31 Mart 2015 Salı

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 34

            Kış bu yıl geldi mi bilmiyorum. Havalar bir soğuyor, bir ısınıyor. Oysa bütün soğuklara rağmen siyaset dünyamız fokur fokur kaynıyor. Bu gün siyaseti boş verdiğimiz bir gün. Can sıkmanın gereği yok! Biz, siyasetle değil, sevdalarla ısıtalım dünyayı. Yüreğimizden taşan sevda yüzümüze tebessüm olarak yansır. Murathan Mungan’ın  dediği gibi tebessüm bulaşıcıdır. Onun için ilk olmaktan tek korkmayacağınız şey tebessüm olsun. Olabildiğince herkese bulaştırın ki gülen yüzler ülkesi olalım.

            Ben bunu derken şiirler kederden dem vuruyor. Şair gamlı baykuştur, kusuruna bakmayın. Demirin tavında dövülmesi gibi söz çilede dövülür ve şiir olur.  Bu yüzden şairin suçu yok! Geçen haftalarda Y.K.Karaosmanoğlu’nun “Yaban” adlı romanından hem esinlenerek hem yaptığım intihallerle yazdığım son şiirle başlıyorum bu haftada. Gene şiirleri bölmemek için sözle araya girmeyeceğim.

….   ….    ….    ….

Ah ne hazindi hikâyemiz
İki at çekerdi arabamızı
Yorulunca atlar yokuşta
Biz arabayı da çekerdik, atları da
Zayıftı atlar, kalça kemikleri gözümüze batardı
Yara bere içindeydiler üstelik
Bu yüzden sinek bulutu gezerdi üstlerinde
İnsanlar tavuk irisi
İçlerinden çıkıp birisi
İnsan olduklarını ispatlamak için
Yorulurdu dil dökmekten
Gene de söyleyemezdi insan olduklarını
Nerde öldüklerini asla bilemezdi

Aydın Göle
22.03.2002


***   ***   ***


Yıldızlar isyanın habercisi
Parmak kaldırdık hayata
Görmediler kalakaldık
Görmediler yıldızlarla ayaklandık
Sevdayı yaşamak için doyasıya
Anarşist çocuklardık
Son kıyıya vardık ki nihilizm
Bizim
Yapacak çok şeyimiz kalmadı
Cam kırıklarında yürüdük
Ateşlere bastık yalınayak, geldik
Yumuşak halılarda duyulmuyor ayak sesleri
Biz taşta yürüdük deltalara doğru
Deltalarda ırmaklar gibi kalabalıkta yutulduk
Futbol, şarkı, dans gözlerimizde mil
Sevdaları, sevdaları yaşamak doyasıya
Jiletler atılıyor yüzümüze
Yüzümüz paramparça
Paramparça yüreğimiz

Aydın Göle
22.03.2002

***   ***   ***

106
Bu gece
Sessizce
Yüzecek boşlukta ay
Tehdit ederek çıkacak
Eğri kama gibi ince
Yüreğime ilk darbesi inince
İflah olmam imkânsız
Sen nem olup gözlerime binince
Söz geçer mi kalbe
Aşk bilince hâkim olunca

Aydın Göle
29.03.2002


***   ***   ***


107
Şaheserim
İmbat olup gecelerine eserim
Benden vazgeçtiysen şayet
Bileklerimi keserim
Sensiz haram olsun dünya
Ecel gelmeden vakitsiz
Sen gel sevgilim

Aydın Göle
14.08.2001


***   ***   ***


108
Bir sevdanın bitişini gördüm
Sanki kendimi toprağa gömdüm
Karıncaydım karşısında kaderin
Onlar kadar bende öldüm
Yıldızdım gökyüzünde söndüm
Karıncaydım karşısında kaderin
Ömrün çarşısında en derin kederin
Silinmez çizgisi, durur aynalarda

Aydın Göle
16.08.2002

***   ***   ***

109
Issızlığın içinde yapayalnızım
Şarkılarım tükendi kırıldı sazım
Acı bir sessizlik kulaklarımda
Dokunmayın bana, bana bakmayın
Zifiri karanlığım yeter, ışık yakmayın
Zamansız bir eylül sarkmış ağustosuma
Leylaklar ve leylekler gidiyor pürtelaş yazı götürüp
Issızlığın içinde yapayalnızım
Senle olmak varken neden sensizim
Kavuşmak bana yoksa yasak mıdır


Aydın Göle
21.08.2002

***   ***   ***

110
Seni görmeye geldim gözüm yok
Senle sohbete geldim sözüm yok
Zarfın içinden al beni
Seni tutacak elim yok

Aydın Göle
21.08.2002

***   ***   ***

111
Sultanım
Seni dile getirebilir mi her tanım
Canım
Ben dilini kaybetmiş ozanım
Anlatamam seni sana
Atan yüreğimin, bu duyduğun ses
Esen rüzgâr değil, ateş gibi nefes
Benim nefesim.
Uzak dur kavurur seni
Çekmekten hasretini
Volkan oldu patlayacak
Karşısında bulunmaz dayanacak
Bu yürek durursa ancak
Bu ateş söner

Aydın Göle
21.08.2002

***   ***   ***

112
Bir tanem
Gönderdiğim şiirlerimi okumadın mı
Onlarda ellerim vardı dokunmadın mı
Güneş saklıydı avuçlarımda
Kolye diye takman için ak gerdanına
Sana getirdim yitik ülkelerden
Giderken dudaklarını aldım senden habersiz
Kederlerime gül gibi açan dudaklarını
Karanlık gece içimde sessiz
Yokluğunu büyütüyor
Kocaman ağız gibi beni içine almış yutuyor
Mütemadiyen hiçliğe karılıyorum
Gözyaşlarımla gölgene sarılıyorum
Her hücrene kadar dağılıyorum
Ölsem yeridir ölemiyorum
Bu sevdayla ansızın
Oda olacak sonunda bir gün

Aydın Göle
23.08.2002

***   ***   ***

113
Sabahın ilk ışıkları gibi
Kalbime doğdun
Akşamın son ışıkları gibi
Ufkuma batma
(Yar nerde olursan ol
bensiz yatma
mezarda bile.)

Aydın Göle
23.08.2002/28.02.2014

***   ***   ***

114
Ben
Yalnızlığıma gidiyorum
O
Köşede beni bekliyor

Aydın Göle
23.08.2002

***   ***   ***

Bu haftada beraberliğimizin sonuna geldik. Sizlerle bir şeyleri paylaşmak bana büyük bir keyif veriyor. Umarım o keyfi sizlere de ulaştırabiliyorumdur. Haftaya buluşmak dileğiyle mutlu pazarlar.


02.02.2014

HEDİYE VE HEDİYELEŞME 12

Yine aynı yıl Cihan Şah, Osmanlı padişahının hediyelerine karşılık armağanlar göndermişti. Bunlar arasında, bir elmaslı sorguç ve hançer ile, o zamanlar, toplam değeri üç yüz bin kuruş olarak tahmin edilen kıymetli hediyeler yer alıyordu.

1656’da Hind hükümdarına elçi olarak gönderilen Muizade Efendi ile yollanmış hediyeler arasında, yekpare büyük zümrütlü bir sorgucun yanı sıra, altın ve mücevherlerle süslü koşumlarıyla beraber, dört küheylân vardı.

1657’de İstanbul’a gelen İran elçisi ile gönderilen hediyeler arasında ise, altın ve mücevherle süslü olağanüstü koşumlara sahip iki küheylân da bulunuyordu.

1657’de, yine IV. Mehmed’e İran şahı tarafından, birçok armağanın yanı sıra, birkaç katar deve ile bir büyük fil gelmişti.

1665’te Avusturya ile yapılan antlaşmadan sonra, Viyana’ya Kara Mehmet Ağa büyükelçi tayin edilince, Avusturya hükümdarına sunulmak üzere yanında götürdüğü hediyeler şunlar olmuştu:

Bir murassa sorguç, bir direkli çadır, yirmi seccade, beş acem halısı, yüz sarık, kırk hil’at, bir okka amber, on iki at, koşumları özel olarak yapılmış ve çok kıymetli iki at.

1682’de yine IV. Mehmed’e, Moskova elçisi vasıtasıyla, birçok hediyenin yanı sıra, tam 1.198 samur kürkü sunulmuştu.

II. Mustafa padişah olduğunda (1695), İran şahı tarafından cülûs tebriki nedeniyle gelen elçinin yanındaki hediyeler, birkaç katar deve yükü idi.

Bunlara karşılık olarak da, İstanbul’dan İran şahına, altın zincirli ve elmas, yakut, zümrüt ile bezeli koşumları olan birkaç safkan at; zümrüt ve elmaslarla işlenmiş özel bir topuz, altın ve mücevher bezeli bir hançer, elmaslı bir sorguç…

Gelelim Osmanlı’nın Tanzimat sonrası dönemlerine... Kırım Savaşı’nın ardından, 1856’daki Paris Kongresi nedeniyle, Fransız devleti kongre delegelerine son derece kıymetli hediyeler verir.

Osmanlı’nın kendini Avrupa’ya kabul edilmiş gören Bâbıâli yönetimi de, bu tür jestlerin gerisinde kalmak istemez: Kongrenin başkanı Valefski’nin eşine Bâbıâli yüz yirmi bin kuruş kıymetinde bir gerdanlık hediye eder.

Fransa ikinci delegesi ile Fransız Dışişleri müsteşarının ve kongre başkâtibinin eşlerine de, yine Bâbıâli tarafından, beşer bin kuruş değerinde gerdanlıklar verilir.

Avusturya Dışişleri Bakanı ile Fransa büyükelçisinin eşlerine, yine aynı vesileyle, yüzer bin kuruşluk gerdanlıklar hediye edilirken, İstanbul’daki Avusturya elçisinin eşine de, beş bin kuruşluk bir gerdanlık verilir…

Sultan Abdülaziz döneminin (1860-1876) ilginç bir hediye öyküsü de, padişahın Avrupa gezi sırasında yaşanır. Abdülaziz Fransa’da, III. Napolyon’un eşi İmparatoriçe Eugénie’ye, Saray’ın kuyumcubaşı Hoca Bogos’a yaptırılmış pırlantalı bir gerdanlık hediye eder. Bu gerdanlığın o günkü değeri, yedi yüz elli bin kuruş olarak hesaplanır.

II. Abdülhamid döneminin dillere destan bir hediyesi de İngiliz büyükelçisi Lord Canning’in eşine padişahın ihsan ettiği murassa altın bilezik ile çiçek buketi biçimindeki iğnedir. Bunların o günkü toplam değerinin yüz bin kuruş civarında olduğu rivayet edilir.”




DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 30.03.15

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlar. Bu gün sizlere şiirlerinden seçtiklerimle Afşar Timuçin’i beğenilerinize sunacağım. Şairimiz 1939’da Manisa’nın Akhisar ilçesinde dünyaya geldi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğrenim görürken 1967’de Kanada’ya gitti. Montreal üniversitesinin felsefe bölümünden mezun oldu. Yurda dönüşünde Erzurum Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Fransızca okutmanlığına başladı. Aynı üniversite de doktorasını verdi. 1992’de profesörlüğe yükseldi. İstanbul’da aynı zamanda sahibi olduğu Kavram Yayınları’nın ve üç aylık Felsefe Dergisinin (ilk sayı Ekim-Aralık 1977) yönetmenliğini yaptı. Mimar Sinan Üniversitesi İstanbul Devlet Konservatuarı’nda öğretim üyesi. Yazı alanında adını 1956’da Vatan gazetesinde yayınlanan “Heykel” adlı öyküsüyle duyurdu. Şiirleri ve yazıları Yelken, Ataç, Papirüs, Yeni Edebiyat, Varlık, Soyut, Yeni Ufuklar, Milliyet Sanat, Yazko Edebiyat gibi dergilerde yayınlandı. Toplumcu dünya görüşüne bağlı, öz ve biçim bakımından bütünleşmiş bir şiir anlayışı geliştirmeye çalıştı. “Tahir ile Zühre”, “Leyla ile Mecnun”, “Ferhat ile Şirin”, “Arzu ile Kamber”, “Güllü ile Hamza” isimli halk öykülerini destan biçiminde yeniden yazarak 1969’da “Destanlar” ismiyle kitaplaştırdı. Felsefeyle ilgili kitaplarının yanı sıra öykü ve deneme kitapları da yayınladı.

Şiirde yalınlıktan, açıklıktan, anlaşılırlıktan yanadır Afşar Timuçin. Anlamsız dizeler bulamazsınız onda. İmgeleri somuttur. Bütün esinini yaşamdan, yaşamın gerçeklerinden, kendini ‘başka’ kılan ayrıntılardan alır. Başka bir deyişle, yaşamdan şiir sağmaktadır. Kolay, basit gibi görünen, bir çırpıda söylenilmiş izlenimi veren, gerçekte yoğun bir çabanın ürünü olan bütünlüklü şiirlerdir.

...

Akşam Serüvenleri

Bir seferden döneriz seninle bazı akşamlar
Gün bulutları açık mora boyadıktan az sonra
Bile bile karanlığın bizi kalın örtülerle örteceğini
Son ışıklara dalarız koşa koşa gene de
Sürgününüm, izini sürerim her yerde seve seve
Alacakaranlıkta hem özlemlin hem öksüzün olmak için
Kapanmaya hazırımdır kat kat kendi üstüme

Yağmurdan, güneşten, poyrazdan, uzun yollardan
Biz şimdi gurbetimize çıkıyoruz, vakit tamam
Çanlarla, türkülerle, davullarla ayrılmak uzak bize
Yüzüme vuran sıcaklığınla çocuk dudaklarınla
Sen giderken, ellerimde ellerinden ayrılmanın öfkesi
Varlığında yeniden kurulur eksiksiz bir sıla

Seni her düşünmemde benzersiz bir yurt özlemi
Bana düşen, gelişini aralıksız beklemek
Beklerken bakışında eriyip gitmek yavaşça
Beklerken sonsuz bir ormanı yürümek saçlarında

Afşar Timuçin

***

Akşam Türküleri

Beyaz bir gün üstüme kapanıyor
Yeşilini süze süze ormanların
Ah deniz dipleri neredesiniz
Derin deniz dipleri
Gözleri kadar güzel sevdalımın
Uzayan gölgelere uzanıyorum
Üstümde hırçın bir mavi
Yeni bir zamana başlar gibiyim
Batan günün ölgün kırmızısında
Usulca koyuluyor akşam türküleri
Gün bir koşuda dağıldı gitti
İnsan, olursa olsun diyemiyor
Dokunduğum ne varsa kayıyor ellerimden
Ben, bir şey olmamış gibi
Ölümsüz bir tutkuya davranıyorum
Nasıl olsa geceye daha çok var
Yasalarına sıkı sıkıya bağlı güneş
Ufka doğru süzülüyor olsa da
Her sevince yeniden başlıyorum

Afşar Timuçin

***

Akşamda çocuk Sezgileri

İyileşmez çocukluğum yüzündendir
Bu dalgalar arasında gidip gelişim
Bilge ve güngörmüş martılarla
Benim işim sevinç, aşk bana göre
Hele gün başladı mı sancılanmaya
Başıma gelenlerin hemen hepsi
İyileşmez çocukluğum yüzündendir

İyileşmez çocukluğum yüzündendir
Ölü resimleri gibi solgun yüzler karşısında
Duyarsız kalışım, hatta inatla susuşum
Boş tutkuların, anlamsız korkuların
Kirli yağmur suları gibi biriktiği
Akşamlardan güle oynaya geçişim
İyileşmez çocukluğum yüzündendir

İyileşmez çocukluğum yüzündendir
Dağların ve denizlerin durmadan devinişi
Beni çağırması bütün uzakların
Birdenbire rüzgârlarla uzaylara açılışım
Her şeyimin birden maviye kesmesi
İyileşmez çocukluğum yüzündendir

Afşar Timuçin

***

Ağacın ikindi Türküsü

Açıklara çıkalım boğulmamak için
Günün kuytu yerleri şimdi harap
İçimizde bir ezgi inceden inceye
Bizi kendimize bağlarken akşam olur
Karanlığı gümüş rengine boyar mehtap

Oturup uzun uzun konuşsaydık
Sevişmek nasıl olsa gene olur, iyi kötü
Bir ıhlamur sıcaklığı yayılırken odamıza
Herşeyi ince ince düşünseydik
Ölümü, kırgınlığı, inceliği en başta
Bütün eksiklerimize gülüp geçerek

Belki de boşa geçti onca zaman
Bu da bir tür geçip gitme duygusudur
Ne güzel olurdu yeniden başlasak
Ne yapsan en başa dönülemiyor
Ne yapıp yapıp dalı unutmalı
Rüzgârla yere düşen sarı yaprak

Afşar Timuçin

***

Beklerken

Sevdiğimin kulaklarımda sesi
Bembeyaz bir gül demeti
Kim bilir kaç yüzyılın gülşeninden

Duvar gibi kalınlaşırken bekleyişler
Birden bütün katılığın dağılması
Ve sesini duyuşum bir yerlerden
Kim bilir kaç yüzyılın gülşeninden

Ağır bir duyguyla bir arada
Onsuz da olunur gibi gelirken bana
Gittikçe basan sis artan duman
Ve kilitlenmesi zaman zaman
İçimde bir ağırlığın aşk adına

Nasılsın nereden çıktın
Gerçekten bana mı geldin
Sen miydin o olmasa da olur gibi görünen
Şimdi yosun gözlerin gözlerimde
Binbir türlü rüzgârla rüzgârlanır
Kim bilir kaç dünyanın denizinden.

Afşar Timuçin

***

Bilgelerin ölüm Türküsü

Ölümün üstüne sünger çekin
Yaşayandan başkası bilmez yaşadığını
Ölümü zambaklarla süslemeyin
Giden aldı götürdü yanlışını

Geriye umut kalmış gibi
Acıyı anılarla beslemeyin
Vazoya dün koyduğunuz çiçeği
Kısaca herşeyiyle astığınız gerçeği
Ölü resimleriyle süslemeyin

Yalnızlığa o kadar gücenmeyin
Saplanmayın bilgi kitaplarına
Çaresiz kalanı da anlayın
Sıradan sevinçleri küçük duyarlıkları
Akşamcılıkları hoş karşılayın

Sakın ölüme geç kalmayın
Kızmayın çanları erken çalana
Ölü evlerinde toplanmayın
Hele yaşadıysanız hiç korkmayın
Ölüm el sürmez yaşayana

Afşar Timuçin

***


Bir Akşamda çocukların Türküsü

Baba, nisan yağmurları bir panayır türküsüdür
Birazdan güneş açınca verecekler oyuncaklarımızı
Baba, savaş olmasın; savaş çıkarsa
Kirletirler göklerimizi, yırtarlar uçurtmalarımızı
Baba, savaş patlarsa en çok bize kızacaklar
Ağabeylerimiz kıracak, çelimsiz bacaklarımızı
Bilyalarımızı ezecek tanklar, düşlerimizi dövecek toplar
Çamurlara bulayacaklar nisan yağmurlarımızı
Güneşlerimizi ve aylarımızı söndürecekler
Kendi çocuklarına götürecekler belki de portakallarımızı
Baba onlar da çocuktur, onlar da kuş dili bilir
Kuş, dalı gözünden anlar; dal, kuşu tüyünden tanır
Rüzgârlardan rüzgârlara yıkım gelmez hiçbir zaman
O çocuklar o portakalları ölür de yemez

Afşar Timuçin

***

Bir çocukluk Türküsü

Çocuk olmak sana iyi gidiyor
Hep bu sularda, bu bulutlarla oyna
Hep üstünü ıslat, hep kirlet ellerini
Ayakkabın iki günde delinsin
Bir rüzgâr kesinliği gibi geç sokaklardan
Eskidikçe eskiyor sevinç de, kaygı da
Gözünden sakın sevincini
Kaygılarını iyi koru
Sakla şimdi oyuncak sandığında
Dağda kümelenen karı, güne sızan acıyı
Beni unuturken sakın öldürme
Yüreğime işlediğin yedi renk sancıyı
Hep böyle çocuk ol incecik saçlarınla
Gözlerin hep denizlere benzesin
Çaresizliğin bile güzel olsun
Güzel olmak çok yaraşıyor sana

Afşar Timuçin

***

Bir Sevgi Türküsü

Akşam soğan kavrulan evlerde
Yoksul bir çorbayı ateşe koymadan önce
Son geleni bekler gibi seni beklemek
Bir yudum alır gibi bir kadeh buzlu rakıdan
Çocuk annesine güvenir gibi
Sonu belirsiz bir yolculuğa çıkar gibi
Hiçbir şey olmuyormuş gibi sevmek seni

Hiçbir yalanda, hiçbir kandırmada payı olmamak
Hiçbir kaygının peşinde küçültmemek kendini
Bir yaz sabahında balkondan nasıl bakarsa
Dışarıya salınmamış çocuklar
Biraz özlemle ve biraz sevinçle
Nasıl bakarsa o çocuklar sokağa
Senin yolunu hiç yılmadan gözlemek
Benim için ölümsüzlükle birdir

Hep yüzünde kalmalı bu gülüş
Bu seni çağlara direnecek bir yontuya
Döndüren bu sevinç pırıltısı hep kalmalı yüzünde
Hep bu kadar büyük ve bu kadar güzel olmalısın
Bu kadar ölümsüz ve bu kadar olağan

Afşar Timuçin

***

Haftaya Afşar Timuçin’in şiirlerini sunmaya devam edeceğim. Şimdilik bana ayrılan yeri aşmamak için şiirlere ara veriyorum. İnsanın edeplisi (edep, varlık sınırını bilmek anlamını taşır) makbul bilirsiniz. Edepsizliği yakıştıramayız ârımıza. Şimdilik bana müsaade…

Akşam Serüvenleri 2

Yağmurdan, güneşten, poyrazdan, uzun yollardan
Biz şimdi gurbetimize çıkıyoruz, vakit tamam
Çanlarla, türkülerle, davullarla ayrılmak uzak bize
Yüzüme vuran sıcaklığınla çocuk dudaklarınla
Sen giderken, ellerimde ellerinden ayrılmanın öfkesi
Varlığında yeniden kurulur eksiksiz bir sıla


Akşam Serüvenleri 3

Seni her düşünmemde benzersiz bir yurt özlemi
Bana düşen, gelişini aralıksız beklemek
Beklerken bakışında eriyip gitmek yavaşça
Beklerken sonsuz bir ormanı yürümek saçlarında

Afşar Timuçin



Yayın Tarihi29.03.15

HEDİYE VE HEDİYELEŞME 11

Bu bölüme kadar çeşitli hediyeleşme türlerini gördük. İslamiyet öncesinde dünyada ve biz Türklerde üretime ve paylaşmaya dayalı toplumun göstergesi olarak gelişen hediyeleşmenin daha sonra ticarileştiğini, bunun ardından tıpkı ticari ilişkiler gibi toplumsal ilişkiler içine girerek mecburilik, ardından karşılıklılık kazandığını söyleyebiliriz.

Hıristiyanlığın yaygınlaştığı dönemde hediyeleşmenin rüşvete yol açtığı düşünülerek yasaklandığını, fakat hediyeleşmenin daha sonra bütün özellikleriyle sızarak Hıristiyanlığa da yerleştiğini söyleye biliriz. Buna örnek veren yazımızın geçen bölümünü şöyle bitirmiştim.

“Hediye verme geleneğinin Batı dünyasındaki serüvenine göz atarken, Roma’nın ilk kralları döneminde bu anlayışın toplumda yayıldığını söylemiştik… Ama şu da bir gerçek ki, hediye ve armağan kavramının tarihçesi, sadece Roma ya da Ortaçağ ve sonrası Avrupa’sının kralları arasında değil, Doğu dünyasının şahları, padişahları ve sultanları arasında da kendine ilginç öyküler bulur.

Bu öyküler arasında, dillere destan olmuş hediye serüvenleri vardır. Örneğin bir Bizans imparatorunun Kurtuba kenti hâkimine gönderdiği kıymetli bir kitabın yanına, bir de çevirmen eklemesi ya da Harun Reşid’in Büyük Karl’a gönderdiği saat, bu tür hediye öykülerinin arasında, en çok öne çıkanlardır.”

Bugün kaldığımız yerden devam edelim ve adsız kaynağa tekrar dönelim.

“Osmanlı tarihine bakarsak, imparatorluk döneminde, yakın yada uzak, ilişkide bulunulan ülkelere gönderilmekte olan hediyelerin değerinin, 17. Yüzyıl’da dikkat çekici bir artış gösterdiğini söylemek mümkündür.

Ama elbette, bu armağanlara karşılık, ilişkide bulunulan ülkelerin hükümdarları da, İstanbul’a kendi hediyelerini gönderirlerdi…

Bu hediyeleşmelerde, armağanların cinsi, bize bugün, o dönemin kıymet ve zenginlik ölçüleri konusunda da fikirler verebilir…

1639’da, Hint hükümdarı Hurrem Şah’ın İstanbul’a gelen elçisi IV. Murad’a, o dönemin kuruş hesabıyla, yüz elli bin kuruşluk bir mücevherli kemer ve fil kulağından yapılıp üzerine gergedan postu kaplanmış bir kalkan sunmuştu.

1641’de Dersaadet’e gelen İran elçisi Sultan I. İbrahim’e, birçok kıymetli hediyenin yanı sıra, mükemmel birkaç küheylân ve pek çok ipek halı getirmişti.

1644’te gelip Saray’a kabul edilen Nemse elçisinin I. İbrahim’e sunduğu hediyeler arasında ise, en çok dikkati çeken, gümüşten yapılmış ve özel bir mekanizmayla hareket ettirilen bir şadırvandı.

Nemse elçisinin getirdiği hediyeler arasında, altın kakmalı 30 gümüş sahan, bir sini ve bir leğen-ibrik de göze çarpıyordu.

1653’te IV. Mehmet (Avcı) tarafından Hint hükümdarı Cihan Şah’a gönderilen hediyeler arasında, yirmi kadar cariye, zümrüt kabzalı bir hançer, pek mükemmel ve kıymetli bir at takımı yer alıyordu. Bu arada, Cihan Şah’ın elçisine de, altı bin altın, bir kürk ve bir at verilmişti.



DEVAM EDECEK



Yayın Tarihi27.03.15

SAYIN ZEKİ TOÇOĞLUNA VE ULAŞIM DAİRE BAŞKANLIĞINA                                                                                                                AÇIK TEŞEKKÜR






Teşekkür; yapılan bir iş, gösterilen çaba yada nezaketten ötürü duyulan minnetin, memnuniyetin, mutluluğun sözlü ifadesidir. Arapça bir kelime olan teşekkürün aslı şükürdür. Çeşitli sembolik ifadelerlede teşekkür edilebilir. Elini kalbine götürme, başını hafifçe eğme gibi. Bir çok dilde lafzı farklı olsada söyleniş amacının aynı olduğunu söyleyebiliriz. Kimi dillerde de teşekkür kelimesinin olmadığını gördüm. O dillerde de dolaylı anlatımlarla teşekkür ediliyordu. Kısaca teşekkür maddi temeli olsun olmasın, yürekten duyulan güzel duygunun dile gelmesidir. Arapça “şükran” deyin isterseniz, dilerseniz Farsça “müteşekkirem”, yada İngilizce “thank”, veya Fransızca “mercier”, Rusça “spasiba”, fark etmez. Hepsi sonuçta bir memnuniyetten doğan mutluluğu karşı tarafa iletir.

Bugün bu yazıyı kaleme alış sebebim var elbette.  

Şimdi yerinde olmayan eski Türkiye Sakatlar Derneği Adapazarı Şubesi’nin de bulunduğu Sakarbaba Caddesinde giderek yoğunlaşan trafik, akşam saatlerinde her iki yönde içinden çıkılamaz derecede kalabalıklaştı. Nedeni adını andığım eski dernek şubesinin bitişiğinde Yunus (eski Yimpaş) Market, karşısında da Essen Marketin açılması kadar, bu yolun çevre yolundan itibaren Ahmet Yesevi Caddesi, Sedat Kirtetepe Caddesi, Yeni Bosna Caddesi, Sakarbaba Caddesi, Türbe Caddesi ve bir çok bağlantı ile birleşerek D100 yoluna bağlanmasıdır. Trafiğin bu yüzden var olan kalabalığına sürücülerin işaret ve rampalara dikkat göstermemelerinin yanı sıra araçların süratli seyri eklendiğinde karşıya geçmekte adeta ömür tükettiğimizi söyleyebiliriz. Kalabalık trafik yüzünden, biz engelliler kadar yaşlılarda karşıya geçmekte zorlanmaktaydılar.

Engellilerle yaşlı yayaların karşıya geçmeleri için konulmuş olan engelli rampalarının bulunduğu Yunus Marketle Essen Marketin önündeki yaya işaretlerinden karşıya geçmek amacıyla, bas geç (trafik ışıkları) konulması için ilk önce Merkez Belediyesi Trafik Zabıtasına sosyal sorumluluk bilinciyle ben ve merkez meclis üyesi Selim Özen arkadaşımla bir dilekçe yazarak şikâyet ve dileğimizi belirtmiştik.

Yetmedi, bunun üzerine merkez belediyesi meclis üyesi Selim Özen arkadaşım Belediyece hazırlanan şikâyet pusulalarına şikâyet ve önerileri olanlara yani bizlere, izleyeceğimiz yolu görmek, bunları ilgili dairelere iletmek amacıyla yazmalarını istedi. Önce verdiğim dilekçeden pek farklı olmayan bir yazıyla pusulayı kendisine verdim. Büyükşehir Belediyesi Ulaşım Daire başkanlığı buraya bir kasis gerektiği yargısına vardı. Aradan geçen dört ayın sonunda kasisin 18 mart 2015’te yapıldığını gördük.

Ana arterlerde veya kalabalık yollarda en azından (hiç uygarlık görüntüsü değil ama) bir kasis mutlaka yapılmalı, tabiî ki en güzeli basgeç konulmalıdır.

Sakarbaba Caddesinde karşılıklı olarak yer alan Yunus Market ve Essen Marketin bulunduğu noktaya kasis yapmalarından dolayı Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Zeki Toçoğlu’na ve Ulaşım Daire Başkanlığına çok TEŞEKKÜR ediyoruz.


Yayın Tarihi26.03.15

HEDİYE VE HEDİYELEŞME 10

Hediye verme, bir armağan sunma konularının belli kurallara, toplum tarafından gelen kabul gören alışkanlıklara bağlanması da 18. Yüzyıl’da yaygınlaşır.

Bu dönemin Batı Dünyasında, armağanlaşmak, artık beraber çalışan veya bir arada yaşayan çeşitli zümrelerden insanlar arasında, geleneksel bir ‘âdet’ halini alır. Özellikle çocuklar, armağanların verildiği bayram ve yılbaşı gibi özel günleri, dört gözle beklemeye başlarlar…

19. Yüzyıl’ın ortalarına gelindiğinde, kuzeydeki bazı ülkelerde ve Fransa’nın doğusunda Noel armağanlarının, ‘Aziz Nikolas Günü’ armağanları ile aynı dönemde verilmeye başlandığı görülür.

Patara doğumlu olan ve bugünkü adıyla ‘Derme’, antik ismiyle de ‘Myra’ kentinin piskoposluğunu yapan ‘Aziz Nikola’, aralarında, çocukların diriltilmesi de dahil olmak üzere, çeşitli mucizeleri olduğuna inanılan kutsal bir zat olarak kabul gören tanınmış bir Hıristiyan din adamı idi…

6 Aralık’ta kutlanan ‘Aziz Nikola Günü’, Kuzey ve Doğu Avrupa’da ‘çocukların günü’ olarak kabul edilir... Tabii bu bölgelerin, Güney Batı Anadolu’nun koşullarından çok farklı olan kültürüne ve iklim şartlarına ‘uyum sağlayan’ Aziz Nikola böylece uzun, kırmızı paltosu ve Ren geyikleriyle, çocuklara hediyeler dağıtan ‘Noel Baba’ olmanın ilk adımlarını atar…

Kuzey Amerika’ya göç eden Hollandalı ve Alman göçmenler de, bu geleneği Kuzey Amerika’ya aktarırlar.

Aslında, 1850’lerin Avrupa’sında sahneye giren ve 1930’larda yeni rolüne iyiden iyiye yerleşen Noel Baba’nın varlığı, çocuklara verilen Noel armağanlarının, yavaş yavaş eski dinî bağlantılardan kopmasına yol açar!

Bir çelişki gibi gözükse de, bu böyledir: Hz. İsa’nın doğum gününün kutlandığı 24/25 Aralık günü ve Noel Haftası ile yılbaşının birleştirilmesi, ilginç bir sonuca yol açacaktır:

‘Noel Baba’ imajının Hıristiyanlık kisvesinden giderek sıyrılıp laik bir yılbaşı simgesi haline gelmesi süreci yaşanacaktır…

Hediye verme geleneğinin Batı dünyasındaki serüvenine göz atarken, Roma’nın ilk kralları döneminde bu anlayışın toplumda yayıldığını söylemiştik… Ama şu da bir gerçek ki, hediye ve armağan kavramının tarihçesi, sadece Roma ya da Ortaçağ ve sonrası Avrupa’sının kralları arasında değil, Doğu dünyasının şahları, padişahları ve sultanları arasında da kendine ilginç öyküler bulur.

Bu öyküler arasında, dillere destan olmuş hediye serüvenleri vardır. Örneğin bir Bizans imparatorunun Kurtuba kenti hâkimine gönderdiği kıymetli bir kitabın yanına, bir de çevirmen eklemesi ya da Harun Reşid’in Büyük Karl’a gönderdiği saat, bu tür hediye öykülerinin arasında, en çok öne çıkanlardır.”



DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi25.03.15

HEDİYE VE HEDİYELEŞME 9

Bu bölüme kadar dünyada ilkel kabilelerdeki hediyeleşme ve İslamiyet öncesi Türklerdeki hediyeleşme ile dünyanın bildiği ve Çanakkale’de geçen Truva Atı hediyesinin mitolojik hikâyesinden eski yunan geleneğine girmiş savaş hilesi bir hediye biçimine yer verdim.

Savaş hilesi hediyeleri arasında neler yok ki. Amerika’nın egemenleri savaşla yenemedikleri yerli halkı kızılderilileri dize getirmek için verilen hediyelerle soy kırım yapıldığını biliyoruz. Onlara çiçek hastalığı mikrobu bulaştırılmış battaniyeler verilerek hastalıktan kırılmaları sağlanmıştı. Bugünkü Newyork, beyaz adam gelmeden önce Kızılderililerin dilinde Yucatapa idi.

Günümüze gelirken bu hileli hediyeler arasına suikast bombası gizli hediyelerle, çeşitli hastalık mikrobu bulaştırılan her çeşit kutlama kartı ve hediyeleri de girmiştir. Bu konuyu kısaca anlattıktan sonra bugünkü asıl konumuza; Avrupa’daki hediyeleşmenin tarihine geçiyor ve elimdeki adsız kaynaktan olduğu gibi aktarıyorum.

“1647-1685 yılları arasında yaşamış olan Antik Çağ meraklısı Lyon’lu gezgin Jacob Spon, ‘Hediyelerin Kökenine Dair’ adlı kitabında, hediye verme geleneğinin Roma’nın ilk krallık dönemlerine rastladığını vurgular. Bu bilgiye Spon, Roma’nın çoktanrılı ‘resmî’ dininin Batı dünyasındaki son savunucularından Simmakus’un mektuplarında ulaşıldığını belirtir.

Simmakus’a göre, krallığın önde gelen yöneticilerine, bayram ve yılbaşı hediyesi niyetine, bir saygı nişanesi olarak, Sağlık Tanrıçası Strenia’nın ormanlarından toplanmış mine çiçeği dalları gönderilirdi. Bu dallardan, bir bitki çayı yapılırdı. Latin dillerinde, bayram ya da yılbaşı hediyesi anlamına gelen ‘strenna’ ya da ‘étrenne’ sözcüğü de işte buradan gelir…

Sonra zamanla, dostlara tatlı ve hoş bir yıl dilemek adına, bu mine dallarının yanına incir, hurma ve bal da eklendi. İmparatorluk dönemi Roma’sında, işler değişti; soylu tabaka ve seçkinler, atalarının bal çömleği yerine, içinden altın şıkırtıları gelen çömlekleri yeğlediler!

Ancak Roma Kilisesi’nin Batı’ya ve Doğu’ya hâkimiyeti, çoktanrılı dönemi anımsatan her şeyin yasaklanmasına ve bu arada, hediye verme geleneğinin de dışlanmasına yol açtı. Fakat Hıristiyanlık da kendi geleneklerini yerleştirirken, hediyeler ve armağanlar da işin içine ‘sızdılar’…

18. Yüzyıl’ın Batı dünyasında, yani din baskısının azaldığı ve ‘Aydınlanma’ döneminin yaşandığı zamanlarda, armağan vermenin aynı zamanda bir ziyafet veya parti vermekle eş anlamlı olarak kullanıldığını görüyoruz. Burada da yine bir zevk kavramı söz konusudur.

Tabii bu arada, doğum günleri, yıldönümleri, Noel ya da yılbaşı hediyeleri, artık neredeyse sosyal bir zorunluluk olarak kabul edilmektedir. Ayrıca doğru zamanda verilmesi, alan kişide bir sevinç ve şükran duygusu uyandırması gibi, hediyenin gerçek anlamına uygun düşecek bazı kurallara uyulması da önemsenir artık…

Bir diğer kural da, verilmeden önce, hediyenin ne olduğunun söylenmemesi ve sürpriz olarak kalmasıdır. Bu arada, hediyeyi verenle alanın konumlarının da birbirine uygun düşmesi önemsenir.

Hediyenin parasal değerinin ne çok az ne de çok fazla olmaması da kişiler arasındaki ilişki dengesini bozmaması açısından, önem verilen bir konu haline gelir. Son olarak armağanın, verilen kişinin zevkine uygun olması, aynı zamanda veren kişinin buna olan ilgisini ifade etmesi makbuldü.



DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi23.03.15

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Bugünkü şairimiz Sunay Akın’ı bana onbeş sene önce internetin bu kadar yaygın olmadığı dönemde halam kızı Derya kardeşim, şiirlerinden seçmeler yapıp postayla yollayarak tanıtmıştı. Aşağıda da yer alan “ALACAKLI” şiiriyle kendisini sevmiştim.

Buluşlara dayanan, genellikle kısa şiirlerinde Orhan Veli’nin günümüzdeki sürdürücüsü olmakla birlikte Cemal Süreya’nında izleri olan Sunay Akın 1962’de Trabzon’da doğdu. Şiirlerinde kelime oyunlarını sık sık kullanan, alaycılığa hep yer veren şair ortaöğrenimini İstanbul Koşuyolu Lisesi’nde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Fizik Coğrafya Bölümü’nden mezun oldu. İlk şiirleri 1984’te dergilerde yayınlandı. Arkadaşlarıyla birlikte 1989’da Yeni Yaprak, 1990’da Olmaz adlı şiir dergilerini çıkardı. Halen İstanbul’da yaşamakta olan şairimiz Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi ile Müjdat Gezen Sanat Okulu’nda dersler veriyor. Televizyon programları hazırlıyor, gazetelerde yazılar yazıyor. Yumuşak, lirik bir ses tonuyla günlük yaşamdan ilginç ayrıntılar, şaşırtıcı karşılaştırmalar veriyor. Yapılarını, günlük dildeki kullanımlarını bozmadığı sözcüklerle bir düşünce cambazı gibi oynuyor. Son yıllarda şiirden çok düzyazıya yönelmiş durumda. Yakın tarihteki bazı önemli ve özel olayların araştırılmasına yönelik araştırma, çalışma ve kitaplarıyla da ilgi çekiyor. Bu yönüyle edebiyatımızda yeni bir “Salâh Birsel” izlenimi yansıtıyor.


Sunay Akın’ın en büyük düşü bir oyuncak müzesi kurmaktı ve bu düşünü 23 Nisan 2005’te gerçeğe dönüştürdü. Türkiye’de türünün ilk örneği olma özelliğini taşıyan bu müzede Akın’ın 11 yıl boyunca dünyanın birçok yerinden topladığı oyuncaklar yer alıyor.

...

AİLE BOYU

Ezilmiş bir çocukluk benimkisi
bir iskelenin
vapurların yanaştığı yüzüne asılıdır
üç tekerlekli bisikletimin
lastikleri

Annesiz büyüdüm çünkü
yani serçeydim
kar üstündeki
ve arka bahçesinde
kasabın beslediği kuzu

Dudaklarımı, işte bu yüzden
aile boyu
bir şişeye değdirip
içmeyi severim
gazozu.

SUNAY AKIN
  
***

ALACAKLI

Yol kenarlarındaki
yağmur mazgallarını
kumbara sanıp
harçlığımı atardım
bu yüzden en çok
denizden alacaklıyım...

SUNAY AKIN
  
***

ASANSÖR

Telefon santralleri
beni sana bağlar sevgilim

nükleer santraller ölüme
gökyüzünün nerede olduğunu soran
bir vapur dumanına
yanıt veremiyor hiç kimse

Çocuğunu asma köprüde sallayan
bir annedir İstanbul
ki onun
içi süt dolu
biberonudur Kız Kulesi
soğusun diye suya tutulan

Ne kalem kılıçtan
ne kılıç kalemden üstün olsun
öğrensinler birlikte yaşamayı
örneğin kalem
aşk şiirleri yazsın
ve köreldikçe kılıç yontsun

Yalnız kaldığımız an da bile
alırız insan kokusunu
ıssız adasında
üstünden atamamıştır Robinson
yakalanma korkusunu

Kendi boşluğuna asılı
birer asansörüz aslında
ve ben elimde
taze bir karanfil
sıkışıp kaldım
iki kadın arasında

SUNAY AKIN

***

AT KOKUSU

Son evi gösterin bana İstanbul'da
vapur sesinin duyulduğu
ki kapısını çalıp
söyleyeyim içindekilere
daha çok kedi yavrusu ezilsin diye
eski iskeleleri
sahil yoluyla ayırdıklarını
denizden

Karşılığında ben de size
kanaryası ölüp
kuaför salonuna dönüşmeyen
kaç mahalle berberinin
kaldığını söylerim
ya da kaç fötr şapkanın
tutsak olduğunu
köhne bir konağın
askısında

Kaç faytoncunun
artık taksicilik yaptığını da bilirim
ama söylemem
onu da siz bulun
dikiz aynasına takılı boncuklardaki
at kokusundan

SUNAY AKIN

***

BECERİKSİZ

Kabuğunu koparmadan
ne bir elmayı soyabildim
ne de iyileştirebildim bir yaramı
ama karşıma çıkınca
kızmadım hiç elma kurduna
bendim çünkü bıçağı saplayan
onun yurduna

Şair diyorlar benim için
bilmiyorum oysa
her şiire konmalı mı uyak
her yere nedense
konamıyor tayyare
hay dilimi
arı türkçe soksun; uçak

Kaptan olmak isterdim
aynanın karşısında
eski bir sinema yıldızı
gibi ağlayan
İstanbul hatlarında
bir fırça hafifliğiyle gidip
gelen vapurlara

Eskimo bir şair dokunuyor omuzuma
ve Kız Kulesi'ni göstererek
bırak artık diyor üzülmeyi
yedi tepeli bu şehirde
şiir okunacak tek yer
elbette denizin ortasındaki
şu küçük buz dağı

Terzi olsa da babam
sökük dikmesini beceremem
beni yalnızca sen anlarsın
iğnenin deliğinden geçsin
diye ipliklerin
bir anlık ıslatıldığı dudaklara
takılıp kalan annem

SUNAY AKIN

***

BEYAZ

O siyahtı
kurşuna dizenler beyaz
silah sesinden
ürkerek gökyüzüne
uçuşan kuşlar
bembeyaz

SUNAY AKIN

***

CEPHEDE

Aslında ben daha güzel ölürdüm
arka bahçede askercilik oynarken
tahta tüfeğimle toprağa uzanır
annemin sesiyle doğrulurdum hemen
-Çabuk kalk üstün kirlenecek hınzır!

Yerdeyim yine bak anneciğim
n’olur kızma adımı çağır

SUNAY AKIN

***

ÇEKMECE

Büyüklerle ben yapamıyorum
çocuklar da almıyor beni oyunlarına
devlet dairesinde
yangından kurtarılmayacak
sıkışmış bir çekmece gibiyim
açılamıyorum sana

Kardeşiyle sokaklarda hep
bir örnek giydirilen sen
nasıl sevmezsin eşitliği
yürürken düşen çoraplarını
aynı hizaya getirmek için
annen değil miydi önünde diz çöken

Öpüşme sahnesinin tam ortasında
içeri girdiğin yazlık sinemanın
yer göstericisiyim
yürüyorsun fenerimin ışığında
yer: Kız Kulesi
ve sonu ayrılıkla bitecek
hüzünlü bir aşk filmini oynuyor
beyaz duvarında

Bir kez olsun çıkmazken ağzından
seni sevdiğimi
her gün söylememi yadırgama
bil ki bu şehirde
iskelenin verilmesini
beklemeden atlarım vapurlara

Son karesi gibi Red Kit'in
batan güneşe doğru
sürerken atımı
gitme kal demeni bekliyorum
ama yalnızca
rüzgar çekiştiriyor atkımı

SUNAY AKIN

***

Bir süredir ara verdiğim kendi şiirlerimi sizlere sunmaya devam ediyorum. Bugün iki şiirimi sunacağım. Umarım beğenirsiniz.

3yny

Akşamdan dağınık yatağımız
İçinde gece uyuyor çırılçıplak
Hala zambak kokuyor odamız
Kilitlerini açmıştık sevginin
Yüreğimiz konuştu sadece
Biz sustuk
O öpüşlerin o dokunuşların
tadı damağımızda
En mahrem yerimize kadar
mutluyuz bu gün
Kimi zaman kelebek öpüşleriyle
kır çiçekleri açtı yüreğimizde
Kimi zaman dinazor dövüşüyle
tozu dumana kattık sevişirken
Hiçbir evin çatısında baca kalmadı
Çatısı uçtu sevgimizden evimizin
Sara nöbetleri geçirdik şahikalarda
Yüreğimiz duruldu, duru bir su gibi
Özlemişiz birbirimizi asırlarca görüşmemişiz
Kreması bol doğum günü pastandı hasrete ortak
Bütün dilimleri bana ver, sadece bana
Sana mumunu getirdim canım
Ne kadar üflesende sönmez artar alevi
Akşamdan dağınık yatağımız
Dudağımda kalmış pastanın kreması
Senin elinde mumun hala yanıyor görüyor musun
Gece gündüz dinlemez sevgi
Hadi sevişelim.

Aydın Göle
1 ekim 2003

***

4yny
Senin teninde fosfor yanıyor
Karanlıkta bile ayan beyansım
Yani görünüyorsun açık seçik
Yani deli dolu, hem biraz kaçık
Sen yanıyorsun, ben yanıyorum
Kaç sevişme söndürür ateşimizi
İkimiz çocuktuk biz
Aşka zil zurna acıktık biz
Akşamdan dağınık yatağımız
Ziyafetten belli kalktığımız
inkâra gerek yok
En büyük kaçışın kendinden olacak
inkâr molalarında
Her inkâr utanmaktır biraz
Utanma sevgimizden
En büyük kaçışın kendinden olacak
Benden kaçamayacaksın
iliklerinde dolaşacağım
Her sabah yeniden doğacaksın

Aydın Göle
1 ekim 2003

***

Bugünkü yazımı buraya kadar okuduysanız bana sabrettiğiniz için ilginizin karşılığı olarak ne kadar teşekkür etsem borcumu ödeyemem. Sabrınızın hayranıyım. Hepinize serin ve uyunabilir yıldızlı gecesi bol bir yaz diliyorum. Tatilde olanlara da iyi tatiller..




Yayın Tarihi22.03.15

HEDİYE VE HEDİYELEŞME 8

Yrd. Doç. Dr Kemal Üçüncü bu bölümde oldukça ayrıntılı açıklamalar yapar. Burada siz okurlarımın sabrını zorlamak istemiyorum. Genede bu bölümü özetlemeden geçemeyeceğim. Başlarda beylerin birlik nişanesi olarak kağana hediye ettikleri tuğ daha sonra yararlıkları oranında kağan tarafından beylere verilir. Savaşlardaki kahramanlıklarına karşılık alplara da (savaşçı bilgelere de)  gene kağan tarafından tuğ verilir. Bu hediye zamanla terfiye dönüşür, terfide, madalyalara..

Ayrıca azat edilen kölelere azatlık beratı denen bir hediyeden de söz etmek gerekir. Bu da beylerin kapısında çalışan savaş esiri veya çeşitli ırktan cinsiyet gözetmeksizin pazarda alınıp satılabilen insanlara beyleri tarafından verilirdi. Herhalde bu hediye şimdiye kadar saydığımız hediyelerin içinde en anlamlı olan hediyedir.

Yrd. Doç. Dr Kemal Üçüncü bu bölümü şöyle bitirir.

“Simge ve semboller sözel olarak dillendirilmesi güç olan kendiliklerine ait tasarımlarını dillendirir. Bayrak ve Tuğ, hakimiyet sembolü olması nedeniyle mistik ve ilahi bir karaktere sahiptir. Devlet ve siyasi bağımsızlık sembolü, hakimiyet sembolü, budunun ortak simge ve işareti, Yetki belgesi [siyasi ve idari olarak], siyasi olarak tanıma ve kabul etme gibi iletişimsel işlevlere sahiptir.
Antropolojik olarak uygarlık tarihinde hakimiyet kaynağının Tanrısal olması onu
temsil eden unsurlara da kaçınılmaz olarak bir kutsallık izafe etmiştir.”

Dolayısıyla böyle verilen hediyelerinde kendiliğinden kutsallık değeri kazanması kendi doğası gereğidir. Bu ne adla ve ne olarak verilirse verilsin değişmez ölçüdür.

Bu gün yazımız için sevgili kardeşim Coşkun Göle’den hediye Truva Atı karikatürünü alınca bu yazıya savaş hilesi bir hediyenin hikâyesini yazmak şart oldu. Yunan mitolojisinde geçen bu hediye hikâyesi şöyle:

“Paris, Sparta Kralı Menelaus’un genç ve güzel karısı güzel Helena’ya aşık olur ve aşk tanrıçası Afrodit’in yardımlarıyla Helena’yı Truva’ya kaçırırlar. Bunun üzerine Kral Menelaus’un kardeşi Agamennon Truva’ya saldırır ve Truva savaşları başlar. Nifak Tanrıçası Erins’in saçtığı nifak tohumları yeşermiş ve Akhalarla Troyalılar karşı karşıya gelmişlerdir. Tarihin en kanlı savaşları cereyan etmiştir. Yıllarca süren bu savaşlar sonucunda Akhalılar, Troyalıları savaş hilesi yapmadan yenmenin mümkün olamayacağını düşünerek bir tahta at içine en kahraman savaşçılarını saklayıp Troya surlarının önüne bırakırlar.
Akhaların kaçtığına inanan Troyalılar tahta atı içeriye alarak eğlenmeye başlarlar. Erken gelen bu zafer sarhoşluğu içinde tahta atın içinden çıkan savaşçılar Troyalıları gafil avlar ve Troya kapıları Akha savaşçılarına açılır. Sonuçta Troya Akhalılarca işgal edilir.”

Bu hikâyeden sonra Yrd. Doç. Dr. Kemal Üçüncü’ye tekrar gelelim. Sayın Kemal Üçüncü yazısının sonunda yararlandığı kaynakları verir. O kaynakları bu yazıda dolaylıda olsa kullandık. Bu yüzden yazımızında dayanağı o kaynakları bilgi olması açısından aktarıyorum.

**

KAYNAKCA

Anna Britannica, C II, “Armağan değiş-tokuş maddesi”
TDV İslam Ansiklopedisi, C.6 , “Bayrak Maddesi”
Divanü Lügat-it Türk (1991), Besim Atalay, Ankara: TTK Basımevi
Bahattin Ögel (2000). Türk Kültür Tarihine Giriş, C VI, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.
Sever, Erdoğan (2000). Türkçe Öğretimi ve Tam Öğrenme Kuramı, Ankara: Anı Yay.
Erdoğan. İrfan (2002).iletişimi Anlamak, Ankara: Erk Yay.
Ergin, Muharrem (1994), Dede Korkut Kitabı i (Giriş-Metin-Faksimile], Ankara: Türk Dil
Kurumu Yayınları
Yıldırım, Dursun (1998). “Köktürklerde Kağanlık Süreci; Kaldırma, Kötürme, Oturma”,
Türk Bitiği, Ankara: Akçağ Yay,1998, s. 102-113
Smith, Anthony D. (2002). Ulusların Etnik Kökeni (Çev.S. Bayramoğlu, H.Kendir), Ankara:
Dost Yay.



DEVAM EDECEK
  

Yayın Tarihi: 20.03.15

HEDİYE VE HEDİYELEŞME 7

Şaman kültüründeki eski Türk inancına göre kişi öyle istediği gibi Kağan olamaz. Onun bir töreni vardır. Kağanlık Tanrının o tören sonunda Kağanlık meziyetine sahip insana bir hediyesidir.. Yrd.Doç.Dr. Kemal Üçüncü bunu şöyle açıklıyor.

“1.Kut: İslamiyet öncesi Türk kültüründe kağanlık Kök Tengrinin kişioğluna bahşettiği
bir ihsan, bir hediyedir. Kişinin kendi başına kağanlık iddiasında bulunması söz konusu
olamaz. Bu süreç üç aşamada gerçekleştirilir,

a. Kağan kaldırma yükseltme işlemi: Bu hareket adayın Tanrı ile ilişkiye geçmesi, iletişim kurmasıdır. Bunun için tanrıya yagış adı verilen özel bir kurban sunulur. Ardından iletişim kurulması eyleminin kolaylaştırılması için kağan adayı aşağıdan yukarıya doğru kaldırılır.

b. Yukarı Çıkarma işlemi [yügerü kötürme].Tanrı, adayı uygun bulursa, onu bulunduğu yerde iken tepesinden tutup yukarıya yanına çıkarır. Bunu yapmasının sebebi açıktır. Yarlık, kut, küç, ülüg ve il beratı vermek içindir. Kağan adayı Tanrı tarafından bu emanetler kendisine verildikten sonra kağan yapılmış olur

c. Kağan Oturtma İşlemi: Kağanlık görevi verilen ve tanrı tarafından kağan seçilen aday, yine tanrının buyruğu ile yeryüzüne indirilir ve kişioğlu üzerine kağan oturtması ile son bulur. Artık herkes kağanın buyruğu altındadır. Kağan bu yetki ile onları yönetme durumundadır.
Kağan meşruiyetinin kaynağını Tanrıdan alır. Türk tarihi içerisinde Timur’un Altın Ordu hanları ile girdiği meşruiyet tartışmaları bu çerçevededir. Bu nedenle hanlık ünvanını ölünceye dek kullanmamıştır.”

Karadeniz Teknik Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Yardımcı Doçent Doktoru Kemal Üçüncü, “Kut” başlığı altında Kağanlık makamının verilişini anlattığı bölümde, ikinci olarak “Bayrak” başlığı altında, Tanrı hediyesi kağanlığı törenle alan kişiye, diğer beylerin birlik nişanesi olarak tuğ hediye etmelerini alıntı ve örneklerle anlatıyor.

Aynı bölümde bayrağın çeşitli dillerdeki serüveninden şöyle söz eder.    

“2.Bayrak: Divanü Lügat’it Türk de batrak diye geçer. Batrak diye yazılan bayrak
kelimesi savaşlarda ucuna bir ipek parçası takılan mızrak şeklinde açıklanmaktadır. Ve
ifadelerden bunun ferdi ün kazanmış kahramanlara, alplara verilen bir alamet olduğu
anlaşılmaktadır. Aynı ederde bir manzumede ise kelime bayrak şeklinde kullanılmakta ve
Oğuzlar arasında öyle telaffuz edildiği yazılmaktadır.
Selçuklular ve Harzemşahlar devrinde yetişen İranlı şairlerin kelimeyi bayrah şekliyle
kullanması ve Selçuklu devrine ait Farsça kaynaklarda bu şekilde geçmesi bu kelimenin
Farsçaya Büyük Selçuklular zamanında Oğuzlar vasıtasıyla geçtiğini göstermektedir. Kelime
Arapçaya bayrak, Bulgarcaya bayrak, Rumenceye bairac şekillerinde girmiştir.
Bat-mak kökünden gelen ve değişmesi neticesinde bayrak şeklini alan bat-ır-ak
Batrak, batrak, bardak, bayrak kelimesi semantik bakımdan sancak kelimesi ile benzerliği
açıktır. DLT ye göre Karahanlı Türk hükümdarlarının bayrakları turuncu denilen al ipektendi
Uygur metinlerinde de kelime badruk şekliyle geçer.

DLT ve İbn-i Mühenna Lügatinde Tuğ kelimesi Arapça alem yani bayrak karşılığı olarak kullanılmaktadır. Başkırt şivesinde bugün tuğ kelimesi hala bayrak manasına kullanılmaktadır.”



DEVAM EDECEK



Yayın Tarihi18.03.15

HEDİYE VE HEDİYELEŞME 6

Geçen yazımızı bir tür hediyeleşme kültürü olan potlaç kültüründen esinlenen kapitalizmin insanlığı o ilkel döneme geri götürdüğünü belirtmiş ve şu alıntıyla bu görüşümüzü desteklemiştik.

“Kapitalizmin önemli nirengi noktalarından bir olan tüketim ve dolayısıyla özel günler ihdası üzerinden armağan kültürünü canlı tutma çabası bir ölçüde paganizme geri dönme durumudur. Çünkü hediye üzerinden karşılıklı dostluktan ziyade para gücünü tecessüm ettirmektedir. Zira kapitalist tüketimde marka ve etiket her şeyin önündedir. Bu yol izlendiğinde bile armağan üzerinden bir tabakalaşmanın ya da deyim yerindeyse sanki kast sisteminin oluşturulduğunu gözlemlemek mümkündür.”

Buna gidişin elbette bir yolu olmalıydı. O da mübadele aracı olarak ortaya çıkan paranın icadıydı. Başlangıçta masum olan para daha sonra ekonomik düzenleri, ardından da dünya ekonomik düzenini getirmesiyle insanı doğadan kopartınca insanın özgürlüğünü ekonomik çerçevenin içine sokarak bitirdi. Oysa bütün bunlar insanın özgürleştirilmesi olarak sunulmuştu. Bütün bunlardan ilkelliği, kabileciliği savunduğum sanılmasın. Ben bir duruma ayna tutuyorum. Alın size bir ayna daha. 

“Yine dikkatten kaçmamamsı gereken bir başka özellik ise, paranın, ilk kez potlaç düzeninde ortaya çıkmış olmasıdır. Ne var ki o dönemde para, ekonomik bir gösterge olarak değil siyasal bir güç göstergesi ve barışı sağlamaya yönelik bir değiş tokuş nesnesi olarak kabul görmüştür. Parasal ekonomik düzenin ortaya çıkması, ancak akılcı bir düşünce sisteminden sonra mümkün olabilmiş, bunun için de çok çok uzun yüzyıllar gerekmiştir. Parasal ekonomik düzenin ortaya çıkışı durumunda bu kez eşya evrensel bir ruhun taşıyıcısı değil de, bizzat paranın bir göstergesi haline gelmiştir.”

Ben böyle bir insan türünün oluştuğunu ve geliştiğini çok gördüm. İki kardeş aldıkları duvar saatlerinden kendilerinin aldıkları saatin daha güzel ve değerli olduğunu ödedikleri para ile göstermeye çalışıyorlardı. Bu günkü kredi kartları (ki çoğunluğun en üst seviyede kazanca sahip bile olsa neticede sınırlı sayılacak bir paraya sahip olacağından, yarınlarını bugünden harcayacak şekilde sınırsız harcama yapabilmesi için paranın da hayattan kovularak soyut rakamlara geçişle çiplerden kurulu yeni kölelik düzenini oluşturacak başka bir insan türünün geliştirildiğini belki bir yazıda, yada başka dizi yazıda görürüz) ile bu tür insan daha çok artmıştır. En son model elektronik eşya, bilgisayar ve cep telefon satışlarının patlaması bunun eseri olduğunu düşünüyorum. Bunlar sahip olunan paranın göstergesi olarak kabul ediliyor.  

Aynalara bakmaya devam edelim.

“Böylece potlaç kültüründe, eşyanın değişmezliğin ve şimdinin sembolü olmasından dolayı ritüelde oluş ve bozuluşu temsil etmek bakımından yağmalanmasına gerek kalmamıştır. Zira modern zamanlarda eşya, zaten hızlı tüketimle aynen bu anlamı karşılamaktadır. Dahası asıl olan değişim olmuştur ya da tüketim.

Tüketimciliğin ve devlet kurumlarının egemen olduğu bir çağda, pek çok insan, öz çıkarın toplumdaki baskın güdü olduğuna inanır. Armağanlar da, en iyi ihtimalle, yararsız süsler olarak görülür. Armağan Dünyası isimli kitabında Jacques Godbout, armağanın aslında günümüz toplumlarında nasıl da hakim olduğunu gösteriyor. Antropolog Marcel Mauss, ‘ilkel’ ve arkaik toplumlarda armağan aracılığıyla kurulan ilişkileri incelediği ünlü eserinde, bu değiş tokuşun temel özelliğinin, tarafları, değiş tokuş edilen nesnelerin maddi değerinin üzerinde ve ötesinde bağlayan bir sosyal bağ kurması olduğunu göstermişti. Bu karşılıklı soyut ‘borçlar’ sosyal dokuyu oluşturuyorlardı.”

Son cümle ile günümüze gelmiş olacağız ama bu konuda daha söylenecek sözümüz olduğu için şimdilik günümüze gelmeyi erteleyelim.

Karadeniz Teknik Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Yardımcı Doçent Doktoru Kemal Üçüncü’nün açıklamalarını görelim.

Armağan vermekteki esas ilke karşılık beklemeksizin vermek olduğu düşünülse de gördük ki, çoğu toplum ve bireylerde hediyeleşmede karşılıklılık ilkesi de vardır. Yrd.Doç.Dr. Kemal Üçüncü adak ve kurbanlarda bu ilkeye sahip (sunum denilse bile) hediyelerdir, armağanlardır diyor.

“Armağan vermekten kasıt beklenilen bir davranışın, durum veya beklentinin gerçekleşmesini; gerçekleşmişse daha güçlü bir şekilde yinelenmesini sağlamaya dönüktür. Bu yönüyle bireysel ve kurumsal iletişimde bir pekiştirme faktörü olduğu görülür.

Pekiştirme ‘bir davranışın ileride yinelenme olasılığını uyarıcı olarak’ tanımlamaktadır. Bu manada olumlu pekiştireçlerin bireyler arası ve devletler arası ilişkileri geliştirici ve kuvvetlendirici bir etkisi olduğu açıktır. Bu çerçevede İslamiyet öncesi kültür geleneğinde ki bazı armağanları şöylece değerlendirebiliriz”



DEVAM EDECEK



Yayın Tarihi16.03.15

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba servgili okurlar. Bahara iyiden iyiye yaklaştığımız bu günlerde sizlere bir çiçekli dal getiremedim ama Pazar sabahınıza tat katacak şiirler getirdim. Bugün iki şairden seçtiklerimi sunacağım. İlki Vasfi Mahir Kocatürk (d. 1907, Gümüşhane - ö. 17 Temmuz 1961, Ankara). Türk şair, oyun yazarı, öğretmen, edebiyat araştırmacısı, politikacı.
Yedi Meşaleciler Hareketi’nin içinde yer alan Vasfi Mahir Kocatürk, halk şiirlerinin biçimsel özelliklerinden yararlanarak hece ölçüsüyle ulusal, epik, lirik şiirler yazmış bir şairdir. Manzum oyunlar da denemiş olan Kocatürk, bir sanatçı olmaktan çok, edebiyatla ilgili kitap ve araştırmalarıyla tanınır. Hayatı boyunca ülkenin değişik şehirlerinde edebiyat öğretmenliği, okul müdürlüğü, milli eğitim müfettişliği yapan sanatçı politika ile de uğraşmış ve Demokrat Parti Gümüşhane milletvekili olarak 9. dönem TBMM’de görev almıştır.

...

SABAH TÜRKÜSÜ

Gün doğdu, kıpkızıl karşı kavaklar,
Yosmam, uyku yetmedi mi?
Rüyadan gözünü açtı yapraklar,
Bağda pırıldıyor top yapıncaklar,
Uyan da kolumdan al sepetimi,
Yosmam uyku yetmedi mi?
Kapının üstünde asmalar yeşil,
Güllerin yürek biçimi,
Saksında kor olmuş iki karanfil
Uyan, ak elinle gözlerini sil,
Yorulan kolumdan al sepetimi,
Yosmam, uyku yetmedi mi?
Yakuttan salkımlar getirdim sana,
Mercandan al ibrişimi.
Kimi taneleri benziyor kana,
Altın damlaları düşmüş bir yana,
Uyan da kolumdan al sepetimi,
Yosmam, uyku yetmedi mi?

Vasfi Mahir Kocatürk

***

ŞAİRİN ÖLÜMÜ

Ne bir damla gözyaşı, ne yerde yaslı bir mum;
Hazin, loş odalarda ölümü sevmiyorum.
Bir çığ sesiyle nasıl inlerse bir uçurum
Benim öyle verecek kalbim son nefesini...

Titreyen dallarını açıp göklere kadar,
Hıçkıracak ney gibi sülün boylu kavaklar,
Talihimin göğsümde hapsettiği canavar
Derin çıtırtılarla kıracak mahpesini...

Ardımda binbir gönül, ıstırabımdan derin,
Matemini tutacak bir mukaddes kederin;
Ölümün gösterecek dünyaya ölümlerin
Hem en şereflisini, hem de en mukaddesini...

Gözlerim çektiğimi ifşa etmese bile
Kalbimden ayrılınca ruhum gelecek dile:
Yüzbin yıllık kâinat hummalı bir vecd ile
Dinleyecek ilk defa ıstırabın sesini...

Her gün bir parça daha fazla yalçınlaşarak
Bir uçurum olunca bana sevdiğim kucak,
Fırtınalı göklerden ölümüm andıracak,
Yıldırımla vurulmuş kartalın düşmesini...

Vasfi Mahir Kocatürk

***

YURT TÜRKÜSÜ

Güzel yurdum, dağlarım
Uzaktan göresim gelir
Keskin esen yellerine
Kendimi veresim gelir.

Gözümde tüter damların,
Sakız kokulu çamların,
Türkü söyler akşamların;
Bana kendi sesim gelir.

Su içtim kaynaklarından,
Gölgelerinde uyudum,
Kuşlarının söylediği
Şen türkülerle büyüdüm.

Ninniyle salladın beni,
Şefkatle kolladın beni,
Sevginle bağladın beni;
Güzel yurdum, güzel yurdum.

Vasfi Mahir Kocatürk

***

Aslen Azerbaycan göçmeni ailenin çocuğu olan, 1936 yılında Sivas’ta doğan Yavuz Bülent Bâkiler, Gazetecilik, yöneticilik ve avukatlık da yaptı.
İlk ve orta öğrenimini Sivas’ta tamamladı. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Bir ara Ankara Televizyonu ve Ankara Radyosu’nda çalıştı. Kültür Bakanlığı müsteşar yardımcısı olarak görevlendirildi. Hisar dergisi şairleri arasında yer aldı...

ANADOLU ACISI

Anadolu, Anadolu, ah Anadolu!..
Bir yanında güzellik, incelik ve nur...
Bir yanında bin yıldan beridir süregelen
Toz-toprak, tezek, çamur...

İnsanlar gördüm sende; imbikten geçmiş gibi
Yüreklerinde sıcak, misilsiz bir merhamet
İnsanlar gördüm yine: Hayın, cahil, asabi...
Taş Devrini yaşayan bir kaba kuvvet.

Sivas'ta, Divriği'de, Erzurum'da, Konya'da...
İnce sütunlar gördüm, şadırvanlar, kubbeler...
Bir yanda oya gibi işlenmiş pembe mermer
Öte yanda öbek öbek, çirkin kaba, şekilsiz
Kerpiçten harabeler...

Bağışlasın şimdi bizi, vatan uğruna
Şehid düşen yüzbinlerce adsız kahraman
Çünkü seller bir yandan götürür toprağımı
Rüzgârlar bir yandan...

Unutulmuş Türklüğün ceylan yürekli töresi
Çiğnenmiş İslâmın koyduğu kesin yasaklar.
Bir avuç buğday, bir tutam ot, bir karış toprak için
Konuşur mavzerler, bıçaklar...

Ve dul kalır kadınlar bir hiç yüzünden
Vurulur gelinler telli-duvaklı.
Bir ağıt başlar sonra yetim kalan evlerde
İnce, uzun, ağlamaklı.

Anadolu, Anadolu, Ah Anadolu
Böyle görmeseydim seni, böyle tanımasaydım
Yüreğim olmasaydı binbir yerinde...
Yaşasaydım yine seni acı duymadan
Anamın Azeri türkülerinde.

Yavuz Bülent Bakiler

***

ANADOLU GERÇEĞİ

Yalın ayaklarınla koştun mu tarla tarla
Duydun mu çıplak toprağın, çıplak insanın yasını
Ağlayan kadınlarla, ihtiyarlarla
Yaşadın mı bir yağmur duasını
Bozbulanık ırmaklarda çimdin mi
Kulak verdin mi yürekten kavala, saza
Bir ipek seccade üstünde gibi, huzurla
Durdun mu toprakta namaza ?

Bilir misin köylerde akşam olunca
Çekilir el ayak ortalıktan...
Bir hüzünlü ay doğar karanlığa sapsarı.
Başlar bir ağıt gibi sulardan, kapılardan
Kurbağa feryatları, köpek ulumaları...

Geceleri süt kokan, gübre kokan evleri
Topraktır hep damları, duvarı kerpiç...
Seferberlik yıllarını dinlerken ürpererek
Tandır başlarında uyudun mu hiç?

Kış günleri trenlerle geçtin mi uzak köylerden
Gördün mü dehşetini, tipinin karın...
Çektin mi hiç acısını istasyonlarda
Tandır ekmeği satan, yumurta satan
Yarı çıplak çocukların...

Kılığın kıyafetin sarmadı beni
Söylediğin türküler bizim türkümüz değil
Başka çeşmelerden doldurmuşsun tasını
Yüreğinde nakış yok, acı yok bizden
Bulutlar rahmetini kesmeden yavaş yavaş
İnsanlar selâmını esirgemeden
Savuş git içimizden...

Yavuz Bülent Bakiler

***

ANALAR

Garibin anası pencerelerden
Yanık türkülerle yollara bakar.
İncecik yüzünde her akşam üstü,
Çizgi çizgi, nokta nokta bir efkar.

Fakirin anası her sabah sessiz
Ağlar çocuğunun aç çıplak durduğuna...
Elleri koynunda kalır çaresiz,
Bin pişman doğduğuna, doğurduğuna.

Mahkumun anası susar, konuşmaz
Suçu kendisinde sanır.
Kaçar insanlardan, aydınlıklardan
Duvarlara bile baksa utanır.

Açılsa üstüm biraz duyar da gece yarısı
Kalkar yatağından gelir.
Bir mübarek el uzanır yorganıma usulca
Bilirim anamın elidir.

Bir merhamet, bir sıcaklık, bir gurur,
"Yavrum" diyen sesinde
Ve günde beş vakit nabzı vurur,
Beyaz tülbentinde seccadesinde

Karımın anası anama benzer,
Öylesine yakın duygulu, ince...
Özü sözü bir yayla gözesi kadar berrak
Oturacak yer bulamaz çıkıp yanına gelince,
Yüreği, destanlar gibi sımsıcak.

Ve alnım açıksa, başım dikse
Dirliğimiz varsa, mutluysam,
Yüzüme gülüyorsa böyle bu şehir...
Bir beyaz zambak gibi pırıl pırılsa yavrum
Ve yavrumsa sevdiren bana her şeyi bir bir
Bu mutluluk, bu düzen, bu bitmeyen aydınlık
Anasının yüzü suyu hürmetinedir.

Yavuz Bülent Bakiler

***

BİR GÜN BAKSAM Kİ GELMİŞSİN


Bir gün baksam ki gelmişsin...
Bir güvercin gibi yorgun uzaklardan yar.
Gözlerinde bir bitmez, bir tükenmez güzellik
Saçlarında ilkbahar...

Bir gün baksam ki gelmişsin...
Gülüşünde taze serin bir rüzgar
Ellerin yine eskisi kadar güzel
Çiçek açmış dokunduğun bütün kapılar...

Bir gün baksam ki gelmişsin...
Hasretin içimde sonsuzluk kadar.
Şaşırmış kalmışım birdenbire çaresiz.
Dökülmüş yüreğime gökyüzünden yıldızlar.

Bir gün baksam ki gelmişsin...
Ne yüzünde bir gölge, ne dilinde sitem var.
Tozlu pabuçlarını gözlerime sürmüşüm
Benim olmuş dünyalar...

Yavuz Bülent Bakiler

***

İzninizi rica ediyorum sevgili okurlar, bana ayrılan yeri aşmayalım. Hepinize mutlu bir hafta sonu diliyorum.



Yayın Tarihi15.03.15

HEDİYE VE HEDİYELEŞME 5

Önceki yazımızda ilkel kabilelerdeki hediyeleşme biçimi “Kula” yı görmüştük. Bu günkü yazımızda gene ilkel kabile hediye kültürü olan “Potlaç”ı göreceğiz.

Kuzey Amerika yerlilerinde görülen bu gelenek malların kamuya dağıtılması amacını taşımaktadır. Erol Gökal 2007 yılında Ankara Aşina Kitaplardan çıkan “İnsan Kısım Kısım” kitabında Potlaç’ı şöyle anlatır:

“Potlaç törenleri sırasında, önce yenilir içilir ve armağanlar verilir, daha sonra da değerli tüm kap kacaklar kırılır, balıkyağı akıtılır, ev eşyaları, dikiş makineleri harap edilir ve hatta evler bile yakılır. Potlaç törenine çağrılmak, büyük bir onurdur. Ancak her konuk, çağrıldığı her potlaç törenine karşılık kendisi de bir potlaç düzenlemek zorundadır. Bu törenlerin artı ürün birikimini önlemek için, biriken fazlalığı topluluğun diğer üyeleriyle paylaşmayı amaç edinerek yapılması nedeniyle, bu törenlerin yapıldığı toplumların yaşadığı kültüre de sosyal bilimlerde ‘potlaç kültürü’ adı verilmiştir. Potlaç kültürü yerine ‘armağan kültürü’ ya da ‘simgesel değiş tokuş düzeni’ tanımları da kullanılabilir.

Potlaç basit bir şölen değildir, yaşamın tüm alanlarını kapsar ve zihniyet işleyişini belirler. Potlaç kültürü, soy ve kan birliği üzerine oturur, yasalar değil karşılıklı rızaya dayalı gelenekler egemendir. Düğün, nişan, sünnet, bayram, zafer vb. olaylarda gerçekleştirilen değiş-tokuş, bu kültürün belirleyicisidir. Maddiden daha çok manevi alışveriş önemlidir; duygu alışverişi yaşamsal bir öneme sahiptir. Bu düzende toplum, hiyerarşik bir görünüme sahip olsa da, aslında söz konusu olan eşitler arasında geçici bir eşitsizliktir; her an statü değişiklikleri olabilir. Özel mülkiyet kavramı yoktur, herkes kardeştir, ben yok biz vardır, servet kolektif bir anlama sahiptir. Servet, bir anda el değiştirebilir. Törenlerde verilenin reddi, bir savaş nedenidir. Aldığınızı çoğuyla iade etmeniz beklenir, aksi halde bir dava ve anlaşmazlık konusu ortaya çıkar.”

Prof. Mahmut Tezcan Potlaç konusunda ise şu tezleri ileri sürüyor:

“Kabile reisleri büyük ziyafetler verirler. Bu ziyafetlerde bol bol yenilir içilir, şarkılar söylenir, dans edilir ve halka hediyeler dağıtılır. Servetini dağıtan şefler dağıttığı oran kadar itibar kazanır. Bu nedenle Potlaç bir gösteriş tüketimidir.”

Bu yanıyla Osmanlı’da uygulanan iftar geleneğinde iftar yemeği sonrasında verilen diş kirası adlı gelenekle benzeşmektedir. Prof. Mahmut Tezcan tezlerinin devamında şunları yazıyor:  

“Potlaçta mülkiyet gösterişçi ve rekabetçi bir biçimde tahrip edilir. Örneğin Kwakiutl Potlaç’ı sırasında battaniyeler yakılmakta, sandallar parçalanmakta. v.s

Bu tür toplumlarda üretim yapıldığı için tüketimi yaygınlaştırmak çabasıyla armağan verilmektedir. Idışmada (armağan değişimi) tek amaç, üretilenin paylaşılmasıdır.”

Prof. Mahmut Tezcan Potlaç’ın bizlerde de bir takım farklılıklarla var olduğunu gösteriyor.
 
“Türklerde Oğuzlar zamanındaki yağmacılığın Potlaç’la pek farkı olmadığı söylenebilir. Boy başkanları arasında yapılması, başkanlar arası yarışma gibi durumlar potlaçlarda da aynen vardır. Eski Türklerdeki ‘yağmalı toy’ kurumu Prof. Eröz’e göre itibar sağlayıcılık yönünden Potlaç’ı andırmakta, fakat toplumsal adalet sağlayıcılık bakımından ondan ayrılır. Burada çılgın bir rekabet ve malların tahribi yoktur. Hakanların, hanların, beylerin varlıklı kimselerin düzenledikleri şölenlerde mallar, yakılıp yıkılmayıp, yoksul tabakalara dağıtılırdı.”

Buraya kadar gördüğümüz hediyeleşme kültürünün ilkellerden günümüz toplumuna sıçrayışını anlamış oluyoruz. Önceki bölümde de buna vurgu yapmıştım. Gelişen ekonomilerle dünyanın yönelişleri arasında ilkel kültürle araya giren değişim metaı paradan fark yoktur. Hatta bu ekonomileri üreten kapitalizm bir yanıyla tek biçimli insan türü oluşturmasıyla tüm teknolojik gelişimine rağmen insanlığı (ne büyük trajedidir ki, kapitalizmi oluşturan gene insan, yani insanlık) ilkellikten bile geri duruma düşürmektedir. Bunu modern hediye anlayışında da görüyoruz. Bu konuda herkesin kabul edebileceği bir görüşte şöyle belirtiliyor.

“Kapitalizmin önemli nirengi noktalarından bir olan tüketim ve dolayısıyla özel günler ihdası üzerinden armağan kültürünü canlı tutma çabası bir ölçüde paganizme geri dönme durumudur. Çünkü hediye üzerinden karşılıklı dostluktan ziyade para gücünü tecessüm ettirmektedir. Zira kapitalist tüketimde marka ve etiket her şeyin önündedir. Bu yol izlendiğinde bile armağan üzerinden bir tabakalaşmanın ya da deyim yerindeyse sanki kast sisteminin oluşturulduğunu gözlemlemek mümkündür.”



DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi13.03.15

HEDİYE VE HEDİYELEŞME 4

O dönemlere özgü ekonomi anlayışına uygun olarak hediye değiş tokuşu ekonomik ve siyasal amaçlarla biçim kazanır. Burada esas olan akrabalığın sürdürülmesi, insan mal ve eşyanın dışarıya çıkmasını önlemektir, soyun devamını sağlamaktır. Bunun için kendi aralarında hediye kız alış verişlerinde bile bulunabilmektedirler (sözün burasında bazı ilkel kabilelere ve kuzey kutbunda yaşayan eskimo’lara gidildiğinde gelen erkek misafire ev sahibi erkeğin eşini sunmasıda hatırlanmalıdır. İzzet ve ikramın bir çeşidi olan bu türe de hediyeleşmenin başka biçimde ortaya çıkması olarak görülmelidir A.G). 

Mahmut Tezcan’ın yazdıklarından Mauss’un hediyelerin bir istem olmayıp, toplumsal zorunluluklar şebekesinin bir parçası olduğunu belirttiğini öğreniyoruz. Mauss burada “Karşılıklılık” kavramını kullanır. Her türlü alış veriş ve paylaşma karşılıklı olmak zorundadır. Hediye alış verişi gibi kişisel ve duygusal bir konuda bile bilinçaltında bir karşılık bekleme vardır.

KULA

Yabancı gurup ve toplumların birbirleriyle ticaret ortaklığı kurmaları biçiminde oluşan ilkel ticaret biçiminde hediyeleşmenin olduğunu görüyoruz. Prof.Dr. Mahmut Tezcan Batı Okyanusya yerlilerinin ticaret yaptıkları yerlere götürdükleri hediyelere isim olan “Kula” yı şöyle anlatıyor.

“Uzun süreli alış verişler sonucu, yabancı toplumlar arasında ‘Ticaret akrabalıkları’ kurulmuş olmaktadır. Bu tür ticaret ilkel ticaretin örneği ‘Kula’ dır. Bu adalarda yaşayan Argonaut’lar deniz aşırı komşu adalarla sürekli ticaret ilişkisi içinde yaşarlar. Bunlar küçük gemilerle açık denizlere yaptıkları seferlere ‘Kula’ derler. Kulanın amacı kolye ile bilezik değiştirmektir. Her denizcinin her limanda kendisini bekleyen bir ticaret ortağı vardır. Karşılama sırasında önce hediyeler verilmektedir. Ortaklık her alış verişte birbirlerine hediyeler vererek bir tür hak helalleşmesi yapmaktadırlar.

Küçük toplumlarda törensel olarak verilen hediyeler, yüksek değere sahip objelerden oluşur.

Kulanın bazı işleri, özenle hazırlanmış sihir ayinleri ve halkın katıldığı törenlerle beraber yürür. Bilezik ve kolyenin ayinli mübadelesi (Kula) yanında trampa ile adalılar arasında pek çok malın mübadelesi sağlanmış olur ki, buna Gimwali denir. Hediye mübadelesinde cimri davranan iktisadi düşüncelere fazla bağlanan kişileri, ‘Hediye verme işini sanki mal mübadelesiymiş gibi yapıyor.’ Diyerek kınar ve kula kurumundan çıkarırlar. Hediyede denklik, hediyeye karşılık verene ait olup kişilerin itibarı buna bağlıdır.”

Bizde de buna benzer bir takım hediyeleşme yok değildir. Küçük ölçekte de olsa bunları görüyoruz. Sadece denklik kuralı pek uygulanmaz. Özellikle yıl sonu hediyelerinde bunu görürüz. Takvim, anahtarlık v.b gibi hediyelikler günümüzde ekonomik nedenlerle terk edilmiş hediyeleşme geleneği olsa bile bilinen Kulaya benzer ticari hediye ve hediyeleşme biçimidir. 



DEVAM EDECEK



Yayın Tarihi: 11.03.15

HEDİYE VE HEDİYELEŞME 3

Karadeniz Teknik Üniversitesi  Fen ve Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Yardımcı Doçent Doktoru Kemal Üçüncü “İletişim canlılar arasında bilgi alış verişinin vazgeçilmez unsurudur” der. “Bu çerçevede iletişim unsuru olarak Türk kültür geleneğinde (dünya kültüründe de durum bundan farklı değildir A.G) armağanlar, diplomaside iç ve dış siyasette, hediyelerin biçim ve içeriği, sunuluş biçimiyle, bu bağlamda taraflar arasında bir iletişim biçimi olarak, ilettikleri mesajlar açısından incelenmesi gereken bir fenomendir” diyerek ekler. Prof.Dr. Mahmut Tezcan’da “hediye geleneği bütün kültürlerde görülen evrensel ve işlevsel bir kültür kalıbıdır. İlkel olsun çağdaş olsun her kültür bu geleneği yaygın biçimde sürdürmüştür” der. İlk bölümünü geçtiğimiz hafta tekrar okuduğunuz (bu diziye şubat ayının ilk haftasında başlamış, rahatsızlığım yüzünden ara vermek zorunda kalmıştım) yazı dizimizdeki amacım bu konuyu enine boyuna incelemek.

Hediye ve hediyeleşmek konulu bu yazı dizimizin bu ve devam eden bölümlerinde hediyenin, öz Türkçeyle söylersek armağanın tarihi süreçte geçirdiği evreleri göreceğiz. Hediyeleşme ister dini ister din dışı biçimiyle olsun, toplum içinde bir öneminin olduğunu kabul etmek gerekir. Her toplumda görülen hediyeleşmenin insanlık tarihi kadar eski bir geçmişi olduğu da akıllarda tutulmalı. Modern antropoloji çalışmalarında ilkel topluluklarda karşılık beklemeden hediye vermenin yanı sıra, hediye değişimi ve hediye ile sosyal bağ kurma, sosyal itibar ve onur kazanmayı amaç edinen biçimlerinin de bir hayli yaygın olduğundan söz edilmektedir.

İlk önce bu kelimenin içerdiği anlam ne, onu görsek daha uygun olur. Hediye veya armağan kelimesinin sözlüklerde anlamı; insanlar arasında sevgi, saygı ve yakınlığa vesile olan ve birine karşılıksız verilen eşya olarak belirtilmiş. Her ne kadar sözlüklerde karşılık beklemeksizin dense de ülkemizdeki yaygın biçimiyle düğün, nişan, sünnet gibi törenlerde karşılıklılık ilkesi vardır ve bu gözetilmektedir. Aslına bakarsanız bence bu tören hediyelerini hediye kavramından çıkarmak gerekir. Daha çok yardım anlamını taşıdığına inandığım bu adet, bu töreni düzenleyene bir bakıma eşyadan çok para verildiği veya altın takıldığı için, ekonomik katkı sağlamaktan başka bir şey değildir.

Şimdide gelelim hediye ve hediyeleşmenin tarihine.

Önce Prof.Dr. Mahmut Tezcan’nın yazdıklarına bakalım.

İlkel toplumlarda hediye geleneğinin Fransız düşünür Marcel Mauss, (1872-1950) tarafından incelendiğini belirten Prof.Dr. Mahmut Tezcan, bu düşünürün karşılaştırmalı yöntemle Polynesia, Melanesia ve kuzey batı Amerika’daki yerlileri incelediğini söyler. Prof.Dr Tezcan’a göre hediye değiş tokuşu ekonomik antropolojinin temel konusunu oluşturur. Bana kalırsa günümüz ekonomilerini şekillendirenler bu örneklerden faydalanmışlardır. Anneler Günü, Babalar Günü, Sevgililer Günü, Yılbaşı gibi özel günlerin, tüketim toplumunun daha çok tüketmesi için kamçılandığı özel günler olması başka türlü açıklanamaz çünkü. 



DEVAM EDECEK



Yayın Tarihi09.03.15

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlar. Bugün sizlere çok yönlü bir şairimiz Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun şiirlerini sunacağım. Önce şairimizi tanıyalım.

Ressam, şair ve yazar olan Bedri Rahmi Eyüboğlu, 1911 yılında Giresun-Görele’de doğdu. 1975 yılında İstanbul’da öldü. Güzel Sanatlar Akademisi’nde başlayan resim öğrenimini Paris’te sürdüren Eyüboğlu, daha sonra Türkiye'ye döndü ve ölümüne kadar Güzel Sanatlar Akademisi’nde ders verdi. Yerel yaşama ilişkin gözlemlerini, yazma, kilim gibi yerel kültürel değerlerdeki malzemeyle buluşturarak tablolarına yansıttı. Tablolar ve gravürlerin yanı sıra büyük boyutlu duvar resimleri, mozaik, seramik panolar yaptı. Bazı desenleri, ölümünden sonra Binbir Bedros (1977), Karadut (1979) ve Babatomiler (1979) adlı kitaplarda yayımlandı. Halk kaynağından beslenen sanat anlayışı şiirlerinin de temeli oldu. Şiir seven sevmeyen herkesin mutlaka duyduğu şiiri “Karadut” ile  ünlenen şairimiz şiirlerinde, masallardan, söylencelerden, türkülerden yararlanarak, doğa tutkusunu, insan sevgisini, yaşama sevincini, toplumsal sorunları yansıttı. Yazıları, Tezek (1975), Delifişek (1975), Resme Başlarken (1977) adlı kitaplarda toplandı.

...

BAHAR VE BİZ

Yılda bir kere çıldırır ağaçlar sevincinden
Rabbim ne güzel çıldırır.
Yılda bir kere uzatır avuçlarını yaprak;
Sevincinden titreyerek.
Yılda bir kere kendini verir toprak
Yılda bir kere yarılır bahçeler hazdan
Rabbim ne güzel yarılır.
Biz de bir kere sevinebilseydik.
Çiçek açmış ağaçlar gibi çıldırasıya.
Kimbilir belki bir gün sulh olunca
Biz de deliler gibi seviniriz,
Ağaçları ve baharı taklit ederiz
Renkli bez parçalarıyla donatırız şehri
Renkli ampuller asarız pencerelerden
Kimbilir belki bir gün sulh olunca
Biz de çatır çatır çatlarız binbir yerimizden
Ağaçlar gibi.

***

ÇAKIL

Seni düşünürken
Bir çakıl taşı ısınır içimde
Bir kuş gelir yüreğimin ucuna konar
Bir gelincik açılır ansızın
Bir gelincik sinsi sinsi kanar

Seni düşünürken
Bir erik ağacı tepeden tırnağa donanır
Deliler gibi dönmeğe başlar
Döndükçe yumak yumak çözülür
Çözüldükçe ufalır küçülür
Çekirdeği henüz süt bağlamış
Masmavi bir erik kesilir ağzımda
Dokundukça yanar dudaklarım

Seni düşünürken
Bir çakıl taşı ısınır içimde.


***

ÇÜRÜMEK

Her şey çürüyor canım kardeşim bu dünyada
Hatıralar bile
O hatıralar ki kafatasından muhkem bir yerde saklıdırlar
O hatıralar ki tüyden hafif
Gök mavisinden duru
Etten kemikten uzaktırlar
O hatıralar ki
Bambaşka bir zaman içre yaşar dururlar
Gel demeden gelir
Git demeden giderler
Nur topu gibi açıldıkları olur bazan
Sonra sızım sızım sızlarlar
Her şey çözülüp gidiyor bu dünyada
Bir biri içinde
Bir biri peşi sıra
Bir tad dudakta
Bir ses kulakta
Sen toprakta çürürsün canım kardeşim
Ben ayakta

***

DENİZ TÜRKÜSÜ

Deniz dediğin bir tarladır
Gülü gül, dikeni diken, tohumu tohum
Toprak gibi verimli, toprak gibi cömert
Betine bereketine kurban olduğum

Deniz dediğin bir tarladır
Uçsuz bucaksız bir tarla
Göbeği insanlarla kesilmiş
Çilesi insanlarla

Deniz dediğin bir tarladır
Sözü pek, eli ağır
Dost gibi güldürür insanı
Dost gibi ağlatır.

Deniz dediğin bir tarladır
Anadır, babadır, kardeştir
İnsan eline hasret
İnsan eli değer değmez ürperir
Binbir yerinden çatlar sevincinden
Nesi var, nesi yok çıkarır verir,
İnsan eli değmemiş denizlere bir damla alınteri
Bulutlar dolusu rahmetten mübarektir.

Deniz dediğin bir tarladır
Bulutlar, güneşler dibindedir
Gecelere gündüzler dibindedir
Yıldızlar mevsimler dibindedir

Zifiri karanlık güller açılır dibinde
Bağlar, bahçeler kat kat, katmer katmer, deste deste
Bağlar, bahçeler zifir karanlık güller
İnsan eline hasret beklemekte.

Deniz dediğin bir tarladır
Kapılar açılır içinde kapılar
Bitip tükenmeyen bereket kapıları
Balıklar akıp gider bölük bölük tabur tabur
Alı al moru mor sarısı sarı.

...
Deniz dediğin bir tarladır
Üstünde başı boş rüzgâr
Gönlünce at oynatır
Üstünde bir avuç tuzlu köpük
İçinde milyonlarca yürek
Milyonlarca öpücük
Bir insan eli arar konacak
Bir insan eli muhkem, sıcak

Hey benim
Boydan boya cömert denizlerle çevrili
Güzel memleketim
Bu yaz tenha denizlerinde yıkandım
İnsan eli değmemiş ormanlar gibi vahşi
Dağ başında unutulmuş küçük kundaklar gibi yetim.


***

GEL VUR

Bak şu güneş nasıl geliyor.
       Sen de öyle gel be!!!!

Bak şu ışık nasıl vuruyor
       Sen de öyle vur be!!!!


***

İSTİDA

Yarab!. İnsan oğullarından çektiğim yeter
Gökyüzünden benim hisseme düşeni ver
Altına dilediğim gibi ömrümü sereyim
Mendil kadar olsun tarlamı ayır
Beni doyuracak ağacı göster.
Rabbim!.. İnsan oğullarından çektiğim yeter

Yalnız senin ellerin gezinsin ömrümde
Beni yalnız sen mahkûm eyle sen azat
Ve yalnız sen canımı iste benden ki
Nereye saklayacağımı şaşırmadan vereyim


***

Okur okumaz vurulduğum bu şiir daha aktif ve daha çalışkan olmamızı öğütlüyor. Bu yönüyle ne kadar doğru ve gerçekçi bir şiir.

...

ÜÇ DİL

En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Ana avrat dümdüz gideceksin
En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde düşünüp rüya göreceksin
En azından üç dil
Birisi ana dilin
Elin ayağın kadar senin
Ana sütü gibi tatlı
Ana sütü gibi bedava
Nenniler, masallar, küfürler de caba
Ötekiler yedi kat yabancı
Her kelime arslan ağzında
Her kelimeyi bir bir dişinle tırnağınla
Kök sökercesine söküp çıkartacaksın
Her kelimede bir tuğla boyu yükselecek
Her kelimede bir kat daha artacaksın

En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Canımın içi demesini
Kırmızı gülün alı var demesini
Nerden ince ise ordan kopsun demesini
Atın ölümü arpadan olsun demesini
Keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur demesini
İnsanın insanı sömürmesi
Rezilliğin dik alası demesini
Ne demesi be
Gümbür gümbür gümbür demesini becereceksin

En azından üç dil bileceksin
En azından üç dild
Ana avrat dümdüz gideceksin
En azından üç dil
Çünkü sen ne tarih ne coğrafya
Ne şu ne busun
Oğlum Mernus
Sen otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğusun.

***
Zülfü Livaneli’nin “Yiğidim Aslanım” adıyla bilinen şarkısının şiiri.

...

ZİNDANI TAŞTAN OYARLAR

Bursa'nın ufak tefek yolları
Ağrıdan sızıdan tutmaz elleri
Tepeden tırnağa şiir gülleri
Yiğidim aslanım aman burda yatıyor.

Bir şubat gecesi tutuldu dilin
Silâha bıçağa varmadı elin
Ne ana ne baba ne kız ne gelin
Yiğidim aslanım aman burda yatıyor.

Ne bir haram yedin ne cana kıydın
Ekmek gibi temiz su gibi aydın
Hiç kimse duymadan hükümler giydin
Döşek diken diken yastık batıyor
Yiğidim aslanım aman burda yatıyor.

Zindanı taştan oyarlar
İçine bir yiğit koyarlar
Sağa döner böğrü taşa gelir
Sola döner çırılçıplak demir
Çeliğin hası da yiğidim aman böyle bilenir
Döşek melul mahzun, yastık batıyor
Yiğidim aslanım aman burda yatıyor.

Bugün efkârlıyım açmasın güller
Yiğidimden kötü haber verirler
Demirden pencere taştan sedirler
Döşek melul mahzun yastık batıyor
Yiğidim şahinim aman burda yatıyor

Mezar arasında harman olur mu?
On üç yıl hapiste derman kalır mı?
Azrail aç susuz canın alır mı?
Döşek melul mahzun yastık batıyor
Yiğidim şahinim aman yerde yatıyor...

Dilinde dilimi bulduğum
Gücüne kurban olduğum
Anam babam gibi övdüğüm
Dayan hey Aslan Ustam
      Abenim
      Yiğidim dayan.
Dayan hey gözünü sevdiğim
Bugün efkârlıyım açmasın güller
Yiğidimden kötü haber verirler.

Sana kökü dışarda diyenlerin kökleri kurusun
Kurusun murdar ilikleri dilleri çürüsün
Şiirin gökyüzü gibi herkesin.
Sen Kızılırmak kadar bizimsin
En büyük ustası dilimizin
Canımız ciğerimizsin.

Bugün burdaysa şiirin, yarın Çin'dedir
Bütün hışmıyla dilimiz
Kökünden sökülmüş bir çınar gibi
Yüreğimiz içindedir.

Bugün burdaysa şiirin, yarın Çin'dedir
Acısıyla sızısıyla alnının kara yazısıyla
Bir yanı nur içinde tertemiz.
Bir yanı sızım sızım sızlayan memleketimiz içindedir.

***

İşte ilk bölümü bestelenen ve Bedri Rahmi Eyüboğlu’nu tüm Türkiye’ye tanıtan şiir. 

...

KARADUT

Karadutum, çatal karam, çingenem
Nar tanem, nur tanem, bir tanem
Ağaç isem dalımsın salkım saçak
Petek isem balımsın ağulum
Günahımsın, vebalimsin.

Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan
Yoluna bir can koyduğum
Gökte ararken yerde bulduğum
Karadutum, çatal karam, çingenem
Daha nem olacaktın bir tanem
Gülen ayvam, ağlayan narımsın
Kadınım, kısrağım, karımsın.

II

Sigara paketlerine resmini çizdiğim
Körpe fidanlara adini yazdığım
Karam, karam
Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam
Sıla kokar, arzu tüter
Ilgıt ılgıt buram buram.
Ben beyzade, kişizade,
Her türlü dertten topyekün azade
Hani su ekmeği elden suyu gölden.
Durup dururken yorulan
Kibrit çöpü gibi kırılan
Yalnız sanat çıkmazlarında başını kaşıyan
Artik otlar göstermelik atlar gibi bedava yaşayan
Sen benim mihnet içinde yanmış kavrulmuşum

Netmiş, neylemiş, nolmuşum
Cömert ırmaklar gibi gürül gürül
Bahtın karışmış bahtıma çok şükür.
Yunmuş, yıkanmış adam olmuşum

Karam, karam
Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam
Sensiz bana canim dünya haram olsun.


*** 

Bu günlükte bu kadar sevgili okurlar. Haftaya buluşmak üzere hoşça kalın.


Yayın Tarihi08.03.15