Paylaşmak insanlığın en eski, en gerekli, paylaşmayı gelenek
haline getirenlerin, hayatının vazgeçilmez parçası edinenlerin belkide en güzel
huyudur. İnsan paylaştıkça çoğalır, gelişir. Bütün dinler kemale ermenin
paylaşmakla mümkün olduğunu söylerler. Paylaşmamak sevgisizliktir,
bencilliktir. Bencillik insanın şeytanlaşmasıdır dinlere göre. Şeytansa yalnız,
tek başına kalmak gibi bir sonucu doğuran, insanı toplumsal olmaktan alıkoyandır.
Oysa hareket eden bütün varlıklar toplumsal varlıklardır. Hayvanlar alemine
baktığımızda çoğu türde türdeşleriyle ortak hareket etme alışkanlıklarını
görürüz. Ortak hareket edildiği zaman bir takım tehlikeler uzaklaştırılır
çünkü. Güvenli hayat başka türlü sağlanamaz. Hem güvenlik içinde yaşamak, hem
kâmil insan olabilmek paylaşmaya bağlı.
Paylaşmayı anlatan güzel bir hikâyemiz var.
Bir gün sormuşlar bilgelerden birine: “Sevginin sadece
sözünü edenlerle,
onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?”
onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?”
“Bakın göstereyim” demiş bilge.
Önce sevgiyi dilden gönlüne indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da bilge kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar konmuş sofraya.
Önce sevgiyi dilden gönlüne indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da bilge kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar konmuş sofraya.
Bilge; “Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz” diyerek
bir de şart koymuş.
“Peki!” demişler ve içmeye teşebbüs etmişler.
Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp
saçmadan götüremiyorlar ağızlarına.
En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.
Bunun üzerine “Şimdi…” demiş bilge. “Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe.”
En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.
Bunun üzerine “Şimdi…” demiş bilge. “Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe.”
Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı
insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. “Buyurun” deyince her biri uzun boylu
kaşığını çorbaya daldırıp, karşısındaki kardeşine uzatarak içmişler
çorbalarını. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar
sofradan.
“İşte” demiş ermiş. “Kim ki hayat sofrasında
yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse
o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır şüphesiz. Şunu da unutmayın: “Hayat pazarında Alan el değil, Veren el kazançlıdır her zaman.”
yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse
o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır şüphesiz. Şunu da unutmayın: “Hayat pazarında Alan el değil, Veren el kazançlıdır her zaman.”
Sevgide kimin verdiği önemli değildir. Sadece şeytansı
düşünenler kâr zarar hesabı yaptıkları için önce almaktan söz ederler. Almadan
vermek onlara göre sersemlik.. vahşi kapitalizmin din, paranın tanrı olduğu bu
devirde etrafımızda ne çok böyle
insanlara rastlıyoruz.
Oysa sevgi alış veriş üzerine kurulu bir Pazar yeri
değildir. Orda alış veriş değil, veriş alış kuralı geçerlidir. Sevgi böyle
kurulur ve böyle gelişir. Kâmil insan, öz Türkçe söylersek olgun insan sevgisiz
olmaz.
Sevgiyi en güzel anlatmanın yolu bin yıllardan beri şiirdir.
Ne roman, ne hikâye, ne sinema filmi, ne tiyatro oyunu sevgiyi bir şiir kadar
güzel anlatamaz. Hele güzeller güzeli şehrimiz İstanbul’la özdeşleşen bir sevda
şiiriyse söz konusu olan...
Sen İstanbul Olsaydın
Sen İstanbul olsaydın,
Beyaz bir mendile sardığım yüreğimi, avucuma alıp
En yüksek tepelerden, asi rüzgârlarla sana savururdum
Huzurlu bir gün dilerdim her sabah senin için
Dualarla Sultanahmet’in bahçesinde
Yüzümü çevirip karşımdaki nurlu yüze
Ayasofya ile birlikte gözyaşlarımı akıtırdım gönlüne
Sen İstanbul olsaydın
Kırmızı bir tan yerinden, bir gül koparıp
Altın sarısı güneşi bulutların arasından sıyırıp,
Güzel yüzüne doğmasını isterdim
Eğer sen İstanbul olsaydın
Birde, geceleri yıldızlardan mısralar dizip birlikte
Şiirler yazardık simsiyah gökyüzüne nurlu kandillerle
Sen İstanbul olsaydın eğer
Martılarla dost olup, masmavi denizin üzerine besteler yapardık
Aşkımıza, İstanbul aşkına
Ya da balıkların gözlerindeki mutluluğu
Yansıtırdık Kız kulesinin yüreği yanık bağrına
Çiçeklerin tüm renklerini sarı, pembe, kırmızı, yeşil
Hepsini toplayıp, ellerimizi boyarcasına
Gökkuşağını sunardım ilkönce aşkım olan İstanbul'a, sonra da sana
Eğer sen İstanbul olsaydın
Her sabah camilerden semalara yankılanan ezan seslerinden sonra
Her vakit sevgimizi haykırırdık dünyaya
Yağmur damlaları damladığı anda boğazın serin sularına
Bende bir buse kondurmak isterdim yanaklarına
Sen İstanbul olsaydın
Çamlıca tepesinden seyre dalardım masum çehreni
Ve hiç umursamazdık soğuktan buz gibi donan ellerimizi
Gözlerimi yumduğumda İstanbul’u, açtığımdaysa seni görürdüm
Eğer sen İstanbul olsaydın
Eyüp’te bir avuç yem alıp atardım güvercinlere
Güvercinlerin gönlü olsun diye
Birde Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethi gibi
Fethetmek için gönlünü savaşırdım kendimle
Sen İstanbul olsaydın
En güzel gülü sana vermek isterdim gönül bahçemden
Ama seni sana veremem ki gülüm
Gülüm! ister misin ki seni en nadide yere
İstanbul’un göğsüne takayım özenle.
Ben hayatta üç şeyi sevdiğimi farkettim
Seni, İstanbul’u ve kalbimi
Seni sevdim, hayatımsın diye
Kalbimi sevdim, seni sevdi diye
İstanbul’u sevdim sevgin İstanbul kokuyor diye
Sen İstanbul olsaydın eğer
Her limanda durup, senin vapurdan inmeni beklerdim
Gelmeyeceğini bile bile
Her vapur sesinde, hıçkırıklarımı gizlerdim kendimden
Işıl ışıl caddelerden geçerken,
İnsanların yüzlerindeki sahte tebessümlerden kurtulup
Dar sokaklardaki kedilerin umuduna ortak olmak isterdim
Şayet SEN İSTANBUL OLSAYDIN
Sevgimi, kendimi, seni ve her şeyimi gömüp anılara,
Yepyeni bir adım atardım yarınlara
Bir gün fikrini değiştirip İstanbul olursan
Sevgime dayanabilirsen, aşkıma
O zaman gel ne olur gel ve İstanbul’u basayım bağrıma.
Feray Çalgan..
Sen İstanbul olsaydın,
Beyaz bir mendile sardığım yüreğimi, avucuma alıp
En yüksek tepelerden, asi rüzgârlarla sana savururdum
Huzurlu bir gün dilerdim her sabah senin için
Dualarla Sultanahmet’in bahçesinde
Yüzümü çevirip karşımdaki nurlu yüze
Ayasofya ile birlikte gözyaşlarımı akıtırdım gönlüne
Sen İstanbul olsaydın
Kırmızı bir tan yerinden, bir gül koparıp
Altın sarısı güneşi bulutların arasından sıyırıp,
Güzel yüzüne doğmasını isterdim
Eğer sen İstanbul olsaydın
Birde, geceleri yıldızlardan mısralar dizip birlikte
Şiirler yazardık simsiyah gökyüzüne nurlu kandillerle
Sen İstanbul olsaydın eğer
Martılarla dost olup, masmavi denizin üzerine besteler yapardık
Aşkımıza, İstanbul aşkına
Ya da balıkların gözlerindeki mutluluğu
Yansıtırdık Kız kulesinin yüreği yanık bağrına
Çiçeklerin tüm renklerini sarı, pembe, kırmızı, yeşil
Hepsini toplayıp, ellerimizi boyarcasına
Gökkuşağını sunardım ilkönce aşkım olan İstanbul'a, sonra da sana
Eğer sen İstanbul olsaydın
Her sabah camilerden semalara yankılanan ezan seslerinden sonra
Her vakit sevgimizi haykırırdık dünyaya
Yağmur damlaları damladığı anda boğazın serin sularına
Bende bir buse kondurmak isterdim yanaklarına
Sen İstanbul olsaydın
Çamlıca tepesinden seyre dalardım masum çehreni
Ve hiç umursamazdık soğuktan buz gibi donan ellerimizi
Gözlerimi yumduğumda İstanbul’u, açtığımdaysa seni görürdüm
Eğer sen İstanbul olsaydın
Eyüp’te bir avuç yem alıp atardım güvercinlere
Güvercinlerin gönlü olsun diye
Birde Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethi gibi
Fethetmek için gönlünü savaşırdım kendimle
Sen İstanbul olsaydın
En güzel gülü sana vermek isterdim gönül bahçemden
Ama seni sana veremem ki gülüm
Gülüm! ister misin ki seni en nadide yere
İstanbul’un göğsüne takayım özenle.
Ben hayatta üç şeyi sevdiğimi farkettim
Seni, İstanbul’u ve kalbimi
Seni sevdim, hayatımsın diye
Kalbimi sevdim, seni sevdi diye
İstanbul’u sevdim sevgin İstanbul kokuyor diye
Sen İstanbul olsaydın eğer
Her limanda durup, senin vapurdan inmeni beklerdim
Gelmeyeceğini bile bile
Her vapur sesinde, hıçkırıklarımı gizlerdim kendimden
Işıl ışıl caddelerden geçerken,
İnsanların yüzlerindeki sahte tebessümlerden kurtulup
Dar sokaklardaki kedilerin umuduna ortak olmak isterdim
Şayet SEN İSTANBUL OLSAYDIN
Sevgimi, kendimi, seni ve her şeyimi gömüp anılara,
Yepyeni bir adım atardım yarınlara
Bir gün fikrini değiştirip İstanbul olursan
Sevgime dayanabilirsen, aşkıma
O zaman gel ne olur gel ve İstanbul’u basayım bağrıma.
Feray Çalgan..
***
Paylaşmak insanlık gereğidir ve bu doğu toplumlarında
gelenek halindedir. Adınızı, kim olduğunuzu sormaz, yolcu ve yorgun olmanız
yeterlidir. Suyunu, bir dilim ekmeğini paylaşır. Hatta kendi yatağını verir
yorgunluğunuzu gidermeniz için. Batı toplumlarında böyle şeylere pek
rastlanmaz. Almanya’da 40 yıl Osnabrück şehrinde aynı komşularla yaşayan bir
tanıdığım anlatıyordu. Sıcak bahar ve yaz günlerinde bahçelerinde kahvaltı
yapıyorlarmış. Bahçelerinin bodur şimşirlerle ayrıldığı komşusunu kendileri ne
zaman çay içerken, yemek yerken görse davet ettiğini fakat aynı komşusundan
böyle bir davet hiç görmediğini söylemişti. Farklı bir kültürün insanlık
anlayışıda farklı olur elbette. Daha acımasız ve daha bencil olduklarını
düşünüyorum. İnsanlığın devamı için paylaşmak önemlidir. Çünkü az öncede
dediğim gibi paylaşmak insanlık gereğidir.
Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com
Yayın Tarihi: 18.01.2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder