Zamanı parçalayıp adlandırarak geçmişi kayıt altına almaya
başladığımızın serüvenimiz çok eskidir. En eski zaman ölçme aracı ışığı kendi
önünde tutup arkasına ışıksız bırakarak gölgenin oluşmasına neden olan
nesnedir. Buradan çeşitli kum saatine geçene kadar daha kim bilir neler zamanı
ölçme aracı olmuştur. Şimdi burada zamanı keşfedişimizle ilgili ayrıntıya
girmek niyetinde değilim. Önemli olan zamanın farkına varıp onu ölçümlememizdir.
Bir saniyeden yıllara kadar, geçen zaman parçalarını ölçen her yarde
kullanabileceğimiz aletlerimiz de var artık. Yalnız her şeyin bir döngü
olduğunu kabul ettiğimiz için bir yerden sonra her şeye yeniden başlıyoruz.
İşte böyle bir sistemin ürünüdür takvim. Gene o döngülerden biri olan yeni bir
yıla girmiş olduk. Ne çocukluklar, ne gençlikler, ne yaşlılıklar yaşadık sevinçli,
hüzünlü veya kederli, bizden öncekiler gibi.. ve yine bundan sonra insanlığın
yaşayacağı gibi... yeni yılın ülkemize ve dünyaya huzur getirmesini dileyelim.
Çocukluk dönemi bütün yetişkinlerin burnunu sızlatan
dönemdir. Dertsiz tasasız, ekmek elden su gölden yıllardır o yıllar. Bizim
çocukluğumuz ülkemizin yeni yeni sanayileştiği yıllara rastladı. Kolera yok
edilememişti, verem can almaya devam ediyordu. Nazım Hikmet, yıllar sonra Ömer
Zülfü Livaneli’nin besteleyerek kitlelere öğrettiği “Hoş geldin bebek” adlı şiirini
o yılların şartlarında yazmıştı.
Çocukluk işte. Dünya kocaman biz küçücüktük. Saz
uçurtmalarımızla, şeytan uçurtmalarımızla gökleri doldurur, bir yay ve bir okla
tarihte kalmış nice destansı isimler gibi gökleri delerdik. Her masalın iyi
yürekli kahramanı bizdik. Kötüler bizden korkardı. Dünyayı düzeltmeye gelmiştik
zaten. Bunun için büyüyünce ne olacağımız sorulduğunda ya asker, ya polis
olacağımızı söylerdik. Onlardan sonra aklımıza gelen meslek doktorluktu. O
zaman üretimin değerini bilmiyorduk. Her ürün kendiliğinden oluyordu. Biz öyle
sanıyorduk.
Ah ne güzeldi o çocukluk yılları. Güneş her sabah daha parlak
doğardı, yağmurlar daha bereketli yağardı. Kışın soba başında kedimizle kardeş
kardeş uyurduk. Kestaneler soba üstünde sabırsızdı, biz sabırsızdık, ellerimiz
yanardı tutamazdık, yemeye doyamazdık. Karlar beyaz kelebeklerdi sanki,
yağarken. Baharda kuşların sesleri ne kadarda şendi. Erik ve Kiraz vazgeçilmez
iki arkadaştı. Ya çilekler? Bizi, yemeye kokularıyla davet ederlerdi.
Kavunlarda öyle.
Biz Adapazarılı çocuklar olarak kavun konusunda çok şanslıydık.
Bizim Pamukova kavunlarımızı o yıllarda bilmeyen yoktu. Şerbetli, tahrik edici
kokusuyla zor beğenenleri bile baştan çıkarır, mest ederdi.
Benim bir Ahmet ağabeyim vardı. Eskiler hatırlayacaktır;
namı meşhur Amigo Ahmet. En eski Sakarya Sporlu ve benim gibi Beşiktaşlıydı
rahmetli Ahmet ağabeyim. 1967 Sakarya depreminde evinin önünde kurduğu barakayı
daha sonra bir manava dönüştürmüş, sattığı Pamukova kavunlarıyla Kamer
sokağımız misler gibi kokmuştu. O zamanlar sokağımızın bir adı vardı. 50 yıl bu
adla gururlanmıştık. Hatta sokağımızın adıyla futbol takımımız bile kurulmuştu.
Kimler yoktu ki o takım da? Mahallemizin onurlu, terbiyeli, efendi, harika
futbol oynayan gençlerinin başında kulüp başkanı olarak Ahmet ağabeyim vardı. (Bu
adı il meclislerinde bulunan bir takım beyler bir gün ortadan canları istedi
diye kaldırdılar. Ne gerekçe gösterirlerse göstersinler yaptıkları şeyi içime
sindiremiyorum. Şimdi sokağımızın adı
yok! Çocukluğumuzu koparıp almak istediler hatıralarımızdan. Şehirler sokak
adlarıyla kişilik taşır, bu beyler bilmezler mi? 50 yılı nasıl çöpe attılar
hala anlamış değilim. Ama hakkımı helal etmiyorum onlara. Öbür dünyada
yakalarına yapışacağım. Onlardan çocukluk anılarımın geçtiği o muhteşem ismin
hesabını soracağım. Sokaklara isim yerine numara vermek kişilik silmektir, yok
saymaktır, olacak şey mi bu? Bu hatadan dönecek belediye başkanı kim olursa
onun ellerini öpeceğim. Benim mevki sahibine yaltaklanma huyum yok, fakat bunu
o kadar istiyorum ki.. kişisel tarihimizin bir simgesi olarak bütün sokak
sakinleri ve benim için bu konu çok önemli.)
Sokak adımızın değiştirilmesi canımı çok sıkıyor. Bu konuyu
andıkça kendimi öksüz ve yetim bir çocuk gibi hissediyorum. Gene aynı hislere
kapılarak konudan uzaklaştım. Beni hoş görün.
Çocukluk kendini saklama gereği duyulmayan çağdır da. Sevgimizi,
sevgisizliğimizi, öfkemizi, sevincimizi, korkumuzu göstermekten çekinmezdik.
Arkadaşlarımızla kavgasız gün olmazdı. Ama o küçücük dünyanın özelliğinden olsa
gerek, uzun boylu kinlerimiz olmazdı. Bizi bir şey en fazla on dakika
üzebilirdi. On birinci dakikada her şeyi unutur hayata yeniden başlardık.
İlk okula başlama heyecanı unutulmaz asla. Okul
arkadaşlıkları da her yad edişle iç çekmelere neden olur. Öğretmenlerimiz
ikinci ana babalarımızdı. Aynı sınıfta olan arkadaşlarımızı “yarın öğretmene
söylerim” diyerek korkuturduk. Bu yolla oyunda kaybettiğimiz misketlerimizi
geri alırdık. Oyunlarda mızıkçı arkadaşlarımızı da böyle uyarırdık. Ama gerçeği
söylemek gerek, hepimiz biraz mızıkçıydık.
Mızıkçılığımız evde de devam ederdi. Anne babamızın istediği
şeyi yapacağımızı söylerdik, yapmazdık. Bin mazeret hemen hazırdı. Hem uyumayı
istemezdik, hem akşam yemeğinden sonra hemen uyurduk. Bütün gün o kadar enerji
harcadıktan sonra olacağı bu değimli? Bunu bilmezdik. Ertesi sabah hayata
kalkar kalkmaz kaldığımız yerden başlardık. Enerji yüklenmiş olarak aynı
oyunları aynı şamatalarla tekrar oynardık. Kaçımız o zamanlar hayatı böyle
öğrendiğimizi bilebilirdi?
O zamanlarda çocuklar bu kadar değerli değillerdi. Şüphesiz
ana babalar çocuklarını seviyorlardı. Ama aynı sofrada çocuklarla yemek yemeyen
çok aile vardı. Bir misafir gelmişse çocuklar, ya önce yada herkesten sonra
yemek yerlerdi. Birde bizim geleceğimiz konusunda bize bir şey sorulmazdı. En
iyisini ebeveynlerimiz bilirdi. Bize kabul etmek kalıyordu. Eş seçerken bile
fikri alınmayan çok olmuştu.
Şimdi durum tersine döndü. Artık çocuğa göre gün
ayarlanıyor. Evvelden kar kışta bile yürüyerek okula giden biz çocukların
çocukları, torunları servislerle okula gider oldular. Çocukların üzülmemesi
için evlerinde oyuncakçı dükkanından daha çok oyuncak olan evler var şimdi. Artık uçurtma uçuran kalmadı.
Göklerde uçurtmalar gibi kuş sürüleri de görünmüyor artık. Çocuk sesleri de
eskisi gibi sokakları doldurmuyor. Şimdinin çocukları bu yüzden büyüdüklerinde
neyi hatırlayacaklar? İnsan öğüten eğitim sistemini mi? Yarış atı gibi sınavdan
sınava koşmalarını mı? Kendileri için anayasa yapanlar çocuklar için hiçbir şey
yapmıyorlar.
Bizlerin büyük bir görev edinmesi gerek. Çocuklarımıza
çocukluğumuzu verelim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder