30 Kasım 2014 Pazar

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ


Merhaba sevgili okurlar. Henüz sonbaharı bitirmedik ama kış buralarda sanki yeni yeni başlıyor gibi. Daha doğumuzda kar yolları kesti bile. Odun kömürle ısınıyorsanız, umarım; iliklerinize kadar ısınıyorsunuzdur. Doğal gazla ısınmak zordu zaten, yeni zamlarla biraz daha zorlaştı. Müstakil evlere mantolama da yapsanız ısınmanız mümkün değil. Isınayım derseniz bankadan kredi çekmeniz gerekir inanın. Kim bir ayda 1.500 tl doğal gaz tüketebilir? Toplu konutların avantajı altta üstte ve yanda oturanların olmasıdır. Orda daha az masrafla daha çok ısınmak mümkün. Merkezi ısıtmaysa kaymaklı kadayıf. Ocak ve banyo için son derece ekonomik olan doğal gaz, müstakil evlerde ısınma konusunda cep yakıyor. Yaşlınız, bebeğiniz, hastanız varsa ve asgari ücretle geçiniyorsanız bu imkansız. 3.778 tl maaşın fakirlik seviyesi kabul edildiği ülkemizde 930 tl asgari ücretle geçinmeye zorlanan çalışanlar ve emeklilere bu kış zorlu geçecek.

Bugün sizlere eski başbakanlarımızdan rahmetli Bülent Ecevit’in şiirlerini sunmak istiyorum. Bizim geleneğimizde şiir önemli yer tutar. Anılarını yazan devlet adamı pek bulamazsınız ama şiir yazan padişahlar bile bulursunuz. Orta doğu toplumları içinde en çok şiir düşünen, şiir yazan farsiler (İranlılar) ve Araplardır. Sonra sırayı Azeriler alır. Bu kadar şiir yazılan topraklarda elbette şair başbakanlarda çıkar. 1974 Kıbrıs harekatı dünyada duyurulurken yabancı basın rahmetli Ecevit’in şairliğine vurgu yaparak “bir şair savaş emri verdi” şeklinde manşet atmıştı. Ben bu şiirleri beğeniyorum. Umarım sizlerde beğenir ve seversiniz.
Haaa.. unutmadan, rahmetli Ecevit’in sizinde okuyacağınız “Takalar” şiirini Doğan Canku bestelemiş, iki arkadaşı Ahmet Kurtaran ve Selami Karaibrahimgil’le birlikte 1969’un son aylarında kurdukları “Modern Folk Üçlüsü” ile bu parçayı plağa okumuşlardı. Bir hatırlatma yapmama izin verin, sonra sizi rahmetli Eceviti’in şiirleriyle baş başa bırakacağım. Selami Karaibrahimgil, “Tek taşımı kendim aldım,” “Bütün kızlar toplandık” v.b gibi kendine özgü besteleri olan Nil Karaibrahimgil’in babasıdır.

...

AV
ormanın kuytusunda vurulan geyik
hayvanlar acınla suskun
dallar yasınla eğik
boynuzlarında çizgilerinde gözlerinde
avcının söndüremediği iyilik
BÜLENT ECEVİT

***

BACH SONATI
ne ben sorayım seni
ne sen beni sor
soyunmuş seslerimiz tenden
boşlukta bir aşk örüyor

ses olmuş duygular
yaklaşır dalga dalga zamansız
kavuşsa da seslerimiz birbirine
biz kavuşamayız

ne kollarımız var saracak
ne öpecek dudaklar
ne görülecek yüzümüz var
ne görecek göz

biz aşk örüyoruz boşlukta
çizgiden soyut
zerreden öz
BÜLENT ECEVİT

***

GÖÇMEN
Sevdiklerimin başında bir bilmediğim
Görmediğim özlemediğim özlediklerimin başında

Yurdum olmadan sıladayım
Kimsem ölmeden yasta
Yollarda gözlediğim ne
Mektuplarda beklediğim ne

Nereden sürmüşler beni buralar nere
buralar nere, buralar nere

Bir bildiğim olmalı, bilmez olmuşum
Bir derdim olmalı, gülmez olmuşum
Buralara konmuş göçmen olmuşum
Bir derdim olmalı, gülmez olmuşum
BÜLENT ECEVİT

***

İNSAN
elbette senden güzel olacaktı
çizdiğin resim
yaptığın heykel
senden büyük olacaktı
senden yakışıklı

elbette senden doğru söyliyecekti
yazdığın şiir

elbette senden çok duyacaktı
söylediğin türkü

sen olduğundan büyüksün
sen olduğundan iyisin
sen olduğundan güzel
BÜLENT ECEVİT

***

TAKA
takalar geçiyor allı yeşilli
takalar geçiyor dümenleri lâzlı
takalar geçiyor en nazlı
yelkenlilerden de güzel

güvenli sularda işsiz dönenen
gezi yelkenlerinden çok duyarak denizi
takalar geçiyor enginlere
yamalı göğsünü gere gere

takalar geçiyor yükle yürekle
takalar geçiyor emekle dolu
günlük güneşlik kıyılarından kopmuş
denizlerde Anadolu

kıyılar kadın olmuş
açılır gider erkeği
takalar takalar toprağın
denizde çarpan yüreği
BÜLENT ECEVİT

***
Son bölümü her hafta olduğu gibi kendi şiirlerime ayırdım. Umarım yaşamınızın küçücük bir anına keyif katar.

66
Şebboylar boy atmış kokuyor nazlı, nazlı
Nazlım saçını uzatmış gülüyor gepgeniş
Kırlangıçlar aceleci uçuyor melül, melül
Şebboylara, nazlıma, kırlangıçlara bakamam

Aydın Göle
3 temmuz 2003

***

67
Ne zor sensiz kalmak
Kansız kaldım sanki
Dördüncü gün bugün
Günlerin adını unuttum
Gün sayıyorum, saymayı unutmadım
Güneş batınca bir çizik atıyorum
Sensiz günler çizelgesine
Hem atıyor hem korkuyorum
Ya gelmezsen, ya artarsa bu çizik
Bakıp gören bir çizgi görür
Oysa
O çizik
Sensiz yaşanmış
96 saat
5760 dakika
Ve
345600 saniyedir.
Kaç kelebek doğdu
Kaç kelebek öldü
Kaç çiçek açtı
Kaçı soldu bu zamanda biliyor musunuz
Kaç bebek güldü annesine
Kaç bebek ağladı dünyaya geldiğine
Kaç iş kazası oldu
Kaç uçak düştü
Kaç yürek ışıklandı sevgiyle
Kaçı unutulmaya kahretti
Kaç balık oltaya kuyruğunu bıraktı
Ve saire ve saire
Gelinde bir çizik deyin haydi!
Ömürler var içinde, görmediğiniz
Bekleyin beklediklerinizi böyle, bekleyebilirseniz
Ben tükendim her beklemeden
Bu bekleme son olsun artık.
Aydın Göle
8 temmuz 2003

***

68
Ruhumda çingenelik
Ufkumda pembelik var
Hüznümden şiir doğar
Şiirlerimde sihir
Yaşama dair...
Bilgelik taşıyorum
Yaşımdan zahir
Senin sevgin canım
Kalbime dahil

Aydın Göle
17 temmuz 2003

***

69
Haritalardan yer seçer gibi
seni seçmedim
İklimlerden iklim beğenircesine
seni beğenmedim
Ne varsa sende güzeldi bal peteğim;
yaz sende güzeldi, kış sende güzel
Kuşlar, civcivler avuçlarına konardı
Dudağından su içerlerdi
Serinlerdi yanmış yürekleri
Yıldızsız gecemin yıldızısın
Baharlar yüklüydü her gelişin
Gözlerimi dinlendirirdim
Zeytin karası gözlerinde

Aydın Göle
30 temmuz 2003

***

70
Akşamın telaşı kanatlarında kuşların
Kanatlarında yorgunluk, günden kalan
Günden ve dünden bir burukluk var içimde
Kuş yorgunluğu kadar.
O dahi yemyeşil çayırlara yağan çisenti gözlerimde
Esinti arıyorum bu kutsal kentimin caddelerinde
Hem saçlarımı okşasın, hem yüreğimi
Senin elin ve sesin kadar şefkatle.
Niye böyle oldum, neden tuhafım bu akşam
Oysa akşamlarda bir keramet
Oysa akşamlarda bir zarafet
Oysa akşamlarda bitmez bir letafet var
Beni hiçliğe atan.
Ancak hiçliğin mertebesine çıkabiliyorum
Bildiğim bu, sensizken

Aydın Göle
3 ağustos 2003

***

Yaklaşmakta olan kışa hazırlanabilmeniz, güzel ve rahat bir kış geçirmeniz dileğiyle iyi pazarlar sevgili okurlar.



Yayın Tarihi: 30.11.2014

DEVLET ADAMLIĞI


Devlet idaresinde siyasi liderler ülke kaderine ne kadar egemendirler? Bugün olanlar geçmişteki liderlerin yaptıkları veya yapamadıklarının sonuçları değil midir? Yarın olacaklarda da bugünün liderlerinin etkisi olmaz mı?

Bütün bunlara evet cevabı verilirken dış etkenlerde bence unutulmamalı. Güçlü ülke liderlerinin kendi ülke çıkarları doğrultusunda, dünyaya vermek istedikleri düzene diğer ülke liderlerinin katkısı veya direncinin oranı, bu ülkelerin iç etmenleriyle birlikte, belki de daha fazla, geleceklerinin belirlenmesinde etkili olmaktadır.

Siyasi liderler böylelikle devlet adamı olurlar. Tersine bir tutum bir lideri devlet adamlığına yükseltmez, siyasi parti liderliğinde bırakır.

Cumhuriyet döneminde Atatürk’ten sonraki Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık veya Başbakan Yardımcılığı yapmış liderleri şöyle bir hatırlayalım:

İsmet İnönü, Adanan Menderes-Celal Bayar, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan, Alpaslan Türkeş, Turgut Özal, Mesut Yılmaz, Tansu Çiller, Devlet Bahçeli, Recep Tayip Erdoğan.      

İçlerinde kaçı devlet adamlığı kimliğine ulaştı?

Dünün Başbakanı, bugünün Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan hakkında şimdilik kesin yargıya varmamayı uygun görürüm. Çünkü halen göreve devam ediyor. Diğerleri görev sürelerini doldurdukları için kendileri hakkında bir yargıya varma şansına sahibiz.

Hangi değerlere göre yargıya varabiliriz; mesele burada.

* Ülkeyi Kalkındırmak,
* Eşitlik ve hak sağlayıcılıkla tanımlanabilecek Demokratlık,
* Reformculuk,
* Devletin devamlılığını sağlamayı her konumda görev bilen Devlet Adamlığı.

Bu başlıklar altında toplarsak bu tanımlara uygun kaç lider kalır?

* Kalkınmada: Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Turgut Özal, Recep Tayip Erdoğan
* Demokratlık: Bülent Ecevit
* Reformculuk: Turgut Özal, Recep Tayip Erdoğan.
* Devlet adamlığı: İsmet İnönü, Celal Bayar, Bülent Ecevit, Süleyman Demirel.

Yukarda 12 liderden söz etmiştim. Atatürk sonrasının 12 lideri.. 80’lerin sonunda yaptığı ekonomik reformlarla rahmetli Turgut Özal’ı 2. Atatürk olarak adlandırmak istediler. Aradan geçen yirmi yıl, hem Turgut Özal’ı hem kendisine yakıştırılan 2. Atatürk adını unutturdu. Dış basında şimdikinin aksine bir tutumla, o sıralar işlerine geldiği için sayın Recep Tayip Erdoğan da 2. Atatürk olarak adlandırılmıştı.

“Her yiğidin yoğurt yiyişi farklıdır” demişler. Dolayısıyla her liderin değişik ilgi alanlarına sahip olup, değişik tepkiler vermesi çok doğal. Konu ülkenin bağımsızlığı ve devamlılığı olunca hepsinin aynı tepkiyi vereceğinden kimsenin kuşkusu yok! Tepki vermek başka şey, işi başarmak başka.. devlet adamlığı sırrı burada yatar kanımca.

Ülkemizin şu sıralar yaşadığı bölünme tehlikesi son dönemde devlet adamı çıkarıp çıkaramadığımızı gösterecektir. Göstere göstere gelen bu tehlike hepimizin küçük çıkarlarımızı bırakmamızı gerektirmektedir. Devlet Adamı işte bunu sağlamayı bilen ve başaran, ülkenin kaderine egemen olan adamdır.



Yayın Tarihi: 28.11.2014

BU TOPRAKLARDAKİ DEVLET SÜREKLİLİĞİ


İster cumhuriyetçi ve laik kesim olsun, isterse laikliği reddeden, cumhuriyeti “Din” cumhuriyetine döndürmeye niyetli kesim olsun, iki tarafta birbirini dışlıyor. Cumhuriyet tarihimiz boyunca bunun çekişmelerini gördük. Cumhuriyetçi olduklarını söyleyenler bu kesimi yok saydılar. Toplumsal geriliğimizin nedenleri arasında gelişmeye kapalı, değişemeyen Osmanlı yönetim biçimini ve toplumsal yapısını gösterdiler.

Bu çağda krallık, padişahlık yönetimlerinin kalmaması nedeniyle artık cumhuriyetçi olduklarına hiç şüphe duymayacağımız eskiyi savunan kesimde, içinde yer aldığım cumhuriyetçi laik kesimin yaptıklarını toplumu geçmişinden koparmak olduğunu savundular. Oysa bir toplumun 5-10 yılına bakılarak sonuca varılamaz. Bu topraklarda kurduğumuz devletlerle bugün sahip olduğumuz ve yaşattığımız Türkiye Cumhuriyeti bir bütündür. Bütün olduklarını bu cumhuriyetin Osmanlı borçlarını (kapütilasyonları) kabul ederek son kuruşuna kadar ödemesinden de anlamak mümkündür.

Cumhuriyetin kurulmasının ardından yapılanlara ister devrim deyin ister reform, bunlar; eski yapıyı değiştirmeyi, toplumu durağanlıktan çıkarıp düşünen, yargılayan üreten bir toplum yapmayı hedeflemekteydi. Bunda çok önemli başarılar elde edilmiş toplumsal dönüşüm ve gelişme sağlanmıştır. Batının 300 senede yapabildiklerini biz henüz Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu 100 sene olmadan gerçekleştirdik.

Bu değişimi ilk kez padişah Genç Osman düşünmüş, bu düşüncesi duyulunca zarara uğrayacaklarını düşünenlerce katledilmişti. 2. Mahmut dönüşüme engel olan, iyice hantallaşan Yeniçeri Ocağını kapatıp, yerine Nizam-ı Cedid’i kurmuş ve ardından Tanzimat (bugünkü dilde söylersek; düzenleme) dönemini başlatarak yarı parlamenter sisteme geçmişti.
Bu üst yapı değişikliği cumhuriyetin kuruluşuna kadar bir çok kavgalara neden olmuştu. Bütün bunlardan sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti köklü değişikliklerle eski yapının yaşam alanlarını keserek kavganın bitmesine çalışmıştır. Cumhuriyetle birlikte üst yapı değişikliğinin ardından devlet yatırımlarıyla sanayileşme başlatılarak kendini üreten bir toplum oluşturulmuştur.  

Bu tarihsel süreçleri bir bütünün parçaları olarak kabul etmek gerekiyor. Yalnız bu süreçlere “temizleyerek geri yükleme, eskiyi koruyarak onarma” anlamlarını taşıyan, fakat amacı tam olarak açıklayamayan “restorasyon” yani “yenileme” diyemeyiz. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti sadece yönetsel farklılıkla yetinerek eskiye yönelmemiş, kökten değişiklikle toplumu ileriye taşımıştır. Yerine başka kelime koyamadığımız ve bir bütünün anlaşılması için bu süreçleri “restorasyon” dönemleri diyerek adlandırmak durumundayız.

Başbakan Ahmet Davutoğlu, Dışişleri Bakanı olduğu sırada “dört restorasyon dönemi” diyerek bu süreçleri bu topraklarda kurulmuş Türk devletlerinin  sürekliliği olarak görülmesi gerektiğini vurguluyordu. Ona gör bu süreçler 4 başlık altında toplanabilir.

1. Tanzimat
2. Cumhuriyet’in ilanı
3. Çok partili hayata geçiş
4. AK Parti iktidarı...

İlk üçünü itirazsız kabul ederim. 4. başlık bence yetersizdir. Çünkü onun temellerinin atıldığı bir öncesi var; ÖZAL’lı ANAP dönemi..  aslına bakarsanız üç başlık yeterli. Dördüncü başlık üçüncü başlığın içinde yer alır.

Akşam gazetesinden Ali Saydam bunu “beşi bir yerde”m diyerek adlandırdığı şu başlıklar altında topluyor:

1. Cumhuriyet’in inşası
2. Demokrasi’nin inşası
3. Liberalizm’in yerleştirilmesi
4. Bürokrasi’nin izalesi
5. İlim irfana dayalı toplum... 

Ali Saydam bu topraklardaki devletlerin sürekliliğini vurgulayan bu başlıklardan sonra birde bu döneme ait beklentisini dile getiriyor:

“Dördüncü Restorasyon Dönemi’nin son çeyreği, benim ifademle ‘ilim irfan’ safhasına denk geliyor. Bu dönemden ne beklemek lazım? Mesela ‘klasik’ dediğimiz ‘zamana direnen tüm iyi işler’in, entelektüel olanla popüler olanın buluştuğu kesişme noktalarının hızla artışını.”

Buradan ileriye, geleceğe gidecek bir devletin sürekliliği için bunlar şart!

Ama şimdi biz nerdeyiz, o belli mi?



Yayın Tarihi: 26.11.2014

ÖNCE MEDENİYET GÖTÜRÜYORLARDI ŞİMDİ DEMOKRASİ GÖTÜRÜYORLAR 2



Sevgili okurlarım, yazımızın bu bölümünü geçtiğimiz Cuma (21.11.2014) okumuş olacaktınız. Her yazı bir gün önce gazeteye ulaşmış olması gerekiyor. Bir gün öncesi yani Perşembe günü (20.11.2014) bir rahatsızlık üzerine çekilen göğüs tomografisinin ilk bulguları akciğer kanseri sanısını uyandırınca doktorumun isteği ile ayrıntılı ve renkli tomografi çektirmek üzere Korucuk SEAH nükleer tıp bölümündeydim. Bu nedenle yazıyı gazeteye veremedim. Bundan sonra ne olur bilemiyorum. Gelecekte olabilecek gecikmelerim için sizlerden şimdiden özür diliyor ve dualarınızı bekliyorum.

Yazımızın ilk bölümünde batılı ülkelerin kendi refahları için gittikleri yerlere önceleri “medeniyet”, şimdiyse “demokrasi” götürdüklerini, bu hep götürmeleri sonucunda 1950’den bu yana Kore, Vietnam, Sudan, Yugoslavya, Afganistan ve Irak’ın iflâh olmadıklarını belirtmiş, kuruluşundan dağılışına kadar bir çok yönüyle kader benzerliğimiz olan Yugoslavya’dan 3 sene önce benzerliklerimize dair örnekler veren Akşam gazetesi köşe yazarı Gökhan Hacır’dan alıntılar yapmıştım. Yazımıza kaldığımız yerden devam ediyorum.

***

Tito da Alman birlikleriyle Karadağ’da çarpıştı. Ve tam iki kez Alman kuşatmasını yararak onları meydan savaşında yenilgiye uğrattı.
Ve asker olmamasına karşın ona da mareşal unvanı verildi.
Atatürk’ün Sakarya’sını hatırlayın... Neredeyse tüm dünyanın desteklediği Yunan ordusunu nasıl bozguna uğrattı.
Yugoslavların büyük düşmanı Alman Nazi komutanı Himmler, Tito’nun hakkını şu sözlerle teslim etmek zorunda kaldı ‘Size bir sebat örneği daha vereyim, bu da Mareşal Tito’nun sebatıdır. Şunu da söylemeliyim ki, Tito hem zorlu bir düşman, hem de bir komünisttir. Ve maalesef kendisi bizim düşmanımızdır. Mareşal rütbesini tam olarak hak etmiştir.’
Peki ya Mustafa Kemal’in düşmanı İngiltere Başbakanı Lloyd George, ne demişti. Hatırlayalım. ‘Arkadaşlar, yüzyıllar nadir olarak dahi yetiştirir. Şu talihsizliğimize bakın ki o büyük dahi, çağımızda Türk Milleti’ne nasip oldu. Mustafa Kemal’in dehasına karşı elden ne gelirdi.’  

Tito bu büyük direniş sırasında her millete eşit haklar tanıyacağını vaat etti.
TIPKI Mustafa Kemal’in savaş sürerken hazırlattığı 1921 anayasası gibi.
 Sosyalist bloktaki tüm ülkeler birer ikişer Sovyetlerin kanatları altına girerken Tito’nun Yugoslavya’sı ‘Bağlantısızlar’ hareketini kurdu.
TIPKI Atatürk gibi... Atatürk de milli mücadeleyi yürütürken Sovyet Rusya ile yakınlaştı. Ondan yardım aldı. Ama asla yörüngesine girmedi. O da Tito gibi büyük bir anti-emperyalistti.
Tito, ne Sovyetlere ne de Amerika’ya boyun eğmedi.
Birçok sosyalist ülke, bağımsızlığını Sovyetlere borçluydular. Bunların hepsinin liderleri, Nazi işgali karşısında Moskova’ya sığınmış; ülkeleri işgalden kurtulunca gelerek ülkelerine dönmüşlerdi. Yalnızca Tito, halkıyla birlikte aynı tehlikeleri ve acıları göğüslemiş; Partizan birliklerinin başında savaşı bizzat yürütmüştü.
TIPKI  Atatürk gibi...
Benzerlikler şaşırtıcı bir halde sürüp gidiyor... Uzatmayayım.
Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti savaşının bitişiyle 194’'te kuruldu.
Ve Mareşal Tito’nun önderliğinde bir hayal ülke yarattılar. Boşnak, Sırp, Hırvat, Sloven onlarca milliyetten insan ortak bir ideal için birleştiler. Ve sanayiden ticarete spordan sanata kadar bir Yugoslav rüyasını tüm dünyaya ispatladılar.
TIPKI Cumhuriyetin ilk yıllarındaki Türkiye gibi... Aynı şevk, aynı ortak ideal ve aynı heyecanla... Kim Türk’müş kim Kürt’müş Çerkezmiş diye dönüp bakmadan...
Peki Yugoslavya bu güzel rüyadan ne zaman uyandı. 1980’de Tito'nun ölümüyle. Yugoslavya hemen yıkılmadı ama büyük sarsıntıya girdi.  1991’deki Doğu Bloku’nun çöküşü Yugoslavya’nın da sonunu getirdi.
 Bu birliği d
ağıtıp mikro devletçikler kurmak isteyen emperyalistler CIA ajanlarını devreye sokmuşlardı. Kimi zaman Boşnak kılığında Sırp düğünlerinde terör estirdiler kimi zaman da tam tersi bir Sırp kılığında bir Boşnak okulunu taradılar. Kabarmaya hazır milliyetçilik ateşine kova kova benzin taşıdılar. Ve şimdi sıkı durun.
Son büyük kıvılcım da parlamentodaki bir görüşmede ateşlendi.

Tarih: 15 Ekim 1991
Yer : Yugoslavya Parlamentosu.

Giderek artan milliyetçi gerilim Meclis’e de yansımıştı.
Önce kürsüye Karadzic geldi. ‘Buradan söylüyorum Sırplara kimse dokunamaz! Sırplar sahipsiz değildir’ diye başlayan ünlü konuşmasını yaptı.
Ona cevabı Aliya İzzetbegovic verdi: Sırp milliyetçiliğine yenilmeyeceğiz. Artık milliyetçilik tohumları boy vermeye başlamıştı.


Tam bir hafta sonra etnik çatışmalar başladı. Bu Sırp ve Boşnakların bir arada bulundukları son Meclis oturumu oldu.
Yaşananları biliyorsunuz. Hırvat, Boşnak, Sırp birbirini boğazladılar. Avrupa’nın orta yerinde oluk oluk, kardeş kanı aktı.
İnsanlık suçlarına varan cinayetler eziyetler toplama kampları. Avrupa’nın orta yerinde yaşanan büyük insanlık dramları... Kan ve gözyaşı... Yugoslavya paramparça oldu. Bir daha hiç toplanmamak üzere.

***

Benzerlikler sizide ürküttü mü?

İçerde görülen tüm kargaşanın baş mimarları dışarıdadır. İlk hamlelerin hepsi kamuoyunu alıştırma hamleleridir. Dış aktörler bunun için her türlü yolu denerler. İstedikleri sonucun alınabilmesi için ortamın olgunlaşmasını beklerler. Yurdumuzda olan bitenin özeti budur. Bunların üstüne “Gelişmiş Demokrasi” lokumunu koyun. Sanki mücadele, özgürlüklerin tabana yayılma mücadelesiymiş gibi sunuluyor. Hepsi bir ilizyon, yani kandırmaca..

Emperyalizm gittiği her yere önceleri “medeniyet”götürüyordu, şimdiyse “demokrasi” götürüyor. Her zaman olduğu gibi emperyalistler götürmeye (!) devam ediyor yani.


BİTTİ


Yayın Tarihi: 24.11.2014

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlar. Adam olmak nasıl bir şeydir? Her işin üstesinden gelmek, yada gelebilmek midir? Nedir adam olmak? Koca koca insanlar görürüz adam gibi davranmazlar. Küçük bir çocuğun yaşından beklenmeyen olgunlukla davrandığını görünce de adam gibi çocuk deriz. Yani şu iki şey insanın adam olmasını sağlar.
1: Her işin üstesinden gelebilme bilgi ve becerisine sahip olmak.
2: Yargı ve hüküm verebilecek olgunlukta olmak.
Aşağıya alıntıladığım ilk şiir bunu çok güzel anlatıyor. Dikkatle okumanızı öneririm.
Bugünde sizlere yabancı şairlerden yapılmış çeviri şiirler seçtim. Seçerken de kolay anlaşılmalarına özen gösterdim. Kolay anlaşılmak kadar önemli olanda şiirin güzel olmasıydı.
Beğenir misiniz bilemem ama, ben beğendiğim için bu şiirleri sizlere sunuyorum.
Bugün şiirlerini okuyacağınız şairler; Rudyard Kipling, Luis Aragon ve Pablo Neruda dünyanın isimlerini çok iyi bildiği şairlerdir. Bir döneme damgalarını vurmuşlardır. Şiirler çeviri şiirleri olmasına rağmen okuduğunuzda ne kadar haklı bir şöhret olduklarını anlayacaksınız. Her şair yazdığı dilde çevrildiği dilden daha büyüktür. Birde böyle düşünün, o zaman ne dediğimi daha iyi anlarsınız.

...

ADAM OLMAK
Çevrende herkes şaşırsa bunu da senden bilse
Sen aklı başında kalabilirsen eğer
Herkes senden kuşku duyarken hem kuşkuya yer bırakır
Hem kendine güvenebilirsen eğer,
Bekleyebilirsen usanmadan
Yalanla karşılık vermezsen yalana,
Kendini evliya sanmadan
Kin tutmayabilirsen kin tutana,
Döküp ortaya varını yoğunu
Bir yazı turada yitirsen bile
Yitirdiklerini dolamaksızın dile
Baştan tutabilirsen yolunu
Yüreğine, sinirine dayan diyecek
Direncinden başka şeyin kalmasa da
Herkesin bırakıp gittiği noktada
Sen dayanabilirsen tek,
Düşlere kapılmadan düş kurabilir
Yolunu saptırmadan düşünebilirsen eğer,
Ne kazandım diye sevinir, ne yıkıldım diye yerinir,
İkisine de vermeyebilirsen değer
Söylediğin gerçeği eğip büken düzenbaz
Kandırabilir diye safları dert edinmezsen
Ömür verdiğin işler bozulsa da yılmaz,
Koyulabilirsen işe yeniden,
Herkesle düşüp kalkar erdemli kalabilirsen,
Unutmayabilirsen halkı krallarla gezerken
Dost da düşman da incitemezse seni
Ne küçümser ne de büyütürsen çevreni
Her saatin her dakikasına
Emeğini katarsan hakçasına
Her şeyiyle dünya önüne serilir
Üstelik oğlum adam oldun demektir.

Rudyard KIPLING

* * *

MUTLU AŞK YOK Kİ DÜNYADA
Aslında hiçbir şey kâr değil insana
Ne gücü ne zayıf yanları ne de yüreği
Gölgesi bir haç gölgesidir kollarını açsa
Ve kırar göğsüne bastırırken sevdiği şeyi
Tuhaf bir ayrılıktır hayatı kapkara
Mutlu aşk yok ki dünyada
Hani giydirilmiş erler bir başka yazgıya
İşte o silahsız askerlere benzer hayatı
Sabahları o yazgı için uyanmış olsalar da
Tükenmiştirler ve kararsızdırlar akşamları
Söyle yavrum şu sözleri ve sakın ağlama
Mutlu aşk yok ki dünyada
Güzel aşkım tatlı aşkım çıbanım derdim
Yaralı bir kuş gibi taşırım seni şuramda
Ve görmeden bakanlar şu halimize bizim
Süzdüğüm sözleri söylerler benden sonra
Ve her şey der demez ölür iri gözlerin uğruna
Mutlu aşk yok ki dünyada
Yaşamayı öğrenmek bizimçin geçti çoktan
Ağlasın gece içinde kalplerimiz yan yana
En küçük şarkıyı mutsuzluktur kurtaran
Her ürperiş borçlu baştan bir hayıflanmaya
Ve her kitar havası beslenir hıçkırıkla
Mutlu aşk yok ki dünyada
Acılara batmamış bir aşk söyle bana
Yıkmamış kıymamış olsun bir aşk söyle
Bir aşk söyle sarartıp soldurmamış ama
İnan ki senden artık değil yurt sevgisi de
Bir aşk yok ki paydos demiş gözyaşlarına
Mutlu aşk yok ki dünyada
Ama şu aşk ikimizin öyle de olsa

Luis Aragon

* * *

BU GECE EN HÜZÜNLÜ ŞİİRİ YAZABİLİRİM
Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim
Şöyle diyebilirim: gece yıldızla dolu
Ve yıldızlar, masmavi titreşiyor uzakta
Şakıyarak dönüyor gökte gece rüzgarı.
Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim
Sevdim ben onu, o da beni sevdi bir ara.
Kollarıma aldım bu gece gibi kaç gece
Kaç defa öptüm onu sonsuz göğün altında
Sevdi beni o ben de bir ara onu sevdim
O durgun, iri gözler sevilmez miydi ama
Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim.
Yokluğunu düşünüp, yitmesine yanmakla
Duyup geceyi, onsuz daha engin geceyi.
Ota düşen çiğ gibi, düşmekle şiir cana
Ne gelir elden, sevgim onu tutamadıysa.
Gece yıldız içinde, o yoldaş değil bana
Hepsi bu. Uzaklarda şarkı söylüyor biri.
Yüreğim dayanmıyor yitmesine kolayca
Gözlerim arar onu, yaklaştırmak ister gibi
Yüreğim arar onu, o yoldaş değil bana
Artık sevmiyorum ya nasıl, nasıl sevmiştim
Sesim arar rüzgarı ulaşmak için ona
Ellere yar olur. Öpmemden önceki gibi.
O ses, ışıl ışıl ten ve sonsuz bakışlarla
Artık sevmiyorum ya severim belki yine
Ne uzundur unutuş ah ne kısadır sevda
Böyle gecelerde kollarıma aldım çünkü
Yüreğim dayanmıyor yitmesine kolayca
Belki bana verdiği son acıdır bu acı
Belki son şiirdir bu yazdığım şiir ona

Pablo Neruda
(Türkçeye çeviren: Sait Maden)

*** *** ***

Sırada benim şiirlerim var. Bugün sizlere kendi yazdığım üç adet şiir seçtim. Şiirlerin içinde kullandığım sembollere dikkat çekmek istiyorum. Basit bir aşk temasını daha güçlü anlatmanın yolunun bu olduğunu düşündüğüm bir andı ve bu şiirler ortaya çıktı.

...

63
Sevgiler,
Yürekte kanayan yara mıdır?
Coşkun akan ırmak mı?
Bulma sevinci mi kaybetme korkusu mu?
Kıyamet yalnızlığı mı, mahşer kalabalığı mı?
Bilmiyorum, hiç bilemedim.

Aydın Göle
28 haziran 2003

***

64
Damarlarımda yürüyen kan
Ağaçlarda, köklerden dal uçlarına dek su
Sensin!...
Derimi yırtıp çıkacak gibisin
Nerdesin diye sormuyorum
Sen gittiğim her yerdesin
Aldığım nefessin
Gördüğüm her şeysin
Bir damla seni damlatıyorum,
baktığım her şeye, canlanıyorlar.
Denizde balık
Havada uçan kuş
Senden bir bakış alırsa
Şımarıyorlar

Aydın Göle
28 haziran 2003

***

65
Susadım ölüm hasreti var dilimde
Irmakları içsem kanamam
Uçarsam bir defa bedenden
Ağaç dalına da konamam
Beni tutan sensin bu dünyada
Yoksa bağlasalar duramam
Asmalarda üzüm yok
Yaprakları kurumuş
Bülbüller aşkı unutmuş, şakımıyorlar artık.
Yağmurlar yere,
Karanlıklar sehere,
Koşmuyor aşkla artık.
Sevgin olmasa alır başımı giderdim
Kalamazdım buralarda
Riya mey, yalan meze, sofralarda
Herkes payına düşenden
Fazlasını istiyor hak etmeden
Hak etmeden alıyor alacaklarını doymaz oburlar
Ben doymazsam sevgine doyamam canım
Ben doymazsam sevgine doyamam
Sahip olduğum tek servetimsin
Yürek yürek seni çoğaltıyorum
Hem kemiğim, hem etimsin
Sızım sızım sızlıyorsun ta ciğerimde
Sevgin bitmesin istediğim bu sadece
Susadım ölüm hasreti var dilimde
Irmakları içsem kanamam
Bir bardak su içsem elinden bu bana yeter.
Gelde bitir hasreti canım, gelde bitir hasreti

Aydın Göle
28 haziran 2003

***
Bana ayrılan bu köşe umarım keyfinize keyif kattığım bir köşe olmuştur. İlgi gösterdiğiniz için teşekkür ederim. İyi pazarlar sevgili okurlar.



Yayın Tarihi: 23.11.2014

ÖNCE MEDENİYET GÖTÜRÜYORLARDI ŞİMDİ DEMOKRASİ GÖTÜRÜYORLAR 1











20. yüzyılın sonuna doğru Biri Sovyetler Birliği, diğeri Yugoslavya olmak üzere 2 devlet dağıldı. Sovyetler Birliği komünizmin bürokrat baskıcılığına dönüştüğü yer olarak devlet mekanizmasını tıkayan sistem adı olmaktan öteye gidemediği için dağılırken, Yugoslavya emperyalist güçlerin oyunuyla parçalanarak dağılmıştı. Bugün o topraklarda Yugoslavya’dan hasıl olmuş 6 cumhuriyet hüküm sürmektedir. Tıpkı Osmanlıya yapılan Yugoslavya’ya da yapılmıştı. Emperyalistlerin icraatları devam ediyor. Dünyanın her yerine el attıklarını, ülkelerin haritalarını sık sık değiştirdiklerini bilmeyen yok! Bu emperyalistlerin eliyle Afrika’nın fakir ülkesi Sudan 2011’de ikiye bölündü.

Emperyalist (yayılmacı - genişlemeci) ülkeler büyük devlet olmalarını emperyal olmalarına borçludurlar. Büyük devlet oldukları için kendi içlerine sığamaz ve dışa taşarlar. Osmanlıda büyük devlet olduğu için kendi içine sığmaz taşardı. Bu açıdan bakıldığında Osmanlıda emperyal bir devletti. Osmanlıyı batılı emperyalist devletlerden ayran en önemli özellik İslam dinini yaymak amacını güdüşüydü. Batılı emperyalist devletler ise zenginleşmek, ya da en azından zenginliklerinin gerilememesi amacını taşırlar. Osmanlı bu yüzden yağmacı olmamış, batılı emperyalistlerse gittikleri yerlerin iliğini kurutmuşlardır.

Onlar bu hareketlerine bir kılıf uydurmuşlardı. Eskiden gittikleri yerlere, yani vahşilere “medeniyet” götürüyorlardı. Şimdiyse “demokrasi” götürüyorlar. Değişen bir şey yok! Onlar
götürmeye (!) devam ediyorlar yani.

Medeniyet veya demokrasi altında götürdükleri şey kan ve gözyaşından başka şey değil. 1950’lerde Kore’ye götürmüşlerdi, bugün iki tane Kore var. 1960’larda Vietnam’a götürmüşlerdi onlarda başlarda ikiye bölünmüşlerdi. 1970’lerde kendileri gitmedi, içerden muhalifleri güçlendirerek Afganistan’daki bir başka dış güdümlü iktidarı devirdiler. Bunun sonucunda Afganistan’da birlik kalmadı. 1990 ve 2000’lerin başında maç nakleder gibi savaşları televizyonlarla naklen yayınladılar. İlk naklen yayınlı savaş Saddam’ın elinde nükleer silah olduğu gerekçesiyle başlattıkları Irak saldırısıydı. İkinci Irak saldırısından sonra Saddam’ı devirdiler, kaçan Saddam’ı bir kuyuda saklanırken bulup çıkardılar, idam ettiler. Bugün Irak toz duman içinde, birliğini kaybetmek üzere.

Yazımızın başına dönelim ve Yugoslavya’nın parçalanış evresine bir bakalım. Çünkü Türkiye ile Yugoslavya büyük benzerlik gösteriyor. 3 yıl öncesinin Akşam gazetesinden Gökhan Hacır’da buna dikkat çeken bir yazı yazmış “Allah sonumuzu benzetmesin” demişti.

O yazıdan alıntılar yapmak istiyorum.

“Yugoslavya’nın ismi aslında kurulan devletin nasıl güzel bir birliktelik olduğunun işareti gibi. Hırvatça, Sırpça, Boşnakça ve Slovence’de ‘yug’ kelimesi ‘güney’ anlamına gelir. Yugoslavya : Güney Slavların ülkesidir.”

Osmanlıdan ayrılan o bölge Sırbistan adını taşıyordu, Yugoslavya birliği adını alan bu devlet  bir krallıktı. 1941’e kadar süren bu krallık 1945’te Demokratik Yugoslavya’ya dönüştü. “1963’te Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti” adını aldı.

Alıntıları okumaya devam edelim

“Modern Yugoslavya’yı inşa eden kişi bir büyük devrimciydi. Josip Broz Tito! Annesi Hırvat kökenli babası ise Sloven’di. Kalabalık bir ailede dünyaya gelmişti. İşçi olarak başladığı çalışma hayatında sendikal mücadele içinde yer aldı.
(Asıl adı Josip Broz'du. Ama çalışma arkadaşlarını yönlendirirken ‘sen bunu’ ‘sen de bunu yap’ sözünü çok kullanırdı. Bu da Hırvatça ti-to dendiği için Tito lakabı oldu)

2. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Yugoslav krallığının da dağılması bir oldu.  Nazi Birlikleri 1941’de Ygoslavya’yı işgal edildi.
TIPKI 1918’de Anadolu’yu işgal eden emperyalist güçler gibi.
Tito, ‘Partizan’ adını verdiği yerel direniş birliklerini kurdu.
TIPKI Mustafa Kemal’in, Kuvay-ı Milliyesi gibi.

Dağılan ve parçalanan Yugoslav Krallığında bir başka direniş odağı daha vardı. Çetnik albay Draza Mihalovic ! Onun hayali de 'Büyük Sırbistan' hayalini gerçekleştirmekti.
Tanıdık geldi değil mi?
Bizim Enver Paşa da Türkistan’da ‘Büyük Turan’ hayalinin peşinde koşmuyor muydu?
Tito hem dostu hem de rakibi gözüken Mihalovic’i saf dışı bırakmayı başardı.
Tıpkı Mustafa Kemal’in Enver Paşa’yı minder dışına ittiği gibi...



DEVAM EDECEK
  


Yayın Tarihi: 19.11.2014

AMAÇLARI TEK! SADECE YAŞAMAK..

İnsan yeryüzünde belirmeye başladığından itibaren doğanın karşısındaki güçsüzlüğüne çare aramış ve doğaya hükmedebilmek için kendi türünden başka türdeki canlıları da kullanmıştır.
Kiminin derisinden, kiminin yününden, kiminin gücünden, kiminin de besin değerinden yararlanmıştır. Bütün bunları yapabilmek için doğa varlıkları olan canlıları emek vererek eğitmiştir. Eğitilip kullanılır hale gelenleri evinde beslemiştir. Böylelikle insan bu canlıları yaban doğadan değil yetiştirdikleri içinden seçip kullanma imkânına sahip olmuştur. Evcilleşen bu canlı türü yani ev hayvanları bin yıllardır insanlara hizmet etmektedir. Birde hizmet dışı sadece hayvanla insan ilişkisinin ustalığı demek olan kimi artistik alanlarda hayvan yetiştirilmekte ve beslenmektedir.

Ayrıca bulunulan iklimde yaşamayan ama yaşadıkları iklimlerden alınıp “hayvanat bahçesi” adıyla anılan yerlerde insanların bu hayvanları tanımasını sağlamak amacıylada bir çok türde hayvana bakılmaktadır.

Makineleşme ile birlikte besin konusu hariç, hayvanlar günlük hayatta çok daha az kullanılmaktadır artık. Yakında et üretimi yapay yollarla sağlandığında hayvan katliamı da duracaktır. Bu konuda geçenlerde bir hayvandan alınan bir hücre ile et üretildiğini gazetelerden okumuştum. Yanlış anlamayın; alınan hücreden bir canlı kopyalanmıyordu. Hücre ile et üretilmişti, bildiğimiz; tüketilmeye hazır bekleyen kasaplık et! Düşünebiliyor musunuz, bundan sonra hayvancıklar bizim et ihtiyacımız yüzünden ölmeyecek, dolayısıyla soyları kurumayacaktır.

En büyük tüketici insandır. Öyle acımasız bir tüketicidir ki, bu tüketim hırsı bir gün kendi sonunu hazırlayacaktır. Diğer yandan bu tüketiciliğinin farkında olan insan yok oluşunu durdurmaya çareler aramaktadır. Hücreden et üretme konusu da böyle bir çabanın ürünü değil de nedir sizce?

İnsan çare aramakla uğraşırken, gene aynı insan başka bir yerde çelişkili davranıyor. Sizde duymuşsunuzdur, çark mesirede küçük bir alanda kafes hayvanları ile bir çift midilli atı konulmuş böylelikle “hayvanat bahçesi” kurulmuştu. Bir benzeri de Hendek ilçemizde vardı. Ne olmuştu Hendek hayvanat bahçesinde hatırlıyor musunuz? Ne olacak, midilliler çalınmış. İz süren yetkililer hayvanın kemiklerini bulmuşlardı. Yani midilliyi çalan onu kesip bir güzel yemiş. Bekir Coşkun Cumhuriyet Gazetesindeki köşesinde o zaman şöyle yazmıştı:

***

Önce İnsan mı, Hayvan mı?..
Hayvanları sevmeyenler kimi zaman “İnsan dururken…” diye başlayıp soruyorlar bize:
“Önce insan mı, hayvan mı?..”
İşte yanıtım…

İki küçük sevimli midilli atı vardı Sakarya-Hendek hayvanat bahçesinde…
Normalde hayvanat bahçesine gidip o iki sevimli midilli atına bakan bir insanın içinden onu sevmek, okşamak gelmez mi?..
Demek ki bunlar gidip baktılar….
Ve içlerinden onları yemek geldi…
(………)
Midilli atları o sabah hayvanat bahçesindeki kafeslerinde yoktu…
Hayvanat bahçesinin görevlileri sağa-sola koştular… Yakındaki bir tarlada iki sevimli atın nakış süslemeli yularlarını ve ayaklarını buldular. Araştırdılar, onları “insanın” gece çalıp ilerideki korulukta kestiğini, etlerini alıp götürdüklerini öğrendiler…
Müdür, “Daha önce de iki tavşanımızı çalıp yediler” dedi…
Müdür muavini ekledi:
“İki tane de papağan…”
(………)

***

Şu insan denen tür ne komik bir yaratık. Araçla amacı sürekli karıştırmaktan yolunu şaşırıyor.
Ama hayvanlar amaçlarla araçları hiç birbirine karıştırmazlar. Amaçları tek! Sadece yaşamak ve üremek.. ona da insanlar izin verirse..



Yayın Tarihi: 17.11.2014

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ



“İnsan en çok kendisini tanır” derler, acaba öylemidir? Aslında öyledir, ama işin içinde sürprizlerde vardır. Siz hiç kendinize tanımadığınız şekilde rastlamadınız mı? En azından bazı olaylarda ne yapacağınızı şaşırdığınız olmadı mı? Bu şaşırmayı kendinizi çok iyi tanımakla ilişkilendirebilir misiniz? İşte sürpriz burada dostlar. Gerçi bu sürprizlerin sayısı bir ömür boyunca topu topu üçü beşi geçmez. Zaten geçerse orda kişilik sorunu var gibi geliyor bana. Konunun uzmanı değilim. Lafı fazla uzatmanın bu yüzden gereği yok. Konumuzla ilintisi var mı? Evet; var! Bu gün şair ve şiirler tasarlanmadan öyle kendiliğinden ortaya çıktı, buda benim ne kadar dalgalı seyir gösterdiğimin göstergesi. Böyle zamanlarım sıklıkla olmasa da az değildir. Şimdi sadece şaşırmıyorum, o kadar. Yoksa bu durum benim içinde yenidir ve ilginçtir sözün kısası..

...

GİDERSEN YIKILIR BU KENT
Gidersen yıkılır bu kent, kuşlarda gider
Bir nehir gibi susarım yüzünün deltasında
Yanlış adresteydik, kimsesizdik belki
Sarışın bir şaşkınlık olurdu bütün ışıklar
Biz mi yalnızdık, durmadan yağmur yağardı
Üşür müydük nar çiçekleri ürperirken

Gidersen kim sular fesleğenleri
Kuşlar nereye sığınır akşam olunca

Sessizliği dinliyorum simdi ve soluğunu
Sustuğun yerde bir şeyler kırılıyor
Bekleyiş diyorum caddelere, dalıp gidiyorsun
Adını yazıyorum bütün otobüs duraklarına
Öpüştüğümüz her yer adınla anılıyor
Birde seni ekliyorum susuşlarıma

Selamsız saygısız yürüyelim sokakları
Belki bizimle ışıklanır bütün varoşlar
Geriye mapushaneler kalır, paslı soğuklar
Adını bilmediğimiz dostlar kalır yalnız
Yüreğimize alırız onları, ısıtırız
Gardiyan olamayız kendi ömrümüze her akşam

Gidersen kar yağar avuçlarıma
Bir ceylan sessizliği olur burada aşklar

Fiyakalı ışıklar yanıyor reklam panolarında
Durmadan çoğalıyor faili meçhul cinayetler
Ve ölü kuşlar satılıyor bütün çiçekçilerde
Menekşeler nergisler yerine kuş ölüleri
Bir su sesi bir fesleğen kokusu simdi uzak
Yangınları anımsatıyor genç ölülere artık

Bulvar kahvelerinde arabesk bir duman
Sis ve intihar çöküyor bütün birahanelere
Bu kentin künyesi bellidir artık ve susun
İsyan olur milyon kere, hiç bilmez miyim
Sokul yanıma sen, ellerin sımsıcak kalsın
Devriyeler basıyor karartılmış evleri yine

Gidersen yıkılır bu kent kuşlarda ölür
Bir tufan olurum sustuğun her yerde

AHMET TELLİ

***

GÜLÜŞÜN EKLENİR KİMLİĞİME
Gün biter gülüşün kalır bende
anılar gibi sürüklenir bulutlar
Ömrümüz ayrılıklar toplamıdır
yarım kalan bir şiir belki de

Aykırı anlamlar arayıp durma
güz bitip sular köpürür de
kapanmaz gülüşünün açtığı yara
uçurum olur zaman her gece

Her gece yeni bir savaş başlar
acı ses olur, ses deli yağmur

Sığındığım her yer adınla anılır
ben girerim sokağı devriyeler basar
Bir de gülüşün eklenir kimliğime.

AHMET TELLİ

***

Bekir Sıtkı Erdoğan çocukluğumda adını çok duyduğum şairlerimizdendi. Aşağıda okuyacağınız şiirini, yaşı benim kadar olanlar bilir. Bu şiiri Selahattin İnal bestelemiş, uşşak makamındaki şarkı çok sevilmişti. Kendi içinde çok güzel bir örgüsü olan bu şiirin bugünde sevileceğini tahmin ediyorum.

...

HANCI
Gurbetten gelmişim, yorgunum hancı!
Şuraya bir yatak ser yavaş yavaş...
Aman karanlığı görmesin gözüm,
Beyaz perdeleri ger yavaş yavaş...
 
Sıla burcu burcu ille ocağım...
Çoluk çocuk hasretinde kucağım
Sana her şeyimi anlatacağım,
Otur başucuma sor yavaş yavaş.

Güç bela bir bilet aldım gişeden,
Yolculuk başladı Haydarpaşa'dan...
Hancı, ne olur, elindeki şişeden
Bir kaç yudum daha ver yavaş yavaş!..

Ben o gece hem ağladım hem içtim,
İki gün diyardan diyara uçtum
Kayseri yolundan Niğde'yi geçtim,
Uzaktan göründü Bor yavaş yavaş...

Garibim, her taraf bana yabancı,
Dertliyim çekinme, doldur be hancı!
İlk önce kımıldar hafif bir sancı,
Ayrılık sonradan kor yavaş yavaş...

Bende bir resmi var yarısı yırtık,
On yıldır evimin kapısı örtük...
Garip birde sarhoş oldu mu artık
Bütün sırlarını der yavaş yavaş...

İşte hancı! Ben her zaman böyleyim,
Öteyi ne sen sor ne ben söyleyim?
Kaldır artık, boş kadehi neyleyim?
Şu benim hesabı gör yavaş yavaş...

BEKİR SITKI ERDOĞAN

***

Her zamanki gibi sırada kendi şiirlerim var. Sevda sonu yıkımının ardından sığındığım limanım, kan kardeşime yazdığım şiirleri sizlere sunmak istiyorum. Umarım beğenirsiniz.
...
60
Bu akşam öksüz kaldım
Bu akşam sensiz kaldım
Biraz gitar çaldım
Sürüklendim hüzünlere
Bu akşam kuşları saldım
Bu akşam hayale daldım
Kendime bir simit aldım
Katran karası bir çay söyledim
Şekerle tuzu kaçırdım gene
Aklımı kaçırdım, ben biraz deliyim
Fırtınalar vadisinden nasıl geleyim
Ay, asabımı bozuyor bu akşam
Elimi koyacak yer bulamıyorum
Ama korkma, ağlamıyorum
Krizlerim tutmadı henüz
Bu akşam öksüz kaldım
Bu akşam sensiz kaldım
Biraz gitar çaldım
O bile sensizlikten hırçın
Görmeden duramıyorum seni

Aydın Göle
13 haziran 2003
Galaksi cafe 20:49

***

Devamlı okurlarım bilir büyük sayılı şiirlerim, telefonla kısa mesaj olarak yolladığım şiirlerdir. Sırada kan kardeşime gönderdiğim böyle bir şiir var.

262
Bakma adam olduğuma
Ben daha büyümedim
Hatta ayaklanmadım henüz
Daha hiç yürümedim
Özürlülüğüm bahane
El alemin sözünden bana ne
Yaşıyorum ya, daha ne
Yürekte sevgin şahane
Büyümüşüm büyümemişim
Kime ne

Aydın Göle
15 haziran 2003

***

61
Sana değil
Seni doğuran anneye
Müteşekkirim
Sana değil
Seni yaratan Allaha
Şükürler olsun
Şimdi sana
Teşekkür ederim
Beni sevginle kuşattığın için

Aydın Göle
19 haziran 2003

***

62
Atlas yorgandır sevgin
Buza yatırdığım içimi ısıtan
Üşümüş yüreğime huzur veriyorsun
Seni kaybedeceksem cenneti istemem
Sensiz mutluluğa mutluluk demem
Seni çok seviyorum
Dumansız ateşlerden çıkardın beni

Aydın Göle
19 haziran 2003

***

İyi pazarlar sevgili okurlar!..
  


Yayın Tarihi: 16.11.2014

GİZLİ VE AÇIK GÜDÜLENDİRME İLE



İnsanlar günümüzde çeşitli araç ve yöntemlerle bilgilendiriliyor gibi görünse de çok yoğun biçimde güdülendiriliyor. Evet bu sözcüğü bilerek seçiyorum; “güdülendiriliyor”. Herkes  bilgileri kendisinin seçtiğini ve kendini bu seçimi üstüne oluşturduğunu sanıyor ama ne yazık ki durum hiçte öyle değil. Nasıl güdülendiriliyoruz bakın. En basit güdülendirme işi reklâmlarla sağlanıyor. Haberler biraz örtük güdülendirme aracıdır. Kültürel etkinlikler, müzik, sinema, edebiyat örtük güdülendirme araçlarından olabilirler. Hatta dini ve din dışı her türlü eğitim bile gizli güdülendirme aracı olabilir. Konu insanları yönetmek olunca, en küçük ölçekli işletmeden veya dernekten tutunda en büyük yapılandırma biçimi olan devlete kadar her alanda insanlar güdülendirilir. Güdülendirilen insan istenilen kıvama gelen insandır. Böyle insan kolay yönetilir çünkü. Güdülendirme işi sadece kendi içindeki kişilerle sınırlı değildir. Rekabet olan her alanda, birbirine rakip olan her kurum veya devlet güdülendirme yapma hakkına sahip olduğunu düşünerek güdülendirme yapar. Böylelikle kavga etmeden, tek mermi bile atmadan kaleler zapt olur. Günümüz savaşlarının bir çoğu böyle yapılmaktadır.

Buna örnek oluşturacak, çok sık duyduğum bir hikâyeden söz edeceğim. Hikâyeyi televizyonlardan tanıdığım Psikiyatrist Prof. Dr. Kerem Doksat’ın bir yazısından alıntılar yaparak sizlere aktarmak istiyorum.

***

Ünlü Rus fizyolog Pavlov, köpeklerine et verirken zil çalınca ve bunu çok kez tekrarlayınca, zil sesini işittiğinde et görmeden de hayvanın salyası akmaya başlar. Bu  “Şartlı Refleks”tir..
Hayvanın “tabiatında olmayan” bir uyaran (zil sesi), onu “tabiatında olan” eti görmüş gibi heyecanlandırmaktadır. Eğer sürekli zil çalar ama hiç et göstermezseniz, bir süre sonra şartlı refleks söner. Devamın sağlanması için arada bir et gösterilerek refleks pekiştirilmelidir.

Hiç birimiz dünyaya Türk, Meksikalı, Sünni veya Katolik olarak gelmeyiz. Bunlar bize öğretilen değerler, bir başka deyişle, şartlı reflekslerdir. Eğer pekiştirilmezlerse zamanla sönerler.

Bir gün Pavlov’un enstitüsünü su basar. Köpeklerin bir kısmı boğulur. Bir kısmı da günlerce korkuyla titreşir çünkü ölümden zor kurtulmuşlardır.

Kurtulabilenler tekrar enstitüye toplanır. Pavlov zil çalar, köpeklerde tık yoktur. Şu müthiş sonuca varır Pavlov: Ağır travmalar, şartlı refleksleri ortadan kaldırmaktadır. Hayvan en doğal en ilkel durumuna geri dönmektedir.

(Bir yandan açılım, bir yandan gezi olayları, bir yandan paralel yapı, bir yandan ışid terörü, bir yanda Aynel Arap, yani Kobani için 6-7 ekim olayları, öncesindeki Ergenekon davaları bizim bilincimizi dağıtmaya yönelik güdülendirme hareketleriydiler.  A.G.)

Pavlov’un köpekleri gibi bizimde şartlı reflekslerimiz (milli duygularımız ve tepkilerimiz) kırılıyor.

Emperyalistler sinsi savaşlarında psikoloji bilimini kullanırlar. Kısacası milli duygunun yok edilmesidir etnik psikiyatrinin görevi.

Bir ulusun ulusal bilincini, ulusal duygusunu ve reflekslerini nasıl yok edersiniz? Bunun denenmiş, sınanmış bir yöntemi vardır: “O ulusun tarihsel varlığını sorgulamaya açarsınız”. Yani o ulusun tarihini yeniden tartışırsınız.  Türkler Atatürk’ü çok mu yüceltiyorlar? Onlara Atatürk’ün ne kadar sıradan birisi olduğunu göstermelisiniz. Farkındaysanız son on yıldır tamda böylesi bir dönemden geçiyoruz. “Demokratlık”, “Tartışma kültürü” adına neyi tartışıyoruz ve bizden neyi kabul etmemiz isteniyor?

Diyorlar ki, “siz soykırımcı bir milletsiniz! Ermenilere soykırım uyguladınız..”
Biz diyoruz ki, “hayır uygulamadık!”
O zaman deniyor ki: “Tamam madem uygulamadınız, bunu tartışalım, öyle sonuca varalım”.
Size mantıklı geliyor, “Nasılsa suçlu değiliz, tartışmadan galip ayrılırız” diyorsunuz. Ama tartışma şansı olmadığını görüyorsunuz. Bakıyorsunuz, tüm televizyonlar, gazeteler, “aydınlar” sizin Ermenileri katlettiğinizi yaymaya başlıyor. Kanıtları var mı? Elbette yok! “Hayır” diyorsunuz, “gerçekleri bir de biz anlatalım”, anlatamıyorsunuz çünkü tüm propaganda kanalları size kapatılmış durumda.
İşte o zaman anlıyorsunuz “Tartışmaya açmak” denilen tuzağı.
Bu sürecin sonunda, ulusal gururu ve hassasiyetleri yüksek insanlar bile “Acaba” demeye başlıyor, “acaba gerçekten Ermenileri biz mi katlettik?” “Ulusal benlikte ilk kırılma” yaşanıyor… 

Psikolojik harbin etkisi büyük bir hızla bu şekilde yayılıyor. Sıra Kürtlere geliyor. Sizden tartışmanızı istiyorlar. Tartışma başlıyor ve yine kaybediyorsunuz. Bir düşünün lütfen, son dönemde neleri tartışmaya açtık ve şimdi neredeyiz? Bugün Misak-ı Milli’yi pek önemsemiyoruz. Kırmızı çizgileri umursamıyoruz. Türk dilinin önemi kalmamış. Bu ülkede Federasyonda olabilir, Ermenilerden özür de dileyebiliriz. Kürtlere “biraz” toprak da verebiliriz. Kısacası ulusal varlığımıza ait hayatı her alanda kaybetmiş durumdayız.

(…)

Yazı devam ediyor ama alıntıladığım kadarıyla yazının ana fikrini aldığımızı düşündüğüm için yazıyı burada kesiyorum. Güdülendirmeyi gördünüz mü? Bu güdülendirmeyle adım adım istenilen sona götürülüyoruz değil mi?
  


Yayın Tarihi: 14.11.2014

ŞU KARŞILIKLILIK


Öteden beri dünyanın nereye gittiğini vurgulamaya çalışıyorum. Dünya bir yola doğru çekilmek istenirken elbette baş rolü büyük ülkeler oynuyor. Bizim gibi ülkeler dik durabildikleri veya dik durma gücüne sahip olabildikleri oranda bu gelişmelerde rol alabilecekler kuşkusuz.

Bazı haberler bir çok tezi tek cümleyle anlatır. Haber başlıklarına bu gözle göz atarım. Aşağıya alıntıladığım eski bir haberi öteden beri anlatmaya çalıştığım düşüncemin haklılığını kanıtlar nitelikte bulduğum için sizlere aktarıyorum. Yorumu haberin sonuna bırakalım.

***

Sigara devi ‘şutlanmaya’ dava açıyor
Sigaracılar ve hükümet arasında büyük savaş.... Avustralya hükümeti paket üzerindeki logoyu atıp sağlık uyarılarını büyütmek için düğmeye bastı. Philip Morris, yasal girişim başlattığını duyurdu.

Dünyanın en büyük sigara üreticilerinden Philip Morris, Avustralya’nın sigara paketlerinden logoları atma girişimine karşı yasal işlem başlattı. Avustralya hükümeti nisanda başlattığı bir projeyle, sigara paketlerinden üretici firmaların logolarını atarak, onların yerine daha görünürü bir şekilde sigaranın zararlarının gösterildiği resimler koymak, marka isimlerinin ise paketin alt tarafına yazılmasını istiyor. Parlamentoda temmuz ayı içinde görüşülmeye başlaması planlanan düzenlemeyi 2012’de resmen uygulamaya sokmak isteyen hükümete karşı harekete geçen Philip Morris’in sözcüsü Anne Edwards, ‘Bu hamle açık bir şekilde Avustralya’daki markamızın kamulaştırılmasıdır. Hükümetin bize ödeyeceği zararın milyar doları bulmasını bekliyoruz’ dedi. Hükümet ise kararlı. Sağlık Bakanı Nicola Roxon, ‘Sigara üreticilerinin tehditleri ya da yasal işlem başlatmaları bizi yıldırmaz’ derken, Başbakan Julia Gillard da ‘Gözümüzü korkutmazlar’ açıklamasında bulundu. Eğer taraflar 3 ay içerisinde bir orta yol bulamazsa konu uluslararası yargıya taşınacak.

Avustralya hükümetinin  tartışmaya açacağı ve tarafları karşı karşıya getiren şey nedir? 5 maddelik başlık altında özetlenebilecek ve sigara tüketiminin genel sağlığı etkilemesini önleyeceği düşünülen tasarı gösterilebilir. Onlarda şunlardır.

1: HÜKÜMETİN temmuz ayında tartışmaya başlayacağı düzenlemeyle birlikte, sigara paketleri artık tek renk olacak. Her pakette zeytinyağı yeşili kullanılacak.
2: PAKETTE hiçbir şekilde üreteci firmanın logosu yer almayacak. Sadece markanın ismi paketin alt tarafında belirlenen alana yazılacak.
3: BUGÜN paketin ön ve arka tarafının yüzde 30’unda sağlık uyarıları yer alıyor. Bu rakam yeni düzenlemeyle ön taraf için yüzde 75’e, arka taraf için ise yüzde 90’a çıkacak.
4: PAKETİN üzerinde sigaranın sağlığa zararlarını gösteren resimler kullanılacak.
5: PAKETİN yan taraflarında ise sigaranın insan vücuduna ne şekilde zarar verdiği anlatılacak.
Ekonomiye yıllık zararı 31.5 milyar doları buluyor.
Dünyada sigara tüketimine karşı en sert tedbirleri alacaklarını açıklayan Avustralya hükümeti, 7 Nisan 2011’de Sağlık Bakanlığı sitesinden şu açıklamayı yapmıştı: “Sigara her yıl Avustralya’da 15 bin kişinin ölümüne sebep olurken, ekonomik zararı da yıllık 31.5 milyar doları buluyor. Girişimimiz dünyada bir ilk ve şu mesajı veriyor, Cazibe artık kayboldu. Sigara paketleri artık sadece tütün kaynaklı ölüm ve hastalıkları gösterecek.”

***
Yukarda okuduğunuz bu eski haberden sonra ülkemizde de sigara yasakları başlamış, henüz yakın bir süreçte sigara paketleri Avustralya’da olduğu gibi şekil değiştirmişti. Artık kentlerin reklam panolarında da sigara reklamları görülmüyor.

Ülke ekonomilerinde son 30 yılda çığ gibi büyüyen kamu mallarını özelleştirme hareketinin bir parçası olan yabancı şirketlere satışlar her zaman bir tehlike içermektedir. Okuduğunuz bu haber bu tehlikenin niteliğini ortaya koyarken aynı zamanda bir durumun kanıtı olma özelliğini taşımaktadır.

Sermayenin rahat hareket etmesini amaçlayan kapitalizmin bir köy haline getirdiği, dolayısıyla küçülen dünyada ülkeler 1900’lü yıllardaki “Ulus Devlet” modeliyle kendi iç hukukundan sorgulanmazken, 19.yy sonlarına doğru başlayan ve bu yüzyılda katlanarak sürecek olan uluslar arası çeşitli kuruluşlar eliyle sorgulanabilir, hatta denetlenebilir hale gelmektedir. Bu haber işte bunun kanıtıdır. Kimse bunu “karşılıklılık ilkesi”yle açıklamaya kalkışmasın. Burada karşılıklılık ilkesi büyük şirketler, o büyük şirketlerin ait oldukları devletlerin yararına sonuçlanırsa bunun neresi karşılıklılık demektir?
Uluslar arası kuruluşlar (örnek; Lahey Adalet Divanı gibileri) ülkelerin belki de yaşamsal önemi olan öncelikli politikalarına önem vermezler. Onların ilkeleri kapitalizmin ürünü liberalizmin gerçekleşmesini sağlamaya yöneliktir. Kaldı ki örneğimizdeki ülke Avustralya öyle küçük bir ülke olmamasına rağmen, kendi tasarrufu içinde yer alması gereken bir konuyu dilediği biçimde düzenlemekte sıkıntı çekmiştir. Karşısındaki şirket birçok ülkenin bütçesinden daha büyük bütçeye sahip olan sigara devi “Philip Morris”  olunca onunda eli kolu bağlanıyor.

Tekrar soruyorum ülkelerin geldiği bu noktada bunun neresi “Karşılıklılık İlkesi”ni içermektedir?



Yayın Tarihi: 12.11.2014