30 Nisan 2014 Çarşamba

HALK OYLAMASI VE SANATÇI DUYARLILIĞIMI 2

Geçen yazıda “Müziğimizde öyle ses sanatçılarımız vardır ki; çağına damgasını vurmuş, ardından gelen pek çok sanatçı kendisini taklit etmiştir. (...) Ben bugün ve gelecek yazımda Sezen Aksu’yu konu edineceğim. 

Neden Sezen Aksu? Çünkü bu hanım sanatçı iktidarlara yakınlığıyla bilinir. Ama geçenlerde ilk kez AK Parti iktidarına ve Başbakana muhalif oldu ve başbakanın güç zehirlenmesine tutulduğunu söyledi. İşte buradan başlayarak Sezen Aksu’yu mercek altına almazsak çağımızı anlamakta güçlük çekeriz.
   
Aslına bakarsanız bu gün Sezen Aksu hayranlarını ve kendimi biraz üzeceğim. Neden derseniz, çok sevdiğim ama hem, her politik olayda duruşunun samimiyetsizliği ve iktidarlara yakın oluşuna tepkilerimi, hem pop müziğimize yaptığı olumsuzlukları vurgulayacağım, onun için. Akşam gazetesi eski yazarlarından Oray Eğin’de aynı konulardan söz ederek Sezen Aksu hakkında yazma gereği duymuştu.” Demiş ve devamını bugüne bırakmıştım. Devam ediyorum.

Arjantin’de 1976-1983 yılları arasında hüküm süren askeri cuntadan beri her hafta perşembe günü Plaza Del Mayo’da toplanan Plazo Del Mayo büyükanneleri örnek alınarak her cumartesi Galatasaray lisesi meydanında saat 12.00’de, gözaltında kaybolan evlatlarının aranıp bulunması, olaylardaki sorumlularının ortaya çıkarılması için anneler oturma eylemi başlatmışlardı. İşin politik tarafı bu gün gelinen ayrılıkçılığa çıkar. Yazımızın konusu değil, konunun bu tarafını burada bırakıyorum. Bizi ilgilendiren tarafı Sezen Aksu’nun bu eyleme destek vermesidir.

Oray Eğin, Sezen Aksu’nun politik kimliğini eleştirirken sadece o konuyla sınırlı kalmaz. Bakın o konuda başka neler yazar: “Cumartesi Anneleri’ni dahi kendisine promosyon aracı olarak kullanan, ‘mozaik’ falan diyerek kaset satmaya kalkan, kendisini kara listeye alan askerlerle arayı düzeltmek için Mehmetçik şiiri okuyan, ‘Kardelenler’ kampanyasında yer alıp Türkan Saylan’a zulüm uygulanırken ortadan kaybolan...

Oray Eğin’in şu sözlerine katılıyorum. “Her devrin sanatçısı Sezen Aksu...” 
“Hayatı boyunca bir kez bile görüşlerinden dolayı bedel ödememiş, rüzgâra karşı yürümemiş, hep o sırada ne modaysa onun peşinden gitmiş. Şimdi de aynı hesapçılıkla, aynı kolaycılıkla ‘Evet’ bayraktarlığı yapıyor.
Çünkü şimdi de kamuoyunda sahte bir ‘12 Eylül’le hesaplaşma rüzgârı var, hemen kendince pozisyon alıyor.”

Oray Eğin bunun sebebini de belirtmiş: “Oysa tıpkı siyasette AKP gibi, popüler kültürde de Sezen Aksu 12 Eylül’deki siyasi ve kültürel erozyonun dolaylı ürünleri. Türkiye bu kadar geriletilmeseydi, yetişecek kuşaklar bu kadar törpülenmeseydi Sezen Aksu’nun raf ömrü de bu kadar uzun olmazdı. Yatıp kalkıp Kenan Evren’in gençliğe yaptığı kötülüğe dua etsin bana kalırsa; cahiliye devrinde çok kaset sattı. Kalkıp da sakın önüme Erdal Eren için yazıldığı rivayet edilen ‘Son Bakış’ şarkısını, Sezen Aksu’nun ta o yıllardan kalma duyarlılığı olduğunu koymasın kimse.”

Oray Eğin’in belirttiği gibi bu gün varlığını borçlu olduğu 12 Eylül’ün yüzeysel, sığ, derinliği olmayan gençliği olmasa sanat hayatı bu kadar uzun sürmezdi belki de. O gençlik kişisel acıları tapınırcasına sevmiştir. Arabeskte uzantıları “Müslüm babalara” “Ferdi babalara” ve “Orhan babalara” kadar gider. Acısını sever, daha çok acı duymak için ayin yapar gibi kendini jiletler. Daha yumuşak, daha az acı severlerin gittiği yerdir Sezen Aksu.

“Sezen Aksu’nun şahsi tarihinde o yıllarda Murat Belge ve Enis Batur’la arkadaşlık ‘hit’tir. Epey sonra ‘Ah yanar döner a-acayipsin’ diye şarkılar yazmaya başladığında ‘Yıllarca bazı şarkılarımı sırf entelektüelleri memnun etmek, onlar istediği için söyledim’ benzeri laflar da etmişti. (Yıllar içinde pek çok konserine gittim ve ‘Son Bakış’a hiç denk gelmedim setlist’te.)
Sezen Aksu’nun 12 Eylül’le herhangi bir hesabı falan yok. Bütün çıkışları gibi bu da ‘yalandan kocaman geçici rengarenk oyuncak zafer’ onun için.
Herkesin referandumda istediği tercihi yapma, istediği partiyi destekleme, istediğine oy verme hakkı elbette bakidir. Ancak bu tercihlerin samimiyetinin sorgulanmayacağı anlamına da gelmez. 
Sorun da Sezen Aksu’nun ‘Evet’ ya da ‘Hayır’ demesi değil, artık hiç de şaşırtıcı gelmeyen samimiyetsizliğidir benim açımdan.”

Gerçekten sanatçı bu kadar yön ve yer değiştirir mi? Tutarlı olunamaz mı hiç? Ondan ben Aydın Göle olarak kendi adıma söyleyeyim çok büyük fedakârlıklar beklemiyorum. Cem Karaca gibi muhalif bir ozan, Bülent Ortaçgil gibi de kent ozanı olmasına ve bunun bedelini ödemesine gerek yok. Sadece tutarlı olsun yeter. Bu kadar değişik görüşlerin içinde yer alması onu bitiriyor bence.

Evet gördüğünüz gibi evet’çilerin içinde Sezen Aksu’da var. 12 eylül anayasasını tarihe gömmek için halkoylamasında evet oyu vereceğini söyleyen sanatçı, Kenan Evren cumhurbaşkanı seçildiğinde verdiği davete çağırılınca “aldığı davetten gurur duyduğunu” söyleyerek Onno Tunç, Gülriz Sururi, Ali Poyrazoğlu ve birçok başka isimle birlikte katılır. Ama aynı davete Aziz Nesin, Cemal Süreya, Melih Cevdet Anday, Yaşar Kemal ve İlhan Berk gibi bir çok isim katılmaz. Sanatçı olmak işte böyle bir şeydir. Aldığı davetle gurur duyan kişinin 12 eylülü sevmemesi için, demek ki Kenan Evren’in Cumhurbaşkanlığı’ndan inmesi gerekiyormuş. 

Bu kadar eleştirmeme rağmen kendisini çok severim. Hele o eski şarkılarını.. o benim gençliğimin bir sembolü. İnsan asıl sevdiklerinin yaptıklarına çok üzülür ve eleştirir.  Diğerleri ne gam..


BİTTİ



Yayın Tarihi: 30.04.2014

SEZEN AKSU: SANATÇI DUYARLILIĞIMI 1

Müziğimizde öyle ses sanatçılarımız vardır ki; çağına damgasını vurmuş, ardından gelen pek çok sanatçı kendisini taklit etmiştir. Hafız Burhan, Münir Nurettin Selçuk, Hamiyet Yüceses, Müzeyyen Senar, Ahmet Sezgin, Zeki Müren, Bülent Ersoy, Barış Manço, Cem Karaca, Ajda Pekkan, İbrahim Tatlıses ve Sezen Aksu nerdeyse 100 yıla yaklaşan zamandan beri kendilerinden sonra gelen bütün popüler müzik (güncel müzik desek daha uygun düşer sanırım) icracılarının sesleriyle icra ettikleri türlere göre taklit ettiği köşe başlarıdırlar. Bir gün popüler kültürün bu ünlülerinin sanatçılıklarını ve toplum üstündeki etkilerini araştıran biri çıkar herhalde. Ben bugün ve gelecek yazımda Sezen Aksu’yu konu edineceğim. 

Neden Sezen Aksu? Çünkü bu hanım sanatçı iktidarlara yakınlığıyla bilinir. Ama geçenlerde ilk kez AK Parti iktidarına ve Başbakana muhalif oldu ve başbakanın güç zehirlenmesine tutulduğunu söyledi. İşte buradan başlayarak Sezen Aksu’yu mercek altına almazsak çağımızı anlamakta güçlük çekeriz.
   
Aslına bakarsanız bu gün Sezen Aksu hayranlarını ve kendimi biraz üzeceğim. Neden derseniz, çok sevdiğim ama hem, her politik olayda duruşunun samimiyetsizliği ve iktidarlara yakın oluşuna tepkilerimi, hem pop müziğimize yaptığı olumsuzlukları vurgulayacağım, onun için. Akşam gazetesi eski yazarlarından Oray Eğin’de aynı konulardan söz ederek Sezen Aksu hakkında yazma gereği duymuştu.

“Sezen Aksu bana kalırsa Türkiye’nin en iyi prodüktörü” diyerek başladığı yazısında;

“Kendi kendisini olmadığı biri gibi ‘produce’ edebilen ve bunu tutturan, kabul ettiren en başarılı popüler kültür figürü” olduğunu vurgularken toplumun bu duruma tepki göstermemesine olan şaşkınlığını da dile getiriyor. “Bu formül öyle başarılı işlemiş ki samimiyetini, gerçekliğini sorgulamaya çoğu zaman gerek bile duyulmaz.”

Bunun içindir ki, kimi zaman egenin karşı kıyısına özlem duyar ve Yunan bestelerine Türkçe sözler eklediği şarkıları söyleyerek Türk-Yunan kardeşliğini bayrak edinir, kimi zaman “hepimiz ermeniyiz, ermeni biziz” sloganları içeren faaliyetler içinde görünür, kimi zamanda etnik kimlik tartışmaları içinde yer alır. Bizim; etnik kimlikleri daha çok ayrıştıran biçimde “bir mozaik” olduğumuzu ilk o savundu. Oysa son zamanlardaki politik ayrışmalara rağmen kutuplaşmanın önüne geçecek duyarlılığımızı çok şükür henüz yitirmediğimiz için hiç rahatlıkla ayrışamayacak biçimde iç içe geçmiş bir toplum olduğumuzu söyleyebiliriz. Bunun karşılığı “mozaik” değil, ancak “ebru”dur.   

Oray Eğin’in Sezen Aksu’nun şarkılarına yorumları da ilginç. Çoğu kulağımızda yer eden bu şarkıların bende dahil çoğunu herkes sevmiştir. Öyle bile olsa gerçekler saklanamaz ki.. peki neymiş o gerçekler, Oray Eğin’in kaleminden görelim. “Aysel Gürel’in üzerine giydirdiği ‘acı çeken ama meydan okuyan’ kadın kimliğinin üzerine gidip arabeskten uyarlama sözlerle sadece bu topraklarda karşılığı olan şarkılar yapmış, tutturmuştur.” Arabesk müziği sadece sözlerle pop müziğe taşımış olmakla kalmadı, makam olarak da arabesk müziğini pop müziği kalıpları içinde kullandı. Bu açıdan bakıldığında gelecek kuşakları etkilediği için pop müziğine yaptığı iyilik kadar, belki de daha fazla kötülük de yaptı. 

Oray Eğin’in şu sözleri ne kadar da doğru: “Gürel’den sonraki bütün şarkı sözleri de o mirasın türevleri, çeşitlemeleridir o kadar.” Bu gün eskisinden çok daha az üretiyorsa sebebi budur. 

Peki yaptığı besteler dünya listelerinde yer bulur mu? Buna da Oray Eğin’in cevabı şöyle: “Ve şarkılarındaki Sezen Aksu Türkçe acı çeker, Türkçe sevinir, Türkçe ağlar, Türkçe çığlık atar. Yereldir. Bu sözler yabancı dile çevrildiğinde, o müzikler Edirne’nin dışında çalındığında pek de anlam ifade etmez, yetersiz kalır. Kendisi de bunu bildiğinden yerel kalmaktan gocunmaz.”

“Aynı şekilde, sanatçılığı gibi ‘aktivist’ kimliği de bir prodüksiyon Sezen Aksu’nun. Herhangi bir birikime, eğitime, tecrübeye ya da politik bilince dayanmadığı çok belli. Bir kere çok yüzeysel ve içeriği boş. Bir başka popülist sanatçı ünlü İngiliz Rock gurubu U2’nun (okunuşuyla Yuutu’nun) solisti Bono’yla kıyaslarsan bile anaokulu öğrencisi seviyesinde kalır.” Bunun için yukarıda yazdığım gibi kimi zaman Türk-Yunan kardeşliğini, kimi zaman Ermeniciliği, kimi zaman etnik kimlikçiliği savunur. Dönemine göre ses getirecek ne varsa orda mutlaka yer alır.

Oray Eğin bunu da müziğiyle aynı paralelde gören yorumuyla anlatıyor. “Ancak burada da başarısı tıpkı şarkıları gibi politik kimliğini de sadece Türkiye’de tutturabileceğini bilmesi. Bu yüzeyselliğin sadece bu topraklarda prim yaptığını çözüp, yine tıpkı şarkılarında bulduğu damar gibi, toplumun belli dönemde yükselen duyarlılıklarından rant sağlayıp kendisine bir kimlik inşa etmesi asıl başarısı. Bunu da 12 Eylül’e borçlu.”

Sezen Aksu’yla gelen kuşak etliye sütlüye karışmayan hanımlar kuşağıdır. Görünüşte çok duyarlı oldukları kanısını uyandırırlar, oysa muhalif hiçbir yönleri yoktur. Buna da son zamanlarda insani boyut deniliyor. Oysa insani olan çözüm üretmektir. İç duyguların kraliçesi olmak işin en kolay tarafı. Sorunları çözmek yerine, sorunlar karşısında ağla!.. İşte bu yüzden Oray Eğin’in dediği gibi, “onun  çok yüce bir duyarlılığı olduğunu düşünenler, tıpkı onun çok büyük bir sanatçı olduğuna inananlar gibi 12 Eylül 1980 darbesinin yarattığı bir zihniyettir. Apolitik, yüzeysel, bilgisiz, düşünmeyen, özgürleştirilmemiş Kenan Evren kuşağı” dır.

Bir çok insan gibi bende bir dönem yaptığı şarkıları çok sevdim. Hepimiz “Şarkılarında ağlamışızdır, göbek atmışızdır belki ama onun ötesinde evrensel bir değeri yoktur Sezen Aksu’nun müziğinin. Ona bir ozan muamelesi yapmaya gerek yok, tipik bir pop şarkıcısıdır o kadar. Yüzeysel, derinliği olmayan, geçici.” Kendisine ozan muamelesi yapıldı, yapılıyor. Oysa ozanlık dirençli olmayı ve iktidarlardan, dolayısıyla güçten uzak durmayı gerektirir.

 “Aynı politik çıkışları ya da çok abartılan ‘duyarlılığı’ gibi.
Bu duyarlılığın tek özelliği olan her koşul ve şartta rüzgâr nereden eserse yönünü oraya çevirmek” hüner değildir.


DEVAM EDECEK



Yayın Tarihi: 28.04.2014

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlar. Nasılsınız? Kendinizi nasıl hissediyorsunuz? Yorgun mu, bezgin mi, halsiz mi, mutlu mu, mutsuz mu? Hafta sonunu iple mi çektiniz? Yoksa bugün daha çok mu sıkılıyorsunuz? Canınızı sıkan şey ne ise onu buldunuz mu? Yada içiniz kıpır kıpır ise nedenini biliyor musunuz? Siz mi iyimsersiniz, yoksa olaylar mı sizi iyimser yapıyor bu günlerde? Bana hangi birini söyleyebilirsiniz? Umarım siz gerçekten iyimser yönü ağır basan bir karaktere sahipsinizdir. Umarım size gelen her olay iyimserliğinizi arttırır. İyi bir çözümleyici olmanız durumunda her kötü şeyi olumluya çevirirsiniz.

İlk şiirle başlayalım.

Bu haftaki şiirleri kısa mesajla gönderilmiş şiirlerden oluşturdum. Bu şiir, Sevene inanamamayı anlattığım bir şiir. Seven ya her şeye çabuk inanır, yada her şeye öyle kolay inanamaz.  
….    ….

184
Sen daha önce neredeydin
Beni çok şaşırtıyorsun
Bana böyle gelseydin
Bozulur muydu rüyaların
Şimdi beni
Kadifelere sarıyorsun
Sevgilere karıyorsun
Ah!.. inansam..
Bir inanabilsem?

Aydın Göle
11 eylül 2002

***   ***

İnsan mutluysa bütün dünya onundur. Seven sevdiğiyle her zaman mutludur zaten. Cebinde dünyalar, kalbinde yar, başı bulutlarda gezer. İşte bunu anlatmaya çalıştığım bir şiir..
….    ….

185
Masmavi miskettir dünya
Cebimde gezdirdiğim
Denizler cebimde, dağlar cebimde
Denizler dedim de deniz gözlüm
Senin yerin kalbimde

Aydın Göle
16 eylül 2002

***   ***

Bir konuya bağlı olmadığı için açık anlamı olmayan bir şiir. Bütün olarak bakarsanız “servet yalnızlığı bitirmez” demeye çalıştığımı görürsünüz.

….    ….

186
Eski bir türkümüdür dilindeki
Elinde unutulmuş bahardan erguvan
Aynı kaldırımlarını mı arşınlıyorsun
bu lânet şehrin
Aynı bulutlar mı var göğünde
Yağmurların dinmedi mi halâ
Yabancı mısın kendine
Yitirip bulamadığın ne?
Garlardan çok insanı hasrete taşıdı tirenler
Çok yorgun yolcu bıraktı otobüsler terminallere
Palamar çözdü gemiler
Yalnızlığına ağladı limanlar
Sen nerdeydin rüzgârlar eserken
Belki Belkıs’ın beli tutulmuştu
Süleyman’ın hazinelerinde
Ağlarına lüferler takılmadı mı
Pulları gümüş gümüştü
Hepsi çok gün ve çok deniz görmüştü
Umutları belki ölmüştü
Kör karanlıkta seken kurşunla
Sen nerdeydin
Haraç mezat satılırken canlar

Aydın Göle
17 eylül 2002

***   ***

Felek bazen ağlatsa da bazen güldürür. Güldüreceğinde mavi güller yollar alabilene. Aslında mavi gül sevgiden başka bir şey değildir.
….    ….

187
O yaz, o bahçe
Özlemin dindiği
Sevdanın yandığı
Mavi güldü
Masal olsa şaşmazdım
Gerçekti, etimi dağlayacak kadar
Yokluğuna ağlayacak kadar gerçekti
Ben kaçtıkça o beni kendine çekti
Kurtuluşu istedim, hem istemedim
Mavi güle bir damla suydum
Bütün çirkinliklerimden soyundum
Giydim sevda hırkasını
Felekle buluştum
Gül dedi mavi gülünle

Aydın Göle
18 eylül 2002

***   ***

Ölüm yeşerir mi hiç, dediğinizi duyar gibi oluyorum. Evet yeşerir. Bu ölümler çoğalsın demek değil, yanlış anlaşılmasın. Bu mevsimin baharda durmasıyla, yani sevgiliyle olabilecek bir şey. Bu şiirde onu anlattım.

….    ….

188
Sen zamanlar arası gezgin
Ben ardında koşmaktan yorgun
Sen neş’enin kardeşi
Ben sevince dargın
Durdur mevsimleri baharda
Mavi gözlüm
Yeşersin ölüm bile

Aydın Göle
18 eylül 2002

***   ***

Bu şiirde dayatılan rejimlere baş kaldırı var. Tek rejim gezme, seyahat etme rejimi olmalı diyorum bu şiirde de.

….    ….

189
Sosyalizm, kapitalizm
Faşizm, narsizm, budizm
Ne kadar “izm” varsa canı cehenneme
Yaşasın can sıkılma özgürlüğüm
Aylaklığım can damarım
Yaşasın turizm!

Aydın Göle
18 eylül 2002

***   ***

Gözler her şeyi anlatır derler. Bir adım ötesi gözlerin sağlık vermesidir. O içinde taşıdığı enerjiyle her hastalığa, sevgiliyse bakan o gözle, kalp hastalığına da çare bulur.

….    ….

190
Efsunladı gözlerin
Hastalığım lâhzada geçti
Mahmuzlanmış gece atlarıydım
Güne koştum nalsız toynaklarımla
O günün içinde sen vardın

Aydın Göle
20 eylül 2002

***   ***

Şiirler züğürt avunmasıdır yüreğinde sevgi taşımayana. Sersefil yollarda sevgisiz kalan dolaşır. Güneşte doğmaz o zaman.

….    ….

191
Sabah mı oldu güneş nerde
Neden doğmuyor
Felek unuttu beni, sende unuttun
Harman yerinde boş bir samanım
Sersefil yollardayım
Rüzgârlarla ıslık çalıyorum
Yalnızlığımı saklarım
Gün görmemiş karanlıklarda
Dudağımda züğürt avunması şiirler

Aydın Göle
21 eylül 2002

***   ***
İnsan başkasına özendiği için kendisiyle barışık olamaz. Kendisiyle barışık olmak mutluluğa muhteşem bir davetiye göndermektir bence. Bu şiir, kendine dön diyen bir şiir.

192
Yaşam sihirli bir aynadır
Kendimizi görmediğimiz
Gördüğümüz başka hayatlardır
Biz olmaktan sıkılırız da
Yaşarız başka hayatları hayalimizde
Dönsek hayatımıza
Sadık kalıp sözümüze
Yaşasak!
Dünyaya sihirli değnek değer
Havai fişekler gibi patlar mutluluklar

Aydın Göle
21 eylül 2002

İyi pazarlar sevgili okurlar. Haftaya görüşmek üzere.



Yayın Tarihi: 27.04.2014

NEREYE ÇEKERSENİZ ÇEKİN HİKÂYELERİ

Milliyet Gazetesinden Hasan Pulur ustamız bir Pazar günü köşesine küçük küçük hikâyeler koymuştu. Onları not almıştım. Her biri bir ders niteliğinde.. anlamları her konuya uygun hikâyeler bunlar. Hani derler ya nereye çekersen çek, o cinsten. Başınız sıkıştığında baş vuracağınız hikâyeleriniz yoksa işiniz zordur. O zaman anlatacaklarınızı daha detaylı ve uzun uzun anlatmak zorunda kalırsınız. Ama anlatacak böyle küçük hikâyeleriniz varsa sohbetiniz hem renkli ve keyifli, hem daha anlaşılır olacak, bu arada sizde daha az yorulacaksınız.
İşte nereye isterseniz oraya çekeceğiniz ilk hikâyemiz.

***

Tavuk, çayırda otlayan ineğe gitmiş: “Merhaba inek hanım!” İnek, tavuğun kendisine, merhaba demesini yadırgamış:
“Hayrola?”
“Size, ortaklık teklif etsem, ne dersiniz?”
İnek, ne kadar inek olsa da, bir işi reddedecek kadar inek olmadığından, inekleşmemiş:
“Söyle bakalım, ne iş bu?”
“Sizinle sucuklu yumurta yapalım, insanlar sucuklu yumurtaya bayılır!”
  İneğin aklı yatmış, tavuk ortaklık şartlarını sıralamış:
“Bana münasip bir yerde folluk gösterin, gidip yumurtalarımı folluğa doldurayım!”
Birkaç gün sonra, tavuk, bir küfe yumurtayla çıkagelmiş, inek memnun, yalnız tavuğun yanındaki eli bıçaklı adamı gözü tutmamış:
“Ortak, bu adam kim?
“Kasap, sucuklu yumurta için… Sizi kesecek, sucuk yapacak, benim de yumurtalarım var, ortaklık tamam!”
İnek ayılır gibi olmuş:
“Bu ortaklık benim canıma mal olacak galiba!”
“Maalesef inek hazretleri, amacımız, insanlara bol, lezzetli ve şişmanlatmayan sucuklu yumurta yedirmek, değim mi? Hadi, lütfen kendinizi sayın kasaba teslim ediniz!”
………. 
İlk hikâyemize siz ne anlam verirsiniz bilmiyorum ama usta yazar, gelişmiş ülkelerle gelişmemiş ülkelerin ticaret anlaşması olarak nitelemiş.
İşte nereye isterseniz oraya çekeceğiniz ikinci hikâyemiz.

***
Cambazın biri (ip cambazı aklınıza gelmesin sakın, eskiden canlı hayvan alıp satanlara da cambaz denirdi A.G.), eşeği yularından çekip gelmiş, bir cambaz yanaşmış:
“Kaça bu eşek?”
“Bin lira!”
“Aldım gitti, ver elini helalleşelim!”
Birkaç kişi alıcının kulağına fısıldamış:
“Yahu görmüyor musun, bu eşek topal; onun için ucuza verdi!”
“O eşek topal değil, tırnağının arasına taş kaçmış, topal sanıp ucuza elden çıkarmağa bakıyor!”
Eşeği satana koşmuşlar:
“Yahu bu topal değilmiş, tırnağına taş kaçmış!”
Satıcı gülmüş:
“Eşek topal olmasına topal da, öyle sansınlar diye taşı tırnağına ben koydum!”
Alıcıya koşmuşlar:
“Yahu bu eşek gerçekten topalmış, taşı o koymuş. Seni de kandırdı, parayı aldı!”
Alıcı dövünmeğe başlamış:
“Vay namussuz; eğer verdiğim para sahte olmasaydı, beni kazıklayacaktı!”
........
Usta yazar bunu da serbest piyasaya örnek vermiş. Bende seçim ve halkoylamasıyla demokrasicilik oynayarak halkı kandıran muhalefet ve iktidar farkı olmaksızın bütün siyasetçileri örnek verirsem yanlış olmayacağını sanıyorum. Seçim zamanı iyice seviyesizleşen üslûpla ÇOCUKLARIMIZI koruyamaz duruma geldik. Onlar oyunlarında bu dili kullanıyorlar. Hele bazıları tam kabadayı..
Nereye isterseniz oraya çekeceğiniz üçüncü hikâyemize geldi sıra..

***

Aslan, eşek ve tilki ava çıkmışlar; bir geyiği vurup gelmişler. Aslan emretmiş:
“Şunu pay edin!”
Eşek avı üç eşit parçaya bölmüş, herkesin payını vermiş; ama aslan beğenmemiş:
“Hani benim aslan payım!”
Eşek, eşekliğinden olacak anlamamış:
“Ne demek aslan payı!”
Aslan bir pençede eşeği parçalamış, sonra, tilkiye dönmüş:
“Hadi, sen pay et!”
“Efendim sizin olduğunuz yerde pay etmek ne demek? Hepsi sizin, buyurun afiyetle yiyin!”
Aslan hayretle sormuş:
“Sen bunu kimden öğrendin?”
Tilki cansız yatan eşeği göstermiş:
........
Hasan Pulur bu hikâyeyi “sosyal adaletçilikle” özdeşleştirmiş. Ben gücün tehlikesinden söz edeceğim. Bütün gücü elinde tutan iktidarlar hangi yetkiyi paylaşır, sorarım.



Yayın Tarihi: 25.04.2014

ANADOLU FEDERAL CUMHURİYETİ

Bugün 2010 yılında anayasa değişikliği için yapılan halk oylaması öncesinde yazdığım, şimdi kapanmış olan gazetede yayınlanan aynı isimli yazıdan alıntı yapacağım. Orda ülkemizin geleceği hakkında öngörülerde bulunmuştum. Bugün bu öngörülerin nerdeyse yüzde yüz gerçekleştiğini görüyoruz.

Sizi o yazımdan aldığım bölümlerle baş başa bırakıyorum.

*

2002 yılının başlarıydı, Paris’te meşhurların resmini kaldırımlara çizdikleri bir caddede Atatürk’ün resmini çizmişlerdi. O zaman DSP, MHP ve ANAP koalisyon hükümeti iktidardaydı. Bütün hariciye ile birlikte genelkurmayda ayaklanmış, Atatürk resminin, dolayısıyla isminin ayaklar altına alınmasını engellemeye çalışmışlardı. Nitekim bir hafta sürmeden o resim kaldırımdan silindi.

Türkiye’nin tepkisine cevap veren Avrupa Birliği (AB) ne demişti biliyor musunuz? “Çağımız her türlü ideolojinin reddedildiği, özgürlükçü bir çağdır. Özgürlükçülüğü ilke edinmiş Avrupa Birliği üyeliğinin şartı gereği sizde “Kemalizm”i bırakmalısınız. Ancak öyle AB üyesi olabilirsiniz.”

3 kasım 2002’de seçimleri kazanan AKP, siyasi yasaklı Recep Tayyip Erdoğan affedilip (bu yasağın kalkması için Deniz Baykal’da doğrudan etkili olmuştu) siyasi yasağı kalktıktan sonra liderine kavuşmuştu. Erdoğanlı AKP’nin İlk icraatı AB’ye tam üyelik konusunda görüşmelere başlamak olmuştu. Bu arada Amerika’da komşu kapısı yapılmış her vesileyle sık sık Amerika’ya gidiliyordu. Görüşmeler sonunda AB’nin 100 bin sayfalık uyum yasaları ile karşılaştık. Böylece AB üyesi olma sürecinde TSK’nın hem denetlenmesi ve hem de Kemalist ideolojiden koparılmasına çalışılmıştı.

Şimdi sıra yargıya geldi. O da laik ve Kemalist ideolojiden koparılıp denetlenir duruma gelmeliydi. Çünkü, eğer AB üyeliği hevesi bitmediyse –ki, bence bitti- uyum yasaları başka türlü geçemezdi. Sadece o da değil tabii. Amerika’nın yeni Ortadoğu politikaları gereği kurulan Kürt devletinin Türkiye bölümüne karşı çıkacak hiçbir unsur kalmamalı. Hepiniz biliyorsunuz Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir özerkliği korkusuzca savunuyor artık. Bölgelerinde Türk bayrağıyla Kürt bayrağının birlikte dalgalanmasından söz edebiliyor.

Keşke TSK ve Yargı, denetlenme yerine demokrasiyi derinleştirmek için tarafsızlaştırılsalar. Fakat tam tersine Türkiye Cumhuriyeti yerine kurulmak istenen “Anadolu Federal Cumhuriyeti”ne giden yolda taş bırakılmamaya çalışılıyor. Referandumda aslında bu oylanacak. Kurulmak istenen yeni devletin ismi bu. Bu yeni ismi yandaş yazarlarla Kürtçü yazarlar açık açık dillendirdiler. Türkiye ismi bir etnik kimliği çağrıştırıyormuş, bu isimle devlet olmazmış, olursa da faşist devlet olurmuş. Bu isim bu yüzden kalkmalıymış. Gelin görün ki halkoylaması öncesi bunu kimse söylemiyor.  

Şimdi bu okuduklarınızı lütfen üst üste koyun. Son anayasa değişikliği için yapılacak halk oylamasını da bunların üstüne koyun. Anadolu Federal Cumhuriyeti’ne bundan sonra evet diyebilir misiniz?

*
O yazımdan alıntı yapmayı burada bitiriyorum.

Şimdi bir gerçeğe gelelim.

Türkiye bu duruma kuşkusuz bir günde ve sadece AKP eliyle gelmedi. Bağlı olduğumuz kapitalist egemen dünyanın her 10 yılda yavaş yavaş uygulattığı bir takım programlar, içinde bulunduğumuz durumun başlıca sebebidir.

Önce 1946 yılından itibaren (Marshal yardımı adıyla) yabancı sermayenin ülkeye girişi kabul edilerek ilk adım atıldı. Bunun üstüne1950’lerde ithalat rejimi geldi. 1960’başlayan ve 1970’lerde hızlanan sanayileşme ve ağır sanayi hamlesi 1980’de bitirildi. Ardından yerli sermayeye kiralama adıyla, 1990’larda da küçük hareketlerle başlayan KİT’lerin yabancılara satışı 2000’li yıllarda çılgınlık derecesinde hızlanarak devletin ekonomik gücü bitirildi. Artık devletin direnci kalmamıştı. Bunun üstüne gelen AB uyum yasalarıyla da tarım sektörü büyük darbe yedi. Tarımıyla kendine yeten 7 ülkeden biriyken arpa, buğday, hatta saman bile ithal eder olduk. Dünya eti kilosu 5 dolardan yerken biz 17 dolardan yiyoruz.

Bu durumda Anadolu Federe Cumhuriyeti kurulmaz da ne olur?


Yayın Tarihi: 23.04.2014

NEDEN KRİZ VEYA NEDEN KAVGA?







Daha önce başka gazetede yayınlanan bu yazıyı dört sene önce yazmıştım. Virgülüne dokunmadan sizlere sunuyorum. Bugünde güncelliğini koruyor bence. Okuyunca bana hak vereceğinizi düşünüyorum.

***

Liderlerin halkla beraberliğinde biraz üst perdeden bir ses, hafif yukarı kalkık kaş ve yarı kapalı gözlerle konuşmasından siz ne anlam çıkarırsınız bilmem ama, ben şu anlamı çıkarıyorum:

“Otur oturduğun yerde, bilip bilmeden konuşma, bizim bildiğimizi sen bilemezsin. Biz en iyisini biliriz. Onun için bizi kuzu kuzu dinle, dediklerimizi paşa paşa yap.”

Ben dernekçiliğe başladığımdan beri bütün siyasilerden aynı tavrı gördüm. Derneğimizi ziyarete gelen her siyasetçi egemenliğini zorla kabul ettirmek sevdasındaydı.

Akıl almaktan çok akıl vermeye meraklılar.

Oysa bulundukları yerde akıl alırlarsa akıllılık etmiş olurlar. Onlara aklı biz satacağız, onlarda bu akıllardan toplumun ihtiyacına çözüm bulup sorunları halledecekler. Ama bir bakıyorsunuz daha çok öğüt veriyorlar. Hepsi birer başöğretmen mübarekler. Başbakanımız bu konuda şampiyonluğu şimdiye kadar kimseye bırakmadı, bırakmaya da niyeti yok gibi. Gerek gördüğü herkese öğüt veriyor, yetmezse azarlıyor, o da yetmezse kavga bile ediyor. Benim halkım demesini çok seviyor ama halkıyla hiç barışık değil. Bekir Coşkun’un da belirttiği gibi kimlerle kavga etmedi ki.. her kavga bir kriz..  nerdeyse krizsiz günümüz yok. Kendisinden inanın çok korkuyorum. Korkmakta da haklı olduğumu düşünüyorum.

Bakın, başbakanımız şimdiye kadar kimlerle kavga etmiş. Kimlerle kriz yaşamış:   

“Memurla kriz...
HSYK ile kriz...
Anayasa Mahkemesi ile kriz...
TÜSİAD ile kriz...
İşçilerle kriz...
Sendikalarla kriz...
Ordu ile kriz...”

Şaşırmadınız değil mi? Zaten bildiğiniz bir şey, neden şaşıracaksınız ki.. başbakanımız devletin idare mekanizmasından tutunda toplumun üretim mekanizmasına kadar her alanda kriz üretmeye doymuyor. Listemize her gün yeni bir kesim ekleniyor. Bunların kimler olduğunu öğrenmek için Bekir Coşkun’un yazısını okumaya devam edelim.

Besiciyle kriz... 
Kasapla kriz...
Hayvanları sevenlerle kriz... 
Çiftçiyle kriz... 
Fındıkçıyla kriz... 
Fıstıkçıyla kriz...”

“Referandumda “hayır”lar kazanırsa Allah korusun, kriz çıkar diyorlar...”

Bekir Coşkun pekte haksız sayılmaz. Anayasa değişikliği için gidilecek halk oylaması evet çıkmazsa bunun acısını vatandaştan kim bilir nasıl çıkarır? Evet çıkarsa da başka türlü bir acı çıkarma mümkün olacak. Bu durumda kendimi sıkıştırılmış hissediyorum. Ya siz? Haber Türk’te yayımlanan aynı yazıyı okumaya devam edelim.

Öğretmenlerle kriz... 
Medyayla kriz... 
Karikatürcülerle kriz... 
Yazarlarla kriz... 
Doktorlarla kriz... 
Hastanelerle kriz... 
Grip virüsüyle kriz... 
Bakkallarla kriz... 
Marketlerle kriz...”


“Kriz çıkmaması için inşallah herkesin “evet” demesi gerektiğini söylüyorlar...”

Başbakanımızın gördüğünüz gibi hiçte çekincesi yok. Ayırımsız herkes ağzının payını alıyor. Biz onu neden seçmiştik? Ülkemize dirlik düzenlik versin, sosyal refahı arttırsın diye değil mi? Ama böyle giderse ayakta kalan sosyal katman kalmayacak. 

CHP ile kriz...
MHP ile kriz...
BDP ile (PKK hariç) kriz...
Sabah kriz...
Öğlen kriz...
Akşam kriz...
Her gün kriz...
Her an kriz...”

Bekir Coşkun’a hak vermemek mümkün değil. Akşam krizle yatıyoruz, Sabahta krizle kalkıyoruz. Ben bu durumdan açıkça kuşku duyuyorum. (nerdeyse kırk yıllık) dostum bu durumun  “kişi ve kurumların darmadağın olması ve birbirleriyle temas kuramamaları için bilinçli yapıldığını” söylüyor ve “bu bir taktik gereğidir” diyor. Birde anayasa değişikliği halk oylamasıyla kabul edilirse siz 12 eylül sonrasını görün. Peki “neden kriz veya neden kavga” tercih edilir?

***

Yazı burada bitti. Sorulan sorunun altından çok zaman geçti ve bu geçen zaman soruyu cevaplarken dostumu doğrulamadı mı sizce de, ne dersiniz?



ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlar. Gene hafta sonuna erdik neyse ki.. neyse ki diyorum, çünkü yıllardır çok hızlı değişen gündem yüzünden hep dağılıyoruz. Üstüne üstlük geçimimizi sağlamak için epey yoruluyoruz zaten. Gerçi bir işi olup da çalışabilenler bu işsizlikte şanslı sayılmalı. Bu yorgunluk mutlu yorgunluk olmakla kalmıyor işte. Ne demiş şair?  “Görmedim ömrümün asude geçen demini.” Demek ki o zamanlarda da sakin sessiz hayat, bir özlemmiş. Bu gün bu daha çok istenen bir şey. İşte sizlere biraz böyle anlar yaşatmaya adanmış şiirlerle karşınızdayım.

Gönderilmemiş şiirlere bu hafta da devam ediyorum. Bu şiirler de ayrılık şiirleri..  Bu günkü ilk şiir biraz karışık gibi görünse de, gereksiz görünen her şey gereklidir diyerek, sonundaki gereklileri vurgulayarak karışıklığı aşan bir şiir oldu.   

….    ….

40
Ne lüzumu var
Ne lüzumu var
Domateslerin kızarmasına
Ne lüzumu var
Ne lüzumu var
Patateslerin, soğanların
Saklanmasına yerin altında
Ne lüzumu var
Kocaman ağaçlarda
Küçücük cevizler
Felçli gibi sürünen bostanlarda
Kocaman karpuzlar
Ne lüzumu var
Ne lüzumu var
Minik yüreklere
Büyük sevdalar mı lâzım
Harfi harfine işliyor kader
Harfi harfine..
Ne lüzumu var
Ne lüzumu var
Bir güzele müsvedde miyim
Müsvedde mi doğurdun beni anne
İlk evlâdınım hani, demem ondan
Üstelik şair, zaten çirkinim
Dar kapılardan geçtim asırlarca
Asırlarca çemberi kıramadım
Ne lüzumu var
Ne lüzumu var
Zincirlerle dövdüm bedenimi
Çaput bağladım telli babalara
Yalvardım tanrıya el açıp
Göz yaşı dökerek yakardım
Güzel yarınlar diledim dualarımla
Savaşsız bir dünyaya doğsun diye bebekler
Kokulu meyveler koparsınlar diye dallardan
Topraktan biter güller
Topraktan fışkırır su
Kaçmadan göğün mavisi
Ne lüzumu var
Ne lüzumu var
Çerçöpü ben attım
Ben yaktım ormanları
Harfi harfine işliyor kader
Ben yaya kaldım.
Ben sensiz kaldım
Ne lüzumu var ha,
Ne lüzumu var

Aydın Göle
28 ağustos 2002

***   ***

Tipik bir ayrılık şiiri daha. İnsan sevdiğinden ayrılınca denizini yitirmiş gemi gibi karaya oturmuş duygusuna kapılır. Her yer yüzemeyeceği kadar sığdır.

….    ….

41
Bir yanım virane
Bir yanım bahçe bahar
Seni bu divane gönlüm
Her gün bıkmadan arar
Yetmiyor bana sığ kıyılar
Gel güvercinim
Başımın üstünde uç
Enginler çağırıyor
Çağırıyor rüzgâr
Sensizlik bana sığ kıyıdır

Aydın Göle
30 ağustos 2002

***   ***

İnsan ölünce öte dünyaya nelerini götürür? Sadece günah ve sevaplarını mı dersiniz? Bence dünyada edindiği sevgileri ve bıraktığı güzel izlenimi de götürür. Yunus bunun için
 “Bir kez gönül yıktınsa/Bu kıldığın namaz değil/Yetmiş iki millet dahi/Elin yüzün yuğmaz değil” demez mi?  İşte bende sevdiğime sevgisini de götüreceğimi söylüyorum.

….    ….

42
Hiç için sızlıyor mu ben aklına düştüğümde
Sahi ben aklına düşüyor muyum vefasızım
Ne kadar çabuk vazgeçtin benden
Dönmeyeceğini bile bile seni seviyorum
Umut yorgunu eski zaman yolcusuyum
Sevdalar yordu her durakta
Sen bir rüzgârdın sevda estin delice
Saçlarımı dağınık görürsün
Asıl dağılan kalbimdi
Sen onu bilmezsin
Ne bağ bıraktın, ne bahçe
Bir gün postadan alırsan bir pulsuz dilekçe
Beni affet sevdiğim
Hayattan istifa ediyorum
Sevginle gidiyorum, gideceğim yere

Aydın Göle
31 ağustos 2002

***   ***

Bu şiirde şiirlerimde kendimi anlattığımı, sevgilinin bunu anlamadığını söylüyorum. Hatta sevgimi tarif ederken bu sevgiyi ne sandığını soruyorum.

….    ….

43
Sakat doğan çocuklardı şiirlerim
Kiminin eli yoktu, dokunamazdı sevginize
Kiminin gözü yoktu, göremezdi güzelliğinizi
Kiminin ayakları yoktu, size gelemezdi hiç
Kiminin kulakları yoktu, ne kadar çağırsanız nafile
Kiminin dili lâl, iki çift lâf edemezdi size
Kiminin yüreği yoktu, korkardı her şeyden
Size sevgisini söylemeye bile
Ama hepsinde bir kalp vardı, gece gündüz size atan
Bendim bunların hepsi, hepsi bendim
Sizi o kadar sevdim anlamadınız
Öptüğüm kadındınız
Taptığım kadındınız
Dünyayı uğrunuza
Sattığım kadındınız
Ben sizi böyle sevdim
Siz ne sandınız

Aydın Göle
01 eylül 2002

***   ***

Her sevgili hatırlanmak için bir şeyini verir. Bu sevdalı kişiyi fetişizme (saplantıcılık) sürükler. Benim saplantım verdiği bir tel saçtı. Onu pamuklara sarmış ve bir küçük keseciğe koymuştum. Bir gün yerinde yeller estiğini görünce çok üzüldüm. Bu şiir, o olay üzerine yazılmıştı.

….    ….

44
Affet sevdiğim
Verdiğin bir tel saçını yitirdim
Dudaklarım uyuştu
Yüzüm kırıştı
Saçlarım diken diken
Bedenim yüksek gerilimde
Her yanım titriyor
Bir daha felç oldum bu sabah
Keşke saçlarım dökülseydi
Bir teli kalmasaydı başımda
Rüzgâr katıp önüne yaprak gibi
Savursaydı göklere
Beni vursaydı acı acı ıslıklarla duvarlara
Senden kalan tek güç kaynağımdı o saç telin.
Bir tek tel deyip geçme, o sanki elin,
Ellerindi sanki, bana güç veren.
Şimdi sen yoksun, saçların yok
Birde ellerin
Ağır kederi günlerin
Beni daha kolay yaralar artık
Beni affet sevdiğim
Seni saklayamadım.

Aydın Göle
02 eylül 2002

***   ***

Bu haftanın son şiiriyle sizlere veda ediyorum sevgili okurlar. Haftaya görüşmek üzere hoşça kalın.

45
Biten bir şey yok
Her şey sadece durdu
Bitti sandığımız çok yangın
İçten içe devam eder yanmaya
Bu ateşi söndürmeye gücüm yok
Su utanır ateşin karşısında
Sevda ateşi bu, su kâr etmez ki
Bu ateşe bir yürek yetmez ki
Zaman söndürür kimileyin
Kimileyin hasret eker yangına
Sevdaya tutulmaya gör
Bu ateşte yanmaya gör
Kurtulmak istersinde
Gene razı olursun ateşe
Mutlu memnun yanarsın
Şamdandaki mum gibi
Gözlerin masum bakar, yarınları bilmeden
Zavallı mahkûm!
Zavallı mahkûm, yani ben
Bütün zavallılığımla sevdana tapıyorum
Zaten ben seni sevmedim, sana taptım
Yürekler sevdanın mabedi
Adın bildiğim tek dua
Bu mabette başka dua okunmuyor
Bin cefa etsen de bana dokunmuyor
Mor sümbülüm.

Aydın Göle
02 eylül 2002

***   ***

Hepinize iyi pazarlar.



Yayın Tarihi: 20.04.2014

BİZİM ÜLKEMİZ ÇELİŞKİLER ÜLKESİDİR

17 Ağustos 1999 Marmara depreminde haberleri radyodan dinlerken veya televizyondan izlerken ulaşılan enkaz sayısı ve içinden çıkan ölü sayısı verildiğini duyuyorduk. Çok geçmedi köktenci bir gurubun işlediği söylenen cinayetler gündemde yer tuttu. Orda da domuzbağı denen bir yöntemle bağlanıp işkenceyle öldürülen cesetler gösterildi. Her gün içinde böyle cesetlerin bulunduğu bir veya birkaç mezar keşfediliyor, haber bültenlerinde açılan toplam mezar sayısı ve toplam ceset sayısı veriliyordu. Ne ilgisi var diyeceksiniz ama insan aklı işte, bir ilgi kuruyor, bende bu durumu seçim sonrası açıklanan sonuçlara çok benzettim.

Seçimlerde Türkiye toplamı açıklanırken açılan sandık sayısı, sayılan oy sayısı, geçerli oy ve iptal edilen oy sayısının verilmesinin ardından, oyların illere göre dağılımı belirtiliyor değil mi? İnanın depremde ulaşılan enkaz sayısıyla çıkan ölü sayısının, köktenci örgütün işlediği söylenen cinayetler sonunda ulaşılan mezar sayısıyla çıkan ölü sayısının açıklanışı arasında trajikomik benzerlikler vardı. O kadar ki açıklanan oy sayısının birden yetkili ağızlarca değişmesi gibi ölü sayısı da yetkili ağızlarca değişiyordu. Marmara depreminde (radyodan dinlediğimde çok şaşırmıştım) toplam ölü sayısı verilirken ilimizde açıklanan ölü sayısı üç binden bin küsurlara indirilmiş, toplam ölü sayısı iki bin küsur olarak açıklanmıştı, hatırlar mısınız? Oysa 2000 yılında ilimiz muhtarlar derneği başkanından bu sayının 23.000 olduğunu öğrenmiştim. Kayıp konut sayısıyla karşılaştığımız aileler arasında bir veya birden fazla ferdini kaybetmiş ailelerin çokluğu bu sayıyı doğrular nitelikteydi. Aynı şey 22 temmuz 2004 tarihinde ilimizin Pamukova ilçesinde meydana gelen hızlı tren kazasında da yaşandı. Devrilen vagon sayısı ve o vagonlardan çıkan ölü sayısı aynı biçimde verilmişti. Orda da önce 43 ölü açıklanmıştı, sonra bu sayı 38’e indirilmişti (bu haberleri araştırırken bir internet sitesinde makinistin suçlanmasına atıfta bulunan vatandaşımızdan birinin şu yazısı yorumlar köşesinde dikkatimi çekti: “Bakan açısından rutin, vatandaş açısından vahim bir durum. Halka hizmet Hakka hizmetse, hizmette kusur neticesinde görevi terk edebilme de erdemdir”).

Çok uzun süre bu sözünü ettiğim konunun şiirini yazmak istedim. Bir Nazım Hikmet, bir Necip Fazıl, bir Yahya Kemal Beyatlı, bir Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın bu şiiri nasıl yazabileceklerini düşündüm. Böyle bir şiir yazma konusunda Nazım Hikmet’le Fazıl Hüsnü Dağlarca diğer şairlerimizden ayrılıyorlardı. Onlar daha anlatımcı şiirler yazabiliyorlardı çünkü. Bu şiiri yazma konusunda birkaç deneme yaptım ama yazdığım şiirleri beğenmedim. Aradan ilk konunun üstünden 15, son konunun üstünden de 11 yıl geçti, bu konuyu tamamen unutmuştum. Bir süre önce Yılmaz Özdil’in köşe yazısını okuyunca tekrar aklıma geldi.

BİZİM ÜLKEMİZ ÇELİŞKİLER ÜLKESİDİR. Bu çelişkileri her yerde görebilirsiniz. Ağzını açan her yetkili yeni çelişkiler meydana getiriyor. Yılmaz Özdil bu çelişkileri mizah diliyle çok güzel vurgulayan (ilimizde doğmuş) bir yazar. Size o yazıyı olduğu gibi sunuyorum.
…   …   …

“En iyi vatandaş ölü vatandaş...

2007’de 73 milyon kişiydik. Seçim yapıldı...
O günkü resmi seçmen sayımız 42 milyondu.
*
Sonra bi saydılar...
Güya 73 milyonmuşuz meğer... Çıka çıka anca 70 milyon kişi çıktık.
*
Bugün, 72 milyonuz.
*
Buna mukabil...
*
Referandum için oy kullanacak seçmen sayımızı açıkladılar, hoppalaa... 
49 milyon kişi iyi mi! Nüfusumuz 3 senede 1 milyon azalırken, seçmen sayımız 7 milyon artmış.
*
Kişi başı milli gelir, hasta başına düşen doktor, öğrenci başına öğretmen,
işsiz sayısı hesaplanırken...
Vatandaş azalıyor.
*
Seçim yaklaşırken...
Vatandaş çoğalıyor.
*
Dolar karşısındaki Türk Lirası gibi.
“Dalgalı” vatandaş yani!
*
İktidar “parti”mizin arz-talep dengesine göre, değişiyor “parite”si.
*
Dolayısıyla, “ölüler bile evet demeli” lafı boşuna değil... “Zincirlikuyu’da açılan sandık sayısı, Karacaahmet’te oy verme işlemi tamamlandı” gibi ifadeler görürseniz, şaşmayın.
*
Ve, sakın ola aramayın  bi kötülük.
Yoktur eğrilik büğrülük.
*
Çünkü, o maksatla “nüfus kütüğü”ne “seçmen kütüğü”ne yazarlar bizi... Ki, devleti yöneten arkadaşlar ayırt edebilsin, hangisi “bu nasıl iş?” diye merak eden vatandaştır, hangisi kütük!
…   …   …

Eskiden bir reklam vardı; “YOKTUR BİR BİRİMİZDEN FARKIMIZ” derdi ve arkasından “AMA BİZ OSMANLI BANKASIYIZ” deyip adlarını vererek reklamı bitirirdi. Bu yazının adı sizce ne olsun? Ben “BİZİM ÜLKEMİZ ÇELİŞKİLER ÜLKESİDİR” koydum ama siz isterseniz bu reklam sloganını kullanın.



Yayın Tarihi: 18.04.2014 

STANDARTLAR IŞIĞINDA ALMANYA VE ÇİN ÖRNEKLEMESİYLE KALKINMA ÖNCELİĞİ

Bir önceki yazımızda öçütler yani (yabancı dilden aktarılan söylemiyle) standartlardan söz etmiş, en temel standardın “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” olduğunu belirtmiş, buna bakarak dilim döndüğünce asgari ücreti değerlendirmeye çalışmıştım. Bu beyanname siyasi kavgalar içindeki ülkemiz insanlarının umurunda olmayabilir. Oysa her şey ona gelip dayanıyor.

Konumuza tekrar döneriz. Şimdi biraz geriye gidelim ve kısa geçmişimizle ilgili bir özet yapalım.

Atatürk’ün öncülüğünde başlayan,1960’larda hızlanarak süren sanayileşme hamlesinde 1970’ler devletçiliğin önemli olduğu, pek çok yatırımın devlet tarafından yapıldığı dönemdir. 1980’ler bu yatırımın durduğu, hatta devletin elindeki işletmelerin satılma fikrinin ortaya atıldığı, 1990’lar bu fikrin uygulamaya konduğu, 2000’lerde yapılan satışların (sanayinin yanı sıra ziraatinde) bitirildiği dönemdir. Bu süreçte ekonomik yapıya hakimiyetinden dolayı devletin yapısının hantallığından söz ediliyordu. Her iktidara gelen Siyasi parti tarafından, seçmenine ve yandaşına yaranmak için işsizliği görece olarak indiren, ama devletin çok daha hantallaşmasına sebep olan, Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT) adıyla andığımız bu işletmeler  gereğinden fazla personel ve işçiyle dolduruldu. Öyle ki, aynı partiden bir bakan değiştiğinde bile ilgili bakanlığın elindeki  KİT’lere yeniden, fakat bu kez o bakanın etrafında kümelenenler işe alınıyordu. Sonunda KİT’lerin zarar ettiği sözleri yaygınlaştı. KİT’lerde çalışanların maaşlarının vergi ödeyen bordroluların sırtına bindirildiği belirtilerek bunların satışına zemin hazırlandı. Kamuoyunun böylelikle KİT çalışanlarına husumet duymaları sağlanarak KİT’lerin satışına engel olmalarının önüne geçilmiş oldu. Ardından KİT’lerde çalışan işçilere ne olduysa oldu. Hepsi işsiz kaldı. Memur bu konuda hiç sıkıntı çekmedi, hatta onlara yer beğendirilerek memurluluklarının devam etmesi sağlandı. Artan nüfusu istihdam edecek sadece özel sektör kalınca iş gücü ucuzladı. İşte standartlar bu şekilde aşılmış oldu.

Buradan işin başka boyutunu anlatarak bir sonuca varalım.

“2009 yılı araştırmalarına göre Almanya, yüksek ücretlere ve taşıdığı “Sosyal Güvenlik” yüküne rağmen dış satım ve büyüme bakımından, hem düşük ücret ödeyen hem de “Sosyal Güvenlik” yükü hiç olmayan Çin’le at başı gitmekteydi.

Çin 1.204 milyar dolar ihracat yapmış. Almanya ise 1.159 milyar dolar ihracatla Çin’in peşini bırakmamıştı. Ellerindeki işgücü sayısı Çin’in 804 milyonken, Almanya’nınsa sadece 43 milyondu. Çin’in “Sosyal Güvenlik” yükü yok demiştik. İşçinin asgari ücreti ise 93-164 dolar arasındaydı. Almanya’nın “Sosyal Güvenlik” yükü ağır. Nüfusun giderek yaşlandığı düşünülürse bu yükün daha da artacağı görülebilir. İşçi asgari ücretleri ise 2000-3000 dolardır.
  
Prof. Dr. Erdoğan Alkin bu duruma dikkatleri çekerek soruyor. “Bizde işçilik ucuzlarsa ihracatın artabileceğine inanılır. İşçi ücretlerinin ve sosyal güvenlik yüklerinin ağırlığının ihracatı frenlediği ileri sürülür. Almanlar nasıl oluyor da işçiye 10 kat, 20 kat daha fazla ücret ödeyerek Çinliler kadar ihracat yapabiliyor?”

*Bunlara Almanya’nın 82 milyon Çin’in 1.330 milyonluk (Alman nüfusu Çin’in 16’da biri büyüklükte.) nüfus farklılığı da eklenmeli.
*Almanya’nın milli geliri (GSYH) 3.2 trilyon dolar, Çin’in 4.8 trilyon dolar.
*Almanya’da kişi başı yurtiçi hasıla (gelir) 40 bin dolara yakın. Çin’de 3.600 dolar dolayında (Almanya’da kişi başı yurtiçi hasıla ‘gelir’ Çin’in 11 katından fazla.)

Almanya’nın 2009 yılı ithalatı 966 milyar dolar, Çin’in 954 milyar dolar. Bu durum, Çin’in  sahip olduğu büyük nüfusa rağmen düşük ithalat yapması, her şeyi kendisinin ürettiği, her şeyiyle kendi kendine yettiği anlamına mı gelir sizce, yoksa yaşam kalitesinin öyle pek umursanmadığına mı? Almanya Çin’in % 6 oranındaki nüfusuyla yaptığı ithalat sizce neyle açıklanabilir? Sözün kısası hem üretilen malın ve hem insanına sağladığı yaşam kalitesi bakımından Çin standartların neresindedir?

Devam edelim.

Cari fazla (döviz fazlası) Almanya’da 2009 yılında 135 milyar dolar, Çin’de 297 milyar dolar.
Çin’in ihracatında ABD pazarının payı yüzde 18-21 oranında. Japonya’nın payı yüzde 8-13, Almanya’nın yüzde 4 dolayında.

Yani Çinin sahip olduğu pazarlar alım gücü yüksek pazarlar. Almanya bu pazarda Çinin nerdeyse beşte biri oranında pay bulabiliyor. Buna karşılık Almanya’nın ihracatında daha dengeli bir dağılım var. Fransa, ABD, İngiltere, Hollanda, İtalya gibi ülkelerin payları yüzde 8 civarında. Çinin payıysa yüzde 4.5 oranında.

Kısacası Çin oluşturduğu modelle küçümsenecek bir iş yapmadı. Hakkını teslim etmek gerekiyor. Ama emek yoğun sermaye ile gelebileceği yerin o kadar olduğunu bu veriler gösteriyor bence.

Erdoğan Alkin sözlerini şöyle tamamlıyor.

“Almanya’da işçilik ücretinin Çin’deki işçilik maliyetinin on katı, yirmi katı olması Almanya’nın ihracatını engellemiyor. Çünkü Almanya ucuz işçilik değil, katma değeri yüksek mal ihraç ediyor.
Bizde bazı sektörlerde üretici ve ihracatçı “işçi ücreti yükü ağır” diyerek hemen pes eder. 

Bizde işçi ücretleri Çin kadar düşük değil ama Almanya’dakine göre çok daha geride. Birçok sektörde özellikle otomotiv ve tekstil sanayinde ucuz işçiliğe dayalı ihracatın uzun süre devam etmesi imkânsız. Bu sektörlerde katma değerin önemi giderek öne çıkacak. Ucuz işçilik ihraç ederek döviz gelirimizi artırma şansımız zayıf.
Kaldı ki Türkiye‘de de işçilik maliyetleri artacaktır. Bu nedenle katma değeri yüksek, teknolojiye dayalı ürünlerin üretimine ve ihracına yönelmeye mecburuz.”

Standartların gerileme nedeni seçtiğimiz partilere verilen akıl veya talimatlarla bize giydirilen bu deli gömleğidir.

Geçen yazımızdan bir bölümü aktararak yazımızı noktalayalım.

TÜRK-İŞ tarafından, çalışanların geçim koşullarını ortaya koymak ve temel ihtiyaç maddelerindeki fiyat değişikliğinin aile bütçesine yansımalarını belirlemek amacıyla, her ay düzenli olarak yapılan “açlık ve yoksulluk sınırı” araştırmasının 2014 Mart ayı sonuçlarına göre: Dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken gıda harcaması tutarı (açlık sınırı) 1.149,02 lira,

Gıda harcaması ile birlikte giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt), ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer harcamaların toplam tutarı (yoksulluk sınırı) ise 3.742,73 lira olmuştur

Bekâr bir işçinin yaşam maliyeti bile 1.367 TL’dir.

Bu ne demektir?                                                                                                                     

Mart ayı itibariyle asgari ücret, 846 TL olduğuna göre, bu ücretin “insanca geçim koşullarını” 7 gün, açlık sınırını ise 9 gün karşılayabilecek demektir. Oysa bu oran beş yıl önce 7’ye 22 idi.

Şimdi gelinde “İnsan Hakları Beyannamesi” çerçevesinde en az şartlarla yaşamak demek olan asgari ücretin 2 kat üstünde bir maaşla yaşayın, yaşayabilirseniz. Yöneticilerimizin STANDARDI demek olan “VİCDAN”larını gösteren bir işareti BEN ŞAHSEN GÖREMİYORUM. 



Yayın Tarihi: 16.04.2014

ÖLÇÜTLER YANİ NAM-I DİĞER STANDARTLAR

Artık beni tanımış olmalısınız. Özellikle dilimize düşkünlüğümü, ona verdiğim önemi farkındasınız değil mi? Yerli yersiz kullanılan yabancı kelimelere karşı çok tepki gösteriyorum. Ama öyle kelimeler de var ki zorla kulağımıza ve dilimize yerleştirildiği için onun Türkçesini kullanınca pek anlamıyoruz. “Ölçüt” bunlardan biri. Onun yerine standart demeyi daha uygun buluyoruz. Bugün bu kelimenin etrafında dolaşmayacağım. Ölçütlerin, yani nam-ı diğer  standartların taşıdığı anlamıyla yaşam kalitesi (bakın bir yabancı kelime daha kullandım) arasındaki ilişkiyi irdelemeye çalışacağım.

Dünyada genel ölçüler diyebileceğimiz nitelik ve nicelik belirtici kurallar bütününe standart deniliyor. Bu ağırlık ölçüsünden, uzaklık ölçüsüne tutunda, ürünün kalitesini belirten içeriğe kadar geniş bir yelpazeyi kapsar. Yani standartlar, verilen hizmetin veya üretilen ürünün kalitesini onaylamak demek olan, herkesin katıldığı (görüş birliğine vardığı) ve gene herkesin görür görmez anlayacağı sembollerle belirlenmiş birim ve değerler toplamlardır

Üretimden tüketime kadar geçen süreçte her ürünün denetlenmesi ve tüketicinin korunması bir açıdan da standartların gözetilmesiyle mümkün olmuştur. Verimlilik ve kalite göstergesi olarakta standartların önemli bir işaret olduğunu belirtmezsek olmaz. Bunun için kalite kontrol merkezleri bile kurulmuştur. Dünyanın en eski ulusal standartlar kurumu olarak BSI British Standards 100 yılı aşkın bir süredir hizmet vermektedir. Ülkemizde de Türk Standartları Enstitüsü bu amaçla yıllardır hizmet veriyor. Her ülkenin farklı standartları da olabilir. Avrupa Birliği Standartları, Amerikan standartları gibi.. fakat uluslar arası dolaşıma giren her ürün ve hizmet belirli şartlara sahip olmak zorundadır. Her ürün kendi genel ölçülerini, yani standardını oluşturur. Bu konuya Elektroteknik alanındaki standardlar gösterilebilir. Elektroteknik standartları International Organization for Standardization (ISO) ve International Electrotechnical Commission (IEC) tarafından da kabul edilmiştir.

En önemli satandart “İnsan Hakları Beyannamesi”yle konulmuş bireyin kaliteli hayat hakkını belirleyen standartlardır. Buna göre hiçbir insan başka insandan daha üstün veya daha aşağı değildir. Herkes yaşama hakkına sahiptir. Yaşaması için barınma, beslenme, eğitim, sağlık gibi haklardan eşit şekilde ayrımsız yararlanır. Çalışma hakkı da yaşam hakkının içindedir. Burada da ayrımcılık kesinlikle yasaktır. Bu liste uzayıp gider. “İnsan Hakları Beyannamesi” devletle birey, bireyle birey arasındaki ilişkileri düzenlemeyi amaçlayan, insanın varlığına yönelik, herkesi ilgilendiren bir belgedir.

Sözün kısası standartlar yaşam kalitesini gösteren bir çıtadır. Çıtanın ne kadar üstünde uygulamalar varsa bireyin yaşam kalitesi o kadar yüksek demektir. Tersine bir durum yaşam kalitesinin düşüklüğünü gösterir.

Bizde de standartlar konusunda epey ilerleme var. Tüketici haklarını koruyan mahkemeler bile oluşturulmuş durumda. Uğradığınız haksızlığa karşılık hizmet veren veya üretim yapan firmaları dava edebilirsiniz. Henüz ülkemizde bu konu çok yaygınlaşmış olmasa da AB şartları gereği yasal düzenlemeler yapılmaktadır. Yalnız mahkemelerin, bu konuda açılmış davalar, dava açan kişinin lehine sonuçlansa bile, “emsal teşkil etmeme” kaydıyla firmaları diğer tüketicilerden koruduğunu görmekteyiz. Oysa aynı konudan diğer tüketicilerde mağdur durumdadırlar.

Yaşam kalitesini gösteren bir göstergede asgari ücretlerdir. Buradaki standartların gelişmiş ülkelerin epey gerisinde olduğunu hepimiz biliyoruz. Bunun bir sürü gerekçesi ortaya konabilir. Fakat bu halkın giderek fakirleştiği gerçeğini değiştirmez.  


Gıda harcaması ile birlikte giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt), ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer harcamaların toplam tutarı (yoksulluk sınırı) ise 3.742,73 lira olmuştur

Bekar bir işçinin yaşam maliyeti bile 1.367 TL’dir.

Bu ne demektir?                                                                                                                     

Mart ayı itibariyle asgari ücret, 846 TL olduğuna göre, bu ücretin “insanca geçim koşullarını” 7 gün, açlık sınırını ise 9 gün karşılayabilecek demektir. Oysa bu oran beş yıl önce 7’ye 22 idi.

Ülkemizde yaprak kıpırdamamasının nedeni işte budur. Artık çalışanlar (kurumlaşmış firma ve devlet işçileriyle derecesi yüksek memurlar hariç) zorunlu gıda tüketiminden bile kaçınmaktadır. Asgari ücretle bir yuva nasıl kurulur, kurulan yuvalarda çocuk nasıl yetiştirilir, bunu düşünen var mı? Sanmıyorum. Aslında bu zincirleme olarak herkesi ve herkesimi etkiler. İşverenler bence bindikleri dalı kesiyorlar. Sadece dışarı mal satmak için işçilik maliyetleri düşük tutulamaz. Çünkü herkes dışarıya mal satamaz ki.. esas kârlı satışlar iç satışlardır.

Ne demiştik? Standartlar yaşam kalitesinin göstergesidir. Bu durumda bizim yaşam kalitemiz ne durumda diye sormayacağım, merak etmeyin!



Yayın Tarihi: 14.04.2014

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

            Merhaba sevgili okurlar! Bu yıl kurak bir kış geçirdik. Yazın çok hissedeceğiz bunu. Uzmanlar batı bölgeleri susuzluğu hissedecek diyor. Sapancayı’da gafletimiz yüzünden kaybediyoruz. Taşkısığın’da Enka’nın elektrik üreten doğal gaz çevrim istasyonuyla artık kışları ilimizde kar görmüyoruz. Diğer fabrikaların baca atıkları buna dahil değil. Çevreci değilim. Herkes büyüyüp gelişirken çevreciliğe takılmak bence akla ziyan bir durumdur. Zaten bugünkü sosyo ekonomik geriliğimizin sebebi sınaileşmekte geç kalmış olmamızdır. Demokrasi kültürümüzde 150 yılı aşkın çabamıza rağmen bunun için yoktur. Konuyu uzatmayayım, çevreci değilim ama çevrenin korunması için hoyratça davranmamamız gerektiğini de düşünüyorum. Doğal afetler hoyratça davrandığımız için çok can alıyor. Bu aynı zamanda uyarıdır da. Görmek istersek tabii.

            Bu haftaki ilk üç şiir gönderilmemiş şiirlerden oluşuyor. Ayrılık şiirlerine devam ediyoruz. 

….    ….   

34
Olmaz ya, oldu diyelim
Çıkıp gelsen bir gün
Beni sevdiğini söylesen
Ne olur bilir misin?
Dünya yörüngesinden şaşar
Ay patlaması sarar dünyayı
Her parçası bizden mektup
Gider evrenin her yanına
Sakın renkleri unutma
Ateş kırmızı, gök, deniz mavi
Yaprak yeşil, başak sarı
Umut pembedir aşkım.
Ben renkleri unuttum
Suskun siyaha boyadım kendimi
Var mıyım, sor beni?
Sor beni gören var mı?
Beş çaylarına, çerez şarkılardan vazgeçtim.
Sarhoş sofralarına meze değil şarkılarım.
Aşkım kadar yüklü şarkılarla ben,
Sana ermek isterim,
Aşkın duası şarkılarla..
Hey erenler! Bana da öğretin ermeyi.
Vermekse işin sırrı,
Bende biliyorum almadan vermeyi.
Bir türlü sevgiliye eremiyorum
Arafta olmak istemiyorum
Muhakkak bir tarafta olayım
Cehennem olsun harlasın ateş
Ateş ormanında kaybolayım
Cennet olsun essin meltemler
Serin sularında sunalar yıkansın
Arafta kalmak istemem
Olmaz ya, olsada gelsen..

Aydın Göle
23 ağustos 2002

***   ***

35
Ağardı tan yeri
Tam yeri
Ve tam zamanı
Söylüyorum gönlümde yatanı
Ben hep seni sevdim, seviyorum
Şükürle anıp bizi yaratanı.
Ruhlar yaratıldığından beri
Seni sevdim, seviyorum.
Bu sevda o kadar eski gülüm
Masallarda adımız sevdamızla anılır
Sevdamız bir masal mıydı yoksa
İçimde bir çalar saat var sana çalan
Her çalışında gastritim azıyor
Hem bana nefes kadar yakınsın
Hem dokunamadığım kadar uzak..
Bu sevda o kadar zor gülüm 

Aydın Göle
23 ağustos 2002

***   ***

36
Bak bakalım sevenine sahip çıkanlara
Onlar mutluluğu hak edenlerdir
Sevenini bulursa insan ermişini bulur
Sen ona ermemiş olsan da hayıflanma
Herkes eremez, bulamazsın arasan da
En koyu muhabbetin içinde
Kendimden geçmişken
“Yaşananlar yalandı.” Düştü aklıma
Yalandı bunlar, külliyen yalan
Beni bırakıp gitmen yalandı
Sevmek tek gerçek
Gözlerin pırıl pırıl yemyeşil bakardı
Buz gibi camlar titrerdi her bakışında
Ben titrerdim cansız yaprak gibi
Al sevgimi yüreğine sevgilim
Uzun bir uykudan uyanacağız göreceksin
Ben seni seviyorum
Yalanın itibarını bozacağım
Bir taşı tekmeler gibi uzaklaştıracağım hayattan
Kadehleri, tabakları
Pencerelerde camları kıracağım
Ceketimi yakacağım sen döndüğün gün
Havai fişeklerle geceye yıldız ekleyeceğim
Güvercin uçuracağım başının üstünde
Gelirsen..
Olmaz ya hani,
Olurda gelirsen
Bak bakalım sevenine sahip çıkanlara

Aydın Göle
26 ağustos 2002

***   ***

            GÖNDERİLMİŞ ŞİİRLER

            Bu hafta gönderilmiş şiirlerden iki şiir sunuyorum. Kime gönderdiğim aklımda değil. Didaktik (öğretici, eğitici) şiire örnek mi diye kendime soruyorum ve fazlasıyla öğretici buluyorum. Bu tarz bir edebiyat emredici yapıya sahip olduğu için bence pek sevimli değildir. Aynı düşünceyi paylaşıyorsak şunu soracağınızdan eminim; “peki bu şiiri neden bize sundun?” İşte bütün sorunda orda zaten. Bu şiiri kendine güveni çok az olan bir kişiye yazdığıma emin olabilirsiniz. Onu yerden kaldırmanın başka yolu yoktu ki.. sizlere de bunu anlatmak için sunuyorum.

….    ….   

183
Eğer kavgan varsa yumruklarına güven
Aşka düştüysen apansız, yüreğine güven
Eğer dostluksa istediğin adaletine güven
Adaletse aradığın, terazideki eline güven
Güvenirsen kendine, ihtimallerin sonsuzluğunda
Güneş doğar topraklarına bin yıllarca
En kadim dostunla ekmeğini bölüşürsün
Düşmanınla bir tas suyunu..
Düşmanın dahi sever seni, güven verirsen
Önce kendine güven, sonra herkese güven ver
Sevgi güvenin nazlı kızı

Aydın Göle
26 ağustos 2002

***   ***

            Kim yalandan hoşnuttur? Sadece yalan söyleyen.. yalana maruz kalan hiçte hoşnut değildir. Çünkü aldatılmıştır. Aldatılanlarda aldatmayı seven olursa ne olur peki? Bütün toplum yalancı olur değil mi? İşte bunun için yalana karşı yazıldı bu şiir.

184
Ben yalanın itibarını bozacağım
Taşı tekmeler gibi uzaklaştıracağım hayattan
Eğer yapamadıysam yalana acıdığımdan değil
Tekme vuran ayağımdan utandığım için

Aydın Göle
26 ağustos 2002

***   ***

            GÖNDERİLMEMİŞ ŞİİRLER

            Gönderilmemiş şiirlere kaldığım yerden devam ediyorum. Bu şiirde sevda ile kazanılan kimlikten bahsediyorum. Yıldırımların krallığından gök kuşağı tacına başka nasıl geçilir ki? Ayrıca sevda küçük çocukluktur, orda hiç yaşlanılmaz.

37
Ben yıldırım krallığından tahtımı terk ettim
Gök kuşağından taç aldım düşüp sevdaya
Şiir okudum gecenin koynunda uyumadan önce
Uyumadan önce seni düşündüm
Seni düşünerek merdivenden kayan çocuklar gibi
Uykuya kaydım
Beni beklerken buldum rüyanın içinde seni
Memnuniyetimden kediler süt çalmadılar bugün
Çünkü ben verdim
Sana rüyada dokunamadım
Ama hayallerim yırtılmıştı
Uç uca diktim
Artık sende büyümesen olur, benim gibi

Aydın Göle
26 ağustos 2002

***   ***

            Yağmurların dudakları kurumuşsa benim dudaklarımı serinletecek su nerdedir. Ona cevap bu şiir.

….    ….   

38
Bahar dalları açmış ellerin
Ellerini öpmeli dudaklarım
Dudaklarım kavruldu sensizlikten
Sensizlikten yağmaz oldu yağmurlar
Yağmurlarında dudakları kupkuru sensiz


Aydın Göle
27 ağustos 2002

***   ***

            İnsan sevdiğiyle ne çok övünür. Hem herkesin görüp bilmesini ister, hem de gören bilenlerin çalmasından korkar. İşte böyle bir şiir bu şiir.

….    ….   

39
Dağıt saçlarını
Yalın ayak yürü toprağın üstünde
Bir papatya tak kulak arkana
Kraliçeler kıskansın seni
Tanrı seni yarattığıyla övünsün
Bende seni sevmekle..
Bende seni sevmekle övüneyim
Kimse bilmesin seni, kimse görmesin
Yok, yok!.. Herkes bilsin tanısın!
Övüneceksem seni herkes bilmeli
Yok, hayır, bilmesinler
Çalarlar seni benden
Çünkü sen yakutum, elmasımsın

Aydın Göle
28 ağustos 2002


İyi pazarlar sevgili okurlar. Haftaya şiirlerle buluşmak üzere..


Yayın Tarihi: 13.04.2014

KENTİMİZDEKİ GÜZELLİKLER, BİR DİLEK VE BİR KAÇ ELEŞTİRİ

Hızırtepe’nin Yeşiltepe mahallesinde engellilerin akülü aküsüz bütün arabalarını tamir eden ve bu arabaları üreten “POLATSAN” adlı bir atölyenin varlığından haberdar mıydınız? Sahibi Aydın Polat’ı tanır mıydınız? Evet kentimizde böyle idealist insanlarda var. 9-10 yıl önce bu fikirlere sahip biri olarak tanımıştım kendisini. Açıkçası başarılı olmasını diliyor ama pekte başarılı olacağına inanmıyordum. Çünkü bu araçları üreten yabancı firmalar her parçanın seri numarasına kadar bilgi veriyor fakat, iş ana beyine gelince oradaki seri numaralarını siliyorlardı. Sakarya Üniversitesi’nde bu araçları incelemeye alan birkaç eloktronik ve bilgisayar öğretim görevlisinin bu noktada bilginin gizlendiğini gördüklerini duymuştum. Aydın Polat yılmamış ve aracını geliştirip gün ışığına çıkarmıştı. Bununla da kalmamış, cüzi bir ücret karşılığı belediyenin bu araçların tamiri için belirlediği şantiyesinde sıra beklemek istemeyen engellilere hizmet vermeye başlamışt. Aydın bey engellilere hem araç üretim ve satışı, hem araç bakımı konularında hizmet vermeye devam ediyor mu bilmiyorum. Keşke bu konu sadece “Polatsan”la sınırlı kalmasa. İlimizden daha başka firmalarda ortaya çıksa. Ne yazık ki engelli bireylerin yaşadıkları istihdam sorununa bağlı olarak satın alma gücü olmadığı için buna pek imkân ve ihtimâl yok. Devlet veya belediyeler alıcı olmazsa ne engellilerin nede üretici firmaların yüzü güler. Engellilerin yüzünü ilk güldüren ilimizin Hendek ilçesinin Belediye Başkanı sayın Ali İnci’ydi. Daha sonra merkez belediyemizde engellinin yüzünü güldüren belediye oldu. Yurt dışında yaşayan Türkler’in kurdukları derneklerle topladıkları araçları 9 yıldır dağıtıyorlardı ki, Büyükşehir Belediyesi Çin malı ithalatçısı bir firmanın Adapazarı bayiiyle anlaşarak bu kervana katıldı.  

Bu arda Sadettin Yılmaz’ın 9 yıl önce meclis üyeliği sırasındaki girişimleriyle, Ortopedik Özürlüler Derneğine gelmiş olan Amsterdam’daki Türk yardım derneklerinin getirmek istedikleri akülü araçları Adapazarı Merkez Belediyesinin getirmesi sağlanmış, merkez belediye başkanı (30 martta yapılan yerel seçimler sonrasın da 3. kez seçilen) Süleyman dişli bununla kalmayıp makine ikmal dairesinde bu araçların montajı, bakım ve tamiri için bir birim oluşturmuştu. O birimde Harun usta engellilerle tek başına boğuşuyor. Geçen sene asansörlü bir minibüs alarak engellilerin onarım gereken araçları dahakolay taşınıyorlar. Harun usta bütün engellilerin ağbisi, kardeşi. Kendiside hafif engelli. Ben dahil hepimiz ona çok şey borçluyuz. Ne yapsak hakkını ödeyemeyiz.

Türkiye sakatlar derneği Adapazarı şubesi ve Sakarya Ortopedik Özürlüler Derneği aynı binada hizmet veriyorlar biliyorsunuz değil mi? O bina Yunus Marketin yanında bulunan prefabrik bir yapı. Yunus marketin karşısına yapılan Essen market dışarıdaki manav reyonunun çekiciliğinden akşam üstleri yolun gidiş geliş yönünde araçların park etmeleri nedeniyle zaten yoğun olan trafik içinden çıkılmaz hal alıyor. Engelli araçlarımızla karşıdan karşıya geçmemiz neredeyse imkansız. Derneğimizin bulunduğu bu cadde de (Sakarbaba Caddesi) engelli uyarı levhası olmasına rağmen araç sürücüleri park ile trafikteki seyir hallerinden hiç vazgeçmeden gönüllerince davranmayı sürdürüyorlar. Bazen yarım saatte karşıya geçemiyoruz. Galiba kentimizde ki sürücülerin engelliler konusunda eğitilmesi gerekecek.

Bunun için Yunus Market ve karşısındaki Essen Marketin olduğu noktada yayalar için BAS-GEÇ konulmasını hassaten rica ediyoruz. Bu konuda ilgili birime verilmiş bir dilekçemizde var.

Adapazarı halkı olarak gezdiğimiz yerlerdeki olumsuzlukları görebiliyor muyuz? Peki gördüğümüz olumsuzlukları ilgili yerlere bildiriyor muyuz? Aslında bu hem bir hak, hem de vatandaşlık görevidir. Nedense bu hakkı kullanmıyor ve görevimizi pek yerine getiremiyoruz.

Sizde hak verirsiniz ki, her yerde bulunmam mümkün değil. Her şeyi oralarda yaşayanlar kadarda göremeyebilirim. Bunun için sizlerin bana gördüklerinizi varsa şikayetlerinizi yazmanızı istiyorum.

Akıncılar Mahallesi Berber ve 15 numaralı Sokaklardaki bir çok ev yollar kilitli parke taşla kaplandıktan sonra diğer mahalle ve sokaklarda olduğu gibi adeta gömülmüşlerdi. Hele Berber Sokaktaki arkadaşım, şu an kanserle boğuşan Recep Coşgun’un evini bir görseniz. İki büklüm eğilmeden eve girmek çıkmak mümkün değil. Orda çok kişi kafasını kapı kasasının üstüne vurmuştu. Ya engelliler ne yapsın? Bunu düşünen var mı? Benim gibi bir engellinin arkadaşını ziyaret etme hakkı olamaz mı? Olmuyor işte. Ona misafirliğe gittiğimde kapısının önünde dışarıda oturuyoruz. Ramazanda iftara çağırıyordu, iftarımızı sırf bu yüzden sokakta yapıyorduk inanın. Deprem öncesi evinin kapısı yolla bir hizadaydı. Rahatlıkla evine girip çıkabiliyordum. Deprem sonrasında yapılan yollar yükselince artık ona çok ender ziyarete gidiyorum.  Bu yüzden her yol yapılışında deprem öncesinde de asfalt üstüne asfalt atılmasını da bildiğim için gömülme korkusuna kapılıyorum. Gidin bakın birçok yerde bahçeler en az yarım metre aşağıdadır. Bu ilkellik değimlidir? Her yol yapımında evlerimizi yıkıp yeni ev mi yapacağız? Maalesef geçmiş Belediye Başkanlarının işgüzâr tutumları yüzünden Adapazarı bu hale geldi. Deprem bu açıdan yeni bir başlangıç fırsatı verdi. Orda da bütün çalışmalar düşünülüp yapılmadığı için bu fırsat kaçtı. Biz yapboz oyununu icat etmedik ama yapbozu çok seviyoruz. Bakkallar durağından Yeni Cami yönüne giderken sağ taraftaki kaldırımlara dikkat ettiniz mi? Ben engelli olarak kaldırımları kullanamıyorum. Kiminde iniş rampası yok. Kiminde kaldırım taşları paramparça. Sözün gelişi “beni boş verin diyelim” de oranın esnafı bu görüntüden nasıl rahatsız olmazlar anlamıyorum. Ben Akıncılar Mahallesinde oturuyorum. Yeni Cami’den Bakkallar yönüne gidişte ışıklardan karşıya geçmek daha kolay ve daha güvenli. Fakat sözünü ettiğim kaldırımların bu hali nedeniyle ters yol aldığım için trafikte tehlikelerle karşılaşıyorum. O zaman bu kaldırımlar neden var?


Yayın Tarihi: 11.04.2014