30 Ağustos 2011 Salı

PKK TERÖRÜ, DEVLETLER VE ŞIKLIK 2



İlk bölümünü Cuma günü okuduğunuz yazımızın 2. bölümünden önce yarın başlayacak olan ramazan bayramınızı benim yazı günüm olmadığı için bugünden kutlamak istiyorum. Bir ay boyunca milletçe ettiğimiz dua ve ibadetleri Yüce Allah makbul ve kabul eylesin. Nice bayramlara sağlık ve esenlikle erdirsin. İki cihanda da bizleri utandırmasın. Ramazan bayramınız kutlu olsun sevgili okurlar.

***

Sonunda ne olduğunu tahmin etmek pek zor değil. Laçiner de tahminleri doğruluyor.

“1 Mart tezkeresinde Türkiye Meclisi Amerikan askerlerinin Türk topraklarından Irak’a geçişine müsaade etmeyince bu Amerika’yı, üstelik daha önce verilen bir söz varken çok sinirlendirdi. 1 Mart tezkeresi Amerika’nın yüzüne atılmış bir tokat gibidir. Amerika’nın başına çuval geçirmek gibidir. Biz çuvalı geçirdik onlar da bizim başımıza çuval geçirmeye, çorap örmeye başladılar. Hınçlarını alamadılar çünkü Irak’ta başarısızlık arttı, arttıkça Amerika Türkiye’yi suçladı ve sonunda PKK diriltildi. Yani misyonunu bitirmiş bir örgüt diriltilmeye başlandı 1 Mart tezkeresinden sonra.”


Laçiner’in 1 mart tezkeresi hakkındaki şu görüşüne aynen katılıyorum; “Türkiye etik davranmıştır ama kârlı bir iş yapmamıştır.”

“Türkiye o karardan sonra (birde başbakanın İsrail başbakanı’na Davos’taki ‘one minut’ çıkışıyla A.G) çok da güçlendi Ortadoğu’da ama...

Amerikan askerleri Irak’a, Türkiye üzerinden geçmiş olsaydı, Türkiye yine Ortadoğu’da güçlenirdi. Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Ahmet Davutoğlu üçlüsü yine o misyonu eda ettirirdi. Ne olurdu? Birkaç yıl gecikirdi. Ama olurdu. PKK’nın son 7-8 yılda yeniden dirilişi 1 Mart tezkeresinin maliyetidir. Etik bulmayabilirsiniz ama uluslararası ilişkiler biraz da sizin çıkarınızla başkasının çıkarının değişme meselesidir. Türkiye etik davranmıştır ama kârlı bir iş yapmamıştır.
Amerika’nın Irak işgalinden sonra Kandil üç misli büyüdü
Başbakan da istemiyordu zaten bu sonucu...
Erdoğan söz vermişti. Buna rağmen o söz yerine getirilmemiş oldu. Zaten işin kötü tarafı bu. Bu sözden dolayı Amerika’nın tepkisi ağır oldu.”

“Türk-Amerikan ilişkilerini hızla kopma noktasına götüren bir unsurdur PKK... Amerika, Türkiye’yi değil PKK’yı seçti!”

Bunun içindir ki Amerika istihbarat verir gibi görünür. Türkiye orda 2, burda 5 PKK’lı yakalar, bu PKK’yı hınçla yeni eylemlere iter.

Laçiner’de aynı şeyi düşünür.

“Bu hikâye sürer gider. Buradaki bir yardım değildir, hikayenin devam etmesini sağlamaktır. Aslında 2007’de bir anlaşma imzalandı Washington’da... Erdoğan-Bush zirvesi yapıldı. Orada bir takım şeylerin değişme ihtimali belirdi. Amerika Türkiye’nin kaybedilmemesi gerektiğini düşündü ve Türkiye’ye destek vermeye başladı. Kandil operasyonları, istihbarat desteği başladı. Talabani Türkiye’ye döndürüldü, Barzani onu takip etmeye başlar gibi oldu ama bu noktada Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri bozuldu ve bu hikâye orada bitti. Ondan sonra Amerika’nın Türkiye’ye PKK konusunda hiçbir katkısı olmadı.”

Terörü bitirme konusunda dış desteğin şart olduğunu belirten Sedat Laçiner şunları diyor;

“Bir terör örgütü kendi rızasıyla silah bırakmaz. Böyle bir ihtimal yok. Üstelik Suriye’de büyük hesaplar yapılıyor. İran karışık... PKK burada bir fonksiyon icra etmeye başladı. Fonksiyonsuz PKK yok artık elimizde. Türkiye’nin canını acıtabildiği için PKK, İran için de, Suriye için de, Amerika için de, İsrail için de, Barzani için de kıymetli... Ama Türkiye güçlü bir ülke. Hata yapıyor, hatasının acı sonuçları oluyor ama o kadar. (...) canı çok yanıyor. Ama orayı korur, tutar. Yalnız dış destek olmazsa çok zorlanır.”

Yazının bundan sonrası konumuzun dışında olduğu için örnekleri uzatmanın gereği yok! Yalın gerçekle gördüğümüz gibi devletler fiyakalı şık tavırlar içinde olmazlar. Her zaman işlerine geldiği gibi ve o anki çıkarları hangi tavrı gerektiriyorsa o tavrı sergiliyorlar. Bunun dilini kullanmak içerde politikacılara, dışarıda hariciyeci bürokratlara düşüyor.

Artan PKK terörü karşısında gelişen olaylar ardından içinde bulunduğumuz değişim sürecininde etkisiyle kaleme aldığım bu yazıda devletlerin şıklık ve fiyaka peşinde koşmalarının mümkün olmadığını vurgulamak istedim.

Son söz: Şıklık ve fiyaka güçle orantılıdır. 


BİTTİ

***

NOT:

Bayram nedeniyle yazılarıma gene bir süre ara vereceğim. En kısa zamanda buluşmak üzere, hoşça kalın.


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 29.08.2011

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 94


Merhaba sevgili okurlar.

Ramazanı son hızla geride bırakmak üzereyiz. Önümüzde 3 günlük bir dini bayramımız var. O bayram sevincinize şiirlerle şimdiden ortak olmak istiyorum, izin verirseniz..

Gene bir şairimizin sizler için seçtiğim şiirleriyle karşınızdayım, her hafta olduğu gibi. Bugünkü şairimiz İlhan Berk 1918 yılında Manisa’da doğdu. Balıkesir Necati bey İlköğretmen Okulunu ve Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Fransızca Bölümünü bitirdi. 1945-55 yılları arasında 10 yıl kadar bir süre öğretmenlik yaptı. 1956-1969 yıllarında Ankara’da 13 yıl Ziraat Bankası Yayın Bürosunda çevirmen olarak çalıştı ve emekliye ayrıldı. Kendini şiire ve yazılara verdi. Başlangıcından bugüne, yazdığı şiirlerle hep “günümüzün en ilginç ve en genç” şairlerinden biridir. İlk yazıları, ilk şiir kitabi 1935 yılında Güneşi Yakanların Selamını da yayımlayan Manisa Halkevi Dergisinde çıktı. Destansı yönünün ağır bastığı, adeta bir Türk Walt Whitman’ı olarak adlandırıldığı dönemde 1947’de “İstanbul 1939-47” , 1952’de “Günaydın Yeryüzü” , 1953’te “Türkiye Şarkisi” 1955’te de Köroğlu’nu yayımlamıştı. Sonrası, İkinci Yeniden eski şiirimize, kendi Atlasını kurmaktan düzyazı şiirlere, aforizmalarından harfleri, nesneleri ve semtleri sevmeye dek genişleyen çok kollu bir şiir ırmağı. Zor anlaşılır bir şiir tarzı vardır. Şiirimizdeki “İkinci Yeniciler” adıyla bilinen akımın şairlerinin hepsinde olduğu gibi. Birinci yeniciler şiirden aşırı süslü kelimeleri kaldırmışlardı. Yani onlar şairane şiirden, geleneksel şiirden ayrılıyorlardı. İkinci yenicilerse anlamda da devrim yapıyorlardı. Bu şiirde süslü anlamlar bırakılıyor, çarpıcı, kolay anlaşılmaz anlamlara yer veriliyordu. Umarım beğenirsiniz.

...

KEÇİYOLU

Bomboş oturdum rüzgarı dinledim
(yay burcundan dönen). Irmağın
dediklerine geçtim sonra.
Geçip gidiyordum beni görmüyordu
ot yüklü bir akşam, yarım bir
ay.

Arkamdan başını kaldırıp
bakmıştı yol.
(dikenler, gri otlar)

Kocamış bir suyum ben. Bana
ormanın sesini anlat. Sesini
çayırların.

Sessizlik. Hep bu sessizlik.

Keçiyoluna çıkarın beni.
Burda ölemem.

İLHAN BERK

***

NE BÖYLE SEVDALAR GÖRDÜM
NE BÖYLE AYRILIKLAR

Ne zaman seni düşünsem
Bir ceylan su içmeye iner
Çayırları büyürken görürüm

Her akşam seninle
Yeşil bir zeytin tanesi
Bir parça mavi deniz
Alır beni

Seni düşündükçe
Gül dikiyorum ellerimin değdiği yere
Atlara su veriyorum
Daha bir seviyorum dağları.

İLHAN BERK

***

ACININ EL YAZISI

Ben acıyım. Yani senin hazan düşen yüzün. Umarsız
Boyun bazan. Bazan ağzın, gölgeli gözlerin

Yani çocukluğun. Bursa'da bir sokak yani
(Bursa'yı hiç görmemişim gibi gelir bana)

Bir akşam yaktığın mum sonra bir kilisede
Daha hiç bilmediği bir yüz için ölümün

Zaman ki senden başka nedir
Ve hep bir yüz dönüşür bende

Bir yüze
Hem geceyi, hem tanyerlerini taşır kendinde

Ben ki bir yıkıntınım senin, senin büyüttüğün
Acının el yazısında

İLHAN BERK

***

SİZ

Size baktım. Sesin eski ve yalnız
Sizi soyuyorum. Büyük ağzınız.

Gözlerinizi alıyorum. Gözle-
riniz Ortaçağ. Kocaman ve ıssız.

Alıp ellerini beyaz diyorum
Beyaz çıplak etin, oralarınız.

Oralarınızı açıyorum. Gök-
yüzü, ağaçlar gibi kokuyorsunuz.

Uzanıp sesinizi alıyorum
Sesiniz! İstanbul. Elgin. Sonrasız.

Dik bir suru çıkıyoruz. Bir attan
iniyorum. Beyazım. Beyazsınız.

Sunu

Sonra ben bütün gün dolaştım durdum
Bu gazeli yazdım belki duydunuz.


İLHAN BERK

***

ATIMI İSTEDİM
EVİN GÖĞÜ GERİNDİ

Atımı istedim evin göğü gerindi
Cin gülleri bir yerden ordan geliyorum
Öyle sular dağların üstüydü isminiz
Yeşil, o solukları gibi rüzgarların
Bir bin yıl rüzgar değirmeninizde kaldım

Tep kralları gibiydim öyle yalnızdım
Bir çağda seni bu beyazlığında tuttum
Ak, sabah kalyonlarım hep gökyüzündeydi
Ben rüzgar değirmeninizde kaldım

İşte ellerin o dünya kadar Akdeniz
Hansi, gecenin pancurunda Berk kuşlarım
Ey benim sığlığım eşkim karanlığım siz
Yitik gülüşünün açtığı sular şimdi
Ben o gecelerde saçıydım çocukların
Bir bin yıl rüzgar değirmeninizde kaldım.

İLHAN BERK

***

GÜZEL

Güzel
ölüm daha kolaydır sevmekten
der ya Aragon
Anla ki ölüme benzer seni sevmek

Sözcükler ki alevdir
Ve karadır şairlerin hayatları

Hem nice şiirlerde nice aşklarda
Tarar saçımızı ölüm.

Aşk ki bazan solgun bir ilçedir
Sürdürür derinliğini

Neden "en çok" acı ustası şairlerdir
En çok taşırlar çünkü aşkları.

Ben ki yatağımdan tedirgin bir suyum
Besbelli ki aşka ve ölüme çalışıyorum.

İLHAN BERK

***

AYRILIĞIN YÜREĞİ

Sessiz sedasız yaşayan bir ayrık otuydu Orta Anadolu’da
Kıtlıktan önce.
En küçük bir şeyden coşardı
Mesela bir kuş uçmasın Kızılırmak ‘a doğru
Köklerine su yürümüş gibi sevinirdi.
Bir bulut geçsin üstünden
Ayrılıktan çıkardı.
Dünyayı, derdi, dünyayı
Hiçbir şeylere değişmem.

Şimdi yaşamak istemiyor.

İLHAN BERK

***

ACININ ADI

Yavaş sessiz senin buyruğunda toplanır altın yavaş sessiz
Yavaş sessiz senin buyruğunda dağılır buğday yavaş sessiz
Yavaş sessiz senin buyruğunda bölünür halkın ekmeği

Seninle hızla kararır bozulur ipek seninle hızla
Hızla düğümlenir bulanır su seninle
Körlenir seninle hızla emeğin tarihi

Ve seninle yavaş yavaş çıkar bakıra kuvarsa tunca yavaş yavaş
Acının uzun uzun yazılan adı.

İLHAN BERK

***

ÜÇ KEZ SENİ SEVİYORUM DİYE UYANDIM

Üç kez seni seviyorum diye uyandım
Tuttum sonra çiçeklerin suyunu değiştirdim
Bir bulut almış başını gidiyordu görüyordum

Sabahın bir yerinden düşmüş gibiydi yüzün

Sokağı balkonları yarım kalmış bir şiiri teptim
Sıkıldım yemekler yaptım kendime otlar kuruttum
Taflanım! diyordu bir ses duyuyordum

Cumhuriyetin ilk günleri gibiydi yüzün

Kalktım sonra bir aşağı bir yukarı dolaştım
Şiirler okudum şiirlerdeki yaşa geldim
Karanfil sakız kokan soluğunu üstümde duydum

Eskitiyorum eskitiyorum kalıyor ne kadar güzel olduğun


İLHAN BERK

***

AŞIKANE

Geceye hey dedim Bir bulut beyaz aydınlık
geçiyor ve ben görüyorum Belki yalnızlık

Kâğıt gibi bir kadın sana bakıp gülüyor
Demek sen daha güzelsin gökyüzünden artık

Sokakları bembeyaz evleri geçiyorum
Bir koşu bir rüzgârı alıyorum Karanlık

Bir kenttesin ve var ta ne zamanlardan beri
O zamandan trenler evler geçiyor Kapanık

Aşkın ki hiç durup dinlenmek nedir bilmiyor
Aşkın ki anlatılamaz ihtiyar ve yıkık

Nice nice yaşamalara açılmışsındır
Nice yaşamalar ki kalmıştır yarım buruk

İşte Adakale Sokağındayım ve birden
Benim işte dünya kadar güzel ağzın artık

Durup bir yıkık aşk dedim İlhan Berk bir yıkık
aşk Şimdi o şiirlerde senden kalan ancak

İLHAN BERK

***

AKŞAMA DOĞRU

ey güzel harf güzel kağıt güzel kalem.

sana nehirlerden rüzgarlardan söz ediyorum
benim için nehirleri eğit,su yolları aç.
ben ki daha ağzı lekeli bir çocukken
yürürken gördüm bir gün nehirleri
nehirlerin rüzgarların sözü yaşar

ben ağzının yaprağıyım,bir yere yaz bunu.

ey güzel el yazısı güzel mürekkep güzel uç.

beni küçük su birikintileri büyüttü.
beni anlamak için su birikintilerine sor
su unutmaz:daireler çizerek dikkatle çalışır.
benim için yapraklar topla,yatağını lekele.

ben bu akşam doğruyum,karıştır saçlarımı.

İLHAN BERK

***

Kamu çalışanlarının bayram nedeniyle çıktıkları 9 günlük tatilin bu ikinci gününde sizlere seçtiğim şiirler bu kadar. Mutlu haftalar, kutlu bayramlar dilerim hepinize.





Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 28.08.2011



PKK TERÖRÜ, DEVLETLETLER VE ŞIKLIK 1



Devletler fiyakalı, şık tavırlar peşinde koşmazlar. Siz diplomasiye, onun nezaket ve kibarlık yüklü diline bakmayın. O dil gerçeği süsleme sanatından başka bir şey değildir. Tıpkı çok acı bir ürünü çok şık, çok parlak bir paketle tüketiciye sunmak gibi. Burada tüketici durumunda olan, ülkelerin iç kamuoyuyla dünya kamuoyudur. Herkes bu sözlerle dünyanın idare edildiğini, dünyaya bu sözlerle düzen verildiğini sanır. Oysa her şey önce tasarlanmış, sonrada olup bitmiştir. İş söze kalmış bu sözlerle gerçeklerin sunumu başlamıştır. Şu an karşı karşıya olduğumuz durum budur.

Neyden söz ettiğimi bu anlatımla anlamak mümkün değil, haklısınız. Cumhuriyetin kuruluşuyla belirlenen iç ve dış politikaların değiştirilip, belki de üniter yapıdan vazgeçilip federasyonlara yol açacak, içinde Türk adının yer almadığı yeni bir devlet yapısına gidişimizden söz ediyorum. 1991 yılından bu yana Afganistan’a ve Irak üzerinden orta doğuya yerleşen Amerika bu bölgelerde, içlerinde Türkiye’ninde bulunduğu ülkeleri kendi politikalarına uygun duruma getiriyor. Bunu yaparken de diplomasi dilinden vazgeçerek isteklerini dikte ettirebiliyor. Diplomasi dili, yani dolaylı anlatım kendi halklarını ikna etmek için ülkelerin politikacılarına kalıyor.

Geçenlerde Vatan Gazetesinden Mine Şenocaklı ile Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK) kurucusu ve Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Rektörü Prof. Sedat Laçiner konuştular. Bu konuşma Vatan Gazetesinde yayımlandı. O konuşmalardan vereceğim örneklerle gerçeğin bir boyutuna tanıklık ederek, yukarıda sözünü ettiklerimdeki haklılığımı kanıtlamaya çalışacağım.

Sedat Laçiner’e göre AK Parti’nin en başarısız olduğu, en az dokunduğu, hatta hiç dokunmadığı alan silahlı mücadele idi. Ona göre “hükümet, zaman zaman naifliğe de çalan bir iyi niyetle -Biz bu işin silahlı mücadele kısmına çok dokunmadan idare edecek şekilde demokratik açılıma devam edelim, ordu ne yapıyorsa yapsın, biz de bu arada PKK’yı ikna edebilir miyiz?- diye düşünüyorlardı”.

Demokratik açılıma büyük önem veren bu hükümet, ne oldu da bu noktaya, silahlı mücadeleye geldi? Değişen ne? Laçiner o konuşmada şöyle cevaplıyor bu soruları.

“Hani küçük yaralar vardır, basit tedavilerle hallolabilecekken, siz kirli ellerle oynarsınız oynarsınız, kabuk bağlamasına izin vermezsiniz, yara büyür, dışarının etkisine açık hale gelir... Sonunda kangren olur, çok büyük bedeller ödetir insana, bir koca bacak, bir kol gider... İşte bu böyle bir hikâye. Çünkü ben Kürtlerle Türklerin ayrılabilecek iki millet olmadığı kanaatindeyim. Daha doğrusu yakın bir zamana kadar böyleydi kanaatim ama Türkiye küçücük bir yarayla oynaya oynaya onu kangren haline getirdi.”

“Darbeler terör sayesinde süreklilik kazandı. Generaller önemliydi, çünkü terör vardı... Demek ki terör sürmeliydi. Böyle bir yönü de oldu meselenin. Burada birbirini besleyen iki kötü var. İsterseniz buna Ergenekon deyin, isterseniz derin devlet, onunla Kürtçü ayrılıkçılık birbirini besledi.”

Irakta kürt bölgesi ayrıştırılıp o bölgenin devletleşme süreci başlatıldığı zamanda Amerika Abdullah Öcalan’ı bu sürecin önünde 3. güç olmasını engellemek amacıyla (yanı sıra bazı başka amaçlarda güderek) paketleyip Türkiye’ye verdi. Çünkü o bölgede hedeflerindeki isim Barzani idi. Onun liderliğini engelleyecek her türlü girişime engel oluyorlardı. Apo böyle bir tehlike olma yolundaydı, bertaraf edildi.

Laçiner soruyor: “Şimdi de Amerika isterse PKK biter mi?”

Cevabı gene Laçiner veriyor: “Tabii. Orada Amerika’nın hedefi PKK’yı bitirmekti. Çünkü Amerika için PKK misyonunu tamamlamış bir örgüttü.”

Laçiner o konuşmada bu konudaki görüşlerini şöyle açıklamış:

“Clinton dönemidir bu... Misyonu uzun. Bir tek misyonu yoktu. Birçok roller oynadı PKK. Yıllar içinde değişti o roller, bitti. Yarar vermediği gibi, Irak’ın kuzeyine zarar vermeye başladı PKK. Amerika’nın oradaki hedefi şuydu; Irak parçalanacak, kuzeyde bir Kürt devleti kurulacak, Saddam Hüseyin devrilecek! Yeni dünya düzenini Amerika, Irak Körfez Savaşı ile başlattı biliyorsunuz ve PKK Ortadoğu’daki yeniden yapılandırmaya mani olan bir örgüt oldu. Barzani ile, Talabani ile çatıştı, orada üçüncü bir güç olmaya kalkıştı. Amerika buna müsaade etmedi. Barzani’nin, Talabani’nin Washington’dan taleplerini yerine getirdi ve Öcalan’ı bize hediye etti. Örgütün de altını boşalttı ve ondan sonraki dönemde 2003’ün ortalarına kadar Amerika, Osman Öcalan da dahil olmak üzere, PKK’nın önde gelen isimlerini kendi yanına çekti. Bunlar hep PKK aleyhine açıklamalara başladılar. PKK çözülmeye başladı. Ne zamana kadar? 1 Mart Tezkeresi’ne kadar.

Yani 2003’e kadar...”



DEVAM EDECEK



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 26.08.2011

AŞK MI SEVGİ Mİ?


Aşk gürültücüdür. Haykıra haykıra şarkı söyletir insana, yüksek sesle konuşturur. Bir şeyleri gözlere sokmak amacını taşır. Onunla birlikte ölümle hayat at başı koşar. Aşkın bir boyutunda, seçim söz konusu olsa ‘kendinden vazgeçme’ ile hayattan kopmak kolaylıkla mümkün olur. Çünkü aşk her şeyden, başta kendinden aşkınlaşmaktır. Yani tensel duyumlardan uzaklaşmak.. öyle ki bu durumda hiçbir acı duyulmaz. Acı duymak için aşık adeta kendini paralar. İşte bu nedenle aşık olan insanın sakin olması beklenemez. En küçük ayrıntı aşık olanda büyük fırtınalar yaratır. Oysa sevgi sessiz, sakin ve kararlıdır. Sevgide söylenmiş irice bir sözcük bulmak zordur. Elbette duygudur sevgi, fakat aklın önünü kesmediği için ‘kendinden vazgeçme’ ile hayattan kopmak mümkün değildir. Çünkü sevmek yaşamadan mümkün olmayacağından hayata ait bir konudur.

Bütün bunların ışığında,     

Bence SEVGİ; sakin güçtür.
Bence SEVGİ; ‘Sessiz, Derin, Yemyeşil ve Serin’ bir yoldur. 
Bence SEVGİ; Bazı şeylerin görünenler arasında yer alarak, olumlu veya olumsuz diğer bazı şeylerin görünmesine engel olmaz.

Bütün bunları bilerek sevgiyi yaşayanlar uzun ömürlü sevgileri hak ederler. Aşağıdaki hikâyeyi, pazartesi günü biten EVLİLİK ve MUTLULUK adlı yazı dizimizin ardından koymamın elbette bir amacı var. Mutluluğun gördüklerimizle sınırlı olmaması gerektiğini, asıl görmediklerimiz içinde sevgi için gerekli olan “anlamlar dünyası”nın, eskilerin deyişiyle “mânâlar âleminin” ip uçları vardır. Bu hikâye işte bunu anlatıyor.  

Adım hikâyeci başı’na çıksa yeridir. Bu hikâyenin de yazarını bilmiyorum.

***

Kocam bir mühendisti. Onunla sâkin tabiatını sevdiğim için evlenmiştim. Bu sâkin adamın göğsüne başımı koymak içimi nasılda ısıtırdı… Gel gör ki iki yıl nişanlılık ve beş yıl evlilikten sonra bu sâkinlik beni yormaya başlamıştı. Eşimin bir zamanlar çok sevdiğim bu özelliği artık beni huzursuz ediyordu. İş ilişkiye gelince oldukça içli, hattâ aşırı hassas bir kadınım. Romantik anlara, küçük bir çocuğun şekere düşkünlüğü gibi can atıyorum. Oysa kocamın sakinliği, başka bir deyişle vurdum duymazlığı, evliliğimize romantizm katmaması beni aşktan almış, uzaklaştırmıştı. Sonunda kararımı ona da açıkladım: Boşanmak istiyordum. Şaşkınlıktan gözleri açılarak ‘niye?’ diye sordu. ‘Gerçekten belli bir sebebi yok’ dedim, ‘sadece yoruldum.’ Bütün gece ağzını bıçak açmadı. Düşünüyordu. Bu hâli ise hayal kırıklığımı daha da artırmaktan başka bir işe yaramıyordu: İşte, sıkıntısını dışarı vurmaktan bile aciz bir adamla evliydim. Ondan ne bekleyebilirdim ki! Sonunda sordu: ‘Seni caydırmak için ne yapabilirim?’ Demek ki söyledikleri doğruydu: İnsanların mizacı asla değiştirilemiyordu. Son inanç kırıntılarım da kaybolmuştu. ‘İşte mesele tam da bu’ dedim. ‘Sorunun cevabını kendin bulup kalbimi ikna edebilirsen kararımdan vazgeçebilirim. ‘Diyelim dağın tepesinde bir uçurum kenarında bir çiçek var. O çiçeği benim için koparmak, düşüp vücudunun bütün kemiklerinin kırılmasına, hattâ ölümüne mâl’olacak. Bunu benim için yapar mısın?’ Yüzümü dikkatle inceledi ve ‘Sana bunun cevabını yarın vereceğim’ dedi. Bu cevapla son ümidim de yok olmuştu. Ertesi sabah uyandığımda evde yoktu. Boş bir süt şişesini mutfak masasının üzerine koymuş, altına da bir not bırakmıştı.

‘Sevgilim’ diye başlıyordu,

*‘O çiçeği senin için koparmazdım’
Kalbim yine kırılmıştı. Okumaya devam ettim. ‘Çünkü her zaman yaptığın gibi bilgisayarın altını üstüne getirip çökerttikten sonra monitörün önünde ağladığında, onu tekrar düzeltebilmem için ellerime ihtiyacım var.’

*‘Anahtarları her zaman evde unuttuğunu bildiğimden, senden önce eve varabilmem üzere koşmam gerektiğinden bacaklarıma ihtiyacım var.’

*‘Arabayı kullanmayı çok sevdiğin halde şehirde hep yolu kaybettiğinden, yolu gösterebilmem için gözlerime ihtiyacım var.’

*‘Sâdık arkadaşının her ayki ziyaretinde sebep olduğu, karnındaki krampları rahatlatabilmem için avuçlarıma ihtiyacım var.’

*‘Evde oturmayı sevdiğinden, içe kapanıklığını dağıtmak, can sıkıntını hafifletmek üzere sana şakalar yapabilmem, hikâyeler anlatabilmem için ağzıma ihtiyacım var.’

*‘Sabahtan akşama kadar bilgisayara bakmaktan gözlerinin bozulması kaçınılmaz olduğundan, yaşlandığımızda tırnaklarını kesebilmem, saçlarında -görülmesini istemediğin- beyaz telleri ayıklayabilmem, merdivenlerden aşağı inerken elini tutabilmem, çiçeklerin renginin -gençliğinde senin yüzünün rengi gibi olduğunu söyleyebilmem için gözlerime ihtiyacım var.’

*‘Ama seni benden daha fazla seven biri varsa, evet o uçuruma gidip, o çiçeği senin için koparırım bir tanem.’

Baktım, mektuptaki yazının mürekkepleri yer yer dağılıyordu. Göz yaşlarım mektuba düşüyordu.

‘Mektubu okuduysan ve kalbin ikna olduysa lütfen kapıyı aç canım. Çok sevdiğin susamlı ekmek ve taze sütle kapıda bekliyorum.’

Koşarak kapıyı açtım. Endişeli bir yüzle ve ellerinde sıkıca tuttuğu susamlı ekmek ve sütle kapının önündeydi. Artık çok iyi biliyordum: Beni ondan daha çok kimse sevemezdi. O çiçeği uçurumun kenarında bırakmaya karar verdim. Bu gerçek aşktı. İlk yıllardaki heyecanlar içinde görmeye alıştığımız aşkın, seneler sonra o heyecanlar kaybolup gittiğinde, huzur ve durgunluk içinde de hep var olmaya devam ettiğini göremeyebiliyoruz. Oysa aşk hep vardır. Belki artık heyecansız, belki artık romantik değil... Belki sıkıcı, tekdüze, hatta belki yüzsüz... Ama hep oralarda bir yerdedir. Çiçekler ve romantik dakikalar ilişkinin başlaması için elbette gerekir. Bir zaman sonra bunlar gitse de gerçek aşkın sütunu ebedi kalır. Hayat tam da böyle bir şeydir.

***

Mutlu evliliklerin giderek azaldığı günümüzde, bu nedenle boşanmaların arttığı düşünülürse, her şeyi abartarak mutluluğu arayanlara AŞK MI SEVGİ Mİ diye sormak isterim.




Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 24.08.2011

EVLİLİK ve MUTLULUK...... 3


Son bölümüne geldiğimiz bu yazı dizimizde yazarını bilmediğim, mutlu evliliğin bir sırrını anlatan “Evlilik ve Mutluluk...” adlı hikâyeyi bulacaksınız.

Evliliklerin bir ömür boyu sürmesi için, yazımızın ilk bölümünde şu şartları sıralamıştım:
1: Aşırı ben merkezci ve özgürlükçü anlayıştan feragat
2: Sevgiye emek verme
3: Sabır ve hoş görü
4: Kişiliği keşfetme ve tanıma
5: Küçük sürprizler
Bu 5 şartın yanı sıra hikâyemizin getirdiği küçük sırrıda eklediğinizde neden mutlu bir evliliğiniz olmasın?

Hikâyemizin özeti: Bülent’in karşısına, otuz yıldır ömrünü aydınlattığını söylediği karısının doğum gününde çikolata almak için dilenen bir dilenci çıkar. Altı yıllık evliliğine rağmen çok sık kavga eden çift oldukları için Bülent otuz yıllık evliliğin sırrının ne olduğunu sorar. Dilenci; her kadının içinde var olan “küçük kızı” sevmek bu işin sırrıdır der.  Sonrasında neler olur okuyalım isterseniz.

***

-Hiç kavga etmez misiniz siz?

-Kavga evliliğin tadı tuzu. Arada biz de tartışırız. Küsüp barışmanın tadı ayrıdır. Benim karım bir keçi kadar inatçıdır. Onunla barışmak için uğraşmak ayrı bir keyif verir bana.

-Benim eşim çok ciddi kadındır. Hiç küçük kız havası yok onda.

-Küçük kızlar büyüdükleri zaman artık sevgi ilgi istemeye utanırlar. En ciddi yada en yaşlı kadının bile o küçük kız mutlaka vardır. Yeter ki sen o tatlı kızı sevindirmeyi mutlu etmeyi bil. Ve o küçük kızı asla aldatma.Yoksa bir daha sana güvenmez ve ne yaparsan yap hep kuşkuyla bakar.Küçük kızlar hem çabuk mutlu olurlar hem de çabuk kırılırlar.Çok narindir onlar. Hoyrat elleri sevmezler. Yumuşak dokunuşları severler.

-Bu tavsiyeni deneyeceğim. Fakat her zaman yapabilir miyim bilmiyorum. Bazen işlerim çok yoğun oluyor o zaman eve çok yorgun gidiyorum.

-Bu sadece bir bahane. O küçük kızı mutlu etmek dünyanın en kolay işi.Çoğu zaman birkaç tatlı söz yeterli olur. Sen o küçük kızı mutlu ettiğinde karşılığını fazlasıyla alırsın. Artık o seni rahat ettirmek için elinden gelen gayreti gösterir. Karısı mutlu olmayan erkek mutlu olamaz. Mutlu olmak isteyen erkek önce hayat arkadaşını mutlu etmelidir. Düşünsene somurtkan mutsuz sürekli söylenen biriyle yolculuğa çıksan ne kadar mutlu olabilirsin.

-Haklısın da bende bütün gün ailem için çalışıp yoruluyorum.

-Yine para yine dış sebepler. Evet para önemli ve gerekli ama kadınlar para için erkekleri sevmezler. Para geçici mutluluklar verir. Kadınlar hediye almayı severler. Paran varsa hediye al tabi.Ama hediyeyle mutlu olmasını bekleme. Hediyenin yanına sevgini katmazsan hediyenin bir anlamı yoktur.

Benim hiçbir zaman çok param olmadı. Günlük kazandım günlük yedik.Bazen aç kaldığımız günler oldu. Hiçbir zaman karımın kulaklarına altın küpe takamadım ama her zaman aşk sözleri fısıldadım. Hiçbir zaman boynuna pırlanta gerdanlık alamadım ama hep öpücüklerle sevdim boynunu. Hiçbir zaman ona ipek elbiseler giydiremedim ama kendi bedenimle ipek elbise gibi yumuşacık sardım bedenini ve mutlu ettim onu.

Adam ayağa kalktı.

-Bana müsaade artık gitmeliyim karım merak eder. Sende git evine küçük kızın gönlünü al belki o küçük kız şimdi evde ağlayıp duruyordur.

Bülent de ayağa kalktı. Kuvvetlice elini sıktı.

-Sizi tanıdığıma çok memnun oldum.

Elini bıraktı koluna girdi. Yolun karşısındaki pastaneyi gösterdi.

-Hadi gel eşin için şuradan çikolatalı pasta alalım dedi.

Pastayı aldılar. Adam hayatında ilk defa karısına yaş pasta götürmenin mutluluğuyla bin bir teşekkür ederek evinin yolunu tuttu.

Bülent de pastanenin yanındaki manavdan karısının en sevdiği meyvelerden aldı.

Evine geldiğinde karısı şişmiş gözlerle mutfak masasında oturmuş su içiyordu. Bülent hiç konuşmadan meyveleri büyükçe bir tabağa döküp yıkadı. sonra eşinin önüne koydu.

-Bunlar dünyanın en şanslı meyveleri dedi.Inci hiç konuşmadı.

-Sorsana "niye" diye..

Inci kızgın kızgın: -Niye? Diye sordu.

-Çünkü dünyanın en güzel ve en tatlı kadının midesine gidecek dedi gayet ciddi bir ses tonuyla. Inci şaşırmıştı. Bir anda yüzünün ifadesi yumuşamıştı.

-Bunlar senin sevdiğin meyveler senin için aldım.

-Hayret bir şey! Her zaman kendi sevdiğin meyveleri alırdın. Benim hangi meyveleri sevdiğimi iyi hatırlamışsın. Aslında bu beklediğim istediğim bir şeydi. "bak senin sevdiğin meyveleri aldım"

-Ama şimdi kıymeti yok. Çünkü sana çok kırgınım meyve alarak gönlümü alamazsın.

-Özür dilerim seni kırdığım için.

Sonra Bülent yere diz çöktü.

-Cezam neyse razıyım. Ama bir tek şey istiyorum senden. Seni delice seven bu adamı senden mahrum etme.Bülent yere çömelmiş boynu bükük bir vaziyette çok komik görünüyordu.

İnci kıkır kıkır gülmeye başladı.

-Affetmek o kadar kolay değil. Bakalım hangi cezalara katlanabileceksin dedi.

Bülent işte o zaman ona muzip muzip bakan eşinin içinde sakladığı küçük kızı gördü. Bundan sonra her şey daha farklı olacak diye düşündü......

***

Sırrımız bütün insanların ama daha çok kadınların içinde bir çocuğun yaşadığıdır. Eşler birbirlerinin bu çocuk yanlarını sevmeli ve o çocukları beslemelidir. Yalnız kimse içimizdeki çocuğu hele kadının içindeki çocuğu büyütmeye hiç kalkışmasın.

BİTTİ



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com




Yayın Tarihi: 22.08.2011

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 93


Merhaba sevgili okurlar. 12 ocak 1905’te İstanbul Kadıköy’de doğan bugünkü şairimiz Hüseyin Nihal Atsız Türkçülüğün belki de en önemli isimlerinde biridir. Türk tarihindeki Göktürkler konusunda uzmanlaşmıştır. Babası deniz subayı Nail Bey, annesi Fatma Zehra Hanımdır. İlköğrenimini Kadıköy’deki çeşitli okullarda, orta öğrenimini Kadıköy ve İstanbul sultanilerinde yaptı. Buradan mezun olunca Askeri Tıbbiye’ye yazıldı. Bu okulun 3.sınıfında iken, Arap asıllı bir subaya selam vermeyi reddettiği için okuldan çıkarıldı. Daha sonra İstanbul Darülfünunu (Üniversitesi) Edebiyat Fakültesi’ne yazıldı. Bu fakülteden 1930 yılında mezun olunca, Türkiyat Enstitüsü’nde, hocası Köprülüzade M. Fuat Beyin asistanı oldu. Ancak diğer hocası Zeki Velidi (Togan) Beyin Türk Dil Kurultayı’nda maruz kaldığı hücumlara tepki olarak çektiği telgraf sebebiyle asistanlıktan çıkarıldı (1933). Daha sonraları çeşitli kurum ve kuruluşlarda Türkçe öğretmenliği, dergilerde yöneticilik yaptı. “Ötüken” adlı bir dergi çıkararak düşüncelerini aktardı. 

Hayatı boyunca girdiği her davayı kaybedişi bile onun Türklük konusunda aşırılığı kadar haklılığının da göstergesidir.

Hüseyin Nihal Atsızın fırtınalı hayatı 1975 yılının kasım ayı ortalarında sekteye uğradı. Hastalandığından şüpheyle muayene olan şairimizde hiçbir hastalık belirtisi bulunmadı. 10 aralıkta geçirdiği krizin gelen doktor kalp krizi olduğunu anlayamadı. Ertesi gün bir kere daha kalp krizi geçirerek vefat etti. 13 aralık 1975’te Türklük sevdalısı şairimiz toprağa verildi.

...

AYRILIK

Sevdiğim, kemençede titretiyorken yayı,
Bülbül sustu, unuttu o eski ağlamayı.
Öyle sandım ki gökte kızıllık sardı ayı,
Sevdiğim, kemençede inletiyorken yayı...

Ağaçların dalları saygılarla eğildi,
İçimden çarpıntıyı, gözümden yaşı sildi,
Böceklerin sesleri birdenbire kesildi,
Sevdiğim, kemençede söyletiyorken yayı...
Ayın on dördü gökte yavasça yükselince,
Bir bağlama başladı önceden ince ince ...

Birdenbire gürleşip kemençeye karıştı,
Biri coşkun bir öfke, biri bir yalvarıştı.
Birini inletirken bir kadının elleri,
Birinde bir erkeğin kırılmış emelleri...
Sonra kemençe sustu... Yalnız kaldı bağlama,
Çalkalanarak diyor ki: Boşunadır, ağlama!
Kemençen, bağlamam ve ... Gönüllerimiz kırıktır;
Her tatlı sevişmenin sonu bir ayrılıktır...

Gök onun kadar derin , o gök kadar berraktı,
Biraz sonra nazik ay bizi yalnız bıraktı...
Bu ayrılık çağının hicranını bir düşün,
Beni hala yakıyor tadı en son öpüşün!?..

Hazin hıçkırıkları bırakılmış bir kızın,
Hatırlattı bütün o eski ayrılıkları.
Söndürür neşesini gönlümüzdeki hızın,
Bırakılmış bir kızın hazin hıçkırıkları...

Hüseyin Nihal Atsız

***

BÜTÜN TÜRK GENÇLİĞİNE

Yer bulmasın gönlünde ne ihtiras, ne haset.
Sen bütün varlığınla yurdumuzun malısın.
Sen bir insan değilsin; ne kemiksin ne de et;
Tunçtan bir heykel gibi ebedi kalmalısın.

Istırap çek inleme... Ses çıkarmadan aşın.
Bir damlacık aksa da bir acizdir göz yaşın;
Yarı yolda ölse de en yürekten yoldaşın,
Tek başına dileğe doğru at salmalısın.

Ezilmekten çekinme... Gerilemekten sakın!
İradenle olmalı bütün uzaklar yakın,
Dolu dizgin yaparken ülküne doğru akın,
Ateşe atılmalı, denize dalmalısın.

Ölümlerden sakınma, meyus olmaktan utan!
Bir kere düşün nedir seni dünyada tutan?
Mefkuresinden başka her varlığı unutan,
Kahramanlar gibi sen ebedi kalmalısın...

II

Sen ne elde ve dilde gezen billur bir sağrak,
Ne de sıska bir göğse takılan bir çiçeksin;
Senin de bu dünyada nasibin var savaşmak!...
Kayalarla güreşip dağlarda öleceksin.

Yoldaşlık ederekten gökte güneşle, ayla,
Aşarsın tepe, ırmak; yürürsün ova, yayla...
Hayata ne biçimde geldinse bir borayla
Daha sert bir kasırga içinde biteceksin.

KIZIL ELMA uğruna kılıç çekince kından,
Bahtiyarlık denen şey artık geçmez yakından.
Mesut olup gülmeyi sök, çıkar hatırından.
Belki öldükten sonra bir parça güleceksin.

Yüz paralık kurşunla gider ‘HAYAT’ dediğin;
‘Tanrı yolu’ uzaktır; erken kalk sıkı giyin.
Yazık, bütün ömrünce o kadar özlediğin
Güzel Kızıl Elma’na varmadan öleceksin.

III

Belki bir gün çöllerde kaybedersin eşini,
Belki bir gün ağlarsın kaçtı diye karına.
Işıksız kulübende boranın esişini
Dinleyerek çıkarsın bir ümitsiz yarına.

Gün olur ki mertliğin uğrar kahpe bir hınca;
Namert bir el arkandan seni vurur kadınca;
Bir gün sabrın tükenir... Silahını kapınca
Haykırarak çıkarsın yurdunun dağlarına...

Hayatın kamçısıyla sızar derinden kanlar,
Senin büyük derdinden başkaları ne anlar?
Vicdanını ‘Paris’e, ‘Moskova’ya satanlar,
Küfür diye bakarlar senin dualarına.

Hey arkadaş!... Bu yolda ben de coşkun bir selim,
Beraberiz seninle, işte elinde elim.
Seninle bu hayatın gel beraber gülelim,
Ölümüne, gamına, tipisine, karına...

IV

Atandan kalmış olan kılıcı iyi bile,
Onu bütün gücünle vuracaksın çağında.
Savaş... Bunun tadını ey Türk sen bulamazsın,
Ne sevgili yanında, ne baba ocağında...

Savaşmaktan kaçınır, kim varsa alnı kara,
Kan dökmeyi bilenler hükmeder topraklara...
Kazanmanın sırrını bilmiyorsan git, ara
‘Çanakkale’ ufkunda, ‘Sakarya’ toprağında.

Siyasette muhabbet... Hepsi yalan, palavra...
Doğru sözü ‘Kül Tegin’ kitabesinde ara...
Lenin'den bahsederse karşında bir maskara,
Bir tebessüm belirsin sadece dudağında.

Yatağında ölmeyi hatırından sök, çıkar!
Döşeğin kara toprak, yorganındır belki kar...
Sen gurbette kalırsan, ben ölürsem ne çıkar?
Ruhlarımız buluşur elbet ‘Tanrıdağı’nda...

V

Mukadderat isterse seni yoldan çevirsin,
Sen hele bu yollarda yıpranarak aşın da,
Varsın bütün ömrünce bir an nasip olmasın,
Yorgunluğu gidermek serin bir su başında.

Bir gülüşten ne çıkar, ne çıkar ağlamaktan?
Kullar kancıklık eder, bela bulursun Hak'tan.
Gün olur ki bir yudum su ararsın bataktan,
Gün olur ki bir tutam tuz bulunmaz aşında.

Bir çığ gibi yürürsün bir lahza durmaksızın,
Bir ilahi kaynaktan geliyor çünkü hızın.
Duyguların ölmüştür... Tapınılan bir kızın,
Bir füsun bulamazsın gözlerinde, kaşında.

Istırabı kanına kat da göz kırpmadan iç!
Varsın gülsün ardından, ne çıkar, bir iki piç...
Bu varlık dünyasında yalnız senin hiç mi hiç,
Bir şeyin olmayacak hatta mezar taşında...

Hüseyin Nihal Atsız

***

GERİ GELEN MEKTUP

Ruhu mu ateş yoksa o gözler mi alevden
Bilmem bu yanardağ ne biçim korla tutuştu
Pervane olan kendini gizler mi alevden
Sen istedin ondan bu gönlüm zorla tutuştu

Gün senden ışık alsa da bir renge bürünse
Ay secde edip çehrene yerlerde sürünse
Her şey silinip kaybolurken nazarında
Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse...

Ey sen ki kül ettin beni olmaz yakışınla
Ey sen ki gönüller tutuşur her bakışınla
Hançer gibi keskinler çiçekler gibi ince
Çehren bana uğrunda ölüm hazzı verince

İçimdeki azgın devi rüzgarlara attım
Gözlerle günah işlemenin zevkini tattım
Gözler ki birer parçasıdır sende ilahın
Gözler ki senin en katı zulmün ve silahın

Vur şanlı silahınla gönül mülkü düzelsin
Sen öldürüyorken de vururken de güzelsin

Hüseyin Nihal Atsız

***

MUTLAK SEVECEKSİN

Sevda gibi bir gizli EMEL ruhuna sinmiş;
Bir haz ki hayalden bile üstün ve derinmiş.
Gökten gelerek gönlüne rüzgar gibi inmiş,
Bir sır ki bu, ölsen bile asla açamazsın...

Anlatması imkansız olan öyle bir an ki,
Hülyadaki ses varlığının gayesi sanki...
Bak emrediyor: Daldığın alemden uyan ki,
Mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın...

Hüseyin Nihal Atsız



Bilsin cihan ki ben bu cihanın nesindeyim:
Bir ülkünün mehabetinin zirvesindeyim.
Dünya denen mezellete dalsın her isteyen;
Ben ırkımın şeref taşan efsanesindeyim.
Herkese bir özleyişle yaşar…
Ben de öylece Altaylar’ın ve Tanrıdağ’ın çevresindeyim.
Merdanelikle şöyle bakıp ayrılıklara
Son menzilin hüzün dolu kaşanesindeyim.
Artık veda zamanına pek fazla kalmadı;
Yorgun ve kimsesiz ölümün bahçesindeyim…

Hüseyin Nihal Atsız



TÜRKLERİN TÜRKÜSÜ

Dilek yolunda ölmek Türklere olmaz tasa,
Türke boyun eğdirir yanliz türeyle yasa;
Yedi ordu birleşip karşımızda parlasa
Onu kanla söndürüp parçalarız , yeneriz .
Biz Tufani yarattık uyku uyurken batı,
Nuh doğmadan kişnedi ordularımızın atı.
Sorsan söyle diyecek gök denilen şu çatı :
Türk gücü bir yıldırım Türk bilgisi bir deniz.
Delinse yer ,çökse gök yansa kül olsa dört yan,
Yüce dileğe doğru yine yürürüz yayan.
Yıldırımdan tipiden kasırgadan yılmayan,
Ölümlerle eğlenen tunç yürekli Türkleriz....

Hüseyin Nihal Atsız

***

TÜRK KIZI

Pınar başına geldi
Bir elinde güğümü;
Çattı yay kaşlarını
Görünce güldüğümü,
Bağlamıştı gönlümü
Saçlarının düğümü.
Bilmiyordum bu örgü
Acaba bir büğü mü?

Sordum: Nerdedir yerin?
Nedir senin değerin?
Yedi kıral vurulmuş,
Ne bu ceylan gözlerin?
Hangisine varırsın
Bu yedi ünlü erin?
Şöyle dedi bakarak
Göklere derin derin:

Kıralların taçları
Beni bağlar büğü mü?
Orduları açamaz
Gönlümdeki düğümü.
Saraylarda süremem
Dağlarda sürdüğümü.
Bin cihana değişmem
Şu öksüz Türklüğümü...

Hüseyin Nihal Atsız

***

Irkçılığın tarifine uyan aşırı milliyetçiliğiyle tanınan şairimize ayırdığım yazımın sonuna geldik sevgili okurlarım. Beğenelim veya beğenmeyelim her düşünce ile sonucunda içinde yaşadığımız toplum oluşur. Bu toplumu oluşturan her türlü sanat ve fikir eserlerine yer vermek benim ülkeme olan borcumdur. Bu borçtan kurtulduğum oranda mutluluğum artacaktır.

Hepinize güzel bir hafta sonu tatili diliyorum.



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 21.08.2011

EVLİLİK ve MUTLULUK...... 2



Yazı dizimizin bugünkü bölümüne geçmeden önce Çarşamba günü köşemde yayımlanması gereken bu bölüm yerine  aynı başlık altında bana ait olmayan bir yazı yayımlanmıştı. Bu hatadan dolayı siz sevgili okurlarımdan özür dilerim.

Yazarını bilmediğim, mutlu evliliğin bir sırrını anlatan “Evlilik ve Mutluluk...” adlı hikâyemizin 2. bölümüyle yazımıza devam edeceğim. Evliliklerin bir ömür boyu sürmesi için, yazımızın ilk bölümünde şu şartları sıralamıştım:

1: Aşırı ben merkezci ve özgürlükçü anlayıştan feragat
2: Sevgiye emek verme
3: Sabır ve hoş görü
4: Kişiliği keşfetme ve tanıma
5: Küçük sürprizler

Bu 5 şartın yanı sıra hikâyemizin getirdiği küçük sırrıda eklediğinizde neden mutlu bir evliliğiniz olmasın?

Hikâyemizin ilk bölümünde Bülent’in karşısına karısının doğum gününde çikolata almak için dilenen bir dilenci çıkar. Sonrasında neler olur okuyalım isterseniz.

***

Bülent’in sorusu üzerine adam ceplerini boşalttı bir nüfus cüzdanından başka bir şey çıkmadı.

- Ben dilenci değilim. İşim yok. Günlük çalışırım ne iş bulursam yaparım. Fakat bu gün bütün gün iş aradım aksilik bu ya hiçbir iş bulamadım.

Bülent oturduğu bankı işaret ederek yer gösterdi.

-Oturun biraz dertleşelim bari dedi. Adam çekingen çekingen oturdu yanına.

-Yok mu eşin dostun borç alacak akraban?

-Fakirin akrabaları da fakir olur beyim. Bulurlarsa kendi karınlarını doyururlar.

-Dilenecek kadar çok mu seviyorsun karını ?

-Hem de çok seviyorum. Otuz yılımı aydınlattı o benim.

-Hımmmm. Aşk hem de otuz yıl süren aşk. Hayret doğrusu! Aşkın ömrü en fazla üç yıl diyorlar oysa. Sen otuz yıldan bahsediyorsun.

-Evet. Geçen yıllar sevgimi azaltmadığı gibi artırdı.

-Söyle o zaman nedir evlilikte mutluluğun sırrı? Söylediklerine bakılırsa sen mutluluğun formülünü bulmuş gibisin.

-Ben ilkokulu bile bitirmedim. Öyle formül falan bilmem.

- Formül dediysem kimya formülü sormuyorum canım. Bende altı yıllık evliyim. Sevdiğim kadınla evlendim fakat mutlu değilim. Sürekli kavga ediyoruz. Daha iki saat önce kapıyı çarptım çıktım. Evimiz arabamız işimiz gücümüz her şeyimiz var ama mutlu değiliz. Senin hiçbir şeyin yok ama mutlusun. Para mı acaba bizi mutsuz eden?

-Hiçbir şeyim yok mu? Hayır benim her şeyim var. Benim karım her şeyim. Sevgilim eşim arkadaşım hayat yoldaşım. Hayatımı paylaştığım insandan daha değerli ve daha önemli ne olabilir ki dünyada? Sizin ev araba iş diye her şey dediğiniz şeylerdir aslında hiçbir şey olan.

-Öyle deme şu kadar varlığın içinde bile karım her şeyden şikayet ediyor. Bir de fakir olsam kim bilir ne olur?

-Altın tasın kan kusana faydası yoktur beyim. Sen kadın ruhunu hiç anlamamışsın. Hiçbir kadın iyi bir evde oturduğu her gün çeşit çeşit yiyecekler yediği için mutlu olmaz. Bir kadın kocasının her şeyi olduğunu bildiğinde ancak mutlu olur.

-Sizin mutluluğunuzun sırrı bu mu ?

-Olabilir. Ben karıma değerli şeyler alamıyorum ama ona benim için ne kadar değerli olduğunu hissettiriyorum. O da çok mutlu oluyor.

-Bir kadına değerli olduğunu nasıl hissettirilir?

-Küçük kızı severek.

-Küçük kız mı ? Hangi küçük kız ?

-Yaşı kaç olursa olsun her kadının içinde hiç büyümeyen bir küçük kız vardır. O kızı ne kadar çok sever ne kadar çok mutu edersen o kadını da o kadar mutlu edersin.

-Nasıl yani ?

-Küçük kız neleri sever nelerden hoşlanır bir düşünün. Küçük kızlar hep beğenilmek ilgi görmek isterler. Güzel olduklarını duymaya bayılırlar. Kendilerine prensesmiş gibi davranılmasını beklerler. Küçük kızlar hep prenses olmayı hayal ederler. Sürprizlerden hoşlanırlar. Biraz şımartılmak isterler. Sevilmek ve sevildiklerini hep duymak isterler. İltifata doymaz küçük kızlar. Öyle değil mi?

-Haklısın. Benim dört yaşımda bir kızım var. Adı Aylin. Her akşam boynuma sarılır “babacığım beni ne kadar seviyorsun?” diye sorar.Giysisini değiştirdiği zaman etrafımda “Baba güzel olmuş muyum?” diye sorar durur.

-Güzelsin demem de yetmez ona. “Harikasın prenses gibi olmuşsun” demeliyim. Dünyanın en güzel kızı demeliyim.

-İşte kadınlar bir ömür boyu bunu duymak isterler. Ben elli yaşındaki karıma böyle davranıyorum. Ömrümüz olurda  doksan yaşına kadar yaşarsak ben ona böyle davranmaya devam edeceğim. Ona “bebeğim” diye hitap ediyorum çok hoşuna gidiyor. “Bebeğim bana bir çay yapar mısın?” dediğimde çay yapmak için nasıl koşturduğunu görmelisiniz.


DEVAM EDECEK



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


(Bu bölüm gazetedeki köşemin içine başka haber konularak atlanmıştı. 19 Ağustosta tekrar yayınlattım)


17-19.08.2011


EVLİLİK ve MUTLULUK...... 1



Evlilik; bireyleşmenin yozlaştırılarak aşırıya vardırılması sonucu giderek sürdürülemeyen bir kurum haline geliyor ne yazık. Herkes özgürlüğünün zirvelerinde yalnız yaşamaya mahkûm. Kimse bir başkasının varlığıyla mutlu olamıyor. Baktığı bir köpeğe yada bir kediye verdiği emeği eşine vermeye yanaşan yok! Kime baksanız mutluluğu uğraşmadan zahmetsizce yaşamak istiyor. Oysa sevgi bir emek ister. Zahmetsiz emekte olmaz. Kısacası mutluluk uğraşmadan, zahmet çekmeden, sabretmeden elde edilmez. Evlilikte bütün bunlarla birlikte yuvalar mutlulukla dolar taşar.

Evlilik kişilerin bir yanını keşfettikçe gelişir. Sevgililik ve nişanlılık dönemi ne kadar uzun olursa olsun kimse kimseyi her şeyiyle çok iyi tanıyamaz. Aynı yuvayı kurup paylaşmadıkça da bu mümkün değildir. İşte bundan dolayı insanlar eşlerini ancak evlendikten birkaç yıl sonra tanımaya başlarlar. Keşif bunun için olduğu kadar, hayata renk katması yönünden de önemlidir. Bu dönem aşıldıktan sonra sürprizler başlamalıdır. Sürprizlerde insanı yormayacak oranda ve tadında olmalıdır.

Şimdi herkes önceliğinin kendisinde olmasını istiyor. Önceliklerde hep “ben” vardır. Oysa ben olan yerde birliktelik mümkün değildir. Olması gereken “biz”in öne çıkarılmasıdır. Evlilik “biz” olmadan var olamaz, varlığını sürdüremez. “Biz” olmayı başaran eşlerin birbirlerine olan sevgileri ve mutlulukları yüzlerinden okunur.

Yazı dizimizde yazarını bilmediğim, mutlu evliliğin bir sırrını anlatan “Evlilik ve Mutluluk...” adlı hikâyeyi bulacaksınız. Anlattıklarımın üstüne bu sırrıda eklerseniz neden mutlu bir evliliğiniz olmasın.

***
   
Evlilik ve Mutluluk......



Bülent avucunu açmış kendisine doğru elini uzatan adama ters ters baktı. Elli yaşlarında gösteren adam görmeye alıştığı hırpani kıyafetli dilencilere benzemiyordu. Üzerindeki giysiler eski fakat temizdi. Eli yüzü temiz ve sağlıklı görünüyordu.

“Sapa sağlam adam gidip çalışacağına dileniyor belki benden daha zengindir” diye düşündü. Zaten canı çok sıkkındı birde sinirlenmişti.

Alaycı bir ses tonuyla: Ekmek parası mı istiyorsun? diye sordu.

-Hayır çikolata parası lazım!

Bülent’in kızgınlığı şaşkınlığa döndü. “Espri yeteneği olan dilencinin hali de başka oluyor” diye düşündü.

- Niye siz ekmek bulamayınca çikolata mı yiyorsunuz?

- Hayır. Ekmek bulamadığımız günler genellikle bulgur pilavı yeriz onu da bulamadıysak aç yatarız.

Bülent adamın ciddi mi konuştuğunu yoksa dalga mı geçtiğini anlayamamıştı.

-Bu gün karnınız doydu üstüne tatlı mı istedi canınız?

-Fakirin canı mı olur ki tatlı istesin beyim.

- Bu bir kamera şakası mı yoksa sen iş bulamamış stendapçı mısın?

- Hiçbiri değil. Sadece fakirim. Bugün karımın doğum günü ona çikolata götürmek istiyorum.

-Doğum gününde yaş pasta alınır bildiğim kadarıyla.

-O bizim için değil zenginler için. Otuz yıllık evliliğimiz boyunca ona bir kez bile yaş pasta alamadım. Ama her doğum gününde mutlaka çikolata götürdüm. Çikolatayı çok sever.

Adamın söyledikleri Bülent’in dikkatini çekmişti. O akşam karısıyla kavga etmiş kapıyı çarpıp kendini sokağa atmıştı. Arabasına da binmemiş sahile kadar yürümüştü. Denizi seyretmek de onu rahatlatmamıştı. Oysa eskiden denizi seyrederken çok rahatlardı.

Dalgalar sıkıntısını alıp götürürdü. Fakat karısının evde ağlıyor olduğunu bildiği için olsa gerek hiçbir şey onu rahatlatmıyordu. Dilenciyle konuşurken biraz kafası dağılmıştı.

“Acaba söyledikleri gerçek mi yoksa uyduruyor mu” diye düşündü.

-Cebinde bir çikolata alacak para yok mu şimdi?


DEVAM EDECEK



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 15.08.2011 

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 92


Merhaba sevgili şiir sever okurlarım. Bugün Hasan Hüseyin Korkmazgil’in şiirlerinden sizler için seçtiklerimi sunacağım. Önce şairimizi tanıyalım.

1927’de Sivas’ın ilçesi Gürün’de doğan şairimiz, 1948 Adana Erkek Lisesi, 1950 Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü mezunu. 1955-1960 yılları arasında önce kısa süren öğretmenliğin ardından Gürün’de ve Sivas’ta arzuhalcilik, tabela ve portre ressamlığı, inşaat işçiliği yaptı. 1960’da İstanbul’a, sonra Ankara’ya yerleşti. 1968-1970 yıllarında Akis dergisinde çalıştı, bir süre de Forum dergisini yönetti.

Lise yıllarında şiir yazmaya başlayan Hasan Hüseyin’in şiirleri gerçek değerine kavuşamadı. Dönemin toplumcu akımlarının izlerini gördüğümüz şiirleri küçük sözcük uyumlarından, kafiyeye, ordan serbest vezine kadar uzanır. Şiirleri bizi bütün gerçekçiliğine rağmen düşsel zenginliğiyle de başka alemlere alır götürür.

Şairimizin ilk şiiri 1959’da Dost dergisinde çıktı. Bu yıllarda mizahi hikâyeleri de yayımlandı. 1963 yılında yayımlanan Kavel adlı kitabı ile 1964 Yeditepe Şiir Armağanı’nı, 1971 yılında Kızılkuğu ile TRT’nin 1970 Sanat Başarı Ödülü’nü, 1981 yılında da Filizkıran Fırtınası ile 1981 Toprak ve Nevzat Üstün şiir ödüllerini aldı. Çok sevdiğim birkaç şairden olan şairimizin burada da sizlere sunduğum “Uzun Eski Satıcı” adlı şiirini 1980’lerin başında besteledim.

Bu gün şiirlerine yer verdiğim Hasan Hüseyin Korkmazgil 26 Şubat 1984 Ankara’da vefat etti.

...

ACILARA TUTUNMAK

acı çekmek özgürlükse
özgürdük ikimiz de
o yuvasız çalıkuşu
bense kafeste kanarya
o dolaşmış daldan dala
savurmuş yüreğini
ben bölmüşüm yüreğimi
başkaldıran dizelere

kavuşmak özgürlükse
özgürdük ikimizde
elleri çığlık çığlık
yanyana iki dünya
ikimiz iki dağdan
iki hırçın su gibi
akıp gelmiştik
buluşmuştuk bir kavşakta
unutmuştuk ayrılığı
yok saymıştık özlemeyi
şarkımıza dalmıştık
mutluluk mavi çocuk
oynardı bahçemizde

aramakmış oysa sevmek
özlemekmiş oysa sevmek
bulup bulup yitirmekmiş
düşsel bir oyuncağı
yalanmış hepsi yalan
sevmek diye birşey vardı
sevmek diye birşey yokmuş
acılardan artakalan
işte bu bakışlarmış
kuğu diye gözlerimde
gün batımı bulutlarmış
yalanmış hepsi yalan
savrulup gitmek varmış
ayrı yörüngelerde 


acı çektim günlerce
acı çektim susarak
şu kısacık konuklukta
deprem kargaşasında
yaşadım birkaç bin yıl
acılara tutunarak
acı çekmek özgürlükse
özgürdük ikimizde

HASAN HÜSEYİN KORKMAZGİL


***

ACIYI BAL EYLEDİK

bak şu bebelerin güzelliğine
kaşı destan
gözü destan
elleri kan içinde

kör olasın demiyorum
kör olma da
gör beni

damda birlikte yatmışız
öküzü hoşça tutmuşuz
koyun değil şu dağlarda
san kendimizi gütmüşüz
hor baktık mı karıncaya
kırdık mı kanadını serçenin
vurduk mu karacanın yavrulusunu
ya nasıl kıyarız insana

sen olmasan öldürmek ne
çürümek ne zindanlarda
özlem ne ayrılık ne
yokluk ne yoksulluk ne
ilenmek ne dilenmek ne
işsiz güçsüz dolanmak ne
gün gün ile barışmalı
kardeş kardeş duruşmalı
koklaşmalı söyleşmeli
korka korka yaşamak ne

kahrolasın demiyorum
kahrolma da
gör beni

kanadık toprak olduk
çekildik bayrak olduk
döküldük yaprak olduk
geldik bugüne

ekmeği bol eyledik
acıyı bal eyledik
sıratı yol eyledik
geldik bugüne

ekilir ekin geliriz
ezilir un geliriz
bir gider bin geliriz
beni vurmak kurtuluş mu

kör olasın demiyorum
kör olma da
gör beni

HASAN HÜSEYİN KORKMAZGİL

***


ÂMENNA

‘Yaşayanlar bir gün ölür’
elbette
ağaçlarla
balıklarla
kuşlarla ben
âmenna

‘ağlayanlar bir gün güler’
elbette
uyanmakla
anlamakla
bilmekle ben
âmenna

‘kısa çöp uzun çöpten hakkını alır’
elbette
direnmekle
kurtulmakla
barışla ben
âmenna

öyle bir yerdeyim ki
ne karanfil
ne kurbağa
öyle bir yerdeyim ki
biryanım mavi yosun
dalgalanır sularda
biryanım çocuk parkı
çığlık çığlığa
öyle bir yerdeyim ki
anam gider allah allah
dölüm düşmüş sokağa

dostum dostum güzel dostum
bu ne beter çizgidir bu
bu ne çıldırtan denge
yaprak döker biryanımız
bir yanımız bahar bahçe

HASAN HÜSEYİN KORKMAZGİL

***

KIZILIRMAK

(...)

bir oğlum olacak adı temmuz
öfkede benden fırtına
           sevgide deniz
ne saman yollarının ulu kervanları susuzluğumun
ne kutup şafaklarında tanrılaşması ilkelliğimin
temmuz gibi sıcak ve bereketli
                  temmuz gibi uçsuz bucaksız



bir oğlum olacak adı temmuz
dilinde en güzel sesi türkçemin
        kulağı en yiğit şarkılarla delik
korkak bir merakla değil yıldızlı karanlığı
        vivaldi’yi dinler gibi okuyup anlayacak
ve belki de sütdişleri sürerken balaban bir bursa şeftalisine
        ay’dan kendi sesini dinleyecek
        vahşi bir çiçek gibi açılmış gözleriyle

(...)

HASAN HÜSEYİN KORKMAZGİL

***

UZUN ESKİ SATICI

geyik koymuş dokumanın üstüne
yol geçirmiş dokumanın üstünden
ağaç dikmiş yol üstüne pembeden
pusu kurmuş dağbaşında geceden
balık düşmüş namlusuna çinceden
sanki bunu bilir gibi önceden
türkü yakmış ibrişimden inceden
sümbülceden lâleceden gülceden

fistanı da allı güllü basmadan
gelin olmuş on dördüne basmadan
uzat elin karanlıklar basmadan
çiçek devşir üzerimden sevdiğim
toprağıma basmadan

uuuuy dağların öteyüzü bakışların arkası
ayrılığın yanıbaşı sevdânın yangerisi
uuuuy gecemin sabahı da ikindimin öğlesi
ha sen bunu bastın basma, basa ko
ha sen bunu yazdın yazma, yaza ko
ha sen bunu çizdin çizik, çize ko
ya nedendir öttün beni kuş gibi
açtın beni leylâk leylâk/ gördün beni düş gibi
uuuuy yakının ötesi de ötelerin berisi
neden kıydın bende bana/ kor ateşte kül gibi

fistanı da allı güllü basmadan
gelin olmuş on dördüne basmadan
uzat elin karanlıklar basmadan
çiçek devşir üzerimden sevdiğim
toprağıma basmadan

dandini de deli gönül dandini
avcı vurmuş geyik diye kendini
uzun eski satıcıyım basma satarım
yeşile gül katarım gülü sümbül yaparım
geyik meler yavru yavru dağları
aslan dersen kan içinde elleri
gelinler hey güzeller hey kızlar hey
türkü türkü nakışlarım yolları
kuşlar uçar hilâl hilâl mestine
yıldız kayar elâ gözler üstüne
basadurmuş dağlar dağlar üstüne
ben bilemem bu dağların üstü ne
bu düşlerin benceğize kastı ne
gelinler hey güzeller hey kızlar hey

***


Bugünde bu kadar sevgili okurlar. Haftaya görüşmek üzere. İyi hafta sonları..



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com

Yayın Tarihi: 14.08.2011

BENİM KUŞAĞIM BENİM NESLİM 2


Çeşitli dönemlerin insanları yaşadıkları dönemin belli karakter yapısıyla özdeşleşirler. Benim neslime kadar insanlar idealist fikirli, duygusal ve kahraman olurlardı. Benim dönemimden sonra gerçekçi ama çıkarcı oldular. Parayla tanıştılar ve parayı çok sevdiler. Her şeyin önüne parayı koydular. Sonuçta ne var ne yoksa sattılar. Halâ da satmaya devam ediyorlar ve bu satışların nerde biteceği belli değil. Bütün korkum bu işi vatan satmaya kadar vardırmaları.. olmaz ya, ama ya olursa?

Geçenlerde Yılmaz Özdil gazetesinde “Benim neslim..” başlığıyla bir yazı yayınladı. Oda benim gibi kendi kuşağından yakınıyor. Oda kendi kuşağının bu vatana pek iyilik yapmadığını dolaylı olarak söylüyor. Yazı dizimizi ilk bölümünde alıntılar yaptığım o yazıdan alıntılarla sona erdirelim.

***

Obama’nın memleketi sözde soykırımı kanırta kanırta tanırken... Benim neslim, Obama gelecek diye Anıtkabir’e oda parfümü sıktı. Çankaya Köşkü’nde dip köşe temizlik yaptı. Cumhurbaşkanımız vişneli yaprak sarması, peynirli suböreği, içliköfte, tava lagos, deniz börülcesi, enginarlı mantı, limon kremalı safran sosu gezdirilmiş fıstıklı baklava, nevzine ve kaymaklı ayva tatlısı ile Kayseri mutfağında önemli yeri olan Corvus Teneia ve Sarafin CabernetSauvignon şarapları ikram etti. TBMM’ye giden Obama’ya TBMM Başkanımız lokum tattırdı, ayakta alkışlayan mebuslarımız el sıkışmak için kuyruğa girdi. İstanbul’a geçen Obama’ya Dolmabahçe Sarayı Müsabihan Köşkü’nde Türk sanat musikisi dinletisi sunuldu. Sultanahmet Camii’ne girerken ayakkabılarını çıkaran Obama, benim neslime duygulu anlar yaşattı. Ayasofya’ya girerken sütunun kenarında oturan kediyi okşadı, benim neslim Obama’nın ayakkabılarını ve kediyi canlı yayına çıkardı, ayakkabıların 45 numara, “Gli” isimli mübarek kedinin de şaşı olduğu ve daha önce Ayasofya’yı ziyaret eden Papa tarafından okşanarak kutsandığı ortaya çıktı. Tophane-i Amire’de üniversite öğrencilerine konuşan Obama, sanki beş vakit namaz kılıyormuş gibi “ezandan önce bitirelim” dedi, pek takdir edildi. Adanalı kebapçı 5 koyun keserek yaptığı 5 metrelik kebabı Obama’ya ithaf etti. Ceyhanlı bi bakkal, Obama’nın kızlarına Cooker cinsi yavru köpek hediye edeceğini müjdelerken, Sivas daha atik davrandı, Kangal gönderdi. Bartınlı ev hanımı ise, först leydi Mişel Obama’ya tel kırmalı işlemeli şal postaladı. Van’ın Gürpınar İlçesi’ne bağlı Çavuştepe Köyü’nde 44’üncü Başkan Obama şerefine 44 kurban kesildi, davul zurnayla halay çeken Çavuştepe sakinleri adına basın açıklaması yapan Abdülkerim Kulaz “her zaman arkasındayız” dedi. Obama’nın ninesinin Kogelo köyünden hemşerileri olan ve Kayseri İmam Hatip Lisesi’ne devam eden Kenyalı öğrenciler televizyona çıkarıldı, Türkiye sizinle gurur duyuyor diye omuzlara alınarak, baklava yedirildi. Samsunlu yerel sanatçı, üzerine “Mister Obama” yazdırdığı kemençesiyle özel beste yaptı. Vezirköprülü el sanatları öğretmeni, Obama ailesine seccade, yemeni ve Osmanlı yeleği tasarladı. Beyşehirli balıkçılar, air force one’a 6.5 kilo sazan gönderdi, “iyi de yolda kokmaz mı?” sorusu üzerine açıklama yapan Beyşehirli balıkçı Mehmet Sezen “bi şeycik olmaz, strafor kutularda buzladık” dedi. Uzaylı sanatçımız Mustafa Topaloğlu “Hello Obama, hoş geldin başkanlığa, durdur bu savaşları, bitsin artık gözyaşları, geri getir umutları” klibini yayınladı, hit oldu.
*
Değerli gençler...
*
Benim neslim üzerine düşeni yaptı.
Bundan sonrası sizin neslinize bağlı!

***

İşte bu nesil ne kadar iyi şeyler yapmışta olsa bu yaptıklarıyla güvenilirliklerini kaybettiler. Siz güvenilir olmamak ne demek hiç düşündünüz mü? Güvenilir olamamak büyük bir hiçliğe düşmektir. İçlerinde en güzel beste yapanlarda, en güzel düşünenlerde var.

Ermeni cumhurbaşkanı gençlere; “Benim neslim, üzerine düşen görevi başarıyla yerine getirdi, bundan sonrası sizin neslinizin başarısına bağlı” diyebilecek gönül rahatlığını kendinde buluyor. Benim neslim adına sizlerden özür dilerim gençler. Size övünebileceğiniz pek bir şey bırakmıyorum. Bundan sonrası sizin daha çok, daha sıkı çalışmanızı gerektirecek. Belki de çalışmaktan sevdalara zaman bulamayacaksınız. Sizlerden neslimin bencilliğinden, çıkarcılığından dolayı tekrar özür dilerim.



BİTTİ


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 12.08.2011

BENİM KUŞAĞIM BENİM NESLİM 1


Fransız’cadan dilimize giren kelimeyle “jenerasyon”, Türkçesiyle “kuşak” demek olan nesil, aynı veya üç beş yıl gibi yakın zaman diliminde doğup yaşayanları tanımlamak için kullanılan bir isimdir. Aynı dönem insanları anlatılırken “benim neslim” veya “bizim kuşak” vurgusunu çok duyarız. Özellikle “kurtuluş savaşı kuşağı”, “2. dünya savaşı kuşağı”, “68 kuşağı” ve “Kıbrıs Harekâtı kuşağı” derken bu dönemlerde doğmuş, yada o dönemde etkili olmuş kişilerden söz edilir.

Çeşitli dönemlerin insanları yaşadıkları dönemin belli karakter yapısıyla özdeşleşirler. Benim neslime kadar insanlar idealist fikirli, duygusal ve kahraman olurlardı. Benim dönemimden sonra gerçekçi ama çıkarcı oldular. Parayla tanıştılar ve parayı çok sevdiler. Her şeyin önüne parayı koydular. Sonuçta ne var ne yoksa sattılar. Halâ da satmaya devam ediyorlar ve bu satışların nerde biteceği belli değil. Bütün korkum bu işi vatan satmaya kadar vardırmaları.. olmaz ya, ama ya olursa?

Geçenlerde Yılmaz Özdil gazetesinde “Benim neslim..” başlığıyla bir yazı yayınladı. Oda benim gibi kendi kuşağından yakınıyor. Oda kendi kuşağının bu vatana pek iyilik yapmadığını dolaylı olarak söylüyor. Bakın neler söylüyor:

***
 
Ermenistan Cumhurbaşkanı, “Ağrı’yı alabilecek miyiz?” diye soran gençlerine, “Bu sizin neslinize bağlı... Benim neslim, üzerine düşen görevi başarıyla yerine getirdi, Karabağ’ı düşmanın elinden aldı, bundan sonrası sizin neslinizin başarısına bağlı” dedi.
Benim neslim ise... “Hepimiz Ermeni’yiz” diye sokaklarda yürüdü.
*
Futbol Federasyonu’nun ambleminde Ağrı Dağı bulunan Ermenistan’la milli maç yaptı, Erivan’da milli marşımızın ıslıklanmasını naklen seyretti, sonra ayıp olmasın diye, Bursa’daki maçta Azerbaycan bayraklarını yasakladı.
*
Adamlar bize günahını bile vermezken, benim neslim Eurovision’da Ermenistan’a 12 tam puan verdi. Hatta,mümkünse 22 puan verebilir miyiz diye sorduğumuz... Eurovision yöneticilerinin ise, yalakalığın bu kadarı da fazla diye reddettiği iddia edildi.
*
Benim neslimin gazetecileri...
Soykırım Anıtı’na çiçek koydu.
Saygı duruşunda bulundu.
*
Benim neslim, Türkiye ile Ermenistan arasındaki hakemliği, bırak soykırımı tanımayı, soykırım yoktur diyeni  hapse tıkan İsviçre’ye yaptırdı.
*
Benim neslimin “1 milyon Ermeni’yi öldürdük” diyen yazarı, “onur konuğu” olarak Çankaya Köşkü’ne davet edildi.
*
Benim neslimin liboşları “Atalarımız soykırım yaptı, özür diliyoruz”
diye imza kampanyaları açtı.
*
Benim neslim, soykırım yalanıyla
adeta tek başına mücadele eden ve dolayısıyla benim neslimi utandıran,
Türk Tarih Kurumu Başkanı Profesör Yusuf Halaçoğlu’nu görevden aldı.
*
Benim neslim, Soykırım
Kongresi’ne ev sahipliği yapan
Avrupa Parlamentosu’nun heyetine
ev sahipliği yaptı, TBMM’de ağırlayıp ziyafet verdi, çini tabak hediye etti.
*
Benim neslim, video kliplerinde Atatürk’ün fotoğrafını gösterip “katillll” diye bağıran, Ermeni rock grubu System of a Down için fun kulübü kurdu.
*
Beyrut Büyükelçiliği Başkâtibimiz Oktar Cerit, iman tahtasından vurularak şehit edildi; katilin kim olduğu belliydi ama, yakalanmadı. Beyrut Büyükelçiliğimiz tarandı, füze fırlatıldı. Beyrut Büyükelçiliğimizin askeri ataşesi’nin otomobili havaya uçuruldu. Beyrut THY bürosu bombalandı. Paris Başkonsolosluğumuzu silahlarla işgal  edip, 56 Türk’ü rehin alan, Konsolos Kaya İnal’ı ağır yaralayan, güvenlik görevlimiz Cemal Özen’i şehit eden Asala teröristleri, Lübnanlıydı. Topkapı Sarayı’nı otomobilin bagajına yerleştirdikleri bombayla havaya uçurmayı planlarken, erken patlama sonucu ölen Asala teröristleri, Lübnanlıydı. Asala, ilk radyo yayınını Beyrut’ta başlattı. Lübnan, sözde soykırımı tanıdı, bizi bebek katili ilan etti.
*
Benim neslim...
Lübnan’a Türk Telekom’u verdi.
*

DEVAM EDECEK


  
Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 10.08.2011 

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 91/ BACA GÖRÜNÜMLÜ VERİCİLERE DİKKAT SAYIN BAŞKAN



Merhaba sevgili okurlar. Geçen hafta yazımızı bitirirken dediğim gibi bu haftada köşemizi Afşar Timuçin’e ayırdım. Geçen hafta şairimizi tanıttığım yazımızdaki bir bölüm şöyleydi: “Şiirde yalınlıktan, açıklıktan, anlaşılırlıktan yanadır Afşar Timuçin. Anlamsız dizeler bulamazsınız onda. İmgeleri somuttur. Bütün esinini yaşamdan, yaşamın gerçeklerinden, kendini ‘başka’ kılan ayrıntılardan alır. Başka bir deyişle, yaşamdan şiir sağmaktadır. Kolay, basit gibi görünen, bir çırpıda söylenilmiş izlenimi veren, gerçekte yoğun bir çabanın ürünü olan bütünlüklü şiirlerdir”. İşte böylesine tarzı olan şairimizin bu haftaya seçtiğim şiirleri.. her birini ayrı ayrı seveceğinizi umuyorum.  
  
...

BİR TUTKUNUN TÜRKÜSÜ

Neden onu görünce
Karışıyor ellerin birbirine
Onu görünce neden
Kendini bırakıp gidiyorsun giderken

Bırakıp gidiyorsun ve sende
Sevinç gibi bir acı koyuluyor
Öyle durup kalıyorsun gecende

Onu görünce sende neden
Bin tohum ekiliyor birdenbire
Birdenbire nice ürün kaldırılıyor
Onu görünce neden hızlanıyor
Suların akışı kendi kendine

O gidince neden başka birisin
Adın başka, susuşun başka, sesin başka
O gidince hiç kimse değilsin
Tükenmiş bir rüzgârsın ağaçta


***

BU BİZİM ŞİİRİMİZDİR

Bir suyun akışına dalar gibi kalıyoruz
O zaman gün sızıyor saçaklardan ince ince
Biz birbirimizi karşılıksız sevmeye başlayınca
Birlikte bir kirazı dişler gibi oluyoruz
Uzun bir kervan gibiyiz güneşte ağır ağır
Aydınlığı iki ayrı sevinç gibi yaşıyoruz
İki ayrı sevinci bir bütünde eriterek
Şurada otursak mı yürüsek mi biraz daha
Ötelere uzanmadan köşeyi bile dönmeden
Birkaç yüzyıl sonraki bir şiiri okur gibi
En küçük bir kıpırtıda sonsuzluğa varıyoruz
Üşütür gibi titreten buydu az önce bizi
Şimdi denizin sesiyle rüzgar belki de aynı şey
Bu senin saçların mı yoksa benim saçlarım mı
Aramıza girmeye çalışan yaramaz bir esinti mi
Uzun uzun düşünmeye başlamadan
Bütün zamanları birden şimdiye damıtarak
Bir kuşun kanadını öper gibi kalıyoruz.


***

CEYLANLARIN AŞK TÜRKÜSÜ

Yeni bir tutkuyu kaldırmaz o
Yeni bir aşk öldürür ceylanı
O sevdi mi çocuklar gibi sever
Sen olsan ateşe verirsin tarlanı
Çiçeklerini yerle bir edersin
O bir duvar dibinde yatar sesizce
Düş gibi görür inen akşamı
Kelebekler yanaklarından öper
O sevdi mi rüzgar gibi sever
Sen olsan yere çalarsın şapkanı
Yeni bir tutkuyu kaldıramaz o
Yazık olur küçücük saçlarına
Doyamadan gider derenin
Işık beyazı çakıl taşlarına
O sevdi mi yüreği bakakalır
Sen olsan yeniler giyip gezersin
Belki bir günde harcarsın paranı
O yemeden içmeden kesilir
Sevdiğini bir üzse bin üzülür
Sen olsan üzersin sevdiğini
O günde bin kere ipe çekilir


***

ÇOCUĞUN VE KAPTANIN TÜRKÜSÜ

Kaptan amca beni geçerken
Karşı kıyılara bırakır mısın?
Oralarda ne mi var? herşey
Çocuklar, sesler, ışıklar var
Bayramlar ve her türlü uzaklar

Kaptan amca beni bırakır mısın
Gittiğin kıyıların ötesine?
Oralarda ne mi var? herşey
Oralarda çalgı var, sevinç var

Kaptan amca beni götürmez misin
Gittiğin güzel yerlere şimdi?
Uzakların tutkusu nicedir
Çöller gibi yakıyor içimi


***

ÇOCUKLARA DÜŞEN

Herkesin her yaşta
Dizinde ağlanacak bir annesi olmalı
Oradan bilinmedik uzaklara doludizgin
Çocuklardan da çocuk tahta atlarla
Aşılmaz dağları geçip ulaşmalı

Kapalı kapıların arkasında
Bekleşir ölü gözlü adamlar
Çocukluğu çarmıha germek için
Bunu bilen her çocuk annesinin dizinde
Tek o adamlara inat olsun diye
Bitmeyen sevinçleri uyumalı


***

DENİZİN BEKLEDİĞİ

Seni sevmek mor denizlerdi biraz
Ne kadar gidilse bir o kadar bitmeyen
Umutlar ve yıkılmalar ardında direnilen
Seni sevmek mevsimler içinde en güzel yaz

Seni sevmek yaşamın aşılmaz büyüklüğü
Seni sevmek kan dolu yüzyılları korkutan
Ve sığınıp ılık kıyı kentlerinde biraz akşam
Seni sevmek çocukların düşlerinde gördüğü

Varılırdı daha saydam günlere isteseler
İsteseler yalnızlık giremezdi evlere
Seni sevmek bir kırlangıç olacak bekleseler
Ve uçacak durmadan adasız denizlere

Kim bulacak cam kırığı gözlerinde sevgimi
Sonra yalnız kalmak gibi yoksulca uğuldayan
Bütün okyanusların baş eğdiği tek kaptan
Sana verdim geç diye bütün denizlerimi


***

DERİNLEŞEN AKŞAMDA

Bir sigara yaktım durup düşündüm
Neyim var neyim yok döküverdim önüme
Yeniden gözden geçirdim kendimi
Kendime yabancı düştüm gene

Nasıl da sert davranmıştım kendime
Şimdi daha iyi anlıyorum
Ben sokakların kural bilmez çocuğu
Bir başkası olabilir miydim hiç
Kendi yerime

Biraz da anılarla oyalansam
Yaşanmış ve bitirilmiş olanı
Nedense bir türlü sevemiyorum
Yeniden yaşamayı düşünmüyorum
En güzel sevinçlerimi bile

Her zaman kendime dar geliyorum
Ne zaman derinlerime dönsem
Yeni bir sayfa açılıyor önüme
Ne zaman yeni bir şeyleri özlesem
Neden bilmem
Kaskatı bir karanlık yerleşiyor içime


***

DONKİŞOTUN AKŞAMI

Dulcinea seni en çok andığım
Bu garip bu bilinmez akşamlardır
Büyülü, kırık dökük hanları
Kral saraylarına dönüştüren
Anlaşılmaz gizidir akşamların

Zor zamanlarımda düşlediğim
Sen bütün sezgilerimde varsın
Olsaydın belki yarım kalırdım
Bir uzak köyde un eleyen, süt sağan
Bilinmez biri olman
Kesinlikle kanıtlamaz yokluğunu
Sen dünyaya her dokunmamda
Gün gibi yeniden başlayansın

Olmazlıkta kurar insan sevincini
Tutku herşeyi yeniler
Yüreklilik bir çeşit yalnızlıktır
O aptal yeldeğirmenlerine gelince
Sen onları benden iyi tanırsın
Aldı mı yere vurur adamı
Kaldı ki sen onlardan da kahramansın
Aşılmazlığınla aydınlat yolumu
Dulcinea; doğallığım, sevincim, anayurdum
Dünya, gün gelip anlayacak
Sende gerçek büyüklüğe kavuştuğumu




***

ESKİNİN TÜRKÜSÜ

Şimdi öksürtür beni
Yıllar önce içtiğim
O paslı cigara
İçsem de almam tadını

Kokusunu duysam yadırgarım
Anlamam artık bakışından
Dünkü kadar açık ve kesin
Bir biçimde bilsem de adını
Seni bir türlü tanıyamam

Şimdi iter beni
Eskiden söylediğim şarkılar
Bitenle başlayan arasında
Dünyalar kadar uzaklık var


***

GEÇEN ZAMANIN TÜRKÜSÜ


Bir de pisliğin çiçek gibi büyüttüğü
Uyuşuk ve anlamsız otlar var

Ünlü yayınevlerinde
Halka ışık tutan bütün romancılar
Öfkeli öfkesiz bütün ressamlar
Ve bütün ince kemancılar
Büyük adamların anlayışlı eşleri
İnsan pazarının reklam şairleri
Ben gidince geriye kalacaksınız benden

Her zaman böyle olur
Rüzgâr toz bulutları bırakır giderken

İçindeki karmaşayı dünyaya taşıyanlar
Eğri düşünenler, doğru konuşanlar
Eli kalem tutanların bütünü
İçki sofralarının eşsiz bilgeleri
Emeğe alkış tutan tembel sürüleri
Ben gidince geriye kalacaksınız benden

Her zaman böyle olur
Rüzgâr toz bulutları bırakır giderken

Gönlündeki yalnızlığı içimize getiren
Bütün kafalılar, bütün şakacılar
Felsefeye önem veren düşünür artıkları
Sanat dünyasının doygun yaratıkları
Düşünce toptancıları, duygu işportacıları
Ben gidince geriye kalacaksınız benden

Her zaman böyle olur
Rüzgâr toz bulutları bırakır giderken


***

GENE BÖYLE

Yürürlükte hava su ateş toprak
Yürürlükte irili ufaklı atomlar
Çürümüş sanıların karşısında
Bu arada yalnızlık sürümden kazanıyor
Uydurma aşkların yanıbaşında

Kuş uçmuyor korku ormanlarında
Sıkıntı denilen timsah uyanık
Erdemi ve inancı savunuyor kendince
Belki güler geçersin belki de
Gülmeyi bile düşünmezsin
Anlatmazsın bile birilerine
O kadar çıplak

Oh olsun yalancı şairlere
Kokuşmuş bilgelere oh olsun
Gene sokaklar baskın
Her iyide her doğruda her güzelde
Kaçak evlerin sanrılı karanlığı
Demek ki çoktan bitti
Şimdi her yerde orada burada
Eşsiz yağmurlar altında
Bütün kara deniz ve gök haritalarında
Zor ve sessiz bir çocukluktan kalma
Serseri şair ruhum geçerlidir
Geçerlidir dayattığım her özlem
İstanbulun bütün sokaklarında


***

Bu haftada sizler için seçtiğim şiirlerin sonuna geldik sevgili okurlar. Haftaya kadar mutlu kalın. Şiirler, şarkılar ve günahsız ağızlardan dualar sizlerin olsun.



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 07.08.2011

***************************************************************************



Her dönem kendine özgü gelir kapılarını açar. Savaş gibi olağandışı durumda bile kimilerine imkânlar doğar. Fırsatçılar teknolojik gelişme, siyasi değişim, toplumsal felaketler gibi akla gelen gelmeyen her durumdan yararlanmaya çalışır. Tek kanallı televizyon döneminde ünlü Alman tiyatro kuramcısı ve oyun yazarı Bertold Brecht’in “Cesaret Ana” adlı tiyatro oyununu seyretmiştim. Bu oyun savaştan fırsatlar yaratıp para için her

türlü riske atılan bir kadını ve onun gene aç gözlülüğü sonucu kaybettiği çocuklarını anlatan oyundu.
Oyundaki dilsiz kızın insanları uyarmak için kendisini feda etmesi vurucudur. Ama kimse bu uyarmalardan etkilenmez. Cesaret ananın zamanla tek derdi savaşın bitmemesi olur. Yitirilen canlar para kazanamamaktan daha büyük önem taşımaz onun için.

Belki ters bir benzetme olacak ama bugün beslenmeden haberleşmeye kadar bir çok konu hayati tehlike içermesine rağmen bunu önemsemeyip kazancına bakanların  o tiyatro oyunundaki “Cesaret Ana”dan ne farkı vardır ki?

Deprem yaşamış bir kentiz. 1999 depreminde evleri hasar görenlerin çatlak patlakları sıvayarak kapattıklarını ve kendilerinin oturmaya korktukları bu evlerini kiraladıklarını çok gördük. Bunlarında “Cesaret Ana”dan farkları yoktu elbette.

Arsalarına, apartmanlarına GSM şirketlerinin vericilerini (baz istasyonunu) kondurup buradan gelir elde edenlerinde bir farkı olamaz. Fırsatçıdırlar, topluma kanser olma riskini yaşattıkları için de günah işlemektedirler.

Bu sıralarda GSM şirketleri arsalara yerleştirdikleri vericilerin yaydığı radyasyonla kanser riski taşıması nedeniyle toplumdan gördüğü tepkiden çekinerek şekil değiştirdiler. Şimdi çevrenin yüksek binalarına baca görünümlü vericiler konduruyorlar. Mahallemizin Akıncı Sokağının Aziziye Camiine gidiş istikametinde bir arsada oldukça heybetli bir verici var. Ortasından ikiye bölünerek Akıncılar Mahallesiyle Çukurahmediye Mahallesin paylaştığı Ekici sokağında bir bina üstünede baca görünümlü verici kondu. İki vericinin arasındaki mesafe, kuş uçuşu 100 metre. Öteden beri ilkini yerinden oynatamayan mahalleli, ikinci vericiyle karşılaşınca ne yapacağını şaşırdı. Binasına baca görünümlü verici konduran kişi aylık 6.000 lira gelirle mahalle sakinlerinin hayatını riske atmaktadır.

 Benzeri durumlara ülkemizin her yerinde karşılaşılıyor. Buna ilişkin bir haber şöyleydi:


Meram Belediyesi yetkilileri, baz istasyonlarının baca, tabela, güneş enerjisi sistemleri, klima ve reklam panosuyla da kamufle edilebildiğini belirterek, 5 bin 237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 184/1 maddesi gereğince de, ‘Yapı ruhsatı alınmadan veya ruhsata aykırı olarak bina yapan veya yaptıran kişi, bir yıldan 5 yıla kadar cezalandırılır’ hükmünün yer aldığını hatırlattı.”

Merkez Belediyesi başkanımız Süleyman Dişli beyefendi, bu konuya acil çözüm getirmenizi mahallelim adına rica ediyorum. Çözümsüzlük durumunda hem bu GSM vericisi, dolayısıyla hem de bina sahibi; mahalleliden çok can almış olacaktır. İlerde olabilecek can kayıplarının önüne geçmenizi önemle vurgulayarak beklediğimizi belirtmek istiyorum.

Biliyorum, şikâyetlerim bitmiyor. Ama BACA GÖRÜNÜMLÜ vericilere lütfen dikkat sayın Süleyman Dişli.


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 08.08.2011