29 Eylül 2015 Salı

VANDALİZM, YANİ YIKICILIK, YADA UYGARLIK DÜŞMANLIĞI 2

Avrupa’nın uygarlığına duyduğu kin ve nefreti yakıp yıkarak gösteren Cermenlerin bir kolu olan Slavlar gibi Asya’da da Moğollar aynı biçimde yıkıcı olmuşlardır. Bundan en çok zararı tüm İslam dünyasıyla birlikte Türk İslam dünyası görmüştür. Türkler Avrupalıların Cermenlere taktığı “Vandal”  ismi gibi Moğolları kıyıcılıklarını anlatır bir isimle isimlendirmemişlerdi. Moğollar uygarlığa o kadar düşmanlardı ki, karşısına çıkanların etini dahi yerlerdi.

Moğollarla ilgili bilgileri ararken karşıma Erciyes Üniversitesi Yardımcı Doçent Doktoru Rahmi Tekin çıktı. Rahmi bey benim düşündüğüm gibi Moğolların uygarlık dünyasına, özellikle İslam uygarlığına zarar verdiğini belirtiyor. Okuduğum yazısının satırlarından alıntılarla “Vandalizm”i anlatmaya yeni örnekler verelim.

“XII. yüzyıl İslam medeniyetinin en parlak ve göz kamaştırıcı yüzyılıdır. XIII. yüzyıla gelindiğinde İslam medeniyetinin tahribi birinci derecede Moğollar’ın eliyle olmuştur. Gerçekten medeni hayatın tahribinde ve İslam Alemi’nin böyle büyük bir felakete uğramasından sonra, ilim ve medeniyetin gerilemesi için başka şart ve sebepler aramak beyhudedir.

Prof. Dr. Laszlo Rasonyi’nin Moğollar’ın tahribatı hakkında bu kısa ve veciz tesbiti oldukça yerindedir; ...o (Moğol tahribatı) manevi değerleri saklayan kitleleri imha etti. Şehirleri, medeniyet ocaklarını yaktı. İslam dünyasında Orta-Asya’nın tekrar önem kazanması bir hayli zaman aldı.[1]

Muasır düşünürler ve daha sonra gelen İslam mütefekkirleri Moğol İstilasını, İslam dünyasının başına gelebilecek en büyük felaket olarak nitelendirmişlerdir. Moğol istilasının İç-Asya, Türkistan, Harezm, Horasan, Afganistan, İran, Irak, Azerbaycan, Doğu Anadolu ve Suriye’de verdikleri zayiat çeşitli kaynaklar ve görgü şahitleri ile tesbit edilmiş ve yapmış oldukları tahribat asırlar sonra da tasvir edilmiştir. Müslüman ve Hıristiyan kaynaklarının ittifak ettikleri bu zulümleri anlatmaktadırlar.”

Sözünü ettiğim düşmanının etini yemekten bu yazıda söz ediliyor.

XIII. yüzyılın ilk yarısında yaşayan el-Muaffık Abdullatif Moğol tahribatını şöyle anlatıyor:

Moğol istilası tarihleri unutturdu ve onların musibeti yer yüzünü doldurdu. Hiç bir halk şehirlerine giremeyinceye kadar onları tanımaz ve hiç bir asker onlarla karşılaşmayıncaya kadar onları bilmezdi. Moğol kadınları da çok iyi silah kullanır ve erkekler gibi savaşırlardı. Rastladıkları her eti yerlerdi. Yaptıkları katliamlarda erkek, kadın, yaşlı ve çocuk ayrımı yapmazlar tamamını siler süpürürlerdi. Onların gayesi insanlık nevini yok etmekti, yoksa gözleri malda mülkde değildi.[2]”

Malda mülkte gözü olmayan Moğolların mal ve mülk üreterek uygarlığı kuran bu insanlarda gözü var. Dolayısıyla malda ve mülkteki gözü onu yok etmek üzerinedir. Yok etmeden rahat edemez. Bu durum çağımızda değişmiştir. Artık mal mülk savaşlarla yok edilmiyor. Hatta canlı organizmaları yok eden, binaları olduğu gibi bırakan bir teknoloji bile geliştirdiler. İnsansız uygarlık özleminden başka bir şey değil tabi. İyide uygarlığı yaratan insan! O olmadan uygarlık olmaz ki!.. savaştığınız yerin yer altı varlıklarından başka yer üstü varlıklarına göz dikmekte neyle açıklanabilir? Hele hele organik bir canlının olmadığı yerde endüstriyel uygarlık, dört başı mamur bir uygarlık olur mu?

Bu konuya gene döneceğiz. Kaldığımız yerden devam edelim.

“Yine o dönemin dehşetini Sıbt İbnu’l-Cevzi, İbnu’l-Esir ve Suyuti gibi tarihçiler dehşet ve hayretle anlatmaktadırlar. Moğol istilasının dehşetine şahit olan İbnu’l-Esir, Moğolların İslam alemine tasallutlarını dünyanın en büyük hadisesi ve musibeti olarak değerlendirerek şöyle demektedir:

Zaman yaratıldığından beri böyle bir bela görülmemiştir. Öyle bir musibet ki, bütün mahlukat onlardan zarar görüyor. Onlardan zarar görenlerin başında tabi ki Müslümanlar gelmektedir. Eğer birisi çıksa ve dese ki, Kâinat yaratıldığından bu ana kadar böyle bir musibet görmemiştir, iddia etse, muhakkak ki, doğru söylemiş olur. Çünkü tarih böyle bir afeti daha kaydetmemiştir.[3]”



DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 30.09.2015

VANDALİZM, YANİ YIKICILIK, YADA UYGARLIK DÜŞMANLIĞI 1

Yabancı olan her şeye hayranlığımız, bu yüzden yabancı olan ne varsa baş tacı etmemiz vazgeçemediğimiz kusurumuzdur. Bu büyük kusurumuz önemli bir davranışın adı olan “Vandalizm”i görmemize yetmemiştir. Yabancı sözcük olmasına rağmen dilimizde yer etmemiş ender sözcüklerden olan ve anlamı pek bilinmeyen “Vandalizm” bir davranış biçimidir. “Vandalizm”i nefret ve kinden kaynaklanan yıkıcılık diye tanımlayabiliriz. Bu yıkıcılığın nedeni gelişmeye, büyümeye uygarlığa karşı duyulan nefret ve kindir.

İlk olarak Cermen soyundan gelen Slavların orta ve güney Avrupa’yı istilası sırasında karşılaştıkları uygarlığa ve onun sonucu olarak şehirleşmeye karşı giriştikleri yıkımlarla kendini göstermiştir. Fransız devrimi sırasında Henri Grégoire adlı bir papaz, Cumhuriyet Ordusunun yaptığı yıkımı, 455 yılında Roma’yı yağmalayan Cermenlerin yaptığı yıkımlara benzeterek böyle nitelendirmişti.

Bunu bir kaynaktan alıntıyla pekiştirelim.

“Vandalizm, adını, Kavimler Göçü sonrasında eski Roma ve Yunan medeniyetlerinin sanat eserlerini tahrip edip yağmalayan Vandallardan alıyor. Fransız İhtilâli öncesinde Paris’teki heykel ve anıtların kaldırılarak bronzdan yapılmış olanların top ve tüfek yapımında kullanılması, altın olanların da eritilip külçe haline getirilmesi, günlük araç ve gereçlerin de eritilmesinin emredilmesiyle zirveye çıkıyor. 19. yüzyıldan başlayarak koruyucu önlemler geliştirilmeye çalışıldıysa da, “Vandalizm” tümüyle önlenemiyor.”

Bu günümüzde de kendini çeşitli biçimlerde göstermektedir. Kentlerin estetik ve güzelliğine karşı bir eylemde olabildiği gibi, eğitilmişliğe güngörmüşlüğe cehaleti öne sürmek ve onu savunmak gibide olabilmektedir. Hiç kuşkusuz toplumsal yapısı ve ekonomik düzeyi düşük insanlarda bu durum daha sık ortaya çıkmaktadır.

Belediye otobüslerinden telefon kulübelerine kadar uzanan ilk bakışta küçük şeyler olarak görünen kamu malına zarar verme alışkanlıkları aynı tip davranışın ürünüdür. Böylelikle içinde ya hiç yer alamadığı, yada ucundan şöyle bir tutunduğu sistemden bir şekilde bilerek veya bilmeyerek intikam almaktadır.

Daha başka yıkıcı tavırlarda var! Örnek olarak ses ve ışık kirliliği gösterilebilir. Araçlara böyle ilaveler yapma yasağı olmasa kim bilir akla gelmeyen daha ne uygulamalarla karşılaşırdık. Sözgelimi düğün konvoyları, ciyak ciyak bağıran kornalar, gecenin sessizliğini yırtan vahşi davul sesleri, araba ya da evlerden dışarıya taşan ‘müzik’, herkesin kullanım alanına taşan ve güvenliği hiçe sayan inşaatlar, dilden sözdiziminden estetikten yoksun hoparlör anonsları, yalnızca kamu malına değil çalıştığı işyerine ve oturduğu eve zarar vermeler az bile gelebilirdi.


“Özetlersek, tarihsel süreçte “sanat eserlerini tahrip etmekle” işe başlayan vandallar, bugün, toplumsal yaşamın her alanına sirayet etmeyi başarmış, çağdaş (yok canım, ‘uygar’ anlamında değil tabii ki, yalnızca aynı çağı paylaşmak zorunda olduğumuz...) ‘barbar’lardan ibaret.”



Bir kaynakta “Vandalizm”in kökeninin Cermen istilasından öncede Roma’da var olduğunu belirtiliyor.  Bu tür Vandalizm her dönem yönetimlerde görünüyor. Adını hiç çekinmeden Resmi Vandalizm koyabiliriz. Bu başlık altında toplanan “Vandalizm”i gördüğümüzde şaşkınlığımızı saklayamayız.

Resmi Vandalizm

Roma İmparatorluğu’nda, damnatio memoriae, yani hatıraların lanetlenmesi denilen bir uygulama vardır. Buna göre sevilmeyen birisi öldüğünde ona ait heykeller kırılır ya da kafaları koparılır, isimleri tüm kayıtlardan çıkarılır ve adları anılmaz. Örneğin Neron, tek başına imparator olduğunda, kendinden önce gelen imparatora ait tüm heykelleri yıktırtmıştır.

Hıristiyanlığın kabulünden sonra da Roma’daki çoğu heykeller ya tahrip edilmiş ya da heykellerin alınlarına haç kazınmıştır.

Eski Mısır’da da rahipler tekrar gücü ellerine geçirdiklerinde benzer uygulamalarla, kendilerinin gücünü kısıtlayan firavunun mezarını tahrip ettirmişlerdir. Ayrıca baştakilerin, tarihten çıkarmak istedikleri kişilerin yüzlerini duvar resimlerinden kazıyarak silmeleri de sık görülen bir vandallıktır.

Modern zamanlarda da devam eden resmi vandalizm, Naziler tarafından yıkılan Yahudi sembolleri, Sovyetlerin çöküşünden sonraki tahribatlar, Taliban tarafından yok edilen tarihi dev Buda heykelleri vb ile sembolleşmiştir.

Şimdiye kadar her ilerlemenin baş düşmanı olan “Vandalizm” akla gelmeyecek kılıklarda ortaya çıkıp tahribatını yapmıştır. İnsanlığın ortak değerlerini hiçe sayma eğilimi bundan sonrada son bulmayacaktır. 



DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 28.09.2015

BATIYI YENMENİN FORMÜLÜ GÖÇMENLERDİR 2

Yazımıza kaldığımız yerden devam etmeden önce yarın idrak etmeye başlayacağımız kurban bayramınızı kutlamak istiyorum. Hepinize kurbanlarınızın ve dualarınızın kabul olduğu mutlu bir bayram diliyorum sevgili okurlarım. Bayram süresince gazetemiz çıkmayacağı için bu sürede buluşamayacağız. Pazartesi kısmetse gene buradayım.

*

Bir çocuk bedeni sizi ele verdi
Büyük göç harekâtı iki yüzyıldır dünyanın bütün köşelerini yağmalayan, bütün değerlerini ayaklar altına alan, bütün çatışma biçimlerini servis edenlerin kötü niyetlerini ortaya koydu, içlerindekini dışarı taşırdı.

İkiyüzlülükleri ortaya serildi. Sahte insan hakları söylemleri, değerleri test edildi. Hepsi sınıfta kaldı. Avrupa Birliği dediğimiz, dünyaya bir model olarak sunulan, elli yıldır insani değer ihraç eden yapı birkaç çocuk bedenine yenildi, pes etti.

Oysa bu coğrafyada biz her gün ölüyoruz. Çocuk bedenlerimiz sıra sıra her gün gözlerimizin önüne geliyor. Şehirlerimize duvarlar örülüyor, mahallelerimiz birbirinden ayrılıyor, bin yıldır birlikte yaşayan insanlar birbirini kırıyor. Bunların hepsinde onların parmak izleri var.

Bütün örgütlerin arkasında onların izi var. İşgallerin, iç savaşların, etnik kavgaların, bu kavgaları büyütmek için kurulan örgütlerin, cinayetlerin arkasında izleri var.

Hiçbir duvar bu dalgayı kıramaz

Yeryüzünde hiçbir güvenlik planının bu insan akınını durduramayacağını göreceksiniz. Hiçbir duvarın, hiçbir dikenli telin, hiçbir zirvenin Asya'dan, Afrika'dan kopup gelen dalgayı kıramayacağını göreceksiniz.


*
1980’lere gelirken Bertrand Russell’in üç ciltlik batı felsefesi tarihini okudum. O kitaptan bir sayfa aklımdan çıkmıyor. Yer altı kaynakları insanlığın ortak malı olduğundan söz edilerek, bunları yeryüzüne çıkaramayan ülkelerin yerine, onları insanlığın kullanımına sunmak üzere gelişmiş ülkelerin gelip çıkarmaları en doğal hakkıdır deniyordu. Böyle düşünenlere böyle cevap vermek bu ülke insanlarının hakkı.   

İbrahim Karagül’ün yazısına devam...

*

Evet, doğru, siz de esmerleşeceksiniz. Siz de dünyanın geri kalanında neler yaşandığını öğreneceksiniz. Siz de fakirliğin, yoksunluğun, kimsesiz bırakılmanın, evsiz ve vatansız kalmanın ne olduğunu bu insanlardan öğreneceksiniz.

Sizin kibriniz, küçümsemeniz, nefretiniz dünyayı bu hale getirdi. İki yüz yıldır bu coğrafyada, insan ırkının yapabileceği her kötülüğü yaptınız.

*

Afrika’da açlıktan ölmek üzere olan bir çocuğun arkasında bekleyen akbaba resmini hafızalarımızdan silmedik, silemedik. O çocuk resmin çekiminin ardından ölmüş ve akbaba gelmiş o çocuğu parçalamaya çalışmış. O akbaba bile kuraklıktan aç kalmıştı. Akbabaların bile aç kaldığı Afrika kıtasına batılı ülkeler ne yapmıştı? Tanınmış sanatçılardan oluşan “USA For Afrika” Türkçesiyle Amerika Afrika için adlı grubu kurmuş, “We’re The World, We’re The Children”, Biz Dünyayız, Biz Çocuklarız adlı Michael Jackson bestesiyle konserler düzenleyerek elde edilen gelirle kim sorarsa Afrika’ya yardım ediyordu. Öte yandan askeri harcamaları arttırıyor, kimi ülkeler arttırmasalar bile kısmıyorlardı da. Varoluşları buna bağlıydı ve üstünlüklerini neye malolursa olsun kaybetmek istemiyorlardı tabii. 

O köşe yazısını okumaya devam edelim.

*

Bizim şehirlerimiz harabeye dönerken sizin şehirlerinizin de konforu bozulacak. Bizim insanlarımız bomba sesleri altında korku ile sabahın olmasını beklerken siz rahat uyku uyuyamayacaksınız.

İslam medeniyeti ile yüz yıldır savaşan kim?

“Hristiyan medeniyetimiz tehdit altında” diyor biri. Bu topraklar iki yüzyıldır sizin tehdidiniz altında. Bugün bile gazetecileriniz, istihbarat örgütleriniz Kandil'e kadar gidip operasyon yapıyor, terörü silahlandırıyor, onlarla birlikte oyun kuruyor, bu ülkeyi hedef alıyor. Bizim “İslam medeniyetimiz” dimdik ayakta ve biz hala korkmuyoruz. Siz “Haçlı Savaşları” ifadesini en yetkili ağızdan dile getiriyorsunuz, biz yine de paniklemiyoruz.

Bugün bile sokak terörü üzerinden bu ülkede Başbakan öldürmeye kalkanların arkasındasınız. İçeride darbe planlayanların arkasındasınız. Şehirlerimize silah yığınağının arkasındasınız.

Artık mültecilerle savaşıyorsunuz..

Siz silahla geliyorsunuz, biz sadece insan olarak, tamamen savunmasız geliyoruz. Yine siz paniktesiniz, yine siz korkudasınız. Bu yüzden siz silahsız sivillere karşı örtülü bir savaş başlattınız. Bizimle, ülkelerimizde savaştınız yetmedi, artık mültecilerle savaşır oldunuz.

Hristiyan kimliği üzerinden ötekileştirme ve ırkçı kimlikler üzerinden ayrıştırma üzerine bir güvenlik paranoyası kapladı sizi. Bu iki kimlik dışında herkes, her şey tehdit. Bu tehdidi daha Avrupa'ya yaklaşmadan, bizim sınırlarımızda yok etmek istiyorsunuz. Balkan ülkelerini kalkan yapıyor, dalganın Avrupa içlerine sızmasını engellemeye çalışıyorsunuz.

*

Balkan ülkelerinin kalkanlığı Macaristan’ın kalkanlığının yanında hiçbir şey değildi. Ne çok dövdüler zavallı umut yorgunu insanları. Ne çok biber gazına mahkum ettiler. Hastalık, açlık yetmezmiş gibi.. hele bir kameramanın kucağında kızıyla koşan adama çelmesi unutulur şey değil. Hem insanları çağırıyorlardı, hem yollarda engel çıkarıyorlardı. Yayan yapıldak onca yolu alan göçmenlere, uçak, tren, gemi verilemez miydi? Yoksa kuvvetli olan kazansın kanunu mu koymuşlardı. Eleme usulünden bunu mu anlıyorlardı yoksa.
   
*

Bu yüzden olağanüstü hal yasalarını değiştirdiniz. Göçmen yasalarını, vatandaşlık yasalarını değiştirdiniz. Irkçı, insan haklarını bir kenara atan düzenlemeler getirdiniz. İç savaş çıkarmaya ayarlı teröre karşı var gücüyle mücadele eden Türkiye'ye saldırı üstüne saldırı yaparken siz oralarda silahsız kadın ve çocuklara savaş ilan ettiniz.

Sınırları açın, göç dalgasını büyütün

Siz o kararları aldıktan sonra sahilleri kaç çocuk bedeni vurdu hesabını yaptınız mı? Türkiye, Asya ülkeleri, Kuzey Afrika ülkeleri, sınırlarınızı açın, göç dalgasının Avrupa içlerine kadar girmesine destek verin. Dünyanın yarısına müdahale edenlerin bu mesele ile baş edemeyeceğini göreceksiniz.

Avrupa için tarihin en büyük “güvenlik tehdidi”, silahlarla değil, insani değerler üzerinden geliyor. Bu bir insanlık testi. Bırakın milyonlar o topraklara aksın. Hem insan kimliklerini sınayalım, hem de bu topraklarla uğraşacak vakitleri kalmasın! Ellerini bizim üzerimizden çeksinler…

*

İbrahim Karagül’ün yazısı burada bitiyor. Batının akıllanacağı, vicdan muhasebesi yapıp merhamete geleceği sanılmasın. Batıyı yenmenin formülü göçmenlerdir. Onlar yoğun insan dalgasının göçüne sebep oldukları için bu formülü bozmaları çok zordur.

Son söz: Dünyada her canlı türü diğer bir canlı türünün besin kaynağıdır. Bu düzen üstüne dünya dönerken, canlılar kendi türlerine zarar vermezler. Çünkü insanın dışındaki canlıların saklama, biriktirme, üretme gibi nitelikleri yok. Bu niteliklere sahip tek yaratık insan sonunda her şeyin sahipliğine soyunduğu için bu kavgalar çıkıyor. İnsanın doğa karşısındaki zayıflığından doğan nitelikleri onun kendi türüne bile canavarlaşmasının tek nedenidir.




BİTTİ


Yayın Tarihi: 23.09.2015

BATIYI YENMENİN FORMÜLÜ GÖÇMENLERDİR 1

Doğu ile batı arasındaki gelişme farklılığından söz edilirken bunun dünyayı yıkıma götürebilecek çelişkiler oluşturabileceği vurgulanıyordu. Öyle ya, batı hep doğuyu sömürmüştü. Sömürülen doğudan bir ayaklanma, bir başkaldırı olabileceği ve batıya doğru bir saldırı yapılabileceğinin tedirginliği vardı. Öyle olmadı ama doğu önce emperyalizmi kovdu, sonra gelişme yoluna koyuldu. Çin, Hindistan, Kore, Japonya bu devletlerin başında geliyordu. Daha sonra batıyı istilanın kuzey ve güney bölgelerinin gelişme farklılığının sağlayacağını söylenmeye başladı. Dünyanın güneyi de iliklerine kadar sömürülmüştü batı tarafından. Afrika hem insanı köleleştirilerek alınır satılır bir meta haline getirildi, hem yer altı servetleri acımasızca yağmalanarak batıya taşındı. Amerika kıtasının keşfinden sonra Kızılderililer bu faciayı daha önce yaşadılar, onlarında servetlerine ve topraklarına beyaz adam el koymuştu. Kızılderililerinde som altından tapınakları parçalanarak talan edilmişti. Batı altına böyle sahip oldu. Batının zenginliği kendilerinin üretkenlikleri kadar gittikleri ülkelerin yer altı servetleriyle insanlarının özgürlük ve ömürlerinin çalınmasına bağlıdır.

Sanayi toplumunun ilk aşamasında kendi yurttaşını ucuz işçilikle sömüren batı, toplumsal homurdanmayı ancak dünyayı sömürerek durdurabilmiştir. Kendi içindeki güçlü sol hareketlerin komünizmi getireceği beklenirken, hiç beklenmedik biçimde doğulu bir toplum olan Rusya’da komünist devletin kurulması Amerika dışındaki batılı devletleri korkudan sosyal devletçiliğe itti. Sosyal devletçiliğin faturasını da sömürdükleri ülkelerden çıkardılar. Bugün dünyada yapılmak isteneni geçtiğimiz Cuma günü biten “Yeni Dünya Düzeni” adlı yazı dizimizde uzun uzun anlatmıştım. O yazının ana fikri dünyadaki devlet sayısı arttırılarak ulus yada milli devletlerin ortadan kaldırılmak istendiğiydi. Milli devletler onlar için potansiyel tehlikeydi çünkü ordu besliyordu. Ordular kaynak israf ettiği ileri sürülerek gözden düşürüldü. Oysa bugün halkın kullanımına sunulan her türlü teknolojik ürün önce ordularının hizmetinde kullanılmıştı. Kendilerinin orduları teknoloji ordusu olurken tükettiği kaynağı onlara soran yok tabii. Ordular her zaman en yenilikçi, en güvenlikçi ve reformisttirler. Ordusu yok edilen ülke tüccarların eline düşmüş hancı konumuna dönüşerek gelişemez olur.

Peki batıyı nasıl dize getirebiliriz? 7 Eylül günü Yeni Şafak’ta İbrahim Karagül imzalı bir yazı vardı. Sanki bu soruya cevap veriyordu. İşte o yazıdan satırlar..

*

AÇIN KAPILARI, MİLYONLAR AVRUPA’YA AKSIN!

Açın kapıları, yüzbinler Avrupa sınırlarını zorlasın.

Akdeniz kıyılarından, Anadolu'dan büyük Avrupa yürüyüşünü başlatsın. Bu dalga, Atlantik kıyılarına kadar devam etsin.

Onları Anadolu'da durdurmayın, geçişlerini kolaylaştırın, yollarını açın, yol erzaklarını verin.. Sadece insan tacirlerini engelleyin ama Türkiye onlar için kolay ve güvenli geçiş güzergâhı olsun.

Afganistan'dan, Suriye'den, Kuzey Afrika'dan, Akdeniz çevresinden, Mezopotamya'dan milyonlarca insan Avrupa başkentlerine dayansın.

Asya'dan, Afrika'dan insan seli olup kıtanın her köşesine ulaşsın.

Korkmayın, Avrupa'yı işgal etmeyeceğiz..
Ulaşsın da bu insan selinin, bu “sadece insan” olmayla sınırlı“büyük akın”ın durdurulamayacağını, sadece “Avrupalı” olarak güvende kalmanın mümkün olamayacağını, “zenginliklerinin ve silahlarının” onları koruyamayacağını, dünyanın sadece Avrupa değerlerinden ibaret olmadığını görsünler.

Onlar bizim topraklarımıza, ülkelerimize, şehirlerimize, dağlarımıza silahlarıyla gelirken sorun olmuyor da, biz oralara silahsız, sadece insan olarak gidince neden panikliyorlar!

Biz, dünyanın ezici çoğunluğu, oralara silahla, öfkeyle gitmiyoruz. Kötü niyetle gitmiyoruz, şehirleri yağmalamaya gitmiyoruz. Çete savaşları için, etnik kavgalar başlatmak için, örtülü operasyonlar yapmak için, her türlü suikast yöntemlerini kullanmak için, insanları birbirine kırdırmak için gitmiyoruz.

*
Burada araya gireceğim. Batı düşmanı değilim. Dünya herkesin vatanıdır diyebilirim. Ama illede ülkem, illede ülkem. Herkes önce ülkesini düşünür. Avrupa’nın Türkiye’yi AB’ye almamasının nedeni sahip olduğu nüfus gösterilirdi. Bilmem kaçıncı AB-Türkiye görüşmelerinde belli bir Euro ödemeyi kabul ederek insanların serbest dolaşmaması istenmişti. Tansu Çiller zamanında gümrük duvarları kaldırılmış, onların ürünleri ülkemizde serbestçe dolaşır olmuştu. Daha o zamanlardan insanımızdan ürküyorlardı.

İbrahim Karagül’ün yazısına devam edelim.

*

Biz, dünyanın geri kalanı, milyarlar, bir istila planlamıyoruz. İç savaş, sömürge için gitmiyoruz. Sadece insan olarak, onların insanlığını test etmek için gidiyoruz. Korkmasınlar, Avrupa'yı işgale gitmiyoruz.

O karar ve sahile vuran cesetler..
Onlar bizim şehirlerimizi bombalarken, onlar bizi birbirimize boğazlatırken, onlar kendi elleriyle bu büyük göç dalgasına ortam hazırlarken biz yine de sırtımızda bir çanta, ekmeksiz ve susuz olarak gidiyoruz.

Kendimizi savunacak hiçbir şeyimiz yok. Onlar için tehdit oluşturacak hiçbir şeyimiz yok.

Ama bu halde bile korkuyorlar, bu halde bile kapıları kapatmaya çalışıyorlar, bu dalgayı durdurmak için utanç verici kararlar alıyorlar, sınırlara tel örgüler çekiyorlar.

*

Bu insanlar durduk yerde batıya göç etmeye kalkışmadılar. Irak ve Suriye’den ülkemize sığınmışlardı zaten. Ne oludu da birdenbire batıya doğru göç başladı? Almanya 800 bin göçmen alacağını söyledi de ondan. Avusturya’da bir miktar göçmen alacağını belirtti, İngiltere de bu kervana 30.000 göçmen sayısıyla katıldı. Burada insani bir yaklaşım var mı dersiniz? Görünüşte evet. Kıyıya vurmuş Aylan bebeğin cesedi bu vicdanı biraz kanattı diyebilirsiniz. Televizyonlarda batı vicdanı denilerek insan haklarına vurgudan tutun, insan merkezli yapıya kadar her türlü batı değeri yüceltildi. Duyanda insanlık sadece batıya özgü sanır. Oysa batı her olayda hesap yapar. İnsanlığının bile hesabı vardır. O hesabın ardında ucuz işgücü hesabı vardır. Yaşlanan nüfuslarını bir miktar gençleştirme hesabı vardır. Yoksa batı kimsenin kaşına gözüne eyvallah demez. Dedim, batı her olayda hesap yapar dedim. Yüzyıl sonrasını hesaplarlar onlar. Hayatlarında sürprize, tesadüfe yer yoktur. Bu gözle de bakmayı ihmal etmeyin bence.

İbrahim Karagül’ün yazısını okumaya devam edelim.

*  

Sivil insanları, kadınları, çocukları durdurmak için zirve üstüne zirve yapıyorlar. Bu zirvelerle “mülteci teknelerini batırmak” dahil her türlü gayri insani kararları alabiliyorlar. Onlar karar aldıkça tekneler batırılıyor, onların kararlarından sonra Akdeniz sahillerine cesetler vuruyor. Sıkılmadan, vicdansızca bir de bu çocuk bedenler üzerinden insani söylemler üretiyorlar.

Bir çocuk bedeni sizi ele verdi
Büyük göç harekâtı iki yüzyıldır dünyanın bütün köşelerini yağmalayan, bütün değerlerini ayaklar altına alan, bütün çatışma biçimlerini servis edenlerin kötü niyetlerini ortaya koydu, içlerindekini dışarı taşırdı.

İkiyüzlülükleri ortaya serildi. Sahte insan hakları söylemleri, değerleri test edildi. Hepsi sınıfta kaldı. Avrupa Birliği dediğimiz, dünyaya bir model olarak sunulan, elli yıldır insani değer ihraç eden yapı birkaç çocuk bedenine yenildi, pes etti.

*

Bazı dönemlerin unutulmaz fotoğrafları vardır. Çoğumuz hatırlarız ve görür görmez bize o geçmişi çağrıştırır. Küçük Aylan’ın o fotoğrafıda öyle. Ne zaman görsek parçalanmış ülkelerden acı bir göçün habercisi olarak bize bu günleri çağrıştıracak.




DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 21.09.2015

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlar. Yaz mevsimi artık yolcu. Taşınıyor buralardan. Güney yarım küreye gidiyormuş. Bizde mi gitsek ne yapsak? Sıcaklarla arası iyi olmayanlar aman diyorlardır, aman iyi ki gidiyor, yoksa sıcak havalardan öleceğiz. Benim gibi yaz aşıkları ise 6 ayı iple çekecekler. Ya şiir aşıkları.. bu satırlar onlar için. Gene bir şairle içimizi coşturacağız. Bu gün şiirlerini sunacağım kadın şairimiz Lale Müldür hanımı önce güzelce tanıyalım. 1956 Aydın doğumlu şairimiz Aydın’ı hiç hatırlamıyor. Robert Koleji mezunu olan Lale hanım şiir bursu ile İtalya’nın Floransa kentine gider. Türkiye’ye döndüğünde ODTÜ Elektronik ve Ekonomi Bölümleri’ne birer yıl okur. 1977 yılında İngiltere’ye gider ve Manchester Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nü bitirir. Sonra Eddx Üniversitesi Edebiyat Sosyolojisi Bölümü’nden master derecesini alır. 1983’te Belçika’lı bir ressamla evlenir. 1986’da İstanbul’a döner. Halen edebiyat ve müzik dünyasında çalışmaları devam ediyor. 
İlk şiirleri 1980'de Yazı ve Yeni İnsan dergilerinde çıkar. Gösteri, Defter, Şiir Atı, Oluşum, Mor Köpük, Yönelişler, Sombahar dergilerinde çok sayıda şiiri ve yazısı yayımlanır. Şiirlerinden bazıları bestelenir, filmlerde kullanılır.

Şairimizin bir çok şiiri çeşitli sanatçılar tarafından bestelendiği gibi aşağıda okuyacağınız “Destina” adlı şiiri Yeni Türkü müzik grubu tarafından bestelenmişti.

...

BUĞU BANYOSU

Kırgızistan’da batık bir vadide
Men seni bela sandım.

Kalbimden uzakta çok uzakta bir kurt öldü.
Şarap kızılı bir lale sızıpdur şimdi orada farkında mısın?

Geceyarısı batkıları ve al kanlar içinde ekşimden
öle budum. Yıllar ve yıllar var ki Bizansiyya’nın
tungasında erguvani balıkçıl gibi yaşadım.
Çünk heeç, heç görmedim dosttan vefa. Gözyaşım duştu.

Gözelsiz, vefasız, hakikisiz
Meleksiz, çeçeksiz, heykelsiz
Ben bu yerde yaşamadım.

Sonunda bir gün könlüme bir buğu banyosu yaptım.
Bulanık bir yağmur yağdı. Batkın eşklerden kendimi
kurtarıp başka bir tür Aşk’lara aldım.

Ben bu Aşk’a düşeli kimse yüzüm bakmaz.
Sevmiş bulundum güzelim gayri ne çare.

Ela gözlerim teninizin en derenlerine getti.
Batıl bir evlenme yaşadım. Sevsem de öldürüyorlardı
Sevmesem de. Düşerler onlar da yıkılıp düşer bir gün.
Heeç ağlamadım. Mavi kuzgun buğday başaklarını sıyırdı.
Gözyaşım duştu. Ben bu yerde heç yaşamadım.

Lale MÜLDÜR

***

Y-FAKTÖRÜ

o bana suda bir şey aramakta
yardım etti. yaşamımdaki
saklanmış şey bulundu.
bir inci kolye dizdim
kadın olmanın anlamını düşündüm.
onun için elinde çam dalı
tutan bir gelin olmak isterdim.
yok aşk değil, uyuşmak, anlaşmak
bütün o boktan şeyler değil.
yok yok aşk değil, aşk hiç değil.

Onun bir sözcüğüyle yaşamımda
Yer alan her şeyi çöpe atmak isterdim.
Gelgelim aşk değil bu, aşk hiç değil.
Bir şey arayan bir kadının aradığı şeyle
Karşılaştığında kendine iskambillerden
Kurduğu bir hayatın yıkılması gibi. Bir şey bu. Doppler etkisi...

Lale MÜLDÜR

***

ONA YAKLAŞARAK YOK OLDUM.

yaşamımdaki Y-faktörü yok oldu.
yok aşk değil bu, aşk hiç değil
beta ışınına dönüşmek belki
ama aşk değil
hep böyle kaybederek mi
galip oluyor o?
hep böyle umarsızca
kendini silerek?
hiçbir şey beklemediği için mi
benden, ben her şeyimi vermek
istiyorum ona?
yoksa benden daha çok
üzülmesi mi eski yaralarıma?
ama kaldı mı böyle kişiler şimdi,
ben mi yapıyorum kafamda yanılmasa?
tende kalan bir parıltı belki
aradığım şeyi bulduğumda
karşıma çıkan eter
hep o aradığım gizemli pürlük –

Lale MÜLDÜR

***

TADZİO –

nasıl tanımam onu karşıma
çıkarıldığında
nasıl asetonlamam beynimi
nasıl çam yeşili bir eter ve etera
gözlerini hep ayak uçlarına
dikip durduğunda

belki Tadzio da değil o
belki başka bir şey
gizli tutulması gereken bir şey
ama nasıl nasıl tanımam onu
karşıma çıkarıldığında.
enerjiye bağlanınca
raslantılar derin bir anlam
kazanıyor: esrarengiz peru
yazmalarının 9 sezgisinden
ikincisi söylüyor bunu.
gözlerimi kapadığımda
nasıl bir sitar ve eter ve etera
yok yok aşk değil bu, aşk hiç değil

saf olana duyulan çılgın bir tutku bu
kuğu sürülerine duyduğum özlem
yüreğime eldiven gibi
geçen birşey
eskiden önemsediğim ne varsa
şiirim, dostlarım hatta gururum
hepsi iskambil kağıtları gibi
yıkılıyor
ve belki de ben ilk kez aşık oluyorum.

Lale MÜLDÜR

***

DESTİNA

dün gece sen uyurken
ismini fısıldadım
ve hayvanların korkunç
öykülerini anlattım
dün gece sen uyurken
çiçeklere su verdim
ve insanların korkunç
öykülerini anlattım onlara
dün gece sen uyurken
yüreğim bir yıldız gibi
bağlandı sana
işte bu yüzden
sırf bu yüzden
yeni bir isim verdim sana
DESTİNA
sen öyle umarsız
uyusan da bir kösede
işte bu yüzden
sırf bu yüzden işte
yaşamdan çok ölüme
yakın olduğun için
seni bu denli yıktıkları
için Destina
yaşamımın gizini
vereceğim sana

Lale MÜLDÜR

***

CAM SESLERİNDEN BİR ANI

kısacık bir andı, bana cam sesleri gibi
bir anı kaldı
kısacık bir andı, o çok duyarlı dengeler
yansıdı

ipe dizilen inci
dünya ile kişi

ilk yazdı, sonradan saydam birşeyler
yağdı
uyum karıştı ince havaya

kısacık bir andı, belki farkında bile
değildin sen
ben sonsuz kişiydim, o kapıdan
çıkarken

anıların cam kırıkları gibi
toplandığı o an
başka anıların anıları
geçiyor aklımdan...

Lale MÜLDÜR

***

DELTA GÜNLERİ

Duino harebelerinde bir gölge, ay
ve nesnesi olmayan bir melankoli...
Yitik şeyleri içselleştirmek... İçimizde
hareket eden akıl, Mobius dönüşleri, dönüşümleri...
Yeni bir melankolinin gizli imleri... delta günleri...

Uzak bir günde, delta günlerinin birinde
bir heksagram kurmak ve kapatmak - evreni, arzuyu
bilinmeyeni (ilk çizgi, kırık, öznesini iplerle, halatlarla
bağlanmış olarak gösteriyor... üç yıl boyunca
kendisini çözemeyecek ve kötülük olacak)

Ateş, barika, tehlike...
Gece umarsız bir Y işaretiydi ve düşüyordu sana doğru.
İsminin anagramlarında kendisiyle
karşılaştın ve evlendin
Bir uzaklık, ilk günlerdeki gibi, gizil rezonanslar...
Piyano seslerinin ve masaların üzerindeki cam
kırıkların arasından ona yaklaştın.
O yüzünü dönmedi.
İçinde bir şey, fümerol gibi bir şey, onu sevdi.
Hava yapıştı yüzüne. Sonunda anladı gerçek ismini
ve sana ne olmadığını söyledi.

Ağaçların arasında yitiyor gölgen, uzaklıklar, Pompei...

Biri yaralıyor diğerini
boğuyor
yutuyor

Ayşama dönemleri bitti artık...
Ağır yıldız kümeleri yer değiştiriyor aklımda...

Lale MÜLDÜR

***

ESKİ BİR AŞK ÖYKÜSÜ

boynumda yağmurdan bir kolye...
ıslak taşlara oturuyorum bugünlerde...
bir siyam kedisi ve ben... pek çok şeyi geriye doğru unutuyoruz...
eski rus bir sevgilim vardı...
başka birisini göze alamam bugünlerde...
öykü safir aynalı bir salonda geçiyordu...
herşey önce çok güzel başlıyordu...
sen, gözünde siyah bir bant, beni dansa kaldırıyordun...
ben seni portekizli bir korsan sanıyordum...
sonra ortaya çıkıyordu eski bir rus soylusu olduğun...
yelkenbezi fularını çıkarıp... bir reverans yapıyordun...
odadan yavaş yavaş herkes, soylu soysuz herkes çıkıyordu...
ikimiz bir de kediler kalıyordu... hava alamıyorduk...
kapıları mühürlüyorlardı... eskil bir aşk öyküsünün içinde
kalıyorduk... biz seni portekizli bir korsan sanıyorduk...
bir siyam kedisi ve ben...

Lale MÜLDÜR

***

KADİFE ŞAİRLER

ölüyor kadife şairler...
pazarların tozunda ve kulenin sisinde gömülü

gün geceye akıyor...gece güne...
ölüm yaşama akıyor yaşam bilince...

bilinç de akar/daha karar vermediler
gitse odalarından/gitse odalarından birileri...

Yalnızlık ve melankoli...

heryerdeydiler...
dönecek yerleri yok şimdi...

Lale MÜLDÜR

***

SENİ BIRAKIYORUM

seni bırakıyorum semender ellerimle
seni bırakıyorum
seni bırakıyorum
duvarlarda kurutulan anemon ellerimle

içimdeki sulara
içimdeki sazlıklara
içimdeki bataklıklara

seni bırakıyorum

seni bırakıyorum kendine kapanmış
kollarımın anarşik güzelliğiyle

içimdeki yosun yeşili sulara
içimdeki tehlikeli kıyılara
içimdeki siyah ışığa

seni bırakıyorum

seni yatıracağım ellerimde
bir ıhlamur yaprağı gibi
seni yatıracağım göğüslerimde
menekşeler gibi
seni yatıracağım gözlerimde
bir yağmur suyu gibi... 

Lale MÜLDÜR

***

Bu haftada bana ayrılan yerin sonuna geldik.  İyisi mi fazla aşmadan yazımızı burada noktalayalım. Haftaya kurban bayramı nedeniyle gazete çıkmayacağı için birlikte olamayacağız. Kurban bayramınızı şimdiden kutlarım. Allah sağlık ve sıhhatle nice bayramlara eriştirsin sevgili okurlarım. Hepinize iyi pazarlar.



Yayın Tarihi: 20.09.2015

YENİ DÜNYA DÜZENİ 5

Önceki bölümü bitirirken;

Liberalizm devletin ekonomik alanda sadece bir düzenleyici olmasını savunur. Sermayenin lehinde kanunlar çıkarılmazsa iş dünyası durur. İş dünyası durursa ekonomi durur, işsizlik artar, toplumsal kaos ortamı doğar tehdidi her zaman devletin başında demokles kılıncı gibi durur. İş gücünün iş güvenliği de dahil hiçbir isteği sermaye tarafından hoş karşılanmaz. Batıda olan biçimiyle liberal görüşler bir süre ulusalcı kimlik taşıdılar. Kendi iş gücü ve iş kaynakları yetmez hale gelince uluslararası nitelik kazanmaya, dünyaya yayılmaya başladılar. Bizde İzmir iktisat kongresiyle liberalizmin önü tıkanmış, karma ekonomi modeli benimsenmiştir. Doğrudan liberal olmamız zaten mümkün değildi. Çünkü sermaye sınıfımız Asya tipi üretim tarzı bir toplum oluşumuzdan dolayı gelişmemişti. Cumhuriyet tarihimiz boyunca bu sınıfın oluşturulmasına çalışıldığını görüyoruz. Bizde oluşan sermaye sınıfı işin kolayına kaçarak ithal ikamesine, gümrük duvarlarına ve montaj sınaine yaslanmış yabancı sermaye ile ortaklık kurarak bugünleri hazırlamıştır. Gelen her iktidar bunu değiştirememiştir. Nasıl değiştirsinler ki, sermaye sınıfının demokrasiyi çıkarlarına kullanarak etkilemedikleri kitle var mıdır? Oysa kendi sonlarınıda hazırlıyorlar, farkındalar mı acaba?

Demiş ve düğümü bugünkü son bölümüne bırakmıştım.

*

 “Bu noktada varolan egemenlik haklarının kim, nasıl ve kimin için uygulanacağı soruları önem taşımaktadır. Tabi ki bu sorunun cevabını, yönetim tekniği olan yönetişim modelinde görüldüğü gibi egemenlik yetkisinin sermaye ile bütünleşmiş olan ulusal ve uluslararası aktörlerde aramak gerekecektir.
Çünkü dünyadaki ekonomik ve dolayısıyla sosyal konulardaki kararların ulus devletler tarafından değil de, uluslar arası sermayenin çıkarlarının aracı konumundaki uluslararası aktörler (IMF, Dünya Bankası gibi) tarafından alınması ve yürütülmesi söz konusudur.
Böyle bir sonuç da ulus devletlerin zayıflatılmasına ve bununla beraber ulusların bünyelerinde varolan demokratik kazanımlarının da korumasız kalmasına yani demokrasinin ortadan kaldırılmasına neden olmaktadır.”

Yukarıdaki satırlar dediklerimi gördüğünüz gibi onaylıyor. Önemli olan işbarışının sağlanması ve emeğin hakkının ödenmesi olması gerekirken, özetini Adam Smithin
sözlerinde bulduğu demokrasi anlayışına dönmektedir: “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.”

Zaten demokrasi yeni liberalizmin fikir babaları olan Von Hayek ve Friedman açısından, hiç bir zaman temel nitelikte bir değer ifade etmemiştir. Bu köklü değişimler, uluslar arası sistemi sadece devletler ve onların arasındaki ilişkilerden oluşan bir yapı olmaktan çıkararak, güç ve etkinlikleri gittikçe artmakta olan yeni küresel aktörleri kapsayan bir yapısal bütünlüğe dönüştürmektedir.

İşte demokrasi anlayışlarına bir bakış açısı. Demokrasi böyle kullanılacak ki uluslarası nitelikte bir sermaye hareketi sağlanabilsin. Bugün dindar, çarşaflı genç bir hanımı dinde israfın günah olduğunu unutturarak 3 çocuğuyla birlikte teknomarketlerde 3.000 tl’lik s6 telefon kuyruğuna oğlu daha iyi oynasın diye sokar. Geldiğimiz nokta budur.

“Nihayetinde küreselleşme süreci ile birlikte uluslararası sermayenin iktidarı güçlenirken, demokrasiye ve ulusal bağımsızlığa büyük bir darbe vurulmaktadır.
Yeni dünya düzeninde sınırlar ortadan kalkarak, insanların her alanda ve her yolla birbirlerine bağlanmaları sağlanmış, ortak evrensel değerler ve kültürel modeller oluşturulmaya çalışılmıştır.
Yeni dünya düzeninde, bir ülkede yaşanan her durum -örneğin birey hak ve özgürlükleri ihlal edilmesi veya o devletin silahlanması veya ekonomik politikaları veya sahip olduğu zenginlikler ve jeopolitik konumundaki değişikler- başka bir ülkenin ilgisi ve müdahale alanına girmesine neden olacaktır.”

Bundan dolayı mevcut küreselleşme ve yeni dünya düzeni anlayışı, uluslararası pazar güçlerine kayıtsız şartsız teslimiyetten başka bir şey ifade etmemektedir. Bu sebeple küreselleşme ile birlikte ulus devletlerin ekonomik, siyasi, askeri ve sosyal alanlarındaki etkinlik alanları daralırken, onun yerine iddia edildiğinin aksine halkın değil uluslararası sermayenin egemenliği daha da etkinlik kazanmaktadır.
Bu nedenle 21. yüzyıl ulus devletlerin ve dolayısıyla ulusal demokrasilerin ortadan kalktığı, sadece zahiri olarak görüneceği bir yüzyıl olacaktır.



BİTTİ


Yayın Tarihi: 18.09.2015

YENİ DÜNYA DÜZENİ 4

Önceki bölümü;

“Ahtapotun kolları çok ve uzundur. Bu anlaşmalar bu kollarla kucaklaşmak demektir. Daha önce Osmanlı Devletide yaptığı anlaşmalarla Gülhane Hatt-ı Hümayun’u ilan etmek zorunda kalmış, bunun eseri olarak gayrımüslimlerin elinde olan sermayenin serbest dolaşması ve ayrı hukukla muamele edilmesi sağlanmıştı. Şimdi yapılmak istenen ve yapılan bundan farklı değildir. Bunun sonucunda Osmanlı (imparatorluk) çökmüştü, korkarım ki bu gidişle de Türkiye Cumhuriyeti (ulusal devlet sistemi) bitecektir.”

diyerek bitirmiş, korkumu dile getirmiştim. Aslında bu yazının esas özetidir o satırlar.

Devam edelim.

*

“Bu anlaşmayı kabul eden ulus devletlerin ekonomik ve siyasal etkinlikleri ortadan kalkacak ve ulus devletler kendi gelişimlerini hızlandıracak farklı ekonomik politikaları uygulayamayacaktır. Bir diğer gelişme olan MAI ise, ulus devletlere yabancı sermaye ve yatırımlar üzerindeki her türlü engelleme, kısıtlama ve baskıyı kaldırtarak, yerli işletmeleri kayırıcı şekilde politikalar uygulanmasını engelleyerek ve uluslararası yatırımcının haklarını tahkim sistemi sayesinde uluslararası hukuk sisteminde aramasına imkân veren bir anlaşmadır.
Bu anlaşma ulus devletinde var olması gereken şartlardan olan ekonomik ve hukuki bağımsızlığı ortadan kaldırmaktadır.”

Ekonomisi özgür olmayan ülkenin siyasi özgürlüğü kalır mı? Bu soruyu kendimize her aşamada sormalıyız. Uyanık davranıp aklını kullanabilecek pek çok siyasetçimizin olduğunu düşünüyorum. Bu sorular onların önüne kim bilir kaç kere gelmiştir. Dayatmalara öyle kolay kolay teslim olmayacaklarını biliyorum. 

 “Ayrıca FATF anlaşması ile ülkelerin kara para aklanmasının önlenmesine yönelik kararları içermektedir.
Ancak küreselleşme ile birlikte sermaye hareketleri üzerindeki sınırlamaların ve kontrollerin kaldırılması ve piyasaların deregülasyonu, uluslararası bir nitelik taşıyan kara para aklamayı da kolaylaştırmıştır.
Bundan dolayı küreselleşme ile gelen (IMF’ninde desteklediği) serbestleşme, FATF’in kara paranın aklanmasının önlenmesine yönelik olarak ülkelere tavsiye ettiği politikalarla sınırlandırılmaktadır.
Çünkü FATF anlaşmasının 23 numaralı tavsiye kararında, ülkelerin, paranın veya hamiline menkul kıymetlerin aklama amacıyla başka ülkelere gönderilmesine olanak vermemek için, sınırlarda gerekli gözetim ve denetim sistemi içerisinden geçirilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.
Bu durum özellikle uluslararası sermayenin ülke sınırlarına girerken ve çıkarken kontrolünü zorunlu hale getirdiği için kısa dönemde ülkelerin sermaye bilançosunu olumlu etkileyen bir kaynağı ortadan kaldırmaktadır.
Bahsettiğimiz bu gelişmeler öncelikle ulus devletin ekonomi alanındaki doğrudan üretici, dağıtıcı ve düzenleyici rolünü ortadan kaldırmakta ve geleneksel görev alanlarına çekilmesini sağlamaktadır.”

Liberalizm devletin ekonomik alanda sadece bir düzenleyici olmasını savunur. Sermayenin lehinde kanunlar çıkarılmazsa iş dünyası durur. İş dünyası durursa ekonomi durur, işsizlik artar, toplumsal kaos ortamı doğar tehdidi her zaman devletin başında demokles kılıncı gibi durur. İş gücünün iş güvenliği de dahil hiçbir isteği hoş karşılanmaz. Batıda olan biçimiyle liberal görüşler bir süre ulusalcı kimlik taşıdılar. Kendi iş gücü ve iş kaynakları yetmez hale gelince uluslar arası nitelik kazanmaya dünyaya yayılmaya başladılar. Bizde İzmir iktisat kongresiyle liberalizmin önü tıkanmış, karma ekonomi modeli benimsenmiştir. Doğrudan liberal olmamız zaten mümkün değildi. Çünkü sermaye sınıfımız Asya tipi üretim tarzı bir toplum oluşumuzdan dolayı gelişmemişti. Cumhuriyet tarihimiz boyunca bu sınıfın oluşturulmasına çalışıldığını görüyoruz. Bizde oluşan sermaye sınıfı işin kolayına kaçarak ithal ikamesine, gümrük duvarlarına ve montaj sınaine yaslanmış yabancı sermaye ile ortaklık kurarak bugünleri hazırlamıştır. Gelen her iktidar bunu değiştirememiştir. Nasıl değiştirsinler ki, sermaye sınıfının demokrasiyi çıkarlarına kullanarak etkilemedikleri kitle var mıdır?



DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 16.09.2015

YENİ DÜNYA DÜZENİ 3

Önceki bölümü bitirirken Yeni Dünya Düzeninin sonuçlarını şöyle anlatmıştım:

“Bazı yapılan araştırmalarda da ortaya konulduğu gibi küreselleşme ulus devletin sonunu getirmekte veya hiç olmazsa gücünü azaltmaktadır. Araştırma sonuçlarına göre küreselleşme ile beraber öncelikli olarak etkin politik iktidarın alanının farklı güçler tarafından paylaşıldığını ortaya koymaktadır. Ayrıca ulus devlet yönetimlerini kendi insanları için doğru ve uygun olan politikaları uygulayacak tek mercii olmaktan çıkarmaktadır.”

Okuduklarımız “uluslarası sisteme sokulan devletler özgür iradelerini terk etmek zorunda kalırlar” demektir. Yeni sömürgecilikten başka nedir ki bu?

Yazımıza kaldığımız yerden devam edelim.

*

“Küreselleşme süreci, uluslararası sermaye hareketlerindeki serbestlikleri artmakta ve yeni teknolojilerin ülkeler arasında hızlı bir şekilde yayılmasına imkân vererek, geleneksel ulus devletin varolan kurumsal ve hukuksal altyapısını zorlamaktadır. Başka bir deyişle bu süreçte, küresel güçlerin ulusal hükümetlere biçtikleri rol, yalnızca küresel ekonominin gerektirdiği kamusal hizmetlerle sınırlıdır.”

1980’den bu yana tüccar devlet olmaz teraneleriyle başlayan, kamu iktisadi kuruluşlarını zarar eden kuruluşlar masalıyla tukaka ilan eden, teşvik yöntemiyle üretimi arttıran devletten suya sabuna karışmayan, sanayi yatırımlarını unutan devlet anlayışına geçiş dönemi bu günlere hazırlıktı aslında.

“Bu yüzden ulus devlet, siyasi, ekonomik, sosyal, diplomatik ve askeri stratejileri oluştururken sahip olduğu etkinliğini kaybetmektedir. Ulus devletin varolan etkinliğini kaybetmesine neden olan unsurları, şu önemli gelişmeyle bağlantılı olarak açıklamak mümkündür.
Ekonomik olarak, mal ve hizmetlerin, iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmeler nedeniyle, ülke sınırları dışında kolaylıkla ulaşılabilir hale gelmesi, ulus devletin kendi kendine yeterli olma ilkesini ticaret kurallarına, Çok Taraflı Yatırım Anlaşması’nın (MAI) kurallarına, Mali Faaliyet Hedef Grubu’nun (FATF) mali işlem kurallarına ve Kamu Yönetiminde Etik Anlaşması’nın (EPM) davranış kurallarına uymak mecburiyetinde bırakılmasıdır.”

Ahtapotun kolları küreselleşme ile bir ülkeyi böyle sarar işte. Kendi kendine yeten tarım ve hayvancılığa sahip devletten, dışarıdan saman getiren devlete geçişi nasıl izah edebilirsiniz ki? Bu anlayış ulusu kuran gücü asla kabul etmez. Atatürk bunun için gözden düşürülür.

“Ayrıca tüm hizmet sektörlerini ve bu hizmetlerin üretilmesi için gerekli olan tüm malların üretimini de kapsayan ilk çok taraflı anlaşma olan GATS’ın yakın zamanda yürürlüğe girecek olması, ulus devletin etkinliğini kaybetmesine neden olan bir diğer gelişmedir.
Bu gelişmelerden, GATS anlaşması tüm hizmet alanlarının tam olarak serbest piyasaya açılmasını ve serbest piyasa önündeki engellerin kaldırılmasını, yerli ve yabancı sermayeye eşit koşulların sağlanmasını imkân vermektedir.
Bu anlaşmaya göre, verilen taahhütlerden geri dönüş Stand Still-Sabit Duruş prensibinden dolayı mümkün olmamakta ve tüm muafiyetlerin en fazla 10 yıllık sürede kaldırılmak zorunluluğunu getirmektedir.”

Ahtapotun kolları çok ve uzundur. Bu anlaşmalar bu kollarla kucaklaşmak demektir. Daha önce Osmanlı Devletide yaptığı anlaşmalarla Gülhane Hatt-ı Hümayun’u ilan etmek zorunda kalmış, bunun eseri olarak gayrımüslimlerin elinde olan sermayenin serbest dolaşması ve ayrı hukukla muamele edilmesi sağlanmıştı. Şimdi yapılmak istenen ve yapılan bundan farklı değildir. Bunun sonucunda Osmanlı (imparatorluk) çökmüştü, korkarım ki bu gidişle de Türkiye Cumhuriyeti (ulusal devlet sistemi) bitecektir. 



DEVAM EDECEK



Yayın Tarihi: 14.09.2015

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlarım. Bugün sizlere Türk Edebiyat Tarihi’ne “Bayrak Şairi” olarak adını yazdıran Arif Nihat Asya’yı tanıtacak, şiirlerinden seçtiklerimi sunacağım. Şairimiz 7 Şubat 1904’te İstanbul’a bağlı Çatalca’nın İnceğiz Köyü’nde dünyaya geldi. Babası Tokatlı Zîver Efendi, annesi Tırnova’lı Fatma Hanımdır. Bir aylıkken babası vefat etti. Akrabalarının himayesinde büyüyen şairimiz ilk öğrenimine köyünde başladı. Daha sonra İstanbul’a geldi. Önce Haseki Mahalle Mektebi’ne daha sonra Gülşen’i Maarif Rüştiyesi’ne devam etti. Yatılı olarak girdiği Bolu Sultanisi kapatılınca, Kastamonu Sultanisi’ne aktarıldı. Liseyi bitirdikten sonra, İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu’nun Edebiyat Bölümü’nden mezun oldu. Milli Mücadele Dönemi’nde Ankara’da bulundu. Bu dönem onun şiire başladığı, Türklük ve vatan aşkı ile şiirler kaleme aldığı tarihlerdir.

Adana, Malatya, Edirne, Tarsus, Ankara ve Kıbrıs’taki liselerde edebiyat öğretmenliği yaptı. 1950-1954 arasında Seyhan (Adana) milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bulundu. Milletvekilliğinden sonra tekrar öğrtemenliğe döndü. Ankara Gazi Lisesi edebiyat öğretmeni iken 1962’de emekliye ayrıldı. İstanbul’a döndü. Yeni İstanbul ve Babıli’de Sabah gazetelerinde yazılar yazdı. 

Şiirlerinde hece, arûz ve serbest vezinleri kullanan Arif Nihat Asya, nazmın her tür ve şekliyle eserler vermiştir. Fikrin ağır bastığı şiirlerinde milliyetçilik konusu büyük bir yer tutar. Çok renkli ve değişik biçimli şiirler yazmış olan Asya, son şiirlerinde biraz da mistisizme yönelmiştir. Şiirinde daima bir yenileşme çabası içinde olan şair, etkilerden uzak kalarak kendine özgü bol renkli şiir dünyasını yaratmıştır.
Şiir Kitapları: Heykeltraş (1924), Yastığımın Rüyası (1930), Ayetler (1936), Bir Bayrak Rüzgar Bekliyor (1946), Rubaiyyat-ı Arif (1956), Enikli Kapı (1964), Kubbe-i Hadrâ (1956), Kökler ve Dallar (1964), Emzikler (1964), Dualar ve Aminler (1967), Aynalarda Kalan (1969), Kanatlar ve Gagalar (1946), Kıbrıs Rubaileri (1964), Avrupa'dan Rubailer (1971), Kova Burcu (1967).

***

AĞIT...

Ağlayın, parmakları nur
Sularından kınalı kızlarım
Ağlasın Meraga göklerinden
Meraga'ya bakıp yıldızlarım

Yollara Kürşadlar uzanmış ölü
Ağlasın Akülke, ağlasın Sütgölü
Yiğitlerim uyur gurbet ellerde
Kimi Semerkant'ta bekler beni
Kimi Caber'de

Caber yok, Tiyanşan yok, Aral yok
Ben nasıl varım?
Ağla ey Tanrı dağlarıdan
İndirilmiş Tanrım

Şu yakın suların
Kolu neden bükülmez
Fırat niçin, Dicle niçin, Aras niçin
Benden doğar, bana dökülmez?

Ben ki ateşle konuşurdum. Selle konuşurdum
İdil’le Tuna’yla Nil’le konuşurdum
“Sangaryos”u “Sakarya” yapan
“İkonyom”u “Konya” yapan
Dille konuşurdum.

ARİF NİHAT ASYA

***

ANNE..

İlk kundağın
Ben oldum, yavrum;
İlk oyuncağın
Ben oldum.

Acı nedir
Tatlı nedir... bilmezdin
Dilin damağın
Ben oldum.
Elinin ermediği
Dilinin dönmediği
Çağlarda, yavrum
Kolun kanadın
Ben oldum
Dilin dudağın
Ben oldum.

Belki kıskanırlar diye
Gördüklerini
Sakladım gözlerden
Gülücüklerini...
Tülün duvağın
Ben oldum!

Artık isterlerse adımı
Söylemesinler bana
‘Onun Annesi’ diyorlar...
Bu yeter sevgilim bu yeter bana!

Bir dediğini iki
Etmiyeyim diye öyle çırpındım ki
Ve seni öyle sevdim sana
O kadar ısındım ki
Usanmadım, yorulmadım, çekinmedim
Gün oldu kırdın...
İncinmedim;
İlk oyuncağın
Ben oldum.. Yavrum
Son oyuncağın
Ben oldum...

Layık değildim
Layık gördüler
Annen oldum yavrum
Annen oldum!

ARİF NİHAT ASYA

***

BAYRAK

Ey, mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,
Kızkardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü!
Işık ışık, dalga dalga bayrağım,
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.

Sana benim gözümle bakmayanın
mezarını kazacağım.
Seni selamlamadan uçan kuşun
yuvasını bozacağım.

Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder...
Gölgende bana da, bana da yer ver !
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar.
Yurda ay yıldızın ışığı yeter.

Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün.
Kızıllığında ısındık,
Dağlardan çöllere düşürdüğü gün.
Gölgene sığındık.

Ey, şimdi süzgün, rüzgârlarda dalgalan;
Barışın güvercini, savaşın kartalı...
Yüksek yerlerde açan çiçeğim;
Senin altında doğdum,
Senin dibinde öleceğim.

Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim:
Yer yüzünde yer beğen !
Nereye dikilmek istersen,
Söyle, seni oraya dikeyim !

ARİF NİHAT ASYA

***

ÇOCUK VE AĞAÇ

Çocuk, çok sevdi ağacı...
Verirdi ona, her kış
Çiçekleri olaydı!

Ağaç, çok sevdi çocuğu...
Öperdi altın saçlarından
Dudakları olaydı!

Ve ona öptürmek için,
Eğilirdi yerlere kadar;
Yanakları olaydı!

Dökerdi önüne hepsini
Gümüşten, altından, sedeften
Oyuncakları olaydı!

Ve çocuk gittikten sonra,
Böyle kalır mıydı ağaç?
Ne olurdu onunda
Bacakları olaydı,
Ayakları olaydı!

ARİF NİHAT ASYA

***

DAĞLAR

Çekmece’den Maltepe’den ileri
Gitmemiş Sâdâbâd çelebileri
Alem tepesine Alemdağ derler...
Böyle bilmiş böyle yazmış eserler.

Dağlar var karanlık, dağlar var beyaz.
Korka korka eteğinden öper yaz;
Ağrıdağ, Babadağ, Gâvurdağ, Ilgaz
Kubbelerdir...dolaşır, aşılmaz.

Tendürük’te, Kop’ta Palandöken’de
Kurtların payı var gelip geçende...
Ki alırlar vermek istemesen de!

Dağlar var, tahtından inmeyen sultan
Dağlar var, yapılmış bundan, buluttan...
Dağlar var ki Bingöl, Binboğa, Süphan,

Medetsiz’ler, Mor’lar, Nur’lar, Yıldız’lar;
Karalar, Kızıllar, Bozlar, yağızlar...
Karla dolar ‘İmdat’ diyen ağızlar;
Yollar kesen, haraç alan dağlar var.

Bolkarda çamların sakızı damlar...
Ve bir yıldız düşer, tutuşur çamlar...
Bir kızıl şehrâyin olur akşamlar...
Tacı olan, tahtı olan dağlar var.

Tüter Sarıçiçek, burcu burcudur,
Akşamlar ya mor, ya turuncudur.
Ve kışın dünyanın öbür ucudur...

Sarkarken Cudinin karları dal dal
Bağdaş kuradursun yollara Karhal!
'Ferman padişahın, dağlar bizimdir;'
Dedi yerde bir kurt, gökte bir kartal.

Dönmez misiniz ey yolda kalanlar;
Yolcular, garipler, garip çobanlar;
Allahüekberde tekbir alanlar?
Ovalar, konaklar, yollar aşırı
Birbirini selamlayan dağlar var.

Dağlar var, batının yangınında kor...
Dağlar var; adları Nemrut, Balahor...
Kayışdağ kim, alemdağ kim oluyor?

Lakin ufukları görünce yoksul
Dağ yerine kubbe yapmış İstanbul;
Kurşun şamdanlarda mumlar fildişi...
Ki pırıltıları sularda pul pul.

ARİF NİHAT ASYA

***

D-III

Yatırırken bu sedef kakmalı şimşir beşiğe
Neyle kundakladılar Hazret-i Mevlânâ’yı?

Perdelerden taşırıp neyleri çığlık çığlık
Neyle kundakladılar Hazret-i Mevlânâ’yı.

Bir, ipekten ve köpükten yaratılmış yumuşak
Tüyle kundakladılar Hazret-i Mevlânâ’yı.

Kıyılardan, ovalardan dererek inciyle,
Çiyle kundakladılar Hazret-i Mevlânâ’yı.

Gece, mehtâbı elekten geçirip kirpikler
Ayla kundakladılar Hazret-i Mevlânâ’yı.

Mesnevî’sinde bir altın lüleden nûr akıtıp
Öyle kundakladılar Hazret-i Mevlânâ’yı.

‘Bu yürek durmayacaktır’ dediler.. esmâdan
‘Hay’la kundakladılar Hazret-i Mevlânâ’yı.

Sakalar doldurarak kırbaların Kevser’den
Meyle kundakladılar Hazret-i Mevlânâ’yı.

Ve açıp ağzını Nîsan Tası’nın Besmele’ler
Suyla kundakladılar Hazret-i Mevlânâ’yı.

Rûhlardan, kokulardan, durulardan duru bir
Şeyle kundakladılar Hazret-i Mevlânâ’yı.

Ulu Tûbâ’ların altında gönüller, eller
Böyle kundakladılar Hazret-i Mevlânâ’yı.

ARİF NİHAT ASYA

***

Bu hafta gene gönül telimizi titreten bir şairle; Arif Nihat Asya’yla birlikte olduk. Türkiye’yi Türkiye yapan sanatçıları, bilim ve düşün insanlarıdır. Ben hiç birini birbirinden ayırmadan hepsini hem seviyor hem okuyorum. Bir görüşün savunucusu olabilirim. Ama esas savunduğum görüş ülkemin bekası ve geleceği üstünedir. Bunun içinde yer alan her düşünceye saygı duyarım. Siyasi yelpazenin her kesiminden şair ve şiirlere yer vermemi bu açıdan değerlendirirseniz beni anlarsınız. Hoşça kalın.
  

Yayın Tarihi: 13.09.2015

YENİ DÜNYA DÜZENİ 2

Yeni Dünya Düzeni diye adlandırılan programı dilendirdiğim yazı dizimizin ilk bölümünü bitirirken;

“İşte yok edilmek istenen bu. Bunun finansmanını da sonradan olma ve aile tahakkümünde esirliklerini göremeyen halka sahip petrol zengini devletlere yaptırıyorlar. Yani milli benliğinden uzak, küçük küçük parçalara bölünmüş, kültürsüz, cahil toplumlar oluşturularak bir medeniyet yok ediliyor. Arap baharı denen oluşumda bunun için yapıldı, bizde süren terörde bunun için sürüyor.”

Demiştim. Kaldığımız yerden sürdürelim.

*

Modern toplumların oluşumunda üretim tarzının önemli rol oynadığını biliyoruz. Kapitalizm ve sosyalizm olarak ortaya çıkan, zamanla kapitalizmin lehine gelişen bu üretim tarzı bu günde sorgulanacak düzeydedir. Gelgelelim konu bu yönüyle ele alınacağına modernizmin yerini almaya çalışan postmodernizmin, yani yeni modernciliğin getireceği açmazlarla karşı karşıya kalıyoruz.

Küreselleşme denen afet kapitalizmin ileri aşaması olan tekelci kapitalizmin dayatmasıdır. Bugün şirket evlilikleriyle yaşanan çeşitlilik bunu önlüyor görünsede aslında oraya varışı gerçekleştiriyor. Konuyu inceleme amacıyla sözü dallandırmadan öze dönelim. Yazarının kim olduğu belirtilmeyen bir yazıdan şu satırlar bize olanları nede güzel anlatıyor bakar mısınız?

“Ancak göz ardı edilemeyecek olan gerçek ise küreselleşme felsefesinde, postmodernizmle modernizmin değerlerinin hedef alınmasıdır. Bu bağlamda küreselleşme ulus, ulus devlet ve ulus devlete dair kurumları reddetmekte, bireyi ulusal kimliğinden koparmayı ve ulusal yapıları parçalamayı hedefleyen uydurma mikro milliyetçilikler yaratılmaktadır.
Ancak özellikle gelişme sürecindeki ülkelerin hala ulus devlet kimliğini muhafaza edilmesini sağlayan bazı temel fonksiyonlardan vazgeçmedikleri görülmektedir. Bu fonksiyonlar; demokratik yönetişim ve hukukun üstünlüğü, dış ilişkilerde bağımsızlık, ekonomik politikalarda bağımsızlık, refah toplumu ve sosyal bütünleşme şeklinde başlıklandırılabilmektedir.”

Yani hukukun üstünlüğü kuralını kimse takmazsa küresel sermayenin istediğinin bu olduğunu kabul etmemiz pek zor olmayacak. Ekonomik bağımsızlıkla demokratik yönetim birbirinin ayrılmaz parçası. Hukukun üstünlüğü kalkarsa önce ekonomik bağımsızlık, ardındanda siyasi bağımsızlık gider. Ardından kültürsüz mikro milliyetçilikle de eşyanın tüketicisi oluruz, efendilerde bizi o ürünlere mahkûm edenler olur.

Devam edelim mi?

“Demokratik yönetişim ve hukukun üstünlüğünden kastettiğimiz, ülkede varolan politik gücün kurumlaşma ve uygulanmasında tek yetkili olmasıdır. Ayrıca aynı politik güce sahip olan ülkenin dış güvenlik ve dış ekonomik ilişkilerde de bağımsız olarak hareket edebilmesidir.
Ancak bu süreç mutlaka ülkenin bağımsız şekilde ekonomik ve finansal politikaları da uygulayabilmesine imkân verecek şekilde oluşturulmalıdır. Bununla birlikte ülke kendi yapısına uygun istihdam, sosyal güvenlik ve gelirin yeniden dağıtımı politikaları uygulayabilmelidir. Son olarakta ülke sınırları içerisinde sosyal bütünleşmeyi sağlayacak şekilde kültürel ve etnik farklılıkları bütünleştirecek politikalar uygulaması gerekmektedir.
Burada söz ettiğimiz sosyal bütünleşmeyi sağlarken toplumların akültürasyona maruz kalmamasına dikkat edilmelidir.”

Bazı yapılan araştırmalarda da ortaya konulduğu gibi küreselleşme ulus devletin sonunu getirmekte veya hiç olmazsa gücünü azaltmaktadır. Araştırma sonuçlarına göre küreselleşme ile beraber öncelikli olarak etkin politik iktidarın alanı farklı güçler tarafından paylaşıldığını ortaya koymaktadır. Ayrıca ulus devlet yönetimlerini kendi insanları için doğru ve uygun olan politikaları uygulayacak tek mercii olmaktan çıkarmaktadır.




DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 11.09.2015

YENİ DÜNYA DÜZENİ 1

Yeni dünya düzeni söylemini çok duydunuz. Yeni Düzen, Yeni Dünya Düzeni, Küreselleşme adlarıyla kulaklar o kadar çok doldu ki, ister istemez bir alışkanlık oluştu. Bu alışkanlık “Yeni” kelimesinin anlamındaki çekici çağrışımdan da kaynaklanıyor. Her “yeni”liğin ilgi çekmesi gibi..

Bu “yeni” ilgi çekmeli mi? “Yeni”likten ne zarar gelir?

“Yeni”likten zarar gelir mi gelmez mi, şu satırları okuduktan sonra karar verin derim.

“Küresel bir değişimin eşiğindeyiz!
Beklentimiz tam zamanında gelecek bir bunalımdır.
Uluslar Yeni Dünya Düzenini o zaman mecburen kabul edeceklerdir. Bugün dünyada 200 civarında olan devlet sayısı yakın gelecekte bine çıkacaktır. Dünyada ulus devletlerin modası geçmiştir. Gelecekte devletler finans sektörü tarafından idare edildiğinde dünyaya barış ve huzur gelecektir.
David Rockefeller”

Coğrafyamızdaki kavgalar ve çatışmalar işte bunun için yapılıyor. Ülkemizin içinde bulunduğu karışıklık bu yüzden var. Şimdi bu yeniliğe heves duyun isterseniz. Bu parçalanma nedeni bile olabilir. Yukardaki satırlarda okudunuz; “Bugün dünyada 200 civarında olan devlet sayısı yakın gelecekte bine çıkacaktır. Dünyada ulus devletlerin modası geçmiştir.” diyen David Rockefeller.

Kim bu Rockefeller?
Amerikan merkez bankası FED’in sahibi.
Dünya faiz sistemini tek başına belirleyen banka.
Neden bunu demiş?
“Gelecekte devletler finans sektörü tarafından idare edilsin” diye.

1000 devletli “Yeni Dünya” düzeninde kışkırtılan mikro milliyetçiliğe bakarsak Kürtlerle PKK’nın bu oyunun bir parçası olduğunu görürüz. Bu komünist SSCB varken bile planlanmış ağır ağır ilerleyen bir programdır. 1990’da komünist blok çökünce ABD yalnız kaldı. Acil olarak kendine düşman yarattı. Kendi yarattıkları İslami terörizm hazır seçenekti. Ona dört elle sarıldılar. Ülkeleri ucuz bahanelerle işgal ettiler. Afganistan ve Irak böylelikle karmakarışık hale getirildi. Sırada İran ve Suriye vardı. İran 3 bin yıllık devlet geleneğiyle şimdilik bu tehlikeyi durdurmuş görünüyor. Suriye ise masa başında kurulmuş bir devlet olduğu için kendini kurtlar sofrasının içinde buldu. O ağır ağır ilerlediğini söylediğim programın hedefinde sadece Suriye olmakla kalmayacaktır bundan emin olabilirsiniz.

Olan biteni hikâye etmeye gerek görmüyorum. O hikâyeleri bir çok yoldan duyacaksınız. Şu kadarla yetineceğim; olan zavallı halka oluyor. Vatansız, yersiz, yurtsuz, aç bi-ilaç kaldılar. Kim düşünür onu? “Gelecekte devletler finans sektörü tarafından idare edilsin” diye birkaç insan feda edilmiş çok mu diyeceklerdir bir gün.

Bu arada ne yok ediliyor görelim. Ama önce ulus devlet tanımına bakalım.

“Ulus olgusu, modern toplumun oluşumu sürecinde siyasal yapının önemli bir unsuru olmakla beraber aynı zamanda toplumların tarihsel geçmişleri içinde oluşturdukları kültür birikimlerinin de bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ulusu oluşturan en temel öğeler, ortak coğrafi mekan, tarihsel geçmiş ve dil o toplumsal yapının kültür değerlerini de oluşturmaktadır. Çünkü, toplumsal yaşam bu öğeler üzerinde oluşur ve aslında kültür de o toplumun yaşam biçiminin en üst ifadesidir.”

İşte yok edilmek istenen bu. Bunun finansmanını da sonradan olma ve aile tahakkümünde esirliklerini göremeyen halka sahip petrol zengini devletlere yaptırıyorlar. Yani milli benliğinden uzak, küçük küçük parçalara bölünmüş, kültürsüz, cahil toplumlar oluşturularak bir medeniyet yok ediliyor. Arap baharı denen oluşumda bunun için yapıldı, bizde süren terörde bunun için sürüyor.



DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 09.09.2015

ASYA TİPİ ÜRETİM TARZININ BUGÜKÜ SONUÇLARI YADA 1 MAYIS“LAR”IN ARDINDAN

Osmanlı İmparatorluğu sanayi ve ticarete dayanan bir ekonomik yapıyı ıskaladığı için Müslüman bir sermaye
sınıfının, buna bağlı olarak işçi sınıfının oluşmadığını görüyoruz. Ülkemizde bu yüzden yaşantısı ve kültürüyle bir burjuvazi var olamamıştır.  Küçük ölçekli el tezgâhları dışında ve belki sermaye oluşumu olarak görülecek bir takım girişimci hareketide gayri Müslimlerin elinde kalmıştır. Anadoluda da durum bundan farklı değildi. Dolayısıyla ülkemizde sınıf mücadelesi ütopyadan öteye gitmemiştir. Daha önceki yazılarımda zaman zaman bunun nedenlerine değinmiş, dilim döndüğünce açıklamıştım.

İmparatorluk dönemi doğu toplumlarının genel yapısı bireysel bir zenginleşme ihtimaline yer vermiyor. Çünkü başlıca üretim aracı olan toprağın mülkiyet hakkı, batı toplumlarının aksine kişilere ait değildir. İlahi gücün temsilciliğine sahip kralların, şeyhlerin veya şah ile padişahlarındır. Uzak doğuda da durum aynıdır. Onlar bu toprağı kendilerine bağlılık, yararlılık gösterenlere bağışlarlardı. Rahmetli Adnan Menderes’in dedeside, “devlet-i aliye”ye bağlılık ve yararlılık gösterdiği için menderes ovasına padişahın bağışı sonucu sahip olmuştu. Aynı “ihsan-ı şahane”ye “mazhar” olan Kavala’lı Mehmet Ali Paşa ise Mısır’a vali atanmış, Mısırın toprak gelirlerinin vergilerine sahip olmuştu. Yalnız bu sahiplik iki dudak arasındadır. Padişahlar isterse bütün verdiklerini geri alma hakkına sahiplerdi.

Bu iki örnek bile zenginleşmenin önündeki engeli açıkça göstermeye yeter sanırım. Bu tip bir ekonomi biçimine Karl Marks “Asya Tipi Üretim Tarzı” der. Bugün gelinen noktada (ki sosyalist hareketin gelişmiş sanayi ülkesi İngiltere’de gerçekleşeceği sanılırken tam tersine, bilimsel düşüncenin yerine hurafelerin egemen olduğu, orta doğu despotizminin hüküm sürdüğü Rusya’da, daha sonrada Çin’de gerçekleşmesi sonun başlangıcını beraberinde getirmiş ve sol hareket güdük kalmıştır) Marksizm eski itibarına sahip değildir. Çünkü yaygın eğitim, bilişim teknolojileri ve otomasyon kas gücünü önemsiz hale düşürmüş, farklı ve başka sınıfların doğmasına yol açmıştır. Bu arada olan işsizlikle boğuşan kas gücüne, yani emeğe olmuştur. Bugün çalışan her kesim kendini kas gücüyle çalışanla aynı tutuyor. Bunun için kendilerine emekçi demeyi uygun görüyorlar. Bir emek verdikleri doğru ama harcadıkları emeklerinin sonucunda kas gücü değildir. Emek gücü yalın bir şeydir. Sadece kasa dayanır. Diğerleri başka bir tanıma muhtaçtır. Her ne kadar sermayedarın işliğinde çalışıyor olsa bile durum budur. Üstelik bugün işlik tanımıda değişmiştir. İşlik eviniz, yatak odanız, mutfağınız, tatil beldeniz, kısaca artık her yerdir. Hem zaman kavramıda yoktur. Gecenin bir vakti şirketin verdiği telefonla aranabilirsiniz. Hastayken bile sizden internet yoluyla işle ilgili raporlar isteyebilirler.

Söz konusu ettiğim kas gücüyle çalışan kesim yakın bir gelecekte eski yunanda olduğu gibi yurttaşlığını bile kaybedeceğinden işsiz ve aç bir köle olarak kalacağından korkuyorum. Çünkü giderek yaklaşmakta olan tehlike odur. Sosyal devlet ilkesi bile bu kitlelere cevap vermekte güçlük çekecektir.

Buraya nasıl gelindiğinin, hemen hemen herkesin bildiği bir hikâyesi var. Bu hikâyeyi incelemek başka bir yazının konusu olabilir. Doğu toplumlarındaki sınıf bilincini konu edindiğim bu yazıda ülkemiz insanının sınıflar arası geçişinin kolaylığını vurgulamak isterim.
Bu geçiş kendi sınıfını unutacak kadar kolaydır. Bunun sonucunda kendi kas gücüyle çalışanların kendi sınıfına karşı duyarsız kaldığını görüyoruz.

Yılmaz Özdil “1 Mayıs filan...” isimli yazısında mizahın gücüyle bunu çok güzel vurgulamış.

İşte birkaç alıntı

“Hazindir ama, böyledir. İşçide olmadığı gibi, toplumda da sınıf bilinci olmadığı için, kimsenin derdi kimseyi germez. O nedenle, trenler grev yaptı, ahalimiz makinisti raylarda tekmeledi, yürüsene ulan şerefsiz diye... Doktor eylemine eczacı katılmaz, öğretmen gösterisi velileri ırgalamaz.
Emekliler miting yapsa...
Çocukları bile gelmez.
Çiftçiler güya gövde gösterisi yaptı, anca sürükleye sürükleye getirdikleri inekler vardı.”

“Buna mukabil...
İsmi lazım değil, bi holdingin siyo’sunu tanıyorum, sol koluna Che Guevara dövmesi yaptırdı. Ve, hiç unutmam, türkü bara gitmiştim, yoldaş ayağına yatan şarkıcı, Nâzım Hikmet’ten, Cem Karaca’dan okuyor, karlı kayın ormanı, kardeşlerrr emekçilerrr filan, hemen arka masamdakiler bağıra bağıra eşlik ediyor, döndüm baktım...
Sanayi odası başkanı!”

“Velhasılıkelam...
Tam yazıyı bağlıyordum ki, kendilerine “Antikapitalist Müslüman Gençler”
adını veren çarşaflı grup, devrimin şanlı yolunda gıyabi cenaze namazı kıldıktan sonra“İnşallah sosyalizm gelecek” pankartıyla yürümeye başladı.

TOBB da Marks&Spencer sponsorluğunda Marx’a mevlüt
okuttu muydu, tamamdır bu iş.”

Son söz olarak söylemek gerekirse dünün “Asya Tipi Üretim Tarzı”nın sonuçları bugün toplanıyor.



Yayın Tarihi: 07.09.2015

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlarım. Bugünkü şairimizi tanıtmadan önce bağlı olduğu şiir tarzını vurgulamak istiyorum. Bildiğiniz gibi Cumhuriyetle birlikte edebiyatımızda buna bağlı olarak şiirimizde değişim göstermişti. O güne kadar aruz ve hece vezniyle yazılan şiirler kafiyeyide atarak serbest vezinle yazılmaya başlandı. 1940’larda 1. yeni, yada “Garip” adıyla adlandırılan bu şiir tarzı ortaya çıktı.
“Şiirde her türlü kurala ve belirli kalıplara karşı çıkmışlardır. Şiirde ölçü, kafiye ve dörtlüğe karşı kaldırmışlardır. Şiirde şairaneliği, mecazlı söyleyiş ve sanatları kabul etmediler. Süslü, sanatlı dile karşı çıkıp sade bir dil kullandılar. Şiirde o güne kadar işlenmedik konuları ele aldılar. Konuşma dili ile günlük sıradan konuları işlediler. İşledikleri konular günlük hayattan sıradan insanların problemleri, yaşama sevinci ve hayattaki bazı garipliklerdir.
Halk deyişlerinden yararlanmışlar, toplumsal yergiye yer vermişlerdir.”
İkinci Yeni, Garipçilere tepki olarak doğmuştur. Şiirde hayal gücüne ve duyguya ağırlık verdiler, insanın kalabalıklar içinde yalnızlığı, sıkıntıları, çevresiyle uyumsuzluğu gibi konuları işlediler.         
Semboller ve kapalılık ön plandadır. Zor anlaşılmayı ve anlamca kapalılığı benimseyen sanatçılar, sürrealizmi temel almışlardır. Oldukça karışık cümle yapısı, çok farklı kaynaklardan gelen sözcükler bu akımın dikkat çekici yönleridir.
Şiirde ahenk ölçü ve uyakla değil, musiki ve anlatım zenginliğiyle sağlanmalıdır.
Şiirde şiiri öyküleştirecek anlatımlardan kaçınılmalıdır.
Şiirin, konuşma dilinden uzak, özgün bir anlatımı olmalıdır.
“Ahlaki değerler, erdem, gerçek” gibi kavramlar şiirin amacı olmamalıdır... Bu ilkeler doğrultusunda soyutlaşan bir şiir anlayışı edebiyatımızda uzun süre etkisini göstermiştir. Günümüzde de bu anlayışta şairler vardır.

İkinci cepheyi açmak, akıl dışında da bir anlam olduğunu savunmak, şiirin kuralları konusunda yıkıcı davranmak, anlamsızlığın anlamına doğru gitmek. Bu gerçekleri dil kurallarıyla sınırlayamadığımız için dili aşmak, kelimeleri anlamından kurtarmak, yeni özün sonucu olan yeni biçimi, yeni biçimin de zorunlu sonucu olan yeni özü getirmek.

Şimdi gelelim kendi tarzını 3. yenici olarak adlandıran şairimize:

Bir dönem hava kuvvetleri komutanlığınıda yapan Muhsin Batur’un oğlu olan bugünkü şairimiz 28 Haziran 1952’de Eskişehir’de doğdu. Çocukluğu Eskişehir ve Napoli’de, ilk gençlik yılları İstanbul ve Ankara’da geçti. 1973’de gittiği Paris’te dört yılı aşkın bir süre yaşadıktan sonra Ankara’ya döndü. Askerliğini Çankırı’da yaptı. 1983’de İstanbul’a yerleşti.
Batur, Çağdaş Kent dergisini 1982’de çıkardı, ilk sayısıyla birlikte dergi sıkıyönetim tarafından yasaklandı. 1983’de Avrupa Ülkeler Ansiklopedisi’ni, 1984’de İslâm Ülkeleri’ni yayına hazırladı, İstanbul’dan Göreme’ye Kültür Mirasımız eklerini Milliyet için yönetti. 1987-88 arası Şehir dergisini çıkaran ekibin başında yer aldı. 1990 sonrası şehir monografilerine yöneldi: İstanbul için Şehrengiz ile başlayan dizide Ankara, Ankara ile Üç İzmir’in çatılarını oluşturdu. Tarih Vakfı’nın İstanbul Ansiklopedisi’ne ve İstanbul dergisine katkıda bulundu. Yeryüzü Sûretleri, Bir Beyoğlu Fotoromanı, Demir Yol sergilerinin sunumlarını üstlendi. İstanbul ile ilgili metinleri, Fransa’da Omnibus’un İstanbul kolektifinde yer aldı, Ara Güler’le birlikte Fata Morgana’da İstanbul des Djinns’i imzaladı. Paristanbul, Türk Edebiyatında Paris, çiftdil yayımlanan Okyanusa Bakan Bir Odada Üç Türk Yazar seyyah-yazar deneyimlerini aktardığı öteki kolektif yayınlardan birkaçı. Bunlara, 2001-2002 döneminde hazırladığı, çift dil yayımlanan iki oylumlu antolojisini eklemek gerekir: Avrupa Güneşinin Doğduğu Yere Yolculuk ve Beş Kıtada Türk Seyyahları.
İlk yazısı 1970’de, ilk kitapları 1973’te yayımlandı.

Şiirleriyle Cemal Süreya, Altın Portakal, Sibilla Aleramo ödüllerini,  denemeleriyle TDK ödülünü kazandı. 
...

AMAZON 

Gecemden uykuyu söküp aldılar,
yüzümden gamzeyi: Aynalara
durdum günden güne,
boy aynalarına serdim poşumu,
vitrinden vitrine bir cinnet,
gezdim: Mevsim sonu gelirken
mankenler bile çıplak, tamamdı.

Geceme uyku verdiler sonra,
göğsümden söküp aldılar kem
yengeci: Gidip geliyordum ki
eksik
sisli aynaların içinde, duydum
Yengeç'in kırbaçsı sesini:
“Neslihan bir Amazon şimdi”

Enis Batur 

***

ARS POETİCA 

Hiçbir şeye benzemediği söylendi şiirlerimin,
Wallace Stevens’a benzediğim, hiç kimseye
benzemediğim, olsa olsa “II. Yeni'nin devamı”,
“III. Yeni’nin ta kendisi” sayılabileceğim
“delisaçması bir söz ve işaret yumağı” denildi.
Bütün bunlar bensem, bütün bunlar bendim.
Yaktığım kağıtlar, fırladığım kürsüler
ve çekilip dinlediğim kör mağarada
söyleştiğim gölge, örümcek, alter:
Kendimden çekilsem de, gelsem de
kendime farkedilmedi: Ateşin içine
söktüğüm el, gözümü ayırmadığım saat,
insanlarla çarpıştığım seyrek günler
ses ile kelimenin birbiriyle
dikleştikleri yere kilitledi beni.

Gençtim, çok genç şiiri düzen sanmıştım:
Çileydi gözümde, arınma ve yurttu,
terkedilmiş yüzüm için her an yanımda
yürüyen aynaydı, gecenin kaynağında
gövdemi dalgalayan simsiyah su, sanmıştım.

Yıllar başka bir yol çiziyor tortuya.
Şüphesiz şimdi de sanıyorum: Sehere
duyduğum inanç arkamdaki koyu, hem
delifişek uykudan geliyor belli ki.
Düzen değil şiir, kargaşa değil. İki üç
arası zamanı çelen uçarı bir odak belki.
Belki zaman ender seslerin eşiğinde tuzak,
kıvrılıp yatmış çıngıraklı bir soru,
öd noktasında, hançerede, yerimden
her oynayışımda kuytudan çıkagelen
koşnul bir yumak belki. Bir düzen değil
ama - bekleyiş, zemberek, inatçı, köz,
kaknüs hep.

Kömürden elmasa varmak için
çıktığım yolda elmastan yola çıktığımı
unutmadım: Yangınsa sonunda yazılan,
orada yazacağım an gelmeli de. Birer
kıvılcım olsun harflerim, her kelimemi
yalım dili taşısın - öyle bir ateş ki
içinde içimde tutuşmuş bir karanlıktan
kana kanaya içsin herkes, istedim.

Enis Batur 

***

AZTEK YILI BİTERKEN 

Bırak, gelsin: ışık, ses, temas:
Sen sis nedir bilir misin?
Avlandığım ıssız akşamlar,
kıpırtısız binlerce yaprak
ve erketede bekleyen rüzgar
hatırlıyorum herşeyi bir
bir unutuyorum herşeyi:
Bu gam, bu dövme, Ave Maria
ve kuşların toparlanma çağı:
Güneş batarken başını kaldırıp
kısık gözleriyle gökyüzünü delen
kadından kalmış bir bakış
hızla akıyor içimden.

Karanlığın sonuna gittim ben.
Orada pencereler dilsiz
kapılar sürgülüyken bağırdım:
Yankı dönüp geldi ve vurdu
yüzüme: Çöktüysem, tortu, dibime
kimse sallanmasın artık.

Enis Batur 

***

ÇİFT 

Pus, sis, alaca
bir tesbih saatler,
çeviriyorum.
Bir düğme açıyorum yakamda,
bir başka düğme kapanıyor,
çıkıp yürüyorum
nisandan nisana doğru.

Düşüyor işte dilimdeki tetik
ve havaya çiziyorum
sesleri, sessiz harfleri
bomboş bir çiviyle.
Bir düğme açıyorum yakamdan,
bir düğme daha açıyorum:
Tutup kökünden söndürdüğüm
geceye fırlıyor
apansız
bir kuş sürüsü.

Kedimin gözleri
gecemi aydınlatıyor.

Enis Batur 

***

DÜŞÜK NİNNİ 

Beli bağlanmış anneler babalar
için de bir ninni düzmeli;

Abélard'dan Heloise'den sözetmeden
yumuşak, umutsuz bir nota bulmalı
Doğuma muska kurup karayazı kırmadan
çocuğun olması mı ölmesi mi diye sormalı;

Ey tohum tanrısı! Temsili bir çocuk
için de düş yatağında uykusuz kadınlar mı
olmalı ?

Enis Batur

***

FAL 

Eşiğine dayanıp seyirdiğim
cansız doğa: Bir çingene geldi
gece, ellerimi açtı ve uzun,
dingin bir yağmur düştü yüzüne:
“Her şey geçer, sen geçmezsin.”
Güldüm, katıldım: Bilmem mi
kuytudan beslenen yorgun tekliğimi:
Ben amansız çatlak, sudan ve çıradan
çıkma yangın lehçesi: Her şey geçer
ben kalırım.

Enis Batur

***

FUGUE IV 

Ben daha yokum

“Sizi kendi şehirlerime götürmeliydim”
demişti adam. “Kendi sokaklarıma,
çıkmazlarıma, durmadan taşındığım,
hiçbirini unutmadığım evlere”.
Donmuş gibi dinlemişti. Saydığı şehirlerin
hepsini su ikiye bölüyordu. Andığı sokaklar
hiçbir rehberde kayıtlı olamazdı.  Evlere
gelince: Onları belki unutmamıştı, ama
bir daha uğramadığı nasıl da belliydi.
“Ben yokum” demek istemişti birden, “ben
daha yokum”. “Bu ev, bu sokak, bu şehir
bu şehri ikiye bölen su daha yok.”

Çoktan susmuşlardı oysa

Enis Batur

***

FUGUE V 

Bu çocuğu hemen aldırtmazsam

“İşaretleri bunca sevdiğine göre
ona yorulmadan işaret vermeliyim”.
Nasıl yorulmazdı: Kapısına götürüp
bağladığı beyaz at, aynı gün içinde
postaya attığı binbir mektup, beklenmedik
gecede beklenen bir güneş olmak -
verdiği her işaret hayatında birikmiş
büyük bir imgeyi söküp atıyordu ondan.
Kadın doymuştu oysa bu duygulara.
Beklediği işaretler değil işaretlerin
işaret ettiği yere çağrılmaktı.
Olmayınca o da yorulmadan işaret
verdi. Nasıl yorulsundu ki: Adamın
çakmağı bitince onu değiştirdi,
gömleğine sinmiş kokuyu benimsedi,
istedi ve isteklerini onun istediği
kadar göstermeyi öğrendi, kabul etti.
Yalnız kaldığında düşünüyordu: “Bu
çocuğu hemen aldırtmazsam, onunla
ölebilirim.” Zaman geçiyor ve çocuk
büyümüyordu oysa. Neden sonra içinde
kaskatı bir ur olduğunu farketti
ve onu sevdi.

Enis Batur 

***

FUGUE XIII 

Zaman da değil

Gidilebilse, ne çok iz kalıyor geride.
"Belki zaman", diye düşünüyor adam:
"Zaman eksiltebilir birikeni". Oysa ne
zaman, ne de ona benzer şeyler - ona
benzer şeyler? - silebiliyor mekana
sinenleri.  Eşyalar değiştirilse de, yeni
badana yaptırılsa da degişmiyor ağrının
kurduğu sıra: Değişmiyor çünkü sokak
adları, değişmiyor şehirler ve insanlar,
dünden bugüne inatla yürüyen inatçı
mantık: Her mevsim, her dolunay,
yağmurlar, bahar aldatmacaları,
her kuyu, her kule, her balkon,
kadehler, mumlar, köpükler,
her kırmızı, her siyah, her gri,
her uyku, her düş, her uyanış
- yer etmişse - aynı çiviyi isteyen
bir delikte tıpatıp zonkluyor.
"Zaman da değil", diyor adam,
kimse yokken, yüksek sesle.
Yeni bir iz kalıyor orada, o an.

Enis Batur 

***

İLENÇLİ NİNNİ 

Borges’in hülyalı masalını
anımsadım, Ege’de bir sabah:
Ben de Paracelsus gibi gülü küle
dönüştüren ateşe yakarıp külü güle
getirmek için arı, dayanılmaz
bir çileye yatabilirdim: Dönesin
diye ey kırılgan tay, kırıp belleğimde
demir atan görüntüyü: Bir çift
umarsız bacak silinsin gitsin
gözümün dibinden, silinsin kömür
gibi yüzün ve babanın deli gözleri,
boğulsun seni alan acımasız deniz.

Enis Batur 

***

KIRKİKİNDİLER 

“Bu sarı, tok tütünü senin için
ayırdım; senin için soydum
domatesin kabuğunu, senin için
dildim, tuzladım”.

“Senin için perdaha çektim içimdeki
hayvanı; gövdemi yaya, burguya
aldım senin için. Bu koku, bu kor,
bu gemsiz istek senin açlığın için”.

“Toprak suya doydu bu yıl, ben sana
daha doyamadım”, diye sürdürüyor
kadın, içinden. “Yüzündeki gururlu
umutsuzlukla içimdeki doludizgin
kısrağa katıl”.

Enis Batur

***

İyi bir hafta sonu geçirmeniz dileğiyle, hoşça kalın mutlu kalın. Dilinizde dua gibi şiirde olsun. Şiirli dil kötü konuşmaz, kötü iş yapmaz.



Yayın Tarihi: 06.09.2015