31 Temmuz 2013 Çarşamba

ÖZLÜ SÖZLER HAYATIN SÜZGECİNDEN DAMLALARDIR

      Bu gün birkaç güzel söz üstüne düşünelim istedim. Hepimizin hayatında düstur sayılacak sözlerimiz vardır. Kimilerini kendimiz bile düzenlemiş olabiliriz. Uzun yılların içinden süzülerek gelen bu sözler bir yaşam tecrübesinin izlerini taşır ve bizleri uyarır. Kısaca özlü sözler hayatın süzgecinden geçen damlalardır. İşte bunlardan bazıları.

*

       Elimizin altındayken değer vermediğimiz, elimizden düşürdükten sonra değerinin farkına vardığımız şeyler hakkında hiç düşündünüz mü?

   “Hayatta  bir kez gittiğinde asla geri dönmeyen üç şey :
   Zaman, sözcükler ve fırsattır.”

      Bizim en kolay harcadıklarımızın başında zaman geliyor. Eğlenme için geçirilen zamana bile “zaman öldürmek” deyimini kullanmıyor muyuz? Oysa öldürdüğümüz kendi hayatımız değil midir? Sözcükleri de çok kolay harcıyoruz. En sonunda söylenecekleri en başında söylemek bu harcamaya bir örnektir. Fırsatları kaçımız kullanabilmiştir? Aynı fırsat iki kere gelmez. Gelirse adı fırsat olmaz zaten.

*

      Keşke dünya barış yurdu olsa, herkes her sorunun çözüleceğinden umutlu olsa ve bütün bunların önce kendisinin dürüstlüğüyle gerçekleşeceğini hiç unutmasa.

“Hayatta hiçbir zaman kaybedilmemesi  gereken üç şey :
         Barış, umut ve dürüstlüktür.”

*

      Arkadaşlığı dostluğu sağlayan güvendir. Güveni de sağlayan sevgidir. Sevgi her kapının anahtarı.. Sevmediklerimize bile güven verirsek dünya yaşanılır olacaktır. Son yıllarda paracı ekonominin kazançlarından kolay kazanma hilelerine iyice kapılan vatandaşlarımızın bir bölümü bu güveni vermekten çok uzaktırlar. Onlar bile güvene ihtiyaç duyarlar oysa.

           “Hayatta en değerli üç şey :
  Sevgi, kendine güven ve arkadaşlardır.”

*

      Tadında ve dozunda kurulan düş geleceği oluşturmada itici görev görür. Bunun için düş kadar çalışmakta gelir. Başarı ve zenginlik çalışmanın evlatlarıdır. Yalnız bunları elde edince iş bitti sanılmasın. Çünkü evlatların büyüyünce evden ayrılması gibi düşler, başarı ve zenginlik bir gün bulunduğu yeri terk edebilirler.

“Hayatta hiç emin olunamayacak üç şey :
      Düşler, başarı ve zenginliktir.”


*

      İnsan hayatı boyunca hep bir şeyler öğrenir. Öğrendikleriyle daha iyi bir insan olmaya doğru gelişir. Bunun için önce mesleğinde çok çalışmalıdır. Aklının gerisinde önyargı ve iç hesaplar olmadan samimi düşüncelerle çalışırsa başarı gelir.

         “Hayatta insanı geliştiren üç şey :
   Çok çalışmak, samimiyet ve başarıdır.”

*

      Atalarımız çok güzel söylemiş: “Keskin sirke küpüne zarar verir” Öfke sahibini vurur. Bunun için sakin olmak öneriliyor ya. Gurursuzluk savunulur şey değil ama gururundan ölenlere ne demeli? Böylesi bir gururun kimseye faydası yok ki.. Cesaret bütün zorlukları aşar, cesur olmayan düz yolda şaşar. İşte bu yüzden bu üç şeyin aşırısının hayatımızda yer bulamaması gerek.

       “Hayatta insanı mahveden üç şey : 
         Cesaretsizlik, gurur ve öfkedir.”



Yayın Tarihi: 31.07.2013

DOSTLUK BÜLBÜLÜNÜ KEDİYE KAPTIRMAYIN

         Bugün yazıma iç içe konulmuş iki hikayeden oluşan uzun bir hikaye aldım. Bu hikayeyi önce okuyalım. Sonra üstüne birkaç sözüm olacak. 

***

         “Genç adam iyi bir terziymiş. Bir dikiş makinesi ve küçücük bir dükkânı varmış. Sabahlara kadar uğraşıp didinir ama pek az para kazanırmış. Çok soğuk bir kış gecesi dükkanı kapatırken elektrik sobasını açık unutmuş ve çıkan yangın onun felaketi olmuş. Artık ne bir işi varmış ne de parası. Günler boyu iş aramış ama bulamamış... Yük taşımış, bulaşıkçılık yapmış, yine de evinin kirasını ödeyecek kadar para kazanamamış. Sonunda ev sahibinin de sabrı taşınca, küçük bir bavula sığan eşyalarıyla sokakta bulmuş kendini... 
Mevsim kış, hava ayaz olsa da genç adamın köşedeki parktan başka gidecek yeri yokmuş. Bir sabah iş arayacak derman bulamamış bacaklarında. Açlıktan ve soğuktan bitkin bir şekilde bankta otururken, kocaman bir araba yanaşmış kaldırıma. Arka kapıyı açmaya çalışan şoförü kızgınlıkla yana itmiş arabadan inen yaşlı adam, 
          
“Yalnız bırakın beni, parkta dolaşırsam belki sinirim geçer” diye söylenmiş. 
Zengin bir işadamı olduğu her halinden belli olan ihtiyar, birkaç adım attıktan sonra bankta titreyen terziyi görmüş. Terzi, adamın üzerindeki paltoya bakıyormuş dikkatle. Birden siniri geçiveren ihtiyar,
          
“Zavallı adamcağız kim bilir nasıl üşüyordur, ona nasıl yardım etsem acaba?” diye düşünmeye başlamış. 
Oysa terzinin düşlediği paltonun sıcaklığı değilmiş. O, çok kalın ve kaliteli bir kumaştan üretilen bu paltonun sahibine hiç de yakışmadığını ve onun vücuduna uygun şekilde dikilmediğini düşünüyormuş. Yaşlı işadam, terzinin yanına yaklaşıp, 
          
“Ne o evlat, bu ayazda parkta donmuşsun. İstersen paltomu sana verebilirim” deyince, 
          
“Hayır, teşekkür ederim. Ben sadece bu paltonun size göre olmadığını düşünüyordum. Kumaşı fazla kalın ve sizi olduğunuzdan şişman göstermiş” diye yanıt vermiş terzi. 
Yaşlı adam bu cevabı alınca hayli şaşırmış. Çünkü o da üzerindeki paltoya onca para ödediği halde kendisine bir türlü yakıştıramıyormuş. 
          
“Soğuktan titrerken nasıl böyle bir şeye dikkat edebiliyorsun?” diye soran yaşlı adam, 
          
“Ben terziyim” yanıtını alınca 
          
“Benimle gel, hayat hikâyeni yolda anlatırsın” diyerek arabaya bindirmiş bizim terziyi. 
Bu karşılaşma, terzinin hayatındaki dönüm noktası olmuş. Böyle yetenekli bir insanın işsiz ve evsiz kalmasına çok üzülen iyiliksever yaşlı adam, terziye bir dükkân açmasına yetecek kadar para vermiş. Bunun karşılığında tek istediği kendi giysilerini bu genç adamın dikmesiymiş. Terzi yeniden bir işe hem de kendi işine başlamanın heyecanıyla deliler gibi çalışmaya başlamış. Bu arada yaşlı işadamı da desteğini esirgemiyor, onu kendi çevresinden zengin kişilerle tanıştırarak yeni siparişler almasını sağlıyormuş. Küçük dükkân önce kocaman bir modaevine dönüşmüş, sonra da pek çok ünlü marka için üretim yapmaya başlamış. Terzi artık “ünlü işadamı” diye anılır olmuş.

          
Bir gün ihtiyar adam onu ziyarete gitmiş. Terzi çok büyük bir iş bağlantısı yapmak üzere yurt dışına gidecekmiş ve uçağa yetişmesine az bir zaman varmış. Biraz sohbet ettikten sonra yaşlı adam birden fenalaşmış, kalp krizi geçiriyormuş. Hemen bir ambulans çağırılarak hastaneye kaldırılmasını sağlamış. Yeni işadamımız ise büyük işi kaçırmak istemediği için uçağa yetişmiş. Yaşlı adam krizi atlatmış ve uzun süre hastanede yatmış, bir yandan da sadece bir kez telefon ederek durumunu soran terziyi bekliyormuş. Fakat terzi daha çok para kazanmak için oradan oraya koştururken bir türlü yaşlı adamı ziyarete gidememiş. 
Aradan o kadar uzun bir süre geçmiş ki bu sefer de utancından yaşlı adamın kapısını çalamaz olmuş. Bir süre sonra terzinin işleri yolunda gitmemeye başlamış. Fabrikalarını kapatmak zorunda kalmış ve elinde kala kala yine küçücük bir dükkan kalmış. Utana sıkıla yaşlı adama koşmuş hemen nerede hata yaptığını sormak için. Son derece kırgın olan ihtiyar yine de onu kabul etmiş ama anlatacağı öyküyü dinledikten sonra hemen çıkıp gitmesini istemiş. 
          
Ve başlamış anlatmaya: 
          
“Bir zamanlar fakir bir oduncu varmış. Ormandaki bir kulübede yaşar ve odun keserek hayatını kazanırmış. Bir gün kulübesinde yangın çıkmış ve bu yangın bütün ormanı kül etmiş. O çevrede kimse ona güvenip iş vermeyince, çıkınını alan oduncu, eşeğine binip yola koyulmuş. 
Ağaçların arasında yürürken birinin kendisine seslendiğini duymuş. Başını kaldırınca konuşanın bir bülbül olduğunu görmüş. Bülbül ona 
          
‘Senin haline çok üzüldüm, şimdi öyle bir büyü yapacağım ki eşeğin çok güzel şarkı söylemeye başlayacak, sen de onunla gösteriler yapıp çok para kazanacaksın’ demiş. 
Gerçekten de eşek birbirinden güzel şarkılar söylemeye başlamış. Oduncu o şehir senin bu kasaba benim dolaşıp eşeğine şarkı söyletiyor ve herkes onları izlemek için birbiriyle yarışıyormuş. Oduncu ve şarkı söyleyen eşeği bütün ülkede ünlenmişler. Bir gün yine bir gösteriye yetişmek için koştururlarken, bülbülün yardım isteyen sesini duymuş oduncu. Bir kedi bülbülü yakalamış ve yemek üzereymiş. Şöyle bir duraklamış ama gösteriye gitmemeyi, onca parayı kaçırmayı gözü yememiş, arkasına bakmadan kaçmış oradan. Gösteri başladığında ise eşeği her zamanki gibi güzel şarkılar söylemek yerine sadece bir eşeğin çıkarabileceği sesleri çıkarmış. 
Oduncu kendisini şarlatanlıkla suçlayan izleyicilerin elinden canını zor kurtarmış. İşte o zaman bülbül ölünce büyünün bozulduğunu anlamış. Ben de senin bülbülündüm ve sen beni öldürdün, büyü de o yüzden bozuldu. Keşke güzel giysiler dikerken dostluk ipliğini koparmasaydın... 
 
         Öyküyü dinleyince hemen çıkıp gitmiş terzi, çünkü söyleyecek bir sözü yokmuş...” 


***

         Benim de hayatımda bir bülbülüm oldu. O benim org ve tesisat sahibi olmamı sağladı. Onunla ikili olup Tüvasaş lokalinde 1990 yılından 1997 yılına dek müzik yaptık. 1997 yılında müziği bıraktı. Benim lokalde kalmamı sağladı. 2006 yılına dek orda çalıştım. 2006 yılında o kanserle boğuşuyordu. Bir yıl sonra vefat ettiğinde artık Tüvasaş lokalinden çağrılmıyordum. Benim bülbülüm rahmetli arkadaşım, dostum, kardeşim Erdinç Arın’dı. Neler yaşamış olursak olalım, dostluğumuzu devamlı büyüttük. 1997 yılında müzisyenliği bırakıp benden ayrılması nedeniyle yazdığım şiirle bunu anlattım. Bu gün fazladan bir şiir yazmama izin verin.

....    ….    ….


                                                                Erdo’ma
Ne büyük kalbin var bedeninde
Dünyaları taşırsın misket diye cebinde
Karıncanın ayak sesini duyarda yol verirsin
İnanamam senin bu gidişine

Ya sen Mevlana’sın Şems-i Tebriz-i ben
Her nasılsa yollarımız bir yerde birleşti
Dikenleri batsa da elimize, gül kokladık
Dostluğumuzu büyüttük, kadifelere sardık sakladık

Çok ayrılıklar vardır bahar rüzgarları gibi
Hafif bir ferahlık getirir
Çok ayrılıklar vardır yangın yeri gibi
Ağır bir kasvet bırakır içinde
Şimdi o ağır kasvet benim içimde

Ya ben Mevlana’yım Şems-i Tebriz-i sen
Her nasılsa yollarımız ayrılıyor burada
Gene gül koklayacağız dikenleri batsa da
Ve gece inecek sessiz uykuya dalacağız 
                                    ebediyete uyanacağız sonrada
Dilerim Allahtan arkadaşım olursun orda da
                                               
                                                           Aydın Göle/23.06.1997


***

         Her insanın hayatında bir bülbülü vardır. Aman o bülbülü kedilere yedirmeyin. Yoksa da bir bülbül mutlaka edinin. Çünkü gülün güzelliği bülbülle anlaşılır.


Yayın Tarihi29.07.2013

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 9

         Nerde kalmıştık? Geçen hafta Sovyetler ve komünist bloğun yıkılmasını anlatıyor ve o konu üstüne yazdığım şiirlerden örnekler veriyordum. Son şiirlerle o konuyu kapatıyorum.

…….

19 ağustos 1991
                   bu tarihte tarihe geçti
Bu tarih unutulmazlara mazhar
Gene asker, gene istihbarat
                   gene muhalif, gene muhafazakar
Gene darbe, gene ihtilal
Gene rotatifler, gene mikrofonlar, 
                                                gene kamera
Gene antenler, gene hoparlörler, 
                                                gene beyazcam
 Gene panik
                  Gene borsa endeksleri
                                              Gene dolar
Gene boykot
                Gene ambargo
                                Bu tarihte unutulmazlara MAZHAR


                                                                  Aydın Göle
                                                                     20.08.91


*** 

Pekte akıllı olmayan kızlar vardı çevremde. Güzelliklerinin farkına vardıklarında cinselliği keşfettikleri çağa gelmişlerdi. Ne yaparlarsa yapsınlar bir şeyler hep eksik kalırdı. Eksikliği cinselliğiyle kapatmaya çalıştıkça komikleşiyordu. İşte bu şiir onun için yazıldı. 

…….

Kremler sürerek bu güzel
Bigudi sararak bu güzel
Saçlarını tarıyor 
Sonsuz güvenle bu güzel

Gözlerine eksiksiz bir hüznü
Yakıştırmış nasılsa, yüzüne
Mümkün olsa hep ağlayacak
Bu günden ziyade yaşıyor dünü

En kadim dostu ayna
Her gün konuştuğu ayna
Bazen tarih bazen ümit
Bazen dedikodu

Öyle eskiler gibi gergef işleyemez
Öyle yıllarca sevgili yolu gözleyemez

Bakarsan fiziği gelişmiş
Kalça göğüs, aklını çeler er kişinin
Ama aklı göğsüne takılmış
Onlar sallandıkça, aklı başından gidiyor


                                                 Aydın Göle
                                                   25.08.91

*** 

Mahallemizin güzel kızlarındandı. Şiiri okuyunca bu güzel kızın neler yaşadığını anlayacaksınız. Çok şeyler umdu, çok şeyler istedi. Bu yüzden güzelliğine yazık etti. Sonra her şeyden vazgeçti ve umulmadık bir evlilik yaptı. Şimdi üniversite mezunu iki oğla sahip. Şiir yazıldığında ilk oğlu bile minicikti daha. Defterimde bu şiiri adını vererek ona yazdığımı belirttim. Burada kadınlık, ve annelik onurunu korumak için adını vermeyeceğim.

……..

GÖZLERİ HEP AYNI

Daha çocukken evlenip özgür olmayı
Daha çocukken çocuk doğurmayı
Evcilik oynarken erkeğiyle sarılıp yatmayı 
                                                         istiyordu.
Gözlerinde kedi bakışı


Erşen’le karlarda yuvarlandı ebecilik oynarken
Vücutlarının temasıyla nasıl sarsılmıştı
Sorarsan bu aşktı, yüreği elek elek
Nefes almadan yürüyordu, bacakları titreyerek
Sonra okul bitti –ilkokul- 
                                   yaşamak şimdi başlıyordu
Bisiklete binmeyi öğrendi
Gözlerinde o vahşi, o aç bakış


Bir gün duvar ilanında gördü öpüştüğünü
İsmi, kim olduğu bu gün pek önemli değil
O şimdi evli ve üç çocuğun babası 
                                     dışarıda -Avrupa da- 72’den beri
Gözlerinden korkulur, sanki ısıracak

    
Bu gözleri kimden aldı, kimin bu gözler
Hangi film yıldızından çalındı o bakışlar 
                                                   kendide bilmiyor
Her film kadınını o oynuyordu siz bilmezdiniz
Artık hayal etmediklerini yaşıyor
Her hayalinin sonu bir serüvendi
Her serüveninde sevgiyi aradı
Şimdi bir oğluna zor katlanıyor 
Dindarlığından değil tanınmamak için
                                      Kara çarşaflar giyiyor
O şimdi kendinden kaçıyor
Gözleri gene aynı bakıyor


                                                              Aydın Göle
                                                                30.08.09



***

Sovyetler Birliğinin son zamanlarında komünizmin çöküşünü durdurmak savıyla askerler darbe yapmıştı. Kontrolü sağlayamadıkları için darbeciler üç gün sonra her alandan geri çekildiler. Bunu anlattığım şiirde dünyaya etkilerini de işlemek amacını taşıyordum. Şiir yarısından sonra içe dönerek kendimize alaycı tavırla bakıyor. Sizde bunları göreceksiniz zaten. 

Bizde de darbe geleneği yok mu? Bu yazdıklarımdan AKP iktidarının darbe önleyici tavrı var düşüncesiyle Ergenekon davasını desteklediğim sanılmasın. O dava dünyada kapitalizmin geldiği son aşama gereği bitirilmek istenen ulus devlet modelinin ülkemize yansımasından başka bir şey değildir. Orda asker bunun için bertaraf ediliyor. Keşke amaç sadece darbeleri önleyici önlemler almak olsaydı. 

…….

Bütün spikerler aynı haberi okudular
Mihail Sergeviyeviç gene ülkesinin başındaydı 
                                                                  üç günlük darbe sonunda
Dolar düştü, mark istikrar kazandı
Borsa hareketlendi, kağıtlar yükseliyor
Komünizm Lenin’in mozolesine kadar geriledi
Dünya ferahladı 22 ağustosta
intiharlar, istifalar, aziller
Bu oyun böyle oynanıyordu her yerde
Bizde darbe yapma özgürlüğü var
Bütün generaller bize gelin
İsterseniz Marmaris yada Kaş’ta yazlık
İsterseniz bir bankada yönetim kurulu üyeliği
Olmazsa bir şirkete ortaklık
Beğenmezseniz anayasayı değiştirin
Korkmayın yüzde doksan iki oy size
Bütün apoletliler bize gelin

                                                                Aydın Göle
                                                                   30.08.91


*** 
Ve kaçınılmaz son. Komünizm biter. Sovyetler birliği kendi kendini tasfiye eder. Dünya, üretim planlamacılığıyla tüketim planlamacılığının eğiticiliği sonunda, devletin kendi kendini ortadan kaldıracağı iddiasını kaldırır atar. Artık kapitalizmin önünde engel kalmaz. Daha da liberalleşerek kendini bitirecek noktaya kadar gelir. Bu gün dünyanın yaşadığı ekonomik kriz kapitalizmin üretim dışı bir karlılık oluşturduğu finans sektörünün saçma olduğunun göstergesidir. Çünkü onlar ürün satmak yerine hayal satıyorlar. Bankacı ve borsacılar bu hayal tacirliğiyle dünyanın kamburu olmuşlardır.

…….

İmparatorlukta çözülmeler
Sloganlar unutuldu   -bütün işçiler birleşin-
Önce doğu Avrupa ulusları
                    ­­- Walesa’nın ‘dayanışma’sı Jaruselsky’yi yenerek –
Ardından Baltık cumhuriyetleri
Sırada Ukrayna, Moldavya,
                   diğer cumhuriyetlerde sabırsız
Kala kala Boris’in Moskova’sı

…….

Bu gün ki yazımı yukarda okuduğunuz şiirde ismi geçenler üstüne birkaç notla birmek istiyorum. 

Wojciech Witold Jaruzelski: Lech Walesa’nın işçi hareketini önlemekkomünizmi korumak adına Sovyetler Birliği desteğiyle askeri darbe yaptı, Polonya cumhurbaşkanı oldu.   

Lech Walesa: Polonya tersane işçilerinin sendika lideriydi. Komünizm sonrasında Polonya cumhurbaşkanı oldu. Burada en çok şaşılacak konu komünist sistem içinde Polonya’nın sendikaları barındırmasıydı. 

Boris Yeltsin: Komünizmin ardından Gorbaçov’un istifasıyla Rusya’nın devlet başkanı oldu.

Hepinize iyi pazarlar. 



Yayın Tarihi28.07.2013

14. YILINDA 17 AĞUSTOS DEPREMİ

         Zaman su gibi akıp gidiyor.  Felaketlerin içindeyken, bu zor zamanlardan çıkıp rahata erişecek miyiz diye düşünürüz. Oysa bir bakmışsınız ki zaman geçmiş ve köprülerin altından çok sular akmıştır. Hatta öyle olur ki bütün yaşananlar unutulur, geride hatırlanacak şeyler pek kalmaz. Bundan 14 sene önce yaşadığımız deprem felaketi de böyle bir şeydir. Unutulmasa imar yasalarında çok sık değişiklik yapılır mıydı?

         17 Ağustos 1999 deprem felaketi hiçte öyle kolay unutulacak şey değildir. Bir kere her mahallede muhakkak depremde göçük altında kalarak kurtulan fakat sakatlanan çok vatandaşımız var. O günlerin izini taşıyanları gördükçe yaşanan felaketi aklımızdan çıkarmamamız gerekir, ama nerde.. Ayrıca her mahallenin her sokağında hala yıkılan çoğu binanın yerine yenisi yapılamadığı için koca koca boşluklar var. Ortalık dişi çekilmiş ağız gibi duruyor. Bu durumda o felaketi unutmak istesek de unutturmuyor.

         Ya yakınını kaybetmişlere ne demeli.. Onların acısı hala taptaze. Onların sayısı da az değil. Bakmayın açıklanan resmi kayıtlara, 3988 kaybımız olduğu işlenmiş o kayıtlarda ama gerçek olduğu çok şüphelidir. 29701 yıkık bina kayıtlarda var fakat can kaybı bu sayının nerdeyse onda biri olarak açıklanmıştı. O dönemin muhtarlar derneği başkanına sorarsanız bu sayı 22.000 idi. Bizim mahallemizde 2 tane apartman yıkılmıştı. Her kat 4 daire olmak üzere o iki apartman biri 4, biride 5 katlıydı. Yani toplam 36 daireliydiler. Bunlarda can kaybı 73 idi. Yani daire başına ortalama 2 kayıptan söz edebiliriz.  Mahallemize bağlı 3 sokakta müstakil binaların yıkılması sonucu otuzun üzerinde kişi hayatını kaybetmişti. Yıkılan bina sayısıyla açıklanan can kaybı bir birini tutmuyor. Tıpkı bu depreme Gölcük yada Kocaeli depremi denmesinin tutmaması gibi. Daha sonra Marmara depremi diyerek gerçeği söylemiş oldular.

         Depremin olduğu güne giderek yaklaşıyoruz. Bayramdan sonraki hafta 17 ağustosa erişiriz. Mal kaybı yerine gelir, geldi de, fakat yitirdiğimiz canlar gelmez. Onların acısı bizler ölene kadar yüreklerimizde olacak. Allah cümlesine rahmet etsin. 

         Deprem sonrasında şehri tanımaya imkân yoktu. Adres tarif etseniz edemezdiniz. Şehir en önemli köşelerini yitirmişti. O kadar belirsizlikler vardı ki şehrin geleceği ne olacak denildiğinde herkes farklı şeyler söylüyordu. Camili ve Karaman köylerindeki araziler yerleşime alındı. Ne hikmetse birileri oraları kapatmıştı. Onlar şimdi deprem zengini. Konumuz bu değil, geçiyoruz.

         Deprem sonrası konut alanı olan yeni yerleşim merkezi Camili, Karaman ve Korucuk, Adapazarı’na uzak. Buraya her ne kadar resmi daireler taşınsa da cazibesi yok. Adapazarlılar bu sebeple  kendi imkanlarıyla arsalarında eski evlerinin yerine ya yeni ev yaparak, yada onarılabilir olanları onararak şehirlerini terk etmediler. Karamanda oturan bir arkadaşım unutulmuşluk ve terk edilmişlik duygusu yaşadıklarını söylüyor. Alış veriş merkezlerinden uzak olan yerlerde kendi arabanız yoksa mahrumiyeti yaşarsınız. Gece belli bir saatten sonra ne şehir merkezine gidebilirsiniz, nede şehir merkezindeyseniz geri dönebilirsiniz. Ulaşım bu yerler için çok önemlidir. Fakat gel gelelim ulaşım cepleri yakar, aile bütçesinde önemli delikler açar. Oralarda oturanlar işyerleri, okulları ve alış veriş merkezleri Adapazarı’nda olduğu için bu sıkıntıyı maalesef çok yaşayacaklar.

         Şehrimiz doğal gaz çalışmasına kadar tertemiz ve çok güzel yollara sahipti. Şimdi her taraf yamalı bohça durumunda. Bir gerçeği söylemeden durmayalım, şehrimiz eskisinden bile güzel. Dışarıdan gelenler, o dişi çekilmiş ağız gibi duran boş yerleri saymazsak, bu kentin deprem yaşadığına inanamaz.

         Allah o günleri bir daha göstermesin demek istiyorum, Kuzey Anadolu Aktif Fay hattı üstünde olmamız nedeniyle diyemiyorum.

         3-4 sene önce Sakarya  üniversitesinde Marmara depreminde Adapazarı’nın durumu ve olabilecek  yeni depremler konulu konuşmalar yapılmıştı. Bu arada konuşmacı konuklardan Türkiye Jeofizik Derneği Onursal Başkanı Prof. Dr. Ahmet Ercan şehrimizi gezmiş.  Sakarya çukurunda 2025 yılına kadar, 2 büyük deprem beklediğini belirten Ercan: “Bazı bilim adamları Sakarya’da artık 100 yıl deprem yok diye iyimser açıklamalar yaptılar. Ama bu bilimsel gerçeklere tamamen ters. Çünkü Sakarya İstanbul’un deprem sibobudur. Sakarya çukurunda depremler çok olur. Aşağı yukarı 7 ile 25 yılda bir Sakarya çukurunda yıkıcı depremler olur. 6 ya da daha büyük depremler oldu. Yapmış olduğumuz enerji hesaplarına göre Sakarya'da 2023 yılına kadar 2 tane 6 büyüklüğünde 6 ya da daha büyük bir deprem beklentim var. 7.6 büyüklüğünde bir deprem olacak mı? Hayır o büyüklükte bir deprem beklemiyorum. O tür bir depremin olması için 2056 yılına kadar depremsiz geçirmesi gerekiyor. Bu bölgenin bulunduğu Sakarya’nın yer kabuğunun bu kadar gerginliğe karşı dayanacak gücü yoktur. 2023 ve 2025 yılına kadar, belki İstanbul dahi depremini görmeden Sakarya çukuru 6 yada daha fazla 2 adet deprem görecektir” diye konuşmuş.
Sakarya Üniversitesindeki konuşmalarda Adapazarı’nda  on yıldır deprem olmadığı, bunun gaz birikmesine yol açtığı belirtilerek, yetkililerden orta hasarlı konutların acilen onarılmaları veya onarılamayacak durumda olanların yıkılmaları istenmişti. 

         Yeni bir depreme ne kadar hazırlıklıyız? Geçen depremde olduğu gibi kentimiz yöneticileri şok geçirirler ve ne yapacaklarını bilmez durumda olurlarsa onlardan nasıl acil müdahele etmelerini bekleyeceğiz? Bizim mahalle muhtarımızda dahil, valimiz de depremde kenti terk etmişti. Bunun üzerine rahmetli Ecevit’ in başbakanı olduğu hükümet ilimize yeni vali atamıştı.

         Madem ülkemiz deprem kuşağı üzerindedir, deprem konusunda uzman olan Japon deprem mühendislerinden neden faydalanılmaz? Onların depremden en az hasar ve kayıpla çıkma konusunda uyguladıkları yöntemler bizde de neden uygulanmaz? Uygulanacak önlemler halka anlatılarak halk bilinçlendirilmelidir.

         O dehşet günlerini hiç unutmamak, gelecek depremlerden en az etkilenmenin birinci şartıdır.

Şehrimizin zemin yapısı dikkate alınmadan verilecek çok kat ruhsatı cinayet işlemekle eş değerde olacaktır. Son aldığım bilgiler, yeni yapılacak binalara 3 kat ruhsatı verilebileceği yönündedir.Yöneticilerimiz 1967 depremini unutan geçmiş yöneticilerin durumuna 1999 depremini unutarak düşmesinler dilerim.


Yayın Tarihi26.07.2013


RAMAZAN! EDEBİ ÖĞRENME AYI

Ramazan ayının bugün 16. günü. Ramazan ayı edebi öğrenme ayıdır, ne mutlu öğrenenlere..  Bu ayda yapacağınız ibadetleriniz makbul, oruç ve dualarınız kabul, ramazanınız ve bir ödül, bir armağan gibi hemen onun ardından gelen ramazan bayramınız şimdiden kutlu olsun sevgili okurlar.

Ramazan ayında farz kılınmış olan oruç dinimizin beş şartından biridir. Her Ramazan inananlar bu farzı yerine getirir.

Bu ay aç kalma ayımıdır sadece? Eğer oruca bu gözle bakılırsa yanlış yapılıyor demektir. Kestirme bir sözle yüce Allahın günahlarımızı affedip cennetine alması için de denilirse gene yanlış yapılıyor demektir. Amaç sadece cennete girmek olsaydı hiç hareket etmeden, uyuyarak da cennete gitmek mümkün olurdu. Oysa hayatı üretmeyen, ama doğru dürüst bir hayatı üretemeyen kimseye cennet verilmeyecek.

İşte dinimizin beş şartından oruç ve zekât bu hayatı en iyi şekilde üretmenin yollarını açan buyruklardandırlar. Bu ibadetlerle insanın diğer canlılardan ayrılarak nasıl insan olacağını öğreniyor ve onun çalışmalarını yapmış oluyoruz. En başta öğrendiğimiz yaradana ve yaradanın yarattıklarına karşı edepli olmaktır. Bugün edep kelimesine karşılık olarak kullandığımız ‘saygı’ veya ‘utanmak’ kelimeleri edep kelimesini açıklamaya bence yetmez. Çünkü edep varlığın tamamını içerir. Nedir edep derseniz dinsel düşünüşü insanın fikri hayatından barışla harmanlayarak günlük hayata indirme çabasına, yani tasavvufun içine girmiş oluruz.

‘Edep’ kelimesi dilimizin en güzel kelimelerinden biridir. Dört harften kurulu bu küçücük kelime bir mana alemi sunuyor bizlere. Tasavvufun yüzyıllardır üzerine tirediği, varlığı onunla özdeş bu kelime hem bu kadar göz önünde, apaçık; hem de kapalı bir kutu kadar sırdır bizlere?

Gelelim edebin ne olduğu konusuna.. Bunu öğrenmeden yapılan ibadetler, borç ödemekten başka bir anlam taşımayacaktır.

Edep dedikodudan, haksızlıktan ve ithamdan uzak durmaktır.

Sadece o değil. İnsan-hayvan, canlı-cansız veya önemli-önemsiz ya da zengin-fakir ayrımı yapmadan etrafına hoş bir nazarla bakmak; “eyvallah” diyebilmek, “eyvallah” kelimesi üzerine kafa yormaktır.

Bilgi bir perdedir. Sen ne kadar bilirsen bil, nasıl bir alim olursan ol, en cahil görünen insandan bile öğrenecek bir şeyin vardır elbet. Edeb bunu unutmamaktır.

İnsan ayrımı yapmamaktır edeb.

Sokaktaki bir berduşun yanında da Karun kadar zengin ya da Süleyman kadar muktedir görünenin yanında da aynı sakin idrakla durabilmek; saydam ve şeffaf olabilmek; girdiğin mekâna ya da konuştuğun adamın nabzına göre laf değiştirmemek, ince hesap bilmemektir edeb. Bildiği tek incelik kendisinin iğne deliğinden geçecek kadar hem kişilik, hem cüsse bakımından incelik olmalıdır.

Tek başınayken de başkalarının yanındayken de şefkati elden bırakmamak; dış görüntülerden, parlak kabuklardan, ünvanlardan, payelerden etkilenmemek; her işte her adımda yüreğe bakmak, yüreğin ibresine göre yol almak.....ve habire BEN demekten vazgeçmektir edeb.

Edeb bir ahenk meselesidir. Akord edilmektir.
Edeb ahenk içinde olmak demektir. Tabiatla, kainatla, yaradılışla, bütünle ve katreyle sürekli uyum....

Edep bildiğimiz anlamının dışında nerelere kadar varıyor gördünüz değimli? İşte ibadetler bunun için vardır. Şeytan ‘ben’ dediği için iddialaştı ve şeytan oldu. İnsan ‘ben’ demediği kadar insan olabildi. Yani şeytan varlığa karşı edepsizdi.

Edebi olan atom bombasını atabilir mi? Atamaz çünkü varlığa hakarettir. Toptan varlığı imhadır. Atomla ormanı, nehirleri ve onların içindeki canlıları, sadece atomun atıldığı zamanda değil bütün zamanlarda etkiler ve yok edersiniz. 

Günümüzde aşırı bireyselleşmenin getirdiği yalnızlık sonucu putlaşan ben merkezcilikle, insanlık atom kadar etkili bir imha hareketinin içindedir. Herkes o hareketin oyuncusu olduğu için, bunu kimse göremez. Bu oyundan kopmadıkça gerçek insan olamayız. En çok kendine ağlayanlardan ve en çok kendini övenlerden korkun. Çünkü onların merhameti atom bombasının merhameti kadardır.

Edepli olursanız sevmeyi de bilirsiniz. Edepsiz sevgi çıkarcı sevgidir ve ömrü kısa olur. İnsanlığın insanlık kadar eski sevgisizlikleri edebin çok sık unutulduğunu gösteriyor bizlere. Gelin-kaynana ilişkileri buna verilebilecek en güzel örnektir. Ne yazık kendini sevgisizliğe mahkum edenlere.. çünkü yaradılanı sevmeden yaradana ulaşılamaz.

Edepli olmadıkça ibadetlerin nafile olacağını unutmayalım.

Yayın Tarihi24.07.2013

CESARETİN BİTTİĞİ YERDE ESARET BAŞLAR

Bu günkü yazıma meramımı anlatmak için bir Hint masalı ile başlamak istiyorum.

*

Kedi korkusundan devamlı endişe içinde yasayan bir fare vardır. Büyücünün biri fareye acır ve onu bir kediye dönüştürür. Fare, kedi olmaktan son derece mutlu olacağı yerde bu kez de köpekten korkmaya başlar. Büyücü bu kez onu bir kaplana dönüştürür. Kaplan olan fare, sevineceği yerde avcıdan korkmaya baslar. Büyücü bakar ki, ne yaparsa yapsın farenin korkusunu yenmeye imkân yok. Onu eski haline döndürür.

Ve der ki,
“Sen cesaretsiz ve korkak birisin. Sende sadece bir farenin yüreği var. O yüzden ben sana yardım edemem.”

*

Bu masalla yola çıkarsak korkularımızdan arındığımız, kurtulduğumuz ölçüde, sözün kısası cesaretli olursak esaretimizden kurtuluruz. Fakat bunun için dayanıklı, korkusuz ve yürekli olmak gerekir. Yürekli olmak demek, ölümü göze almak demektir. Ölümü göze alamayan her gün ölüm korkusuyla yaşar. Ölüm korkusu yaşamak özgürlüğü getirmez, götürür. Ölüm korkusundan dolayı, ya korkulandan kaçılır, yada korkulana yaltaklanılır. İki durumda onurlu bir durum değildir. 

Sadece cesaret, tek başına bir şey değildir. Akıl süzgecinden geçmiş programlar olmazsa bir tek cesaretin intihardan farkı kalmaz. İntihara götüren cesaret, cesaret değil başka türlü bir esarettir.

*
Bugün masalla başladık hikayeyle devam edelim:

Öğretmen sınav için öğrencilerine “çıkarın kalem kağıtlarınızı der.” Soruları yazan öğrenciler kara kara düşünürler. Sorular hayli zordur. İçlerinden biri ancak beş dakika dayanır ve sınav kağıdının üstüne adını soyadını ve tarihi yazar, cevap bölümünü boş bırakır. Sınav kağıdını öğretmenine verir ve sınıftan meraklı bakışlar arasında çıkar.

Birkaç gün sonra öğretmen sonuçları açıklar. Herkes tel tel dökülürken sınav kağıdını boş veren öğrenci tam not alır. Öğretmen sınıfa bunun açıklamasını şöyle yapar: “Siz bütün sınıf hiç çalışmamışsınız belli. Buna rağmen içinizden biri kağıdı boş verdi. Bu riski göze almak demektir. Riskleri göze alan cesaretli olur. “Ben arkadaşınıza riskleri göze alması ve cesaretli olması nedeniyle tam not verdim” der.

Bir başka sınavda bu kez bütün sınıf sınav kağıdını boş olarak verir. Öğretmen ertesi gün sonuçları açıklar. Bütün sınf tam not alırken geçen seferle birlikte bu sınavdada boş kağıt veren öğrenci sıfır alır. Öğrenci itiraz edecek olur, öğretmen bu defa sınıfa şöyle açıklama yapar: “size geçen sınavın öreneğini veren arkadaşınızın yolundan giderek ilk defa risk aldığınız için tam not, geçen sefer tam not alan arkadaşınıza bu kez sıfır verdim. Çünkü aynı olayda aynı biçimde ikinci kez risk almak cesaret değil deliliktir” der.
İşte sözünü ettiğim cesareti bu hikayeden de anlamış olduk.

İnsanlar neden cesaretsiz olur? Korkuları neden hep galip gelir? Hep bir şeyleri kaybetmekten korktuğu için tabi. Herkesin o kadar çok kaybedilecek şeyi vardır ki, birini bile feda edemez. Birde bilmeyle ilgili korkular vardır. Bilmeye başlandığı andan itibaren cesaret güç kazanır.

Bakın ünlü yazar Shakespeare, bu konuda şöyle diyor : 
“İnsanların çoğu
 
Sevmekten korkuyor, kaybetmekten korktuğu için.. (kaybetmeyeceğini bilse.. A.G)
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.
(sorumluluğun kişiyi büyüttüğünü bilse..A.G)
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.
(eleştiriden mükemmelliğin doğduğunu bilse.. A.G)
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğin kıymetini bilmediği için. (gençliğe kıymet vermeyle hayatın taze kaldığını bilse.. A.G)  
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için (ebedileşmenin ancak iyi şeyler yapmakta olduğunu bilse.. A.G)
Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için.”

İşte herkesin hastalığı bu! Yaşamayı bilmemek.. Nasıl, neden ve ne ile soruları sorulmadan bilmeye ulaşılamaz. O zaman soralım, nasıl, neden ve ne ile yaşamak?

Nasıl sorusuna cevap: Özgür
Neden sorusuna cevap: kimsenin buyruğunda olmamak için
Ne ile sorusuna cevap: cesaretle, insanların hepsiyle ve güvenle

Matematik problemi gibi bu soru-cevapların toplamını alarak sonuca ulaşalım mı? Hayatı özgür, kimsenin esaretinde olmamak için cesaretle, ama bütün insanlarla güven içinde iç içe yaşamak..

Bunu isterseniz ülkeler ölçeğinde de alabilirsiniz. Konu sadece bireyle sınırlı değildir.

Yayın Tarihi22.07.2013


ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 8

         Merhaba sevgili okurlar.

         Zaman çocuklukta yavaş geçer. O çağlarda bir gün koca bir asır kadardır. Yaş ilerledikçe gün yetmez olur. Bu kez bir gün, bir saat kadar kısa gelir bize. İnsanın uğraşı ne kadar çoksa zaman o kadar yetmez olur. Teknolojinin kattığı çeşitlilik iş ve eğlence dünyamızı tamamen doldurarak tükenen zamanın fark edilmemesine neden oluyor. Çağımızda teknolojinin kendini yenileme hızına yetişmek nerdeyse imkânsızdır. Bütün bunlar üst üste binince siz hiçbir şeyi fark etmeden zaman çılgınca akar gider. Bu şiir bu kaygıların ürünüdür.

*


O kadar çabuk yaşanıyor ki her şey
Değmeden bana, geçiyorlar yanımdan
Ne olduğunu anlamadan daha birinin
Başka bir olgu önüme çıkıyor
Biri bitmeden daha, diğeri başlıyor
Düne ait konular unutuldu
Yarının, ne varsa elimde
Bir gün ileri takvimimiz

Aydın Göle
16.05.91

*

         Çevre kirliliğine başkaldırı şiiri. Hele gelişmiş ülkelerin çöplerini başka ülkelere götürdüğünü okuyunca çok öfkelenmiştim. Çöpler kurşun ve cıva olarak sulara karışıyor, radyosyon olarak çevreyi sarıyorlardı. Bu çöplerden bizde payımızı almıştık. Tabiî ki söz konusu olan sadece sanayi atıkları değildi. Havaya bırakılan gazlar, yağan yağmurlarla yere asit olarak iniyordu. Daha o zamanlar GDO (genetiği değiştirilmiş organizmalar) gündemimize girmemişti. Bu gün olay daha da  vahimdir.

*

Sevda yeşille maviyle güzel
Sevdalar bulutla yağmurla
Dişlerinin arasında bir yeşil otla
At gibi özgür doğayla güzel

Sevdalar hep yaşanmış
Sevdalar ilk yaşanmış
Sevdalar daim yaşanacak
Yalnız şimdi asit, şimdi radyasyon
Varılacak son istasyon
Ki el ele tükenişimize gidiyoruz

 Aydın Göle
  16.05.91

*

         Bir komşum vardı. Gençliğinde oldukça yakışıklıydı. Öğretmen komşumuzun kızını severdi. Evlenecekler diye bakılırken bir sokak ötedeki başka bir kızla evlenerek herkesi şaşırtmıştı. Evlendikten sonra kimseyle karışmaz, kimseyle görüşmez oldu. Evden işe, işten eve.. bu arada alkole kapıldı. Bütün yaptığı buydu.  Benimle hiç konuşmazdı. Bir gün sanki beni ilk defa görüyormuş gibi sakatlık nedenimi sorunca şaşırdım. Meğer oğlu Eskişehir de biyoloji okuyormuş. O benim hastalığıma çare bulacakmış. 40 senede konuştuğumuz bu kadardı. Sonra bir gün aniden vefatını duydum. Allah kusurlarını affetsin. Bu şiir ona.

*


                           (komşum Nazif’e)

Ben onun tükenişini gördüm
Yüzünde iğreti bir tebessüm
Gözü cinnet yeşili
Her akşam sokaklara kusuyordu
Ona bağırıyorlardı, o susuyordu
Yaşamak nasıl şeydi onun için
Ölüme koşmak mı yalnızca
Kim biliyordu, ben bilmiyordum
Seviyor muydu, sevmiyor muydu
Gülüyormu, yoksa ağlıyor muydu
Bildiğim hep içiyordu
                                yalnızca içiyordu


 Aydın Göle
   19.07.91

*

         Mahallemizin Nihat abisi vardı. Eskiden tarla olan 67 depreminden sonra ekilmeyip bir tarafında salıncakların kurulduğu, bir tarafında da aynı anda 3 futbol maçının oynandığı yerde oda futbol oynardı. Kısa boyluydu ama sağlam vücudu vardı. Şutlarının önünden kaçarlardı. Öyle şutlar atardı ki kale direklerini yıkardı. Bu şiir de onun için..

*


                                                 
                                    sirkeci Nihat’a


Bir merhaba demeden geçmezdi
Kendi istese eminim ayakları gitmezdi
İnsanlara borçlu gibi saygılı
Ödemek için sevgisini verdi, aklını verdi
Beynini boşalttı
                   Kafatası çıplak gezdi
Yalnızca içmek fikrini vermedi
Şaraptan vazgeçilir mi hiç
Şarap ki kandır, kadındır
Şarap ki ikinci adındır
Cennetin gizli anahtarıdır
Yaşamak istedikçe cennette şaraba sarıldı
Sarıldıkça şaraba ölüm meleği yaklaştı adım adım
Ve bir sabah bir parkta
                               ölü bulundu bir bankta


 Aydın Göle
   19.07.91

*

         Bu kız vahşi, ele avuca sığmaz bir kızdı. Cahildi, cesurdu. Gözü pekti. Sevdiğini evinden dışarı çıkarıp dövebilecek, çıkmazsa camını taşlayacak kadar da deli. Onun başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmemiştir. Ata eyersiz biner, kendini rüzgârın kızı sanırdı. Canının istediğini hiç çekinmeden yapardı. Bir gece, sokak lambaları yanmadığı bir gece ağıldan atın üstünde uzun saçlarını elbise yapmış çırılçıplak çıkmıştı. Gökte ay, o atın üstünde çıplak, sanki bir masalı oynuyordu. Bu şiir de onun için yazıldı.

*

34 DS 129 mavi renault’la
Hışımla ve homurdanarak
Kaçmak ister gibi buralardan
Lastiklerini yakarak
Gelişin gibi ansızın meçhule gittin
Yüreğime çok bunlar,
                             çok, seni severken
Seni beklerken nakış nakış işlemiştim
Özleminle büyütmüştüm sevgini yüreğimde
Artık bıktım böyle gelip gitmenden
Bundan sonra sen olmayacaksın düşüncelerimde
Belki zor olacak ama seni unutacağım


 Aydın Göle
  25.07.91

*

         Eski Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinde Gorbaçov devlet başkanlığına seçilir seçilmez değişiklikler kendini göstermeye başladı. En sonunda Sovyet rejimi totaliter bürokrasisine sosyalizmi kurban etti. Uzay endüstrisini kuran rejim tarladaki domatesi şehirlere uzun mevzuat yüzünden götüremeyerek hantallaştı ve kendini tasfiye etti. Bu dizi şiirler o dönemin şiirleri.

*

Nehirler rüzgar değildir, Tarihte
Rüzgarlar hafif meşreptir her yöne eser
Tutkuyla denizlere akar nehirler
Tarihte sadece özgürlüğe
Ne yapsanız geriye döndüremezsiniz

*

         Bu arada Irak diktatörü Saddam Hüseyin kandırılarak Kuveyt’e girmesi için cesaretlendirildi. Sonrada dünya petrollerini denetler konumuna gelmemesi için ordan çıkması söylendi. Irak diktatörü çıkar ama tepesine bombaları yemekten kurtulamaz. Şiirle bu savaşı maç seyreder gibi televizyonlardan izlediğimiz ilk savaş olması nedeniyle anlatmak istedim.
      
*

Dünya soğuk savaşın çelik sesinden
                                          demir perdesinden
                                     yavaş yavaş kurtulurken
Bir tek güç “dünya barışını” kurmaya
                                              korumaya kalkışmış
Tv’den naklen yayınlanan saldırılarla
Bir küçük zorbaya karşı

                                                                     
Aydın Göle
 20.08.91

*

         Sovyet rejiminin çatırdadığı, iki kelimeyle belli olmuştu. Biri “glasnost” diğeri de “perestroyka.”  O günleri yaşayanlar bu iki kelimeyi çok duymuştu. Dil tiki olmuştu bile. Peki ne demekti bu iki kelime? Cevabı şiirin içinde bulacaksınız.

*

Bütün dillerde hakim dillerin sözcükleri
Birde Rusçadan Glasnost, Perestroyka
Yani açıklık, yani yeniden yapılanma
Yani aldatılmışlığın değişik itirafı


 Aydın Göle
  20.08.91


*

         Romanyada komünist lider yakalanmış ve öldürülmüş, Bulgaristan rejimi çökmüş; Polonya, Çekoslovakya ve Macaristan komünistleri alaşağı etmiş, doğu Almanya’yı batı Almanya’dan ayıran duvar yıkılmıştı. Kimsenin inanacağı şey değildi. Sosyalizmin bu kadar çabuk yıkılacağına kimse ihtimal dahi veremezken yıkıldı. Bu şiirde bunu bulacaksınız.

*

Siz hiç bu kadar umutlanmamıştınız
Böyle heyecanla beklememiştiniz yarını
40 yılın başı
Duvarlar yıkılıyor, tiranlar devriliyordu
Kandırılmaktan kurtuluyordunuz
Siz ne umutlarla ne vaatlerle
Tiranları getirdiniz başınıza faşizmi yenerek
Siz kazanmıştınız o korkunç savaşı
                                                    her cephede
Ama içerde umuda yenildiniz
Bunu anladığınızda en yıkılmaz duvarlar
                                     44 yıl sonra 1989 da
                            ‘Anma pulu’ gibi koleksiyona girdi
                                                    Müzelere girdi
Siz ki kandırılmadan önce sanayi devi
Siz ki kandırıldıktan sonra bizden geri
56 Macaristan
                      On bir yıl sonra 67 Çekoslavya
                                               Prag baharı
                                                           Tanklara yerildi
Her bahar tohum atılır ve her sonbahar hasat


 Aydın Göle
   20.08.91
  
*

Hepinize mutlu pazarlar sevgili okurlar.


Yayın Tarihi21.07.2013

GÖZLEM, BİLMEYE GİDEN YOL

Bilimsel olmayan, sonuçları nerdeyse aynı olan olayların farkında olma halidir gözlem. Buradan hareketle söyleyecek olursak, gözlem, bilmeye giden yoldur.

Mahallemde koltuk döşemeci sevdiğim bir komşum vardı. Deprem sonrası iş yeri yıkıldığı için daha az hasar gören komşu ilimiz Kocaeli’ne gitti. Yıllardır orda tutunmaya çalışıyor. İsmini kendisi rencide olmasın diye vermiyorum.

Bizim orda sokak lambasının altında herkesle olduğu gibi onunla da az sohbetimiz olmadı. Sokak lambamız bizim üniversitemizdi. Ne çok konuşma sonrasında ne çok şey öğrendik orda. Bir keresinde burnu kızarmış sesi kısık ve öksürükle geldi. Grip olmuş. Ona önerilerde bulunup erkenden göndermek istedim. Kalacak durumda değildi. Giderken bir gözlemini anlattı. Bu komşum her nezle başlangıcında sekse baş vurduğunu, ardından aldığı ılık duşla bir aspirin içip yattığını, ertesi sabah çakı gibi kalktığını söyledi. Bir gözlem sonucu tekrarlanan uygulamayı gazetenin birinde tıp dünyasından bir haberde öneri olarak görünce şaşırdım. Öneri bilimsel bir tabana oturtulmuştu.

Soğuk algınlığında vücut kendini korumak için daha fazla kalori yakarmış. Biz onu ateş olarak algılarmışız. Böylelikle dışarıdan alınan mikropları yok etmeye çalışırmış. Seksle harcanan enerji esnasında yakılan kalori miktarı vücudun kendini korumak için yaktığından fazla olduğu için mikropların direnci kırılıyormuş. Duş ise ter yoluyla atılan (biraz ukalalık yapayım da tıp dilindeki kelimeyi kullanayım) toksinlerden bedenin arındırılmasını sağladığı gibi, deri üstü gözeneklerin temizlenerek yeterli derecede oksijen alması sağlanırmış. İşte bu nedenle seksin nezle ve gribe en etkili ilaç olduğu söyleniyordu.

*

Yıllardır uçaklar düşer. Ya pilot hatasıdır, yada teknik arıza düşüşe neden olur. Her düşen uçak üretici firmanın itibar yitirmesine neden olacağı için, bir de ayrıca can ve mal kaybını önlemek için düşüş nedeni incelenir. Uçağın uçuşu sırasında pilotların konuşmalarını ve uyguladıkları kullanımla ilgili hareketleri  kaydeden, adına kara kutu denen kayıt cihazının incelenmesi sonrasında düşüş nedeni anlaşılıyor. Nedeni anlaşılamayan düşmeler yok mudur? Vardır belki. Uzun süredir düşen uçaklarla sonradan olan depremler arasında bir bağlantı olduğunun farkına vardım. Bu konuda da yalnız değilmişim meğer.

İşte sırasıyla birkaç örnek:

BENİN’in ticari başkenti Cotonou’dan Beyrut’a gitmek üzere havalanan Boeing 727 tipi yolcu uçağı düştü ve 111 kişi öldü. Faciadan sadece saatler sonra İran sallandı. Yani yine bir uçak kazası ve hemen ardından yine bir deprem. Bu da yıllardır süregelen uçak kazalarıyla depremler arasında bir bağlantı var mı yok mu tartışmasının alevlenmesine neden oldu. Bazı bilim adamları depremler ve uçak kazaları arasında bağlantı olduğunu iddia etse de havacılar bu görüşe karşı.

Diyarbakır uçağının düşmesinin hemen ardından kent 5.6 ile sallandı.

Trabzon (Mayıs-2003)
İspanyol askerlerini taşıyan uçak, Trabzon’da düştü. Japonya’da 7.0 büyüklüğünde deprem oldu.

İran (Şubat - 2003 )
İran’ın başkenti Tahran’da Mehrabad Havaalanı’nda kalkış sırasında düşen Devrim Muhafızları’na ait Antonov 74 tipi askeri uçakta bulunan 36 kişi öldü, 2 kişi de yaralı kurtuldu. Aynı gün yüz binlerce kilometre uzaklıktaki Alaska’da 5.8 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. Can kaybı olmadı.

Güney Kore (Nisan 2002)
Güney Kore’de düşen yolcu uçağının 155 yolcusu ve 11 mürettebatı vardı. Kuyruğunu çarparak düşen uçağın arka kısmı tamamen parçalandı. Uçağın ön kısımda oturan 39 kişi sağ kurtulmayı başardı. Kazanın hemen ardından Yunanistan, Japonya ve Mısır’da büyük depremler yaşandı.

Bahreyn (Ağustos 2000)
Bahreyn’de yolcu uçağı inişine çok kısa bir süre kala denize çakıldı. Kazanın ardından önce Japonya sonra da İtalya’da deprem meydana geldi.

Marmara (17Ağustos 1999)
1999 marmara depremi denen aslında en çok kentimizin etkilendiği depremden önce tam 10 uçak kazası olmuş. Sonra dünyanın, depremden etkilenme alanı en geniş alan olan bu deprem olmuş.

Listeyi uzatmaya gerek yok! Bunlar sizce tesadüf olabilir mi? Ortada kanıtlanması gereken bir durum var. Sadece gözlem yetmez. Oysa elimizde çekim alanlarıyla ilgili bilimsel bilgiler var. Yıldızlar ve yer kabuğunun yaydığı elektro manyetik dalgalar bu çekimi oluşturmaktadır. Depremden önce elektro manyetik dalgaların arttığı düşünülemez mi? Bu elektro manyetik dalgalar uçağın kontrol mekanizmalarını devre dışı bırakamaz mı? Gerçi depremi önceden haber veren çok işaret var. Konumuz tesadüfle gelen gözlemden ibaret olduğu için işin o tarafını başka bir yazıya bırakalım.


Yayın Tarihi19.07.2013


TÜRK LİBERALLERİNİN İHANETİ 2

          Bu süreç içinde Devlet Planlama Teşkilatı ve Milli Eğitim Bakanlığı içinde siyasal islamcı kadrolaşmaya önem verildi.

          12 Eylül 1980 askeri darbesi, İskenderpaşa Cemaati için önemli bir dönemeçtir. Milli Selamet Partisi kapatıldı ama cemaatin mensubu Turgut Özal Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı yapıldı. Cemaat ANAP’ın kurulmasını ve iktidara gelmesini destekledi.

   Ülkemizin demokrasiyle yönetilen bir ülke olduğunu iddia edebilmek için merkez sağ partiler, aşırı milliyetçi ve siyasal islamcı görüşlerden kendilerini arındırmalıdır, politikalarını bu görüşlerle yarışan herhangi bir eksene oturtmamalıdır; bu partiler Cumhuriyet’in partileri olmalıdır, yoksa kendi elleriyle kontrol edilemez hale getirdikleri hareketler tarafından yozlaştırılırlar ve yutulurlar.

         Bir partinin merkez ya da merkez sağ partisi olabilmesi için Cumhuriyet ve Cumhuriyet’in laiklik ilkesine bağlı olmaları mecburi olmalıdır.

         Tek başına laiklik hiçbir şey değildir. Hatta tek başına laiklik başka türlü bir diktatörlüğün simgesi olmaya adaydır.  Bunun için laiklik küçük düşürülür. Oysa laiklik demokrasinin teminatıdır. Laiklik olmadan demokrasi olmaz. Yani laikliği hedef gösteren aslında demokrasiyi hedef almış demektir

         Peki laikliği hedef gösterenlere karşı ne yapılmalıdır? Bir kere bırakın askeri darbe yapmayı, düşüncesi bile yanlıştır.

         Şimdiye kadar olduğu gibi;

         1. Askeri darbe iktidarın temsil ettiği ideoloji ve uygulamalara karşı yapılacağı gibi;
         2. İktidara karşı olmamakla birlikte, iktidar, darbenin gerçek hedefine karşı etkili bir varlık gösteremediği için de yapılır.

          Bu bağlamda, 1961 Anayasası dışında, 27 Mayıs epeyce karışıktır. Bulanıktır!
 
          Ama 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri sanıldığı gibi Adalet Partisi iktidarına karşı olmayıp, darbenin hedeflediği düşmanla iyi mücadele edemediği için yapılmıştır. 

         Yani 12 Mart ve 12 Eylül iktidar partisine karşı değil ama muhalefetteki, sokaktaki sola karşı yapılmıştır.

         12 Eylül’ün Süleyman Demirel başta olmak üzere öteki parti liderlerini gözaltına alması, partilerini kapatması ileri sürdüğüm gerçeği değiştirmez.

         Partiler kapatılmış, liderleri de gözaltına alınmıştır, çünkü bu partiler kendi aralarında dalaşırken büyük ve geleneksel düşmana, sola karşı etkili bir politika üretememişlerdir.

         12 Eylül ve Kenan Evren çok etkili(!) bir politika icat edip bizzat kendileri siyasal İslam’ı temsil etmişlerdir. 12 Mart’ın Erbakan’a Milli Selamet Partisi’ni yalvararak kurdurduğu dikkate alınırsa, iki darbenin birbirinden farklı olmadığı görülür.
 
         Bu da gösteriyor ki 12 Mart ve 12 Eylül kesinlikle (toptan) sola karşı, onu ezmek için yapılmıştır. Sonuç olarak tekmil sağa ve siyasal islam’cılara hizmet etmişlerdir.

         AKP işte bu darbelerin ürünüdür. Bu gün bakmayın liberallerin sözünü ettiği ilerlemeci yenilikçi masallarına, AKP Kesinlikle bir merkez sağ parti değil. O, DP, AP, YTP, ANAP ve DYP içinde, merkez sağ elmasının içinde, dinci bir parti olarak yaşadı. Özdemir İnce’nin dediği gibi “çürük elma yere düşerken içindeki kurt olan AKP bir kelebeğe dönüştü.”

Bugün o kelebek baştaki demokrat söylemlerinin aksine daha otoriterleşme eğilimindedir. Otoriter eğilimlerde halkın ses çıkarmasından hoşlanmaz. Demokrasi tanımı içinde böyle tepkilere sahip kitleleri görmek istemez.

Kısacası halkın içinde yer almadığı bir yönetim modeline demokrasi denemez. Onu da parti içi örgütlenme ve parti içi söz söyleme özgürlüğünden tutunda, parti yöneticisi veya milletvekilliği adaylık süreçlerine kadar; çalışma hayatında hak isteme biçimlerinden tutunda, toplu sözleşme hakkına sahip olup olmamaya kadar, amacına uygun sivil toplum örgütlenmesinden, ülke yönetiminde gücün paylaşılmasına kadar var olan duruma baktığımızda açıkça görürüz. Ülkemiz nüfusunun 46 milyon olduğu dönemde 2,5 milyon çalışan toplu sözleşme yapma hakkına sahipken, bugün 76 milyon olan ülkemizde bu hakka sahip sadece 600 bin kişidir. Bu görüntüden halkın demokrasiden kovulduğunu söylesek abartmış olmayız sanırım.

Liberallerin ihanetiyle gelinen nokta ne yazık ki bu!



BİTTİ

Yayın Tarihi17.07.2013

TÜRK LİBERALLERİNİN İHANETİ 1

         Türk devletine liberaller, “fikri hür, vicdanı hür” sloganlarıyla ihanet etmiştir. Onların kurdurduğu sağ partilerin hiç biri laik olamadığı için cumhuriyetin oluşturmak istediği akıl devleti kavramının sürekli altını oymuştur. Bu dediklerime sakın CHP mantığı denmesin, çünkü onlarda bu konuda suçludurlar. Tabansız ve seçkinci aydınlardan kurulu sol anlayışın temsilcisi CHP her seferinde iktidarı sağ partilere kaptırmıştır. Sosyal gelişmenin üst yapı kurumlarının dönüştürülmesiyle mümkün olacağını düşünerek ekonomik yapı ihmal edilmiştir. Oysa gerçek dönüşümü sadece üst yapı kurumları sağlamaz. Toplum bu yüzden görünürde iktisadi gelişmeyi savunan liberal görüşteki sağ partileri desteklemiştir. 1950 yılından itibaren Cumhuriyet iki başlı olmuş ve bu iki başlı görünümden kurtulamamıştır. Bu durum 1970’lerde bir dönem Rahmetli Bülent Ecevit’in ismine gösterdiği ilgi dışında halkın CHP’den devamlı olarak uzak durmasıyla günümüze kadar sürmüştür. O yıllarda esen sol rüzgârlarını, sadece adı sol olan CHP’nin, eski yöneticilerini partiden uzaklaştırarak değerlendiren Ecevit, çalışma hayatına getirdiği yeniliklerle halkın güvenini kazanmıştı. Daha sonra CHP iç çekişmelerin partisi olarak tarihe geçmiş, doğru dürüst politikalar üretemediği için iktidarı giderek aşırı sağa yönelen partilerden alamamıştır.

         Konumuz CHP değil, fakat değinmeden bu günü anlatmak imkânsız olduğu için CHP’den birkaç satır  yazmayı gerekli buldum. 

         Türkiye demokrasisinin kutsal simgesi(!) Demokrat Parti’nin mirasçısı bir parti dirilmeye başlıyor ama yıllardır o partiyi putlaştıranlar tedirgin oluyorlardı. Bu konuyu onun için açtım.

         Konuyu cumhuriyetin kuruluş yıllarından itibaren incelemek gerek. Birinci Meclis’te Mustafa Kemal önderliğinde, daha sonra CHP’nin özünü oluşturacak olan Birinci Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun kurulmasından sonra, organize muhalefet olarak İkinci Müdafaa-i Hukuk Grubu kurulur. İkinci Grubun temel özelliğinin “kişi istibdadına karşı mücadele olduğu” kurucuları tarafından söylenmiştir. Burada sözü edilen kişi Mustafa Kemal’dir. Bu mücadelede bakın ne yaparlar.

         Kurucularından Mersin Mebusu Selahattin Bey’in ifadesine göre, İkinci Grup, “Her türlü şahıs istibdadını önlemek, şahsi hakimiyet yerine kanuni hakimiyetler ikamesi gayesi ile kurulmuştur; Meclis diktatoryasına taraftar olup şahıs otokratlığına muhalefet etmiştir”. Bunun için meclise seçim yasasını değiştirme teklifi verirler. Yasa teklifine göre belirli bir yerde 5 seneden fazla ikamet etmemiş olanlar o bölgeden milletvekili seçilemeyecek; Misak-ı Milli sınırları dışında doğmuş olanların ve Türk kökenli olmayanların yine milletvekili seçilme hakkı olmayacaktı. Yani diyorlar ki; “biz meclisin baskıcı ve diktatör olmasını sakıncalı görmüyoruz, fakat bu hareketin lideri bizim hayat sahamızı kapatmayı düşünen Mustafa Kemal mecliste bile olmasın.”

         Bütün sağ parti iktidarlarının neden daha fazla yetki istedikleri, güçler dengesini oluşturan kurumları neden istemedikleri belli olmuyor mu? Onlar meclis diktatörlüğünün şiddetli savunucularıdır. Rahmetli Menderes’inde Demirel’inde, rahmetli Özal’ında, şimdide sayın başbakanında meclisin kurumlar üstü, hükümetlerinde meclis üstü olmasını istemesi boşuna değildir. Günümüz liberal demokratlarının atalarının demokrasi anlayışı böyle özetlenebilir. Oysa Mustafa Kemal ülkenin gelişmesini, donmuş, değişmeye direnen Osmanlı dinsel yapılarını kaldırmakta görüyor, medeni bir devletin ancak akılcı ve güçler ayrılığını kabul eden demokrasinin temellerini oluşturacak siyasi ve ekonomik şartlarını hazırlıyordu. Kaldı ki o dönem diktatörlerin dönemi olmasına ve yarı mutlak gelenekten gelmesine rağmen Mustafa Kemal çoğu yöneticiden daha demokrattı.

         Demokrat Parti kuruluncaya kadar dini cemaatler ya yeraltına inmişti ya da CHP içinde kılık değiştirerek yuvalanmıştı. Bu durum 1945’te Demokrat Parti’nin kurulmasına kadar devam etti. Demokrat Parti’nin kurulması ve 1950’de iktidara gelmesiyle tarikatlar ve cemaatler siyaset sahnesine çıktılar ve her gün giderek daha etkin olmaya başladılar.  İşte bu tarikatlar DP'yi sürekli olarak desteklediler.

         Demokrat Parti’nin bir merkez sağ, bir demokratik sağ parti olmak şansı vardı ama özellikle DP bünyesi içinde yeraltından çıkan siyasal islamcı kadrolar yüzünden marazlı milliyetçi-muhafazakâr, bir partiye dönüştü. Bu süreç içinde tarikat kadroları devlet yönetimine sızmaya ve etkin olmaya başladı. Böylece, ideolojik olarak laik bir merkez sağ, liberal parti olmak şansını yitirdi ve ne yazık ki yeni bir İkinci Grup kimliği kazandı. Bu kimlik kendisinden doğan yeni partilerin de kimliği oldu. Bu kimlik hiçbir zaman demokrasiyi halkın yönetime katılması olarak görmediği gibi, önceleri delege sistemiyle parti içi dengeleri gözeten demokratik görünümü lider egemenliğine girerek terk etmiş, bir siyasi görüşün iktidara taşınma çabası olarak kalmıştır.

         Adalet Partisi’nde de bu durum devam etti. Adalet Partisi gibi DYP de uzun süre siyasal islamcı ideolojinin seraları olarak kullanıldı.



DEVAM EDECEK

Yayın Tarihi15.07.2013

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 7

         Yazma eylemi başlı başına serüvendir. Dilinize ne kadar hakim olsanız da, eliniz beyninizin ürettiği düşüncelerden geri kaldığı için, siz bir cümleyi bitirene kadar, başka şeyler düşünmeye başlarsınız. Konuşma eylemi yazma eyleminden bunun için daha hızlıdır. Yazıyı sürdürmek o fazla düşünceleri bertaraf etmekle, yada konunun dışında yakaladığınız kendinizi geriye getirmekle mümkün. Ben sizlere neler yazmayı düşünürken neler yazdığıma bakıyorum ve çıkan sonuca bazen şaşırıyorum. Çoğunlukla hedeflediğim yazı çıkıyor fakat bazen de yazılar hiç düşünmediğim yere de gidiyor. Bunun nedeni bir şeyin zıddını da düşünmektir. Bunların arasından çok hızlı yargılayıp seçme yapılmazsa kelimeler ve düşünceler arasında yitip gitmemek elde değil. Bu yüzden bir çok şiiri ölü doğan şiirler mezarlığında toprağa verdim.
Bu gün size böyle yazmayı denediğim iki şiiri seçtim.

***   ***   *** 


Dergilerden fırlamış manken edasıyla
Yumuşacık ezgiler içinde, yüzer gibi yürürdün alımla
Şüpheli kadınlara has o muhteşem rahatlığınla
Yüreklerini hoplatırdın serçelerin
Şehvetli sakız patlatışınla


Aydın Göle
    1983


***   ***   *** 

Minicik eteklerde dev fırtınalar
Her sallanışında nice canlar can verirdi ardında
Bistüyerlerde ateşten narlar
Dokunmayın yanarsınız
Taytları parçalamaya ramak kalmış bacaklar
Saçlarda çılgın ressamların parmakları
Gece artar bir yerde
                              ve ardından müzik birikir
Birike birike gece ve müzik
                         vücutlar birbirine yaklaşır
Tenlerin teması
                      en sert ritm
                             ve gözlerde aşkın telaşı

                                                            
Aydın Göle
1989
                                                                       

***   ***   *** 


         Böyle bir adam vardı. Tanımazdım onu. Sokaklarda yatan diğer evsizlerden değildi, gün gibi aşikardı bu. Bisikleti onu diğer evsizlerden ayırıyordu. Çalışıyordu da. Kağıt topladığını gördüm. Meraklı, deler gibi bakışlarından ürkerdim. Üstü başı kahverenginin tonlarına dönmüştü. Daha kararmamıştı; hala zamana direniyor, yaşamaya çalışıyordu. Bu şiiri o adamdan etkilenerek  yazmıştım.

***   ***   *** 

Kırçıl bıyıkları tel tel ağzına düşmüş
Avurtlarını sakız gibi çiğniyor
Gözleri sönük, gözleri ışıksız
Belli değil nereye baktığı
Kış gecelerinin soğuğu jilet gibi
Görülmemiş ateş yaktığı
Nasıl sabrediyor, nasıl dayanıyor
Elini doğruyor soğuk, yüzünü doğruyor
Kocaman kafasını bir zayıf beden taşıyor
Hem bu bedenle, hem yalnız yaşıyor
Sokak lambaları onun meskeni
Ona insan demeye dilim varmıyor
Ne umutlar taşıyordur gençliğinde
Şimdi tümünün
Yükte ağır, pahada hafif olduğunu görüyor
Ve hayata
Beddualar ediyor, küfürler ediyor durmadan


Aydın Göle
1990

***   ***   *** 

         İnsan sevdiğinden uzaktaysa neler düşünmez? Gitmek ister gidemez, çağırır sevdiği gelemez. Zaman geçtikçe kendisinin çok sevdiğini, sevdiğinin onun sevdiği kadar sevmediğini düşünmeye başlar. Şiir bu düşüncelerin şiiri 

***   ***   *** 

Ellerini versen ellerime
Savursa bizi göklere bahar rüzgârları
Yumsan gözlerini rüyaya dalsan
Uzun uzun öpsem dudaklarını soluksuz kalsan
Bunca zaman kalır mıydın uzaklarda
Yalnız bana mı özgü sevmek
Sevmekte yalnızca sana
Razıyım versen ellerini ellerime
Üşümüş ellerime sıcaklığını 
Aceleci horozlarla sabahlara çıksa her gecemiz

Aydın Göle
1991  
                                                                          
***   ***   ***  

         Ve devamında sevdiğine söylenene bakar mısınız? Kırıp dökmeden ama onun böbürlenmesini onu yücelterek ona göstermek ne kadar zordur? Tersi bir davranış her şeyi bitirecektir çünkü. Ben kadınlarda böyle bir çekinme, sevdiğini kırmaktan korkma tavrı görmedim. Feministlerde durum daha kötü. Oysa hayatı üreten iki kişi. Biri kadın biri erkek. İşi aşırılığa vardırmanın anlamı yok! İzmlerin hepsinde olduğu gibi feminizmde de kalp yoktur. İnsan kalpsiz olursa makineden farkı kalmaz ki..

***   ***   *** 

Sen zamanlar arası gezgin
Mesafeler bir nefeslik
Gözlerinde arzuların kıvılcımları
Elinde bir hercai menekşe,
- ne varsa bilinmeyene dair - 
                                                  bir kitap
Arkanda rüzgârlar
                          ayaklarında saman yolu
Saçlarının arasından güneşler fışkırıyor
Her yolculuğundan hatıra bir yıldızla geliyorsun
Seni bir mekâna sığdırmak değil
              bir mekânda düşünmek bile zor
Beni sana çeken nedir, neyini seviyorum senin
Ben ki ezeli yorgun
Senin ardından koşmak ne mümkün
Seni beklemekten yoruluyorum

Aydın Göle
1991


***   ***   *** 

         Her ilişkide, iki insanın en basit ticari beraberliğinde bile iktidar mücadelesi vardır. Kimin sözü daha çok geçecektir? Bizim gibi temsili demokrasilerde (seçimle seçilmiş olmayı tek erdem olarak gören başbakanlarımız bu kültürün ürünü) bir kişi herkesi temsil eder düşüncesi hakimdir. Oysa katılımcı demokrasilerde temsil yeterli değildir. Burada oyuncu sayısı artar ve herkes rolü ve görevi gereği işin bir tarafından tutar. Ne yazık ki yüz elli yılı aşan demokrasi mücadelemizde batının yarım yamalak ta olsa becerdiği katılımcı demokrasiyi biz henüz keşfedemedik. Bir aşk şiiri diye kestirip atmadan aşağıdaki şiiri böyle değerlendirmenizi rica ederim. 

***   ***   *** 

SEN SEN OLARAK GEL

Sen sen olarak gel
Bende alayım kimliğimi
Senin elinde bir demet menekşe
Benim elimde gözü yaşlı karanfil
Orda sen ben, ben sen olsak, biz olsak
Ayrı tenlerde bir can
Erisek sevginin ateşiyle
Akşam üstleri bulut olsak
Tüy kadar hafif olsak, tül kadar ince
Şarkılar rüzgârımız
Ve oğlumuz kızımız
Sarılsak, kenetlensek
                                 ayrılmasak


Aydın Göle
16.05.1991

***   ***   ***

         Bir ara komşularımızdan, tanıdıklarımızdan aniden ölenler oldu. Hele mahallemizin bakkalı, bakkallıktan önce dondurmacısı olan ki oda geçen sene Alzheimer hastalığından aramızdan ayrılarak hakkın rahmetine kavuştu; kimilerinin Orhan ağabeyi, kimilerinin Orhan amcası, son kuşağın Orhan dedesinin hanımı Nebahat abla, ani ölümüyle beni çok şaşırtmış, çok üzmüştü. Nebahat abla rahmetli babayiğit bir gürcü kadınıydı. Çoğu erkeğin yapamayacağı şeyleri yapar, adamı evinden alırdı. Benim ikinci annemdi. Onlarla yolumuz T çizerdi. T’nin yatay çizgisinde, tamda ortada onların evleri vardı. Bizim evimiz dikey çizgideydi. Ben küçük yaşlarda değnekle dolaşırken düşmeye göreyim.. Evlerinin bütün yolu baştan başa gören konumu yüzünden benim düştüğümü görür görmez yalın ayak başı kabak camdan atlar beni kaldırırdı. Daha sonraki delikanlılığa geçmeye başladığım yıllarda, evlerinin önündeki çitin önünde, tamda pencerelerinin altında seyyar olarak fındık fıstık, leblebi çekirdek, sakız türü çerezler sattım. Çekirdek külâh ve kabuğu, sakızların kağıtlarıyla orası öyle kirlenirdi ki.. O her sabah süpürürdü, ben her öğleden sonra tekrar kirletirdim. Bir kere öf bile demezdi. Üstüne üstlük akşam ezanlarını aşan gürültülerimizde olurdu. Çünkü bütün arkadaşlarım da yanımda olurdu. Bu gün bile bu sevgi karşısında gözlerim yaşarıyor. Nebahat ablamın anılarımda özel bir yeri var. Onu andıkça özlemi çıkar gelir. Allah rahmetini esirgemesin. Bu şiirle ani ölümleri anlatmak istedim.

***   ***   ***

AYAKTA ÖLDÜLER

Asırların yükünü omuzlarında taşır gibi yorgun
Asırların gamı yüreklerindeymiş gibi üzgün
Yarınlardan bekledikleri yok gibi bezgin
Ayakta, dimdik ayakta öldüler


Bir çınar gibi, görülmeden eriyişleri
Görülmeden yavaş yavaş tükenişleri
Bir yarışta koşar gibi
Bir etabı bitirir gibi
Ayakta, dimdik ayakta öldüler

                                                           
Aydın Göle
16.05.1991
                                                                 

***   ***   ***


Sıcakların dayanılmazlaştığı bu günlerde, mekânınız yeşil gölge, duyduğunuz müzik, iftar sonrası içtiğiniz buz gibi su olsun. Gelecek Pazar buluşmak ümit ve dileğiyle..



Yayın Tarihi14.07.2013