKI VARDIR

Doğumdan ölüme kadar geçen ve çeşitli süreçler içeren toplam zamana hayat diyoruz. Türkçemizde bir diğer adıda ömürdür. Hayat yaşanan süreçlerde var olma hali. İnsanoğlu için bu süreç bir çok canlıya göre hayli uzun sayılabilirken, başka bir çok canlıya görede oldukça kısa olduğu söylenebilir. Evrenin varlığıyla kıyaslanırsa tek tek bireyin hayat süresinin adı geçmez bile. Canlılar içinde bunu bilen sadece insanoğludur. Hem hayat süresini uzatmak, hem hayatın ulaşılabilir güzelliğini arttırmak bu yüzden tek çabasıdır. Bugün 50 senesine öncesine göre hem süre, hem kalite yönünden hayatı geliştirici oldukça mesafe alınmıştır.

Burada gıda üretimindeki çeşitlilik ve artışla birlikte, sağlık konusunda atılan dev adımların etkisi oldu. Üstüne devletlerin sosyal politikalarını da eklemek gerek.

Öyle yada böyle bir hayat var elimizde. Buna hangi yönden kimin katkısı olduğu, gelişimine hangi olayların yol açtığı konusu sosyal bilimcilerle tarihçileri ilgilendirir. Bizim yapacağımız, yaşadığımız süreçlerde hayatı nasıl algıladığımızdır?

Hayat deyipte geçmeyin. Kelimenin içerdiği anlamlar bile onun büyüklüğünü göstermeye yeter.

1. anlamı: Yaşam, dirim.
2. anlamı: Başlarken dediğimiz gibi, “Doğumdan ölüme kadar geçen süre, ömür.” 
3. anlamı: Hayat biçimi, içinde yaşanılan şartların bütünü, yaşantı 
4. anlamı: Meslek ve durum 
5. anlamı: Geçim şartlarının bütünü 
6. anlamı: Canlılığı gösteren hareket, kaynaşma 
7. anlamı: Yazgı, kader 
8. anlamı: Canlı varlık; yaşamayı sağlayan şartların bütünü 
9. anlamı: Bir kimsenin tarihî biyografisi, hayat öyküsü, hayat hikâyesi

Bütün bunlar ayrı ayrı anlamlar taşısa da, düğüm noktası herkesi içine almasıdır. Bu 9 maddenin 9 tanesine sahip olmayan yoktur. Nasıl olsun ki?

Herkes bir takım süreçlerden geçerken bedensel varlığıyla (yer yüzü bir boşlukta gezdiğine ve o boşluğa uzay dediğimize göre) uzayda yer kapladığından dolayı
* Kelimenin 1. anlamındaki gibi diri olarak hayatın içindedir.
* Kelimenin 2. anlamında belirtildiği gibi “Doğduğu andan itibaren başlayan bu süreç ölümüyle son bulacaktır (Ölüm sonrası hayat bu yazının konusu değildir. Onun için sınırlı süreçlerden söz ediyoruz.).
* Kelimenin 3. anlamına göre herkes hayatın bir biçimiyle karşı karşıyadır. O biçimi veren bulunduğu sosyal çevredir. Köyde yada kentte olmak, gece hayatına tutkun olmak gibi..
* Kelimenin 4. anlamı günlük ihtiyaçları kazanmak için edinilen bir mesleğin kendine özgü bir hayat biçimini anlatıyor. Belki nüfusun tamamı değil ama çok büyük kısmı hayatın bu biçimiyle iç içedir.   
* Kelimenin 5. anlamındaki seçilen meslekle, yapılan işle geçinebilme veya geçinememeye bağlı olarak gelişen hayat biçiminden etkilenilmediğini düşünebilir misiniz? Ortaya çıkan toplumsal çelişkiler ve kavgalar tamamen buna bağlıdır.
* Kelimenin 6. anlamının verdiği mesaj, varlığın sürdürülebilmesi, sürdürülürken ortaya çıkan ışık ve enerjidir. Öyle yerler vardır ki toplumsal coşkuyu duyarsınız, öyle yerler vardır ki, sessiz ve sakindir.
* Kelimenin 7. anlamı yazgı dediğimiz kaderi anlatır. Örnek verecek olursak hayat kimilerini kavuşturmaz. Kimilerine istediği şeyleri verir. Kimileri çok şanslı olabilir. Bunlardan biriyle olsun kaderini yaşamayan yoktur.
* Kelimenin 8. anlamı canlı varlık olduğunu belirten yaşamayı sağlayan şartların (oksijen, su, toprak v.s) hepsini anlatır.
Ve “hayat” kelimesinin son anlamına geldik.
 * Kelimenin 9. anlamı bitmiş bir hayatın hikâyesidir ki, bu ömrü tamamlanmış herkesin bir hikâyesinin olduğunu gösterir.

Yukarıda dediğim gibi değişik dokuz anlamıyla bu dokuz maddeye herkes sahiptir. Hayatı güzelleştiren ve onu çekici kılan bu maddelerin herkese farklı miktarda ve farklı düzeyde gelmesidir.

Hayatla yan yana, yada hayatla iç içe  giden bütün bunlardan üreyen  bazen geçmişe götüren bazen da geleceği kurgulayan hayaldir. Zihinde tasarlanır, canlandırılır ve gerçekleşmesi özlenir. Yerine göre düş, kimi zaman imge, bazanda hulya adlarıyla dilimizde yer bulan hayal içte çiçekler açan umutla kardeştir.

Kimin geçmişe ait bir hayali gözlerinde canlanmaz ki? Kim geçmişin hayaliyle derinden bir ah etmez? Kim gelecekte olmasını istediği şeyleri tasarlamaz ve bunu gözlerinde canlandırmaz? Gözlerde canlanan hayalin gerçekleşmesini herkes umar, yani umut eder. Hayalin umutla birleştiği yerde hayatın tadı katmerlenir.

Fakaat!...  

“Hayat”la “hayal” arasında iki harflik fark vardır “T” ve “L”. Yani TL. Bu ikisi size ne anlatıyor?



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi30.12.2011


MUTLULUĞUN RESMİNİ YÜZÜMÜZE ÇİZERDİK 2

Bu gün alışveriş merkezlerinin restoranlarında, bir gürültü ve havasızlık restoranlarında hamburger keyfine zırlayan çocuklar ve gençler için ben demode bir insanım.
Dışarıda kar...
İçeride yetinme duygusu...
İçeride huzur vardı eskiden.
Televizyonu ilk kez delikanlılık çağımızda gördük. Hafta sonları gazete alırdı babamız. O gün bizim için bayram gibiydi. Gazetelerin bol yapraklı eklerinde ne çok şey bulurduk. Ordan resimler keser, duvar aralarında arşivlerdim. Her evde ve her zaman gazete olmazdı. Cahilliğimizi çok sever, her olayı duymadığımız için bugünkü gibi keyfimiz hiç bozulmazdı!
Portakal kabuklarını babamız sobanın üzerine dizer, odanın içi ferah bir kokuyla dolardı.
Kestane her köşe başında gidene gelene mutlaka çelme çakar, almayana darılırdı. Oysa kestaneci evlerde kestanenin közlendiğini, bir gecenin akılları uçuran mutluluğu olduğunu bilirdi.

Sonra muhakkak masallar, hikayeler.. sohbetlerde büyüklerin anlattığı hatıralar.
Şimdinin aileleri dağıtan yıkan ve herkesi ruh hastası yapan, sözüm ona özgürlükçü, gerçekte öykünmeci (taklitçi) senarist ve yönetmenlerin  dizi ve filmlerinin yaptığı yıkımlar yerine, dilin güzel kullanılmasını sağlayan ve hayali kışkırtan masal ve sohbet dünyası...
bildiğimiz tatlarla birlikte, bize has kokularıda kaybettik. O güzelim kokulara hasret kalacağımızı söyleselerdi inanır mıydınız?
Ekmeklerimizi poşetli eller değil, çıplak eller yapar pişirirdi. Şimdi el değmiyor ama daha çok katkı maddesiyle daha sağlıksız. Gene lezzetli ve mis gibi kokuyor gene ama fabrikasyon imalat insan sıcaklığını bitirdi.
Eskiden çayın da kokusu vardı, domatesin de.
Küçücük  bir bakkal dükkânı koca bir mahalleye yeterdi. Sadece bakkal değildi onlar, sırdaştılar, borç para alınan bir dost, ay başına kadar bizi idare eden bir akraba, her yardımımıza koşan bir vekilharç..
Dışarıda kar...
İçeride huzur vardı eskiden...
Her şeye zam gelir kuşkusu, doğal gazın kesilme korkusu, yolda kalma telaşı, rejim tehlikesi...
Kimin umurunda... Cahilliğimizle mutluyduk. Bizi öyle kolay kolay kimse yıkamazdı. Biz mutluyduk.

Ve mutluluğun resmini çiziyorduk. Ne duvarlara, nede tuvallere. Yüzümüze kocaman çiziyorduk, yüzümüze..

Yazımızı Abidin’in Nazım’a yazdığı cevap şiiriyle bitirelim
...

MUTLULUĞUN RESMİ

Kokusu buram buram tüten
Limanda simit satan çocuklar
Martıların telaşı bambaşka
işçiler gözler yolunu.
inebilseydin o vapurdan
Ayağında Varnanın tozu
Yüreğinde ince bir sızı.
Mavi gözlerinde yanıp tutuşan
hasretle kucaklayabilseydim
seninle, bir daha.
Davullar çalsa, zurnalar söyleseydi
Bağrımıza bassaydık seni Nazım,
Yapardım mutluluğun resmini
Başında delikanlı şapkan,
kolların sıvalı, kavgaya hazır
Bahriyeli adımlarla düşüp yola
Gidebilseydik Meserret Kahvesine,
ilk karşılaştığımız yere
Ve bir acı kahvemi içseydin.
Anlatsaydık
o günlerden, geçmişten, gelecekten,
Ne günler biterdi,
Ne geceler...
Dinerdi tüm acılar seninle
Bir düş olurdu ayrılığımız,
anılarda kalan.
Ve dolaşsaydık Türkiyeyi
bir baştan bir başa.
Yattığımız yerler müze olmuş,
Sürgün şehirler cennet.

işte o zaman Nazım,
Yapardım mutluluğun resmini
Buna da ne tual yeterdi;
ne boya...
...

Abidin Dino

BİTTİ


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 28.12.2011 



MUTLULUĞUN RESMİNİ YÜZÜMÜZE ÇİZERDİK 1

Biri renk ve biçimlerin, diğeri sözcüklerin efendisi iki usta sanatçımızı bilirsiniz; “Mutluluğun resmi” adlı şiiri yazan sözcüklerin efendisi Nazım Hikmettir, şiirde kendisine seslenilende renk ve biçim ustası Abidin Dino’dur. Şiir şöyle..

Sen, mutluluğun resmini yapabilir misin abidin?
İşin kolayına kaçmadan ama
Gül yanaklı bebesini emziren
Melek yüzlü anneciğin resmini değil
Ne
Mavi yosunlu akvaryumda yüzen kırmızı balığın
Ne de
Al çeperli elmanın

1961 yaz ortasındaki Küba’nın resmini yapabilir misin?

Çok şükür, çok şükür
Bugünleri de gördüm
Ölsem gam yemem gayrinin
Resmini yapabilir misin üstad? 

Şiir bir ideolojinin zaferinde duyulan mutluluğu anlatır. Fakat burada bugün için önemli olan ideolojinin kendisinden çok mutluluk kavramının anlatıldığı derinleşmedir. Derinleşme ile erinç at başı gider ve gelen mutluluk yüzün aydınlanmasını sağlar. Bizim yüzümüz daha çok hatıraların sokaklarında dolaşırken mutlu köşe başlarında biraz daha fazla durduğumuzda aydınlanır. O köşe başlarında hayatımızın küçük büyük durakları vardır. Kimine geçerken şöyle bir uğramışız, kiminde hayatımızın kararlarını almışızdır. Kiminde nefes almaya fırsatımız olmamış, kimini de artık demir attığımız liman olduğunu sanmışızdır. Oysa asıl durak son duraktır ve orda hayattan inilir. Son durağın hangisi olduğunu bilmediğimiz için hep kalkacakmış gibi otururuz gittiğimiz her yerde.

Kimin çocukluğunun altın ışıkları gözlerini kör etmez ki. Hele hatıralarda.. Eskiler boşuna dememiş, "geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer" diye.. işte benim geçmişten aklıma gelen cihan değerinde hayallerim, hatıralarım.

Dışarıda kar... karlar o zaman sobadan dökülen kül gibi durmazdı kiremitlerde. Küçük gölcükler bile donar, gül ağaçları, kardan adam olurlardı. Bütün bacalarda meşe odunlarından sıcak, davetkâr, ince bir duman.. yolda kalanların içini ısıtır, yaşam belirtisi olarak umutlarını yeşertirdi.
Önce pırpır sobalarımız vardı. Daha sonra kuzineler.. kuzineler öyle içten öyle sevgiyle yanardı ki... Rahmetli babamız kekik kokulu ovalarda otlamış mis gibi koyun etleri getirir, annemizde kuzinenin ateş yanan bölümüne korların içine küçük demir maşa üstünde bu etleri koyar, okuldan gelen kardeşlerime ve bana küçük bir mangal ziyafeti çekerdi.
Sabah kahvaltılarında maşanın üzerine ekmek dilimleri sıralanırdı kuzinenin üstünde.
Aydınlık bir kış sabahı bembeyaz gelinlik giymiş gibi her yer, gökler daha mavi ve kızarmış ekmek kokusu açlığımızı azdırırdı.
Sucuk lükstü. Yumurta lezzetli. Francala ve normal ekmekler bugünkü ekmeklerden daha çok ekmekti. Bilir misiniz, yoksul evlerde francala ekmek normal ekmeğe katık yapılırdı.
Her evde bir kümes, her kümeste birkaç tavuk, birkaç ördek ve mutlaka her gün taze yumurta yumurtlardı bu ördekler, tavuklar. Bir kez olsun kümesten yumurta almamış kimse yoktu.
Bir kez olsun o kızarmış ekmeğin kokusunu duymamış kimse de..
Her evde elektrik yoktu gaz lambası aydınlatırdı odalarımızı. İkinci bir gaz lambası olmayan evlerde tuvalete gidenler lambayı da götürür, odadakiler bir süre karanlıkta kalırdı.

Yazları açık hava sinemasına gidilirdi. Pazara faytonla gidenler, bir yerden faytonla gelenler dikkat çekerdi. Zenginlik alameti sayılırdı böyle şeyler. Yoğurt, macunlu şeker, dondurma satıcıları sokaklardan geçerdi. Hele bir dondurmacı Saffet ağabeyimiz vardı, iki sokak öteden sesini duyar, kapımızın önünden geçmesini sabırsızlıkla beklerdik. Kendisi yapardı, mis gibi saf süt kokulu sakız dondurmaları. 2005-2006 yılına kadar bizlere çocukluk tatlarını tattırdı Allah rahmet etsin.

Sinemada hangi film oynayacaksa küçük külüstür kırık dökük arabayla  sokak sokak gezer anons ederlerdi. Kardeşimin naylon ayakkabısının arkası yırtılırdı. Arkadaşlarla koşarken, saklambaç oynarken hep ayağından çıkardı. Onlara yetişemiyor diye hep üzülürdü. Annemde bir önceki eski naylon ayakkabılardan bir parça keser maşayı da ocakta kıpkırmızı olana kadar tutar sonrada yamalık yapardı. Kardeşim ayağına giyince pek mutlu oluyordu. Yeni ayakkabıdan farkı kalmazdı. Bayramlıklarımızı terziye diktirirdik. Bir bayram terzim üç kere pantolon dikmiş üstüme uygun kullanışlı bir pantolon yapamamış, kumaşları ziyan etmişti. Bayram sonrası başka bir kumaşla tam bana uyan bir pantolon dikmeyi başarmıştı. O pantolon eskidikten sonra atılmadı, uzun yıllar yeni dikilecek pantolonlarımın kalıbı olmuştu.  

Kumaşlardan kalan parçalar asla atılmaz sonraki günlerde elbisede yırtılırsa  o parçayla yama yapılırdı. Çoraplarımızın parmak uçları topukları çabuk eskirdi annemiz hemen yamardı. Ama biz şimdiki çocuklardan daha çok şanslıydık. Çocukluğumuzu yaşadık. Yokluk içinde mutluluk vardı. Şimdi varlık içindeler her şeye sahipler ama hiç mutlu değiller.


DEVAM EDECEK


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 26.12.2011

26 Aralık 2011 Pazartesi

SAKARYA 3. NOTERİ ve HEMHÂL (EMPATİK) OLMAK

Bu köşede dilim döndüğünce ve aklım erdiğince sürekli güzelliklerden söz etmeye çalışıyorum. Bazen bunun dışına çıktığımda oluyor. Böyle durumlarda bir kuralı elden bırakmamaya çalışıyorum. Nezaketi.. nezakettir saygıyı telkin eden. Öyledir de, kimi zaman öfke benden büyük olabiliyor. İşte o zamanlarda öfke beni teslim alıyor. İnanın onun elinde oyuncak olmamak için çok çabalıyorum.
Oysa ne çok isterdim sadece hayatın güzel taraflarını gösterebilmeyi.. ne çok isterdim “sıfır sorun”lu bir dünyada yaşamayı. Böyle bir hayat sadece masallarda var biliyorum. Ama bizdeki abuk sabuk olaylarda sadece masallarda olmaz mıydı? Sezen Aksu “küçük bir aşk masalı” adlı şarkısında “Ne olur biraz unutup kalsak, Ne olur biraz rüyaya dalsak, Ne olur gerçek olsa masallar, Yada biz masal olsak” der ya, öyle olsak, olabilsek..
Aslında biz birer masal kahramanıyız da farkında değiliz. Her bölüm soluk soluğa ayrı bir macera yaşıyor, yaşatıyoruz. Nede olsa çelişkiler ülkesiyiz. Her köşede binbir sürpriz bizi sobelemek için bekler. Bütün bunlar bizde gelişmeye bağlı bir kent kültürünün oturmadığının göstergesi. Herkes kendini, canının istediğini istediği zamanda yapma hakkına sahip görüyor. Yada yapılması gerekenleri yapmama hakkına.. eee böyle olunca masal kahramanı olmamak için hiçbir sebep yok.
Biliyorsunuz 3 aralık sonrası biri tekrar olmak üzere beş yazıyla (tekrara rağmen aynı hata bir kere daha ortaya çıktı) engelli konularına değindim. Bu girişi yapmamın ana nedeni gene engelli konularıdır. Engelli konusu çok bereketli bir konu. Nereden bakarsanız içinden bir çok konu çıkarırsınız. 2010 yılında anayasa değişikliği için yapılan halk oylamasıyla engelliler için öngörülen “pozitif ayrımcılık” vicdani konu olmaktan çıkıp anayasal bir hak oldu. Ama ne yazık ki bütün yasalar gibi uygulanmamak için kabul edilmiş bir yasa sanki, o anayasa maddesi. O şarkıyı “Ne olur gerçek olsa masallar, yada biz masal olsak” sözlerini yüksek sesle haykırarak söyleyebiliriz sözün kısası.
Sadede gelelim. Sözümüzün anlaşılması için bir örnek vereceğim. TSD Adapazarı Şubesi Başkan Yardımcısı Selim Özen bir işi gereği notere gitmesi gerekmişti. Adapazarı 3. noterine gelince merdivenleri akülü arabayla çıkması imkânsız olduğu için bir görevlinin gelmesini istemişti. Gelen görevliye evrakların noterce onaylatılması için verildi. İşlem bittikten sonra ödeme yapıldı. Ödenmesi istenen ücret doğrusu tahmin edilenden fazlaydı. Faturalandırılan ücrete ek olarak 14 lira yol ücreti alınmıştı. Yol denilen şeyde üst kata çıkamayan engelli arkadaşımın işini görmek için gelen görevlinin indiği ve çıktığı merdivenlerdi. Birkaç gün sonra bir telefonla gene aynı konuyla 3. noterden şikâyet edilince bunun sürekli alındığı, engelinin gözetilmediği, hatta gelen müşterinin engelli olmasının kendilerinin daha fazla gelir elde etmelerine sebep olduğu kanısına vardım. Böyle durumlar demek ki kimilerince bir fırsattı. Hiç fırsat tepilir mi?
Adapazarı 3. noteri bir hanımefendi. Ortaya çıkan bu uygulamanın farkında olmadığını sanıyorum. Gelen engelli müşterilerden böyle bir faturalandırma yoluyla engeli olmayan müşterilere oranla daha fazla ücret alındığına ilişkin şikâyetler alıyorum. Onlara hakları olan şeyi almasınlar demiyorum. Türk Telekom kekeme yurttaşlarımıza telefonlarında % 50 indirime giderken, bir engelli olarak ben ve benim gibi merdiven çıkamayan kişilerden böyle bir fark alınmasının doğru bir şey olmadığını üzülerek söylüyorum. 3. noterin bir hanım hassasiyeti taşıdığına inanıyor, her sağlam bireyin bir engelli adayı olduğunu belirterek bu konuya bir çözüm getirmelerini tüm engelliler adına bekliyorum. Çünkü büyük çoğunluğu işsiz olan engellilerin eline ayda 175 ila 328 lira arasında değişen, sakatlık oranına bağlı bir engelli maaşı geçiyor. Onlar öyle bir eli yağda bir eli balda gezen insanlar değil.
Sezen Aksu’nun “Küçük Bir Aşk Masalı” adlı şarkısında “Ne olur biraz unutup kalsak, Ne olur biraz rüyaya dalsak, Ne olur gerçek olsa masallar, Yada biz masal olsak” dediği gibi olsak, olabilsek ne olur? Çok kolay aslında. Birbirimize biraz anlayışlı olalım yeter. Karşımızdakiyle hemhâl olmak (empati kurmak denen şey) bu işin sırrı.


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 21.12.2011

ENGELLİLER KONUSUNDA SİZCE HATA NEREDE? (tekrar)

Cuma günü yayınlanan bu yazı bazı teknik aksaklıklar nedeniyle eksik kalmıştı. Okuyucularımın affına sığınarak ve bir iki küçük ayrıntıyı düzelterek tekrar yayınlamayı uygun gördüm. Aşağıda göreceğiniz karikatürdeki engelli kişi benim. Sevgili kardeşim Coşkun Göle öyle uygun görmüş ve beni çizerek konunun içine katmış. Bu sıralar, İstanbul Şehir Tiyatrolarında oynanacak “Otobüs” adlı oyunun dekor ve afiş çizimleriyle uğraşırken, benim için gazetemize de çiziyor. Bu yoğun temposuna rağmen hiçbir önerimi geri çevirmiyor. Bundan dolayı kendisine nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum.
Gelelim yazımıza...
***
3 Aralık Dünya Engelliler Günü nedeniyle üç yazı yazdım. Bu yazıyla dördüncü yazı olacak. Belkide sabrınızı zorlamış olacağım, fakat hiç kusura bakmayın. Bende bir engelli olarak bir taraf, yani yandaşım. Yaşadığımız sıkıntıları siz sağlıklı bireylere, ilgililere, kamuoyuna duyurarak bunların düzeltilmesini istiyorum. TSD Adapazarı Şubesi yöneticisi, dolayısıyla engellilerin temsilcisi olarakta bu benim aynı zamanda görevim.
3 Aralık Dünya Engelliler Gününden 8 gün sonra 11 Aralık 2011 Pazar günü açık ilköğretim sınavları yapıldı. Bende bu sınavlara girdim. Daha önce bana oldukça uzak olan Fatih Endüstri Meslek Lisesinde sınava girdiğimden dolayı, meb.gov.tr’den sınava gireceğim okulu öğrendiğimde sevinmiştim. Sakarya Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi’nde sınava girecektim. Bana kuş uçuşu 2 dakikalık mesafedeydi. Akülü aracımla 5-6 dakikada ulaşabilirdim.
Geçtiğimiz Pazar sabahı saat 10:00’da yapılacak sınav için saat 08:00’de kalktım, hazırlandım ve 09:30’da evden çıktım. 09: 37’de okulun önündeydim. Gelin görün ki orda bir sürprizle karşılaştım. Zemin kat denilen yer, yerden 15-20 basamak yukarıdaydı. Rampası da yoktu. Kim sorarsa ben engelliydim ve bu kayıt işlemleri sırasında belirtilmişti. İçerden bir görevli göndermelerini sınava girmeye gelenlerden istedim. Neden sonra boynunda görevli kartı asılı bir beyefendi çıkageldi. Kendisini takip etmemi istedi. Okul girişine göre binanın sağ tarafında kısa, düşük eğimli bir rampayla ulaşılan bir asansör vardı. O görevli asansörün bozuk olduğunu, bir şansımızı deneyeceğimizi söyledi. Bozuk asansör belki kendi kendine düzeliverirdi kim bilir? Asansörün içinden bir kişi, dışarıdan da o görevli birbirlerine yüksek sesle talimatlar vererek asansörün kapısını açmaya çalıştılar. Lakin kapı inatçı çıktı; açılmadı. Çare tükendi derken aynı görevli, etrafımıza toplanan diğer görevlilere tekerlekli sandalye var mı diye sordu. Varmış. Getirdiler. Ben tekerlekli sandalyenin orda bulunmasına asansörün çalışmamasına karşı bir önlem sanmış ve çağdaş akla değer vermeye başladığımızı düşünmüştüm. Yanılmışım. Gelen büro döner sandalyelerinden tekerlekli olan bir sandalye idi. Görevlilerde bende eziyet çekerek yukarı çıktık. Sağ olsunlar beni sınava gireceğim salona götürdüler. Sıralar o kadar sıkışık dizilmişti ki benim oralardan geçip 6 numaralı sıraya yerleşmem mümkün değildi. Ön sıradaki sınava giren bir yurttaşımızı kaldırıp benim yerimle değişmesini sağladılar. O yurttaşımız da sağ olsun anlayış gösterdi.
Benim girdiğim salondaki sınavda biri hanım biri erkek iki öğretmen bulunuyordu. Erkek öğretmen sınava girenlerin isim listesi elinde o listeye imza atmalarını sağlıyordu. Hanım öğretmen, bir hayli tecrübeli olduğunu duruşuyla belli eden bir öğretmendi. Kemale ermiş kişilerin rahatlığıyla oturuyordu.
Sınav, sabah ve öğleden sonra olmak üzere iki oturumlu yapılacaktı. Birinci oturum sonunda salonda kimse kalmadı. Çıkıp çıkmayacağımı sorduklarında aynı eziyeti yine ne çekeyim ne çektireyim düşüncesiyle salonda kalacağımı söyledim. Hanım öğretmen yardımcı öğretmenle birlikte o tekerlekli büro sandalyesiyle beni de yanlarında götürerek bana daha sıcak bir yer arayışına koyuldular. Kendileri okulun yabancısıymış. Sadece sınav için orda bulunuyorlarmış.
Koridorda önümüzde giden kişinin kim olduğunu bilmeden benim için böyle bir yerin nerde olduğunu sordular. O kişi meğer okulun müdür yardımcısı Gökhan Öğünşen’miş. Odasının kapısını açıp beni içeri aldılar. Yanımdaki hanım öğretmenle yardımcısı öğretmen bey gittiler. Müdür yardımcısı da ikinci oturumun sınav soru kitapçıklarıyla cevap anahtarlarını sınıflara dağıtımı için izin istedi. Oda da yalnız kaldım. Bir ara kapının dışında düşen bir bardak sesi duydum. Birkaç dakika sonra kapı çaldı. Girebileceklerini söyledim. Gelen beni oraya getiren hanım öğretmendi. Elinde öksüz doyuran diye tanımlanan bardakla çay getirmişti. Az önce de gelmiş fakat kapının önünde çay bardağını düşürmüş. Duyduğum ses o sesmiş diye aklımdan geçirdim. Hanım öğretmenin bu nazik tavrına nasıl davranacağıma karar veremedim. Kendisine çok teşekkür ettim. Kapıyı kapadı ve gitti. Sonra bir daha kendisini görmedim. Herhalde başka salonda görev almıştı. Dökülen çayı ve cam kırıklarını hademe bayan temizlerken kapıyı açtı, oraya sıçramış parçaları da aldı fakat kapıyı açık unuttu. Bende kapatmasını söylemedim. Giden geleni görüyordum. Bu hoşuma gitmişti.
Bir süre sonra müdür yardımcısı Gökhan Öğünşen işini tamamlamış, geldi. Üç beş sözden sonra konu ister istemez açıldı. Açılmasa rahat edemezdim ya, neyse. Mutlaka bir yerini bulur sözü yaşadığım duruma getirirdim. Kendisine; bireylerin vicdanından hiç kuşku duymadığımı, herkesin yardım yapmak için yarıştığını, oysa kendimi kamunun kurallarına teslim etmek istediğimi söyledim. Çünkü kişilerin vicdanıyla yapılanın “yardım” adını taşıdığını ve bunun yardım alanın hakkı olmayıp kişinin iyi insan olma borcu olduğunu, oysa kamu kuralları herkese aynı “hak”kı vereceğini, biz engellilerinde bunu istediğini belirttim.
Gökhan bey bu sözlerim üzerine benden utandığını söyledi ve özür diledi. Okullarında engelli bir öğretmenleri varmış. Bu öğretmenlerinin asansörü kullanmak istememesi nedeniyle bozulan asansörlerinin tamirini geciktirdiklerini ekledi.
Okul çok yeni bir okul. Asansörün çalışmayacağı aklınızdan geçmez. Gelin görün ki çalışmıyordu işte. Çalışsa bu sıkıntılar çıkmaz bu yazıda yazılmazdı. Ben şimdi bu anlattıklarımın neresinden itibaren hata aramalıyım? Düzeltilecek hatalar hangileri? Zemin kat diye belirtilen yerin nerdeyse ikinci kat oluşu mu? Çalışmayan asansörü mü? Yoksa hiçbir ön araştırma olmadan engelliyi oradan oraya yollayan Milli Eğitim mi? Ben karar veremiyorum. Peki, anlattığım biçimiyle engelliler konusunda sizce hata nerede?


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 19.12.2011

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 104

Merhaba sevgili okurlar. Gene bir Pazar günündeyiz. Gene şiirlerle karşınızda olmanın sevincini yaşıyorum. Her tatil gibi hafta sonu tatilleri de hevesle beklenir. Kısacıktır, kimseye yetmez bile. Bir gün dediğiniz nedir ki? Akşam olur olmaz gelecek hafta sonuna kalan programları düşünür ve o andan itibaren bir sonraki hafta sonu beklenmeye başlanır. Tıpkı gül bahçesine girip, tekrar geriye dönmeden bir gül seçerek, çıkış kapısına gelmek gibi. Ömürde böyle bir şeydir işte. Gülleri beğenmemezlik ne haddimize.. daha güzelini aramaksa bahçeden eli boş çıkmaya yol açabilir. Ne olursa olsun çıkış kapısında güzelliğe dair çok şey olsun elimizde. Şairler bunun özlemini, çilesini anlatır dururlar. Çünkü onlar bunu öyle derin yaşarlar ki, ancak gene kendileri dile getirebilirler. Bu hafta bu ince duyuşları anlatan şairimiz Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şiirlerine yer veriyorum.
...
ÖZLEM

Kime dokunsam sensin
Kimi çağırsa dudaklarım...
Başımın tacı, canım efendim.
Görünmez çığlıklarımı gören

Eğilmez başımı öpensin.
Sen bir deniz derinliğisin
Uslanmak bilmez kederler ülkesi...
Coşup yağan fırtına sessizliğim
Kül kedisi yorgunluğunda kalbim
Masalcı ninesini arıyor
***
AŞK

Aşk dediğin nedir ki
Tenden bedenden sıyrık
Çocukların içinde
Yaşadığı bir çığlık
Aşk dediğin nedir ki
Histen nefesten varlık
Umutsuzluk içinde
Karanlığa son ıslık
***
BİR ADIN KALMALI

bir adın kalmalı geriye
bütün kırılmış şeylerin nihayetinde
aynaların ardında sır
yalnızlığın peşinde kuvvet
evet nihayet
bir adın kalmalı geriye
bir de o kahreden gurbet
sen say ki
ben hiç ağlamadım
hiç ateşe tutmadım yüreğimi
geceleri, koynuma almadım ihaneti
ve say ki
bütün şiirler gözlerini
bütün şarkılar saçlarını söylemedi
hele nihavent
hele buselik hiç geçmedi fikrimden
ve hiç gitmedi
bir topak kan gibi adın
içimin nehirlerinden
evet yangın
evet salaş yalvarmanın korkusunda talan
evet kaybetmenin o zehirli buğusu
evet nisyan
evet kahrolmuş sayfaların arasında adın
sokaklar dolusu bir adamın yalnızlığı
bu sevda biraz nadan
biraz da hıçkırık tadı
pencere önü menekşelerinde her akşam
dağlar sonra oynadı yerinden
ve hallaçlar attı pamuğu fütursuzca
sen say ki
yerin dibine geçti
geçmeyesi sevdam
ve ben seni sevdiğim zaman
bu şehre yağmurlar yağdı
yani ben seni sevdiğim zaman
ayrılık kurşun kadar ağır
gülüşün kadar felaketiydi yaşamanın
yine de bir adın kalmalı geriye
bütün kırılmış şeylerin nihayetinde
aynaların ardında sır
yalnızlığın peşinde kuvvet
evet nihayet
bir adın kalmalı geriye
bir de o kahreden gurbet
beni affet
Kaybetmek için erken, sevmek için çok geç
***
MAVİ MAVİYDİ GÖKYÜZÜ

Mavi, maviydi gökyüzü
Bulutlar beyaz, beyazdı
Boşluğu ve üzüntüsü
İçinde ne garip yazdı...
Garip, güzel, sonra mahzun
Işıkla yağmur beraber,
Bir türkü ki gamlı, uzun,
Ve sen gülünce açan güller,
Beyaz, beyazdı bulutlar,
Gölgeler buğulu, derin;
Ah o hiç dinmeyen rüzgâr
Ve uykusu çiçeklerin.
Mor aydınlıkta bir çınar
Veya kestane dibinde;
Mahmur süzülen bakışlar
İkindi saatlerinde...
Birden gülümseyen yüzün
Sabahların aynasında
Ve beni çıldırtan hüzün
İki bakış arasında.
***
SONBAHAR

Durgun havuzları işlesin bırak
Yaprakların güneş ve ölüm rengi,
Sen kalbini dinle,ufkuna bak.
Düşünme mevsimi inleten rengi
Elemdir mest etsin ruhunu
Eser rüzgarların durgun ahengi.
Yan yana sessizce mevsimle keder
Hicrana aldanmış kalbimde gezin
Esen rüzgarlara sen kendini ver.
***
AĞLAMA

Ağlama, gözleri kızarmış çocuk!
Tek damla yaşın düşmesin yere.
Bak, tek güzelliğimiz yokluk,
Sana bir öğüt; ağlama boş yere.
Ne olursa olsun hiçbir şey değmez,
Senin bir damla gözyaşına.
Ağlayana kimse boyun eğmez.
Kimse bakmaz kimsenin yaşına.

Ne kadar kötülük, pislik varsa;
Sen herşeyi tertemiz öğren.
Eğer yüzüne gözyaşı yağarsa;
Seni garip sanır her gören.
Ağlama sakın çocuk, ağlama!
Korkmayana zarar gelmez, bunu bil.
Sevgini hep söyle, sakın saklama.
Aklından korkuyu, gözünden yaşı sil.
***
YAĞMUR

Uyu! Gözlerinde renksiz bir perde,
Bir parça uzaklaş kederlerinden.
Bir ruh gülümsüyor gibi derinden,
Mehtabın ördüğü saatler nerde?
Varsın bahçelerde rüzgar gezinsin,
Yağmur ince ince toprağa sinsin,
Bir başka alemden gelmiş gibisin,
Dalmış gözlerinle pencerelerde.
***
ANNEM İÇİN

Bir günümüz bile sensiz geçmezken
Şimdi mezarına hasretiz anne...
Issız bir mezarlık, kimsesiz bir yer
Gölgesinde ulu, loş bir mâbedin
Bir yığın toprakla bir parça mermer
Sırrıyla haşr olmuş orda ebedin.
Bir yığın toprakla bir parça mermer,
Üstünde yazılı yaşınla, adın;
Baş ucunda matem renkli serviler
Hüznüyle titreşir sanki hayatın.
Seni gömdük anne yıllarca evvel
Göz yaşlarımızla bu ıssız yere
Kimsesiz bir akşam ziyaya bedel
Matem dağıtırken hasta kalblere.
Kimsesiz bir akşam, ezelden yorgun
Hüznüyle erirken Dicle de sessiz,
Öksüzlük denilen acıyla vurgun
Bir başka ölüydük bu toprakta biz.
***
GÜL

Ey bâkir cümbüşü her özleyişten sıcak
Bin uykuya yaslanmış sessiz kamaşan şafak;
Her bahçenin üstünde ve her ufuktan başka,
Yıldızların tuttuğu ayna, ezelî aşka,
Bir sır gibi hayattan ve ölümden öteye
İlk arzunun toprağa mal olmuş lezzetiyle...
Ardından ağlanacak ne varsa ömrümüzde,
Tekrar doğuşun sırrı gülümseyen bir yüzde,
Uykusuz geceleri içten kemiren hüzün,
Bin azabın çarkında gerilmiş ağaran gün;
Öpüşler, gözyaşları, vaitler ve hicranlar;
O derin sükutların aydınlattığı anlar
Bir sonsuz uçurumda uyanmış gibi birden
Sazlar sustuktan sonra duyulan nağmelerden;
Doldurur hiç durmadan uzattığı bu tası,
Gül, ey bir âna sığmış ebediyet rüyası!
***
HERŞEY YERLİ YERİNDE

Her şey yerli yerinde; havuz başında servi
Bir dolap gıcırdıyor uzaklarda durmadan,
Eşya aksetmiş gibi tılsımlı bir uykudan,
Sarmaşıklar ve böcek sesleri sarmış evi
Her şey yerli yerinde; masa, sürahi, bardak,
Serpilen aydınlıkta dalların arasından
Büyülenmiş bir ceylan gibi bakıyor zaman
Sessizlik dokunuyor bir yerde yaprak yaprak…

Biliyorum gölgede senin uyuduğunu
Bir deniz mağarası kadar kuytu ve serin
Hazların aleminde yumulmuş kirpiklerin
Yüzünde bir tebessüm bu ağır öğle sonu.
Belki rüyalarındır bu taze açmış güller,
Bu yumuşak aydınlık dalların tepesinde,
Bitmeyen aşk türküsü kumruların sesinde,
Rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner.

Her şey yerli yerinde; bir dolap uzaklarda
Azapta bir ruh gibi gıcırdıyor durmadan,
Bir şeyler hatırlıyor belki maceramızdan
Kuru güz yaprakları uçuşuyor rüzgarda.
***
HATIRLAMA

Sen akşamlar kadar büyülü, sıcak
Rüyaların kadar sade, güzeldin,
Başbaşa uzandık günlerce ıslak
Çimenlerinde yaz bahçelerinin.
Ömrün gecesinde sükun, aydınlık
Boşanan bir seldi avuçlarından
Bir masal meyvası gibi paylaştık
Mehtabı kırılmış dal uçlarından
***
BİR GÜL BU KARANLIKLARDA

Bir gül bu karanlıklarda
Sükute kendini mercan
Bir kadeh gibi sunmada
Zamanın aralığından.
Başında bu mucizenin
Sesler, kokular ve renkler
Ebediyete kadar derin
Bir anın vadiyle bekler.
Ve diyor fecirden berrak
Sesiyle her ürperişte
Geceyi yumuşatarak
Bütün gözyaşlarım işte.
Serinletmesin, ne çıkar
Bu ümitsiz yalvarışı
Hiç bir meyve ve pınar
Ne de günlerin akışı.
Yetmez mi bu müjde sana
Aydınlatırsam alnını
Ben her rüyayı zamana
Taşıyan yıldız kervanı.
***
AYNA

Derin sularında bu ayna her an
Sizden bir parıltı aksettirecek
Kah çıplak bir omuz sessiz düşecek
Eriyen bir kuğu beyazlığından
Bazen bir tebessüm, tutuşmuş mercan
Rüyasıyla sanki bir kızıl çiçek
Ve saçlar öyle ümitsiz yüzecek
Olgun akşamların ağırlığından
***
Hepinize mutlu pazarlar dileyerek huzurunuzdan ayrılıyorum. Tekrar buluşmak dileğiyle.

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 18.12.2011

ENGELLİLER KONUSUNDA SİZCE HATA NEREDE?

3 Aralık Dünya Engelliler Günü nedeniyle üç yazı yazdım. Bu yazıyla dördüncü yazı olacak. Belkide sabrınızı zorlamış olacağım, fakat hiç kusura bakmayın. Bende bir engelli olarak bir taraf, yani yandaşım. Yaşadığımız sıkıntıları siz sağlıklı bireylere, ilgililere, kamuoyuna duyurarak bunların düzeltilmesini istiyorum. TSD Adapazarı Şubesi yöneticisi, dolayısıyla engellilerin temsilcisi olarakta bu benim aynı zamanda görevim.


3 Aralık Dünya Engelliler Gününden 8 gün sonra 11 Aralık 2011 Pazar günü açık ilköğretim sınavları yapıldı. Bende bu sınavlara girdim. Daha önce bana oldukça uzak olan Fatih Endüstri Meslek Lisesinde sınava girdiğimden dolayı, meb.gov.tr’den sınava gireceğim okulu öğrendiğimde sevinmiştim. Sakarya Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi bana kuş uçuşu 2 dakikalık mesafedeydi. Akülü aracımla 5-6 dakikada ulaşabilirdim.
Pazar sabahı saat 10:00’da yapılacak sınav için saat 08:00’de kalktım, hazırlandım ve 09:30’da evden çıktım. 09: 37’de okulun önündeydim. Gelin görün ki orda bir sürprizle karşılaştım. Zemin kat denilen yer, yerden 15-20 basamak yukarıdaydı. Rampası da yoktu. Kim sorarsa ben engelliydim ve bu kayıt işlemleri sırasında belirtilmişti. İçerden bir görevli göndermelerini sınava girmeye gelenlerden istedim. Neden sonra boynunda görevli kartı asılı bir beyefendi çıkageldi. Kendisini takip etmemi istedi. Okul girişine göre binanın sağ tarafında kısa, düşük eğimli bir rampayla ulaşılan bir asansör vardı. O görevli asansörün bozuk olduğunu, bir şansımızı deneyeceğimizi söyledi. Bozuk asansör belki kendi kendine düzeliverirdi kim bilir? Asansörün içinden bir kişi, dışarıdan da o görevli birbirlerine yüksek sesle seslene seslene asansörün kapısını açmaya çalıştılar. Lakin kapı inatçı çıktı; açılmadı. Çare tükendi derken aynı görevli, etrafımıza toplanan diğer görevlilere tekerlekli sandalye var mı diye sordu. Varmış. Getirdiler. Ben tekerlekli sandalyenin orda bulunmasına asansörün çalışmamasına karşı bir önlem sanmış ve çağdaş akla değer vermeye başladığımızı düşünmüştüm. Yanılmışım. Gelen büro döner sandalyelerinden tekerlekli olan bir sandalye idi. Görevlilerde bende eziyet çekerek yukarı çıktık. Sağ olsunlar beni sınava gireceğim salona götürdüler. Sıralar o kadar sıkışık dizilmişti ki benim oralardan geçip 6 numaralı sıraya yerleşmem mümkün değildi. Ön sıradaki sınava giren bir yurttaşımızı kaldırıp benim yerimle değişmesini sağladılar. O yurttaşımız da sağ olsun anlayış gösterdi.
Benim girdiğim salondaki sınavda biri hanım biri erkek iki öğretmen bulunuyordu. Erkek öğretmen sınava girenlerin isim listesi elinde o listeye imza atmalarını sağlıyordu. Hanım öğretmen, bir hayli tecrübeli olduğunu duruşuyla belli eden bir öğretmendi. Kemale ermiş kişilerin rahatlığıyla oturuyordu.
Sınav, sabah ve öğleden sonra olmak üzere iki oturumlu yapılacaktı. Birinci oturum sonunda salonda kimse kalmadı. Çıkıp çıkmayacağımı sorduklarında aynı eziyeti yine ne çekeyim ne çektireyim düşüncesiyle salonda kalacağımı söyledim. Hanım öğretmen yardımcı öğretmenle birlikte o tekerlekli büro sandalyesiyle beni de yanlarında götürerek bana daha sıcak bir yer arayışına koyuldular. Kendileri okulun yabancısıymış. Sadece sınav için orda bulunuyorlarmış.
Koridorda önümüzde giden kişinin kim olduğunu bilmeden benim için böyle bir yerin nerde olduğunu sordular. O kişi meğer okulun müdür yardımcısı Gökhan Öğünşen’miş. Odasının kapısını açtı, beni içeri aldılar. Yanımdaki hanım öğretmenle yardımcısı öğretmen bey gittiler. Müdür yardımcısı da ikinci oturumun sınav soru kitapçıklarıyla cevap anahtarlarını sınıflara dağıtımı için izin istedi. Oda da yalnız kaldım. Bir ara kapının dışında bir bardak düşüşünün sesini duydum. Birkaç dakika sonra kapı çaldı. Girebileceklerini söyledim. Gelen beni oraya getiren hanım öğretmendi. Elinde öksüz doyuran diye tanımlanan bardakla çay getirmişti. Az önce de gelmiş fakat kapının önünde çay bardağını düşürmüş. Duyduğum ses o sesmiş diye aklımdan geçirdim. Hanım öğretmenin bu nazik tavrına nasıl davranacağıma karar veremedim. Kendisine çok teşekkür ettim. Kapıyı kapadı ve gitti. Sonra bir daha kendisini görmedim. Herhalde başka salonda görev almıştı. Dökülen çayı ve cam kırıklarını hademe bayan temizlerken kapıyı açtı, oraya sıçramış parçaları da aldı fakat kapıyı açık unuttu. Bende kapatmasını söylemedim. Giden geleni görüyordum. Bu hoşuma gitmişti.
Bir süre sonra müdür yardımcısı Gökhan Öğünşen işini tamamlamış, geldi. Üç beş sözden sonra konu ister istemez açıldı. Açılmasa rahat edemezdim ya, neyse. Mutlaka bir yerini bulur sözü yaşadığım duruma getirirdim. Kendisine; bireylerin vicdanından hiç kuşku duymadığımı, herkesin yardım yapmak için yarıştığını, oysa kendimi kamunun kurallarına teslim etmek istediğimi söyledim. Çünkü kişilerin vicdanıyla yapılanın “yardım” adını taşıdığını ve bunun yardım alanın hakkı olmayıp kişinin iyi insan olma borcu olduğunu, oysa kamu kuralları herkese aynı “hak”kı vereceğini, biz engellilerinde bunu istediğini belirttim.
Gökhan bey bu sözlerim üzerine benden utandığını söyledi ve özür diledi. Okullarında engelli bir öğretmenleri varmış. Bu öğretmenlerinin asansörü kullanmak istememesi nedeniyle bozulan asansörlerinin tamirini geciktirdiklerini ekledi.
Okul çok yeni bir okul. Asansörün çalışmayacağı aklınızdan geçmez. Gelin görün ki çalışmıyordu işte. Çalışsa bu sıkıntılar çıkmaz bu yazıda yazılmazdı. Ben şimdi bu anlattıklarımın neresinden itibaren hata aramalıyım? Düzeltilecek hatalar hangileri? Zemin kat diye belirtilen yerin nerdeyse ikinci kat oluşunu mu? Çalışmayan asansörü mü? Yoksa hiçbir ön araştırma olmadan engelliyi oradan oraya yollayan Milli Eğitimi mi? Ben karar veremiyorum. Peki, anlattığım biçimiyle engelliler konusunda sizce hata nerede?


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com/

 
Yayın Tarihi: 16.12.2011

ENGELLİLİK; KİŞİ VİCDANI VE KAMU KURALLARI 2

Avrupa birliği (dilimize zorla sokulan şu meşhur “kriter” denen meymenetsiz kelime yerine dilimizde var olan kelimeyle söylersek) ölçü(t)leri diye getirilen “baltazar cetveli” engelli tanımını değiştirdi. Artık tek bir konudan geçerli engellilik oranı alamıyorsunuz. Sara, kalp, ciğer, böbrek rahatsızlıklarıda engellilik oranlarını belirlemede kullanılıyor. Diyelim ki bir görme engelli göz hariç diğer organları sağlamsa raporu hiçbir zaman yüzde yüz olmuyor. Aynı şey yürüme engelli içinde geçerli. Kalbi, böbreği ve ciğerleri sağlam olanın veya sarası olmayanın gözleri mi açılıyor, ayaklarımı düzeliyor? Bir komedidir gidiyor ne yazık ki. Şafak hanımı okumaya devam edelim.
“Doğa felaketlerinin, savaşın, şiddetin, akraba evliliklerinin, yoksulluğun ve dünya ikincisi olarak trafik kazalarının ülkesi Türkiye’de engellilerin ve ailelerinin durumu trajik boyutlardadır. Ülkemizin en sessiz çoğunluğundan, aileleri ile birlikte 30 milyon civarında insandan söz ediyorum. Hepimizi onlara karşı işlediğimiz hilelerden ve insanlık suçundan vazgeçmeye davet ediyorum.”
Bir engelliyi bir engelli anlar. Gerisi yalan ağlar dostlar. Şafak hanımın cesaretli sözleri gelecek için umutlu olmamızı sağlıyor. En azından orda 2 dönem bizi temsil eden Lokman Ayva’dan sonra bir temsilcimiz daha var. İlimizden adaylığını koyan engelli Gürkan Canol’uda keşke meclise yollayabilseydik. O mecliste Lokman Ayva’da olsaydı keşke.
“Gelin 24. dönemden engellilerin eşit vatandaşlık ve onur hakkını güvenceye alacak olan insan hakları yasasını, kevgire çevirmeden çıkaralım. İnsanın bütçeden daha değerli olduğunu önce maliyeye hatırlatalım. Ve insan odaklı ilk yasayı hep beraber çıkaralım.

En büyük görev şüphesiz önümüzdeki plan ve bütçe görüşmelerinde maliyeci arkadaşlara düşecek.
Önerilerim;

Modern dünyanın engelli tanımında buluşalım. Çağı geçmiş Baltazarı çöpe atalım. Yurttaşlarımızın acılarını cetvelle değil, ayrımcılığa karşı akıl ve bilim ve hukukla ölçelim.
Kamudaki engelli kadrolarını engelli işgücüne açalım. Kendi koyduğu kotalara bile uymayan bir devlete vatandaş nasıl güvenebilir?

Biliyorum baraj severiz ama hiç değilse engellilerin hayati medikal ihtiyaçlarındaki her türlü barajı kaldıralım. Bırakın birkaç kötü niyetli bunu suiistimal ederse etsin. Toplum ve Yargı onun cevabini versin.”
Suç işlenmeden kişileri yargılayıp hüküm veren bir mahkeme var mı? Zanla hüküm verilir diye bir hukuk kuralı icat edildi mi? Kötü niyetlileri engellemek amacıyla masumları yakmak olur mu peki? Olmayacağını herkes biliyor. Fakat ne yazık, tersine davranılıyor. Bundan önceki konuların aşılması gibi bunlarda aşılacaktır mutlaka. Ben engelli olarak kişilerin vicdanına değil, kamunun kurallarına bırakılmak istiyorum. Kişinin vicdanı herkese yetmeyebilir. Kamunun kuralları ise herkesedir. Kişinin vicdanıyla yapılan veya alınan yardımdır. Kamunun kurallarıyla yapılan ve alınansa “hak”tır. Şafak hanım bu konuda tek cümlelik söz söylemiş. Her harfine katılmamak mümkün değil. Bakın ne demiş?
“Engelliler siyasetin merhamet soytarıları değillerdir. Onlarla ruhlarımızı arındırmak alışkanlığından vazgeçelim. Kimsenin böyle bir haddi yoktur, olduğunu sananların hukuksal vatandaşlık tanımını öğrenmeleri gerekiyor.”
Biat kültürü bunu böyle algılamaz. Benim yurttaşlık (istersiniz vatandaşlık dersiniz) diyerek kendimi paraladığım konu bu. Yurttaşım madem, öyleyse hakkım var. Hakkım kadar görevlerimde var bunları biliyorum. Önemli olan bunların elverişli kurallar bütününde herkesçe kullanılır olmasıdır. Bütün çabamız zaten bu değil mi?
“Engelli sorunlarını araştırma komisyonu kurulmasını teklif eden önergemi yüce meclise ulaştırdım. Ayrıca İnsan hakları İnceleme Komisyonu içinde bir İnsan Hakları Sözleşmesi olan engelli hakları için alt komisyon kurulmasını teklif ediyorum. Yüce meclise saygıyla duyururum. Beni dinlediğiniz için çok teşekkür ederim.
Sayın Meclis Başkanı’na da ayrıca dilekçemi değerlendirip bu konuşmayı işaret dili tercümanı ile yapmamı sağladığı için teşekkür ederim. İşitme Engelli vatandaşlarımızın da bu meclisin çalışmalarından faydalanabilmesi için bundan sonra işaret dili tercüme hizmetinin sağlanmasını bekliyoruz.”


BİTTİ



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com/

Yayın Tarihi: 14.12.2011

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 103

Merhaba sevgili okurlar. Bu hafta sizin için ünlü ozanlarımızdan deyişler seçtim. Halk edebiyatı içinde çok önemli bir yer tutan ozanlarımızın şiirleri derin bir düşüncenin ortaya konmasıdır. Bu şiirlerde ya kâmil insanı oluşturma çabaları görülür, yada kötülükler yerilir. Ama sevgili ölürcesine kıskanılır. Uçan kuştan bile.. işte öyle bir şiirle başlıyorum. Şimdiki kuşaktan kaç kişi ozanımızı bilir bilmiyorum, Aşık Ali İzzet Özkan bu türküyü yaktığında 1960’lar hüküm sürüyordu. Türkünün şiirinin bilinip bilinmediğini sormama gerek yok. Çünkü çok ünlü bir şiir, mutlaka türküsüyle birlikte günümüz gençleri de duymuş, dinlemiştir.
...
KISKANIRIM (MÜHÜR GÖZLÜM)
Mühür gözlüm seni elden
Sakınırım kıskanırım
Uçan kuştan esen yelden
Sakınırım kıskanırım
Kavumundan akrabandan
Kardeşinden öz babandan
Seni doğuran anandan
Sakınırım kıskanırım
Beşikte yatan kuzundan
Hem oğlundan hem kuzundan
Ben seni senin gözünden
Sakınırım kıskanırım
Havadaki turnalardan
Su içtiğim kurnalardan
Geyindiğim sırmalardan
Sakınırım kıskanırım
Al’İzzeti ancalardan
Elindeki goncalardan
Yerdeki karıncalardan
Sakınırım kıskanırım

...

Aşık Ali İzzet Özkan
***
NE AĞLARSIN BENİM ZÜLFÜ SİYAHIM
Ne Ağlarsın Benim Zülfü Siyahîm,
Bu Da Gelir Bu Da Geçer Ağlama.
Göklere Erişti Figânım Ahım,
Bu Da Gelir Bu Da Geçer Ağlama.

Bir Gülün Çevresi Dikendir Hardır,
Bülbül Har Elinde Ah İle Zardır.
Ne Olsa Da Kışın Sonu Bahardır,
Bu Da Gelir Bu Da Geçer Ağlama.
Daimi'yem Her Can Ermez Bu Sırra,
Gerçek Aşık Olan Erer O Nûra.
Yusuf Sabır İle Vardı Mısır’a,
Bu Da Gelir Bu Da Geçer Ağlama.

...

Aşık Daimi (İsmail Aydın)
***
ÖLDÜRDÜK ŞÜKÜR
Dostu akrabayı unuttuk vallah
Sevgiyi, saygıyı kaldırdık şükür
Aktüeliz, modacıyız maşallah
Olmayanı bizler oldurduk şükür
Kayboluyor günden güne özümüz
Sinemizi yaktı kendi közümüz
Oğul köçek, dansöz oldu kızımız
Eve delileri doldurduk şükür
Bizler çağ atladık diyorlar güya
Büründük hepimiz bir başka huya
Özenti duyunca Bülent Ersoy’a
Fazlalıklar varmış aldırdık şükür
Her köşe başını tutmuş bir dayı
Kapalı zarflarda verilir payı
Ağam sensin, Paşam! Sen deyi deyi
Ayıya kavalı çaldırdık şükür
Her senaryo her filimde biz varız
İçten içe coşar, taşar, kaynarız
Teneke sesini duysak oynarız
Velhasılı toptan çıldırdık şükür
Ummanoğlu şaş bakınca tes temiz
Sözü yalan, işi çürük ustamız
Doktor para, çare bulmaz hastamız
İnsanlığı çoktan öldürdük şükür

...

Aşık Enver Saraç (Ummanoğlu)
***
AHU GÖZLÜM
Ahu Gözlüm Tut Elimden,
Vazgeçmeden Emelimden.
Aşkın Beni Temelinden,
Yıkmadan Gel, Yakmadan Gel.
Derde Salmadan Başımı,
Noksan Etmeden İşimi.
Damla Damla Göz Yaşımı,
Dökmeden Gel, Akmadan Gel.
Feymani’yim, Kaçma Benden,
Usanmadı Gönül Senden.
Ecel Tatlı Canı Tenden,
Çekmeden Gel Çıkmadan Gel.

...

Feymani
***
DUYGULAR DÖNÜŞTÜ SÖZE

Erenler Zehir Getirin
Balınan Öldürmen Beni
Bağrıma Diken Batırın
Gülünen Öldürmen Beni
Hiçlik Aleminde Mestim
Varlık Sevdasını Kestim
Yokluk Benim Eski Dostum
Malınan Öldürmen Beni
Yar Diyerek Yana Yana
Can Teslim Ettik Canana
En Yakınım Kıysın Bana
Elinen Öldürmen Beni
Bir Aşktır Düştü Özüme
Yanarım Kendi Közüme
Leyla Görünüp Gözüme
Çölinen Öldürmen Beni
Duygular Dönüştü Söze
Yanık Seda İşler Öze
Dertli Dertli Vurup Saza
Telinen Öldürmen Beni
Hüdaiyim Daldım Gama
Saldı Beni Demden Deme
Asın Kesin Yüzün Amma
Dilinen Öldürmen Beni

...

Aşık Hüdai (Sabri Orak)
***
MAKBULDÜR
Faydası olmayan bahardan yazdan
Yüce dağbaşının kışı makbuldür
Cahilin ettiği sohbetten sözden
Alimin hayali düşü makbuldür
Lokma yeme muhannetin elinden
Kurtulaman sonra acı dilinden
Namertlerin kaymağından balından
Merdin kuru yavan aşı makbuldür
Hüdai konuşur bir ince dilden
Hal ehli olmayan bilir mi halden
Bilgisiz görgüsüz duygusuz kuldan
Ölülerin mezar taşı makbuldür

...

Aşık Hüdai (Sabri Orak)
***
İŞTE GİDİYORUM ÇEŞM-İ SİYAHIM
İşte gidiyorum çeşm-i siyahım
Önümüze dağlar sıralansa da
Sermayem derdimdir servetim ahım
Karardıkça bahtım karalansa da
Haydi dolaşalım yüce dağlarda
Dost beni bıraktı ah ile zarda
Ötmek istiyorum viran bağlarda
Ayağıma cennet kiralansa da
Bağladım canımı zülfün teline
Sen beni bıraktın elin diline
Güldün Mahzuninin berbat haline
Mervanın elinde parelense de

...

Aşık Mahzuni Şerif
***
KARA TOPRAK
Dost Dost Diye Nicesine Sarıldım
Benim Sadık Yarim Kara Topraktır
Beyhude Dolandım Boşa Yoruldum
Benim Sadık Yarim Kara Topraktır
Nice Güzellere Bağlandım Kaldım
Ne Bir Vefa Gördüm Ne Faydalandım
Her Turlu İsteğim Topraktan Aldım
Benim Sadık Yarim Kara Topraktır
Koyun Verdi Kuzu Verdi Sut Verdi
Yemek Verdi Ekmek Verdi Et Verdi
Kazma İle Dövmeyince Kıt Verdi
Benim Sadık Yarim Kara Topraktır

Ademden Bu Deme Neslim Getirdi
Bana Turlu Turlu Meyva Yetirdi
Her gün Beni Tepesinde Götürdü
Benim Sadık Yarim Kara Topraktır
Karnin Yardim Kazma İle Bel İle
Yüzün Yırttım Tırnak İle El İle
Yine Beni Karşıladı Gül İle
Benim Sadık Yarim Kara Topraktır
İşkence Yaptıkça Bana Gülerdi
Bunda Yalan Yoktur Herkesler Gördü
Bir Çekirdek Verdim Dört Bostan Verdi
Benim Sadık Yarim Kara Topraktır
Havaya Bakarsam Hava Alırım
Toprağa Bakarsam Dua Alırım
Topraktan Ayrılsam Nerde Kalırım
Benim Sadık Yarim Kara Topraktır
Dileğin Varsa İste Allah'tan
Almak İçin Uzak Gitme Topraktan
Cömertlik Toprağa Verilmiş Haktan
Benim Sadık Yarim Kara Topraktır
Hakikat Ararsan Açık Bir Nokta
Allah Kula Yakın Kul Da Allah'a
Hakkin Gizli Hazinesi Kara Toprakta
Benim Sadık Yarim Kara Topraktır
Bütün Kusurlarımı Toprak Gizliyor
Merhem Calip Yaralarımı Tuzluyor
Kolun Açmış Yollarımı Gözlüyor
Benim Sadık Yarim Kara Topraktır
Her Kim Ki Olursa Bu Sırr-ı Mazhar
Dünyaya Bırakır Ölmez Bir Eser
Gün Gelir Veysel'in Bağrına Basar
Benim Sadık Yarim Kara Topraktır

...

Aşık Veysel Şatıroğlu
***
GÜZELLİĞİN ON PAR’ETMEZ

Güzelliğin on par'etmez
Bu bendeki aşk olmasa
Eğlenecek yer bulaman
Gönlümdeki köşk olmasa

Tabirin sığmaz kaleme
Derdin dermandır yareme
İsmin yayılmaz aleme
Aşıklarda meşk olmasa
Kim okurdu kim yazardı
Bu düğümü kim çözerdi
Koyun kurt ile gezerdi
Fikir başka başk’olmasa

Güzel yüzün görülmezdi
Bu aşk bende dirilmezdi
Güle kıymet verilmezdi
Aşık ve maşuk olmasa
Senden aldım bu feryadı
Bu imiş dünyanın tadı
Anılmazdı VEYSEL adı
O sana aşık olmasa.

...

Aşık Veysel Şatıroğlu
***

Bu haftada yazımızın sonuna geldik sevgili okurlar. Gelecek hafta gene şiirlerle buluşmak üzere dilinizden şiir, kulağınızdan müzik eksik olmasın. Hepinize bol bol dinlenebileceğiniz bir hafta sonu tatili dilerim. Hoşça kalın!


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com/


Yayın Tarihi: 11.12.2011

ENGELLİLİK; KİŞİ VİCDANI VE KAMU KURALLARI 1

3 aralık dünya engelliler günü geçtiğimiz Cumartesi günüydü. O güne özel, öğrenci ve katılımcı derneklerle yaptığımız etkinliklerden geçen yazımda söz etmiştim. Facebooktaki “Adapazarı Sakatlar Derneği” gurubumuzda da o günün fotoğraf ve yazılarını yayınladık. Katılım istediğimiz seviyede olmadı ne yazık ki.. fakat eylem eylemdir, tek kişiyle bile olsa da. Ülkemizin her köşesinde, her bucağında o gün engelliler etkinlikler yaptılar. Bence tek başına bir etkinlik vardı ki, içlerinde en ilgi çekici olanı oydu. CHP’li milletvekili Şafak Pavey meclis kürsüsünde yaptığı konuşma ile gerçekleri dile getirdi. Sizlere o konuşmanın yazılı metnini, yeri geldikçe kendi görüşlerimi aktarmak için araya girerek sunacağım.

***
“Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri,

Türkiye, sorumluluklarını yerine getirmek ve denetlemek gibi bir derdi olmadığı için uluslararası sözleşmeleri rahatlıkla imzalıyor ve onaylıyor..”
Hemen sözün başında araya girdiğim için kusura bakmayın. AB konusunda her zaman çekincelerim var, fakat AB’ye tam üyelik başvurumuz olmasa bugünkü engelli kazanımları da olmazdı. Şafak hanımın meclis konuşmasına devam edelim.
“Birleşmiş Milletler Engelli İnsan hakları sözleşmesini de onayladı ama sözleşmenin hayatını değiştirmesi gereken Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Saffetcan daha da perişan. O halde yanlış giden ne! Ve Saffetcan kim?”
Gene araya giriyorum. Yanlış giden şey kanunların işlerlik kazanması için çıkarılan yönetmeliklerdir. Kanunlar bir motorlu taşıtsa, yönetmelikler o motorlu taşıtın tekerlekleridir. Vatandaşına güvenmeyen devlet bu taşıtın tekerleğini, yuvarlağı geçtim elips bile yapmıyor. Bütün tekerleklerini taşıt gitmesin diye dört köşe yapıyor. Sonuçta ne oluyor biliyor musunuz? Her iki tarafta birbirini aldatıyor. Devam edelim.
“22 yaşındaki Saffetcan doğduğu günden bu yana yatağında yaşıyor. Babası engelli haklarını kullanarak eve doğal gaz yükletmek istedi. PTT’ye başvurdu. Evrakları kabul etmediler. Sakat çocuğu dünya gözü ile görmek istiyorlardı. Babası Saffetcan’ı sırtına aldı, götürdü meraklılarına gösterdi… Adeta sirk gibi.
Saffetcan çocuk bezi kullanıyor. Hükümet Ocak 2011 de, hasta bezi barkodu şart koşan bir yönetmelik getirdiği için Saffetcan’ın ailesi geçerli barkot ihtiyaçlarını ancak belli merkezlerden almak zorundalar. 83 liralık çocuk bezi hakkı için 40 lira ulaşım gideri harcıyorlar. Artık bu haktan yararlanmaktan vazgeçtiler.”
Şafak hanım yapılanı çok güzel vurgulamış.

“Toplumun istismar edeceği vehmiyle, bir peri masalı tadında verilen haklar, uygulamaya gelindiğinde kurnaz yönetmeliklerle deliniyor. Kaşıkla dağıtılıp kepçe ile geri alınıyor.”
Ya aşağıdaki sözlere ne demeli? İşkur’un görevini yükünü mü azaltmak istediler acaba? Yada özürlü maaşı ve/veya bakım parası alanların sayısını mı düşürmek istediler? Bu kadar açık ve göz göre göre oyun oynanmaz ki. Ama ne gam, milletimizin balık hafızalı olduğu gerçeği var ortada. Ben unutsam bile onlar unutmaz. Unutmadıkları için istedikleri gibi davranıyorlar. Ama konu Fenerbahçe, Beşiktaş, Trabzon ve A.. Y.. olduğunda yıldırım hızında kanunları değiştiriyorlar, oda olmuyorsa bir kere daha, bir kere daha. Ta ki olana kadar.

“Ekim 2004’te hükümet ülkemizdeki engelli sayısını 8 milyon 431 bin 937 kişi olarak açıklamıştır. 2008’de ise başbakanlık raporunda sayı 1 milyon 673 bin 550 olarak açıklanmıştır. 6 milyon 758 bin 387 kişi buhar olup uçtu mu?
Hükümet, Temmuz 2006 tarihinde , “Özürlü Raporları Yönetmeliğini değiştirince milyonlarca engelli bir gecede engelsiz oluverdi. Biri de benim. Buhar olup uçmadım. Karşınızdayım. Bacağımın ve kolumun uzadığı varsayılmış, dünyada %98 olan engelli raporum iptal edilmişti.

Kopan kuyruğu uzayan bir kertenkele olmayı hakikaten çok isterdim ama yazık ki kertenkele değilim.

Çocuk felci mağduru Bünyamin diyor ki, “2006 öncesi aldığım rapora göre engelliydim. Raporumla memur sınavlarına katıldım. Kazandım. Vergi muafiyetinden yararlanmam için hastaneye sevk edildim. Hastanede “özürlü olmadığım” ortaya çıktı. Bunun üzerine KPSS’ sınavlarına girdim, yine kazandım. Memur olabilmem için sağlam raporu istediler. Aynı hastane engelli olduğuma dair rapor verdi, memur olamadım. Şimdi özürlü müyüm yoksa sağlam mıyım? Karar verin, ben de bileyim..”
Şimdi özürlü olan kim? Bence artık özürlü kelimesinden de vazgeçip engelli kavramına geçiş yapmamızın zamanı geldi.”


DEVAM EDECEK


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 09.12.2011

3 ARALIK DÜNYA ÖZÜRLÜLER GÜNÜNÜN ARDINDAN

Geçtiğimiz Cumartesi “Dünya Engelliler Günü” idi. Bilinç ve duyarlılığı arttırmanın ana hedef olduğu böylesi özel günlerde her yıl birçok etkinlik düzenlenir. Bu nedenle diğer illerimizle birlikte ilimizde de çeşitli etkinlikler düzenlendi. Bunlardan ilki ev sahipliğini Sakarya Büyükşehir Belediye Başkanı Zeki Toçoğlu’nun il dışında olması nedeniyle yardımcısı Sayın Fevzi Kılıç’ın yaptığı kahvaltılı toplantıydı. O toplantı Büyükşehir Belediyesi Özürlü Hizmet Müdürü Sayın Nurcan İriş hanımın gözetiminde düzenlenmişti. Katılan dernekler şunlardı.
Altı Nokta Körler Derneği,
Engelliler Yardımlaşma Derneği,
Ortopedik Engelliler Derneği,
Türkiye Sakatlar Derneği Adapazarı Şubesi,
Sevgi Çiçeği,
Sapanca, Hendek ve Akyazı Engelli dernekleri,
Dünya Engelliler Federasyonu,
Zihinsel Engelliler Derneği
Kahvaltı sonrasında katılımcıların kısa bir özgeçmişlerinin ardından günün önem ve anlamına uygun ilk konuşmayı Büyükşehir Belediye Başkanı yerine yardımcısı sayın Fevzi Kılıç’ın yaptığı konuşmalarda söz alan aynı zamanda üyesi oldukları derneklerin temsilcisi konuşmacılar pek dişe dokunur konuları gündeme oturtamadılar. Genellikle dilek ve arzularını pekiştiren bir konuşma yapan konuşmacılar, geleceği kurmanın telaş ve duygu yoğunluğu içinde daha çok birlikte olma isteklerini belirttiler.
Kahvaltılı toplantının ardından Sayın Fevzi Kılıç bütün katılanlara birer beyaz karanfil, birer kutu lokum dağıttılar. Ağız tadının hatırlandığını gösteren bu hediyelerden gelecekte yaşam tadına da daha çok katkıda bulunabilecekleri düşüncesiyle içimizde bir ümit büyüdü.
Toplantıya Türkiye Sakatlar Derneği Adapazarı Şubesinin temsilcileri olarak Başkan Yardımcımız Selim Özen kardeşim ve ben katıldık.
Oradan Sakarya Üniversitesi Toplum Gönüllüleri Öğrencilerinden bir grup öğrencinin destek ve katılımıyla derneğimizin düzenlediği Sakarya halkının engelliler hakkında bilinçlendirilmesinin amaç edinildiği 2. toplantıya katıldık. Çark caddesinin sonunda başkanımız Sadettin Yılmaz’ın liderliğinde başlayan yürüyüşümüz atılan sloganlarla gümrük önünde son buldu.
“Acıma destek ol!”
“Engellilere engelsiz davranın!”
“Engelli olmak suç değildir.”
“Bütün engeller bilgi ve sevgiyle aşılır.”
“Her sağlam bir engelli adayıdır.”
Slogan ve pankartları ve Sadettin Yılmaz’ın özel sunumuyla Çark caddesi esnafının erişim imkânı sunmayan rampaları kınandı. Esnafın bu konuda “biraz daha duyarlı” olması istendi.
Gümrük önünde son bulan yürüyüşün ardından Selim Özen kardeşim bir konuşma yaptı. O konuşmanın tam metnini noktasına virgülüne dokunmadan olduğu gibi sunuyorum.

***

BİRAZ DAHA DUYARLILIK

Hayatın tam anlamıyla mücadeleye dönüştüğü yeryüzünde bizde kendi var olma mücadelemizi veriyoruz elimizden geldiğimizce..

Ama bir yanımız eksik, bir yanımız yetersiz, birçok imkândan mahrum. Hayat şartlarının ağırlığı, sorunlar, imkânsızlıklar, hepsinin üstesinden gelebileceğimize inandığımız umutlarımız.
Bir yanı eksik yaşamak, özürlü olmak, özürlü olmanın getirdiği sıkıntılar. Bütün bunlar yazmakla, konuşmakla bir durum değil maalesef. Hani “kelimelerin kifayetsiz kaldığı” durumlar vardır ya, işte öyle bir şey.
Hiç düşündünüz mü? Bir yerleri eksik insanlar nasıl yetişir hayatın izine?
Gözden, ayaktan, kulaktan, dilden ve en içler acısı akıldan yoksun bir halde. Evet haklısınız biraz karışık bu iş öyle bir konu ki konuşmak kolay, uygulamaya geçince çözümü güçleniyor.
Oysa her şey gibi özürlü olarak yaşamakta bir kavram. Çünkü bizler öyle umutla soluyoruz ki yaşamı ta ciğerlerimize kadar.
Güçlüklere, engellere, imkânsızlıklara, görülmezden gelinmelere, eksikliklere inat, mücadele sözcüğü anlam kazanıyor.
Hayatı yaşamaktan çok, hayatı düşünen insanlar olarak ne yaşamın heyecanından yoksunuz, nede sonu önceden bilinen kaygıların tutsağıyız.
İşte yaşamı böylesi derinden soluma hazzıyla işitememek, yürüyememek, konuşamamak, görememek gibi eksikliklerimizi göz ardı etmeden hayatın eksik yanlarını nasıl tamamlayabiliriz? Düşünce, kaygı ve saygılarımızla (öğrenciliğin, öğretmenliğin, tıbbın, hukukun, siyasetin, işçiliğin, memurluğun, ressamlığın, yazarlığın) sanatın ve sanatçılığın şimdi satırlara sığdırmamızın mümkün olmayacağı bir çok alanına eksiksiz ve sağlam yüreğimizle silinmez imzalar atıyoruz.
Bu kadar gerçekçi, onurlu ve haklı nedenlerimizle diyoruz ki, etrafınıza biraz daha duyarlı baktığınızda göreceksiniz toplumumuzun en açık yarası ve ancak o zaman daha derin düşüneceksiniz özürlü kavramını.
İtiraf etmek gerekirse bizler özürlü olmaktan pekte muzdarip değiliz. Biz kendi içimizde bir çok iyi çoktan açık, kaderi takdir eden rabbimize duyduğumuz sevgi ve kaderin kaçınılmaz olduğu inancıyla
Bizimde hayatla mücadele içinde olan özürsüz insanlar gibi daha göreceli sıkıntılarımız var. Eğitim, istihdam, altyapı, ulaşım, kendi çabalarımızla kendi yaşamımızı idame ettirmek gibi.
Her şeyi devletimden bekleyen bir mantıkla dile getirmiyorum. Sıkıntılarımızı sivil toplum örgütleri, özel sektör sahipleri, işadamları, yerel yönetimler, basın, kısacası insanlık; hepimiz gücümüz ölçüsünde el uzatsak ihtiyaç sahiplerine bu satırlar bir daha yazılmayacaktır.
Sorunsuz bir yaşamı düşlemenin düşten öte bir açıklaması olmayacağı bilincindeyiz. Bu toplumun en aşikar gerçeği olarak diyoruz ki, hem kendi yarınlarımıza umutla bakabilmek hemde ülkemizin yarınlarına umut olmak arzusu ile tamamlayalım eksik yanlarımızı.
İmkânlarımızı biraz daha zorlayarak bizimle dayanışma içinde olup bizleri motive edin ki hayatın altına daha inançlı yüreklerle imzalar atalım.
**
Konuşmanın sonunda başkanımız Sadettin Yılmaz katılan öğrencilere, konuklara ve bizleri izleyen halka teşekkür etti.
Öğleden sonra otomatik olmayan rampalı yarım otobüsle yeni terminâl ziyaret edildi. Yeni terminalin engellilerce kulanımının pek mümkün olmadığı görüldü. Bu konuda görüş ve dilekler ilgililere bildirildi.



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com/


Yayın Tarihi: 07.12.2011

AKP: 0 - FENERBAHÇE : 1

Futbol seyirlik oyunlar içinde göze en hoş gelen takım oyunu olduğu için dünyada ve ülkemizde çok seviliyor. Her ülkenin mutlaka bir futbol ligi, bundan ayrı olarak birde ülkelerin çeşitli adlar verdiği kupa maçları var. Ülkelerin kendi içindeki turnuvalar da dahil olmak üzere her ülkede birinci lig takımları bir yılda en az 40-45 maç oynar. Buna bir önceki sezon ilk beşe girmiş (bu ülkemiz için geçerli bir durum, uluslararası arenada daha başarılı ülkeler daha çok takımla katılıyorlar) takımlar Avrupa kupalarına katıldıkları için daha fazla (hele finale kadar giden takımlar 60’a yaklaşan) sayıda maç yaparlar.
İzleyici gözüyle bakarsak, her evresinin ayrı bir heyecan getirdiğini söylememek haksızlık olur. Hele birde uzun yıllara dayanan rekabetin sürdüğü takımlar arasında yapılan maçlar özellikle beklenir. Bunu gören parababaları futbolun içine girerek, öteden beri futbolun amatör ruhunu bitirmiş, başlıbaşına bir endüstri olmasına yol açmıştır. Canlı yayın haklarının açık arttırmayla satılmasıda bu endüstrinin büyümesini sağlamıştır. Bugün dünyada en büyük iki takım olan Real Madrid ve Barcelona bu işe en fazla para yatıran takımlar olarak görülürler. Bu iki takımın yanına başka hiçbir takım öyle kolay kolay yaklaşamaz bile.
Bizde de Fenerbahçe, Beşiktaş ve Galatasaray bu sporun itici gücüdür. En fazla bütçe bu üç takımdadır. En fazla yatırımı bunlar yapar. En fazlada bunlar izlenir. Dolayısıyla en fazla gelir edenler gene bunlar olur. Diğerlerinin içinde birkaç şampiyonluk alarak Trabzonspor öne çıkar. Tek şampiyonlukla da onu Bursaspor izler. Geri kalan takımların başarıları dönemseldir ve devamlılık göstermezler. Bir dönem Sakaryaspor’umuzun başarıları gibi.
Futbolun endüstri durumuna gelmesi nedeniyle ortadaki gelirin aslan payını almak düşüncesinde olanların her yıl yarışma ruhunu bozarak başka yollara saptıklarını sağır sultanlar bile duymuş, herkes dönen dolapları konuşur olmuştu. Bu durum 3 temmuza kadar böyle sürmüştü. 3 temmuzda ne olduysa birden bire şampiyonun şampiyonluğuyla birlikte biten lig onaylanmış olmasına rağmen bir şike iddiası ortaya atılmıştı. Ardı ardına tutuklamalar, sorgular, sorgular.. bundan önce yeni futbol yasası çıkmış, yöneticilere büyük cezalar getirilmesi kabul edilmişti. Tutuklananların yapılacak mahkeme sonucunda hatırı sayılır ceza alacakları kesindi. Ama ne olduğunu herkes biliyor. Geçen günlerde 6 ay önce futbolda devrim adıyla kabul edilen bu yasa meclisteki (BDP’de dahil) dört parti tarafından değiştirilerek cezalarda indirime gidildi. Buradan futbolun gücünü, birde Fenerbahçe’nin futbolun dışında da var olan gücünü anlıyoruz. Yaptıkları kulisle başarılı olmuş, siyasetçilere istediklerini yaptırmışlardır. AKP’nin ilk kez bir davayı kaybetmek üzere olduğunu, bunun üstüne taviz vermek zorunda kaldığını görüyorum.
Gerçi meclisten geçen karar Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül’ün önündedir. O da bu yasanın 6 ayda değiştirilmek istenmesinden rahatsız olduğunu dile getirdi. En fazla bir kere daha mecliste görüşülmesini isteyebileceği, oradan birkaç küçük değişiklikle tekrar önüne gelmesi durumunda yasayı onaylamak zorunda kalacağı söyleniyor.
AKP-FENERBAHÇE çekişmesini Fenerbahçe kazanmak üzeredir diyebiliriz.



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com/

Yayın Tarihi: 02.12.2011