30 Eylül 2012 Pazar

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 142


Biten eylüle merhaba demek zordur, gelen ekime merhaba demekte.. Hep bir omuzum üşür derin uykularda. Hep kar yağar düşüncelerime. Ekimin ardında kasım bekler. Sisli kasımlar..
Belli belirsiz nesneler göz kırpar içinde, siz acaba dersiniz, doğrumu gördüm? Bazen sisler aralanır içindekileri aşikar ederde doğru gördüğünüzü anlarsınız. Keşke görmeseydiniz sisli kasımları, keşke olmasaydı kasımların içinde omuz üşümelerim. Şairlere inat umudu yiyorum katık edip ekmeğime. Her kasıma rağmen her kısmıyla tükenecek sandığım ve bitmesinden korktuğum umut yeniden çoğalıyor. Yarınlar hepimizin çünkü.

Dünlerden bugünlere uzanan yoldan gelen şairimiz Müştak Erenus’a yer vermeden önce kendisini tanıyalım.

MÜŞTAK ERENUS

1915 Afyonkarahisar doğumlu olan şairimiz ilk ve orta öğrenimini burada okudu. 1940 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra Avukat olarak çalışma hayatına atıldı. 1940’lı yıllarda “Yücel” dergisiyle tanıştı.  Derginin etrafında toplanan genç şairler arasında anıldı. İlk şiirleri “Yücel”in yanı sıra Yenitürk, Kaynak, Şadırvan dergilerinde de yayınlandı. Asıl kişiliği 60’lı ve 70’li yıllardaki şiirleriyle yeni bir aşamaya ulaşarak belirginlik kazandı.

ESERLERİ

Şiirler (1965)
Ölmeye Vakit Yok (1976)
Duyuru (1979)
Çağırın Gidenleri (1986)
Sermaye Destanı (1987)
Kalk Geleceğe Oturdun (1991)

...

BİRAZ DAHA

Bir uzun öykü biter
Yorulur kişileri
Girer derede yıkanır

Yollar inatçıdır
Keçiler ağaçlara tırmanır
Döner döner de bir Temmuz günü
Böceklerle bir köşede tükenir

Çalkanır güçlü denizler
Bütün o delilikler üstüne
Devrilir devrilir de
Varır bir çöplükte yorulur
Yurdum benim
Taşım toprağım
Göğüm ağacım
Çiçekli dikine dikine yamacım
Gelir gelir de
Kötü bir güne dayanır

O öykü öyle bitmez
Yorulmaz kişileri
Varır gün ışığına şöyle
Yunar, yenilenir

Yolların inatçılığı nicedir
Ağaçlarda keçilerin başı vurulur
Köşeler dolandığı yerde düzlenir
Alır bir soluğa götürür
Çalkanır güçlü denizler
Bütün o erdemlikler üstüne
Yücelir yücelir de
Varır o köhneyi kurutur

Yurdum benim
Taşım toprağım
Göğüm ağacım
Gelin çiçekli köklü ağacım
Elbet bir gün gelir
o güzel güne uyanır.

Müştak Erenus

***

BU GÜNLER

Üstümüzde bu şaşkın bulutlar
Küskün bir telâşın peşinde
Nereye gidiyorlar
Ve de bu günler neyi getiriyor böyle
Ve de niçin götürmüyorlar getirdiklerini
Bıktıramazsınız bizleri günlerimizden
Umutlarımız çocuklarımızın gözlerine emanet
Ve de içimizdeki bu tosun sevgi
Yağma yok
Yedirmeyiz kimseye.

Müştak Erenus

***

ÇOCUKLAR AĞLAMASIN

Çocuklar Ağlamasın
Hiç ağlamasın
Güneşte yunmuş bir damla su.
Ama siz ağlayın payınıza düşeni
Bilerek, ederek
Ve de hiç hak geçirmeden
Şu perişan rahatlığınıza
Ne hale getirdiğiniz bu dünyaya
Namusluca, utanarak ağlayın
Ama çocuklar ağlamasın
Hiç ağlamasın

Müştak Erenus

***

DELİLER

Bir gök var üstümüzde
Yıldızlar bir ipte dizi
Bizi gözetleyen varsa yukarda
Neyimiz var ki gizli
İşte insanlar sokaklarda
Kimimiz aç, kimimiz dertli
Gülenlerimiz varsa meydanlarda
Deli

Müştak Erenus

***

ELİN BOZUĞU
Sen karanlıkta hiç türkü söyledin mi
Türkü söyledin mi hiç karanlığa
Hiç yemin ettin mi gönülden
Katıldın mı bir inanca
Yürek dolusu binlerle
Hiç sevdin mi ha
Sevdin mi?
Hadi be.

Müştak Erenus

***

GÜNÜN İÇİNDEKİ

Bu bağışlanmak isteği de
Nerden çıktı şimdi
Cam gerisinde bir başına
Şu kumrunun gözleri
Yeşille karmakarışık
Bir türlü anlayamıyorum

Bu bağışlanmak isteği de
Nerden çıktı şimdi
Bir ömür boyu
Birbirimizi görmediğimiz
Bu güzel başım
Ve sanki bir inada
Yürütüp getirdiğim bu ayaklar
Ve nedense her sarhoşluğumda
Bakıp da özür dilediğim bu ellerim
Bugün benden ayrı ve uzak
Ve güzel güneşe gülüyorlar

Fena yakalandım bu sabah
Göğün mavisine

Müştak Erenus

***

İNADIN GÜZELİ

Kuzguncukta nenemin evi
Nazarlığı yumurtadan çiçekler
Telaş toplardı nenemin elleri
Şeftali yemiş kardeşim
Ağzı pembe bulaşık
Ben daha oynayacağım derdi.

Bazen insanın aklına gelmiyor değil
Hani gidip de şöyle
Gül fesliğen olup dönmek diyorum
Yok öyle yağma şey
Güzelim umutlar içindeyim bu dünyada
Yaşayacağım diyorum.

Müştak Erenus

***

KAPIN ÇALINIYOR

Bir söğüt dalının yeşilini getirdim sana
Üstünde kelebeğin mavisi
Durma işte öyle
Niye geldin diye sorma
Bir nar ağacı gibiyim tepeden tırnağa
Geldim bu söz dinlemez sevgiyle böyle.

Müştak Erenus

***

LORCA KARDEŞİM

Ölmek istemiyorum diyordu içinden.
İri taşlı kirli bir duvar önünde
Fazla bekletilmeden
İki beyaz bulut geçti
Ve iki beyaz kelebek
Mavi bir diken üstünde
Sevişemeden uçtular.

Her şey ortada soğuktu
Ve güneş
Sabahları bilerek dikine çıkıyordu.

Biz bütün bu olanları
Anlaşılmaz bir uzaktan seyrettik
Kapılarımız inadına üzerlerimize çiviliydi.
Korkak sokaklarda sarı ışıklar
Geceler boyu çekinmeden umutları yedi.
Bilinen bir dua için eğri çıkıyordu tepeyi.
Berikiler orta yerde durup
Bir başka şarkı tutturdular
Ve sabahları boşuna erkende
Budalaca düşlerini anlatıyorlardı.
Biri bir kuyu dibinde
Dipten yukarı ışıklara bakıyordu
Yukarda çırpınan bir böcek
Boşuna suyu karıştırıyordu.

İki beyaz bulut
Ve iki beyaz kelebek
Mavi bir diken üstünde
Sevişemeden uçtular
Gün ertesi
Çirkin bir ışıkta
O yıkık taşlı kirli duvar önünde
Koca kafalı bir koyun otlattılar.

Müştak Erenus

***

MERHABA YERYÜZÜ

Eşref saati hayra dolu
Bir cömert günün ortasında
Dönüp de yaşar mısın deseler
Uzayası şu güdük ömrünü
Ve verseler elime anahtarlarını
Tüm geçmiş günlerimin
İstemem derim.

Kalsın eksiğinde o kullanılmış günler
Bir su damlası telaşında
Elini öptüğüm ilk sevgilim
Düşlerimle oynaşan o haşarı renkler
Ve Şükriye anamın ölümü ile yalnayak
Eskişehir istasyon yolu..
İstemem derim
İstemem.

Kalsın eksiğinde o tükenmiş günler
Ama bugün
Yaşamın bu şaşkın destursuz cümbüşünde
Cenklisi cefalısı
Mutlusu belalısı
Benim hepsi bütün günlerim
Hepsi benim
Geceye ateş yakmış
Dağ başındaki bir keşiş inadıyla

Müştak Erenus

***

ÖLMEYE VAKİT YOK

İnanmak gerekir güne
Bütün dertleriyle dün
Durmayın çaba getirin güne

İnsanlar güzeldir
İnsanlar iyidir
İnsanlar güçlüdür
İnanmak gerekir güne.

Kocaman bir yürek taşıdım getirdim
Bütün umacılardan korkusuz
Gelincikler der güzel
Sınırlardan üste
Tüm bayraklardan renkli
Yaşamın temel direği
İnanmak gerekir güne.
Gelincikler toprakta gelindin
İnsanın umudu insanda.
Gerçek korkmadan soyunur
Güzelim güneş alnında.

Kocaman bir yürek taşıdım getirdim
Tüm bayraklardan renkli
Peter Con Pietro Petrovna
Ali

Müştak Erenus

***

TAŞLI YAZI

Üç el yamanmıştı geceye sivri
Korkunun ötesinde ateş yakmıştı çocuk
Kimse bir şey diyemedi

Önce bir yerinden başladı
Kocaman kara kırmızı mor
Kımıldadı deli taşlar, denizler bitti

Çıldırıyordu yağmursuz toprak
Kaynadı ağaçlar kuşlar bulutlar
Doğa yarattıklarını yedi

Sustu insansız dağ taş yorgun
Delinmiş göklerde yıldızlar yerlerine dönüyorlardı
İşte bu upuzun sersemlikte
Çatladı bir küçük taşın sabrı
Daha küçük bir böcek çıktı güne
Yaşamı müjdeledi
Utandı önce o korkusuz kara kırmızı mor
Boşluklara çakılı ışıklar
Doğacak çocuklara sevindi
Açıldı hemen koca gökler
İnatçı bir son bitiyordu
Tüm yağmurlar indi

Üç el yamanmıştı geceye sivri
Ateş yakmıştı çocuk geceye
Kimse bir şey diyemedi

Şimdi yine döndük geldik
Atomlarla
Bu bitmeyen son
Nagazakide kırmızı elbiseli çocuk
Okşarken parlak düğmelerini
Bir anda yamandı göklere
O küçücük güzel elleri

Ve işte görüyorsunuz
Kimse bir şey diyemedi.

Müştak Erenus

***

YARINA AÇAN GÜL

Gergefte kırmızı bir gül gibiyiz
Umutlu ve keyifli
Onurluyuz bu kavgamızda
Öyle bir güç taşıyoruz ki
Kime ne zaman nerede demeden
İşte buradayız.
Bir çelik ki bu zincirin halkaları
Bilek bilek korkusuz
Yılmayan bu yürek güzelliğinde
Böyle elele.

Müştak Erenus

***

YÜREĞİN VAR YA YÜREĞİN

Geceleri yıldızlar örter üstünü
Bilirsin de yine üşürsün.
Kaçışır boşluğa bu korkak sözcükler
Kan ter içinde.
Susar düşünürsün.
Boşuna mı sana bu sevda yaşamda
Bu yürek
Bu insan onuru.
Gölgelerimiz makaslanmışsa yollarda
Silkele bi kez kendini
At üstündeki kurumuş kalmışları
Yaprakları yeniden güneşe
Tut renkleri ellerinden.
Ha şöyle.

Müştak Erenus


Bu haftada bir şair ve şiirlerine yer verdiğim bu yazının sonuna geldik. Her şey gönlünüzce olsun. Esen kalın.



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com

Yayın Tarihi: 30.09.2012

28 Eylül 2012 Cuma

ENGELLİ DÜNYASINDA YENİ BİR ŞEY YOK!


Edebiyatla azda olsa ilgilenenlerin adını mutlaka duyduğu Erich Maria Remarque’ın (Erih Marya Remark) ünlü romanı “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok!” savaşın herkesin hayatına mâl olduğunu, kimilerinin bedenen, kalanların ruhen öldüğünü anlatıyordu. Engellilik böyle bir şeydir işte. Ailedeki herkes savaştan çıkmış gibidir, hepsi bu durumdan etkilenir. Bedensel engellinin yanında ailenin diğer bireyleri de ruhen engellidir.

Çağdaş hayat tarzı, bedenen engelli olanla, engellisiyle ilgilenip uğraşmaktan ruhen engelli olanlara hem eğitim verilmesi, hem rehabilite edilmesini sağlarken, yeni kentsel oluşumlarla  “Erişim ve Ulaşım” konusunda yeni imkânlar getirdi. Bu amaçla 1 Temmuz 2005 yılında erişilebilirlikle ilgili yapılan düzenleme taslağının Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 5378 sayılı kanun olarak kabulü ile yaşanılan fiziki ve sosyal çevrenin erişilebilir olması şartı getirilmiş ve aynı kanunun ikinci maddesinde yaşanılan sosyal çevrenin ulaşılabilir olması için ulaşım öğeleri ile ilgili düzenlemeler gerçekleştirilmişti.

Bu düzenlemeler sonunda 5378 sayılı yasa, fiziki ve sosyal sorumlulukların yerine getirilmesi amacıyla ilgili kurumlara 7 yıllık bir süre tanımıştı. 7 Temmuz 2012 tarihinde biten sürede resmi kurum ve özel kuruluşların kulaklarının üstüne yatarak uyudukları görüldü. 7 yıl boyunca bir arpa boyu yol alınmamıştı. Devlet kendini cezalı duruma düşürmekten alıkoymak için süreyi üç yıl daha uzattı. 7 yılda çözümlenemeyen sorun 3 yıl içinde nasıl çözülür ben bilmiyorum. Bilen biri varsa söylesin.

Bu yaz olimpiyatlar yazıydı. Önce normal olimpiyat oyunları, ardından “Paralimpik”, yani engelli olimpiyat oyunları oynandı. Her ikisi de Londra’da  düzenlenen oyunlarda engelli sporcularımız beklenenin üstünde bir başarı yakaladılar. Az övünmedik hani. Ülkemizde engelli sporcu yetişmesi öncelikle insan hakları ilkesi gereğince oluşturulmak istenen fırsat eşitliği şartına bağlıdır. Bu şartlar gelişmiş ülkelerde yerine getirilmiştir. Olimpiyatlar nedeniyle seyrettiğim bir belgeselde bunlar anlatılmıştı. Londra engelli olimpiyatları sırasında sadece olimpiyat köyünde değil, kamuya açık her alanda, öncesinden günümüze, buradan da geleceğe uzanan biçimde, erişebilirlik-ulaşılabilirlikle de sınırlı kalmadan kullanılabilirliği de sağlanmış. Otellere gecelemeye gittiğinizde rampalar ve asansörlerdeki özeni tuvalet ve banyolarda da görürsünüz. Duvara sağlam biçimde tutturulmuş açılır kapanır tabureler, klozet kenarlarındaki oturma ve kalkmaya yardımcı tutamaklarlar, yer döşemelerinin kaymazlığı hep bu özenin göstergesiydi.

Bizde keşmekeşi andıran şehircilik içinde doğru dürüst yol, banket, erişime hazır binalar, engelliyi taşıyarak ulaşımı sağlayacak toplu taşıma araçları yaygın biçimde kullanılır durumda değildir. Siz hangi sporu yapmaya kalkarsanız kalkın sonuçta engellerle karşı karşıya mutlaka kalırsınız. Kısaca söylemek gerekirse “Fırsat Eşitliği”, “Pozitif Ayrımcılık” sözde kalmaktadır.

Engelli sorunu biter mi hiç? Her gün hükümetler eliyle yaratılmış sorunlar bir engelliyi daha zora sokuyor. Yeni düzenlemelerle engelli maaşı ve engelli bakım parası kesilmektedir. Kesilmekle kalmıyor geri ödemesi de isteniyor. Şu gerekçenin komikliğine bakar mısınız? Ailede bireylerden birinin evlenip evden ayrılması veya ölmesi durumunda kişi başına gelirde artış olacağı için bakım parası kesilir deniyor. Yada yıl sonu harcama faturaları içinde yaşam kalitesini arttırıcı engelli ihtiyacının dışında bir harcama yapıldığı saptanırsa da engelli bakım parası kesilirmiş. Engellinin bir otomobil veya minibüs gibi araç, yada taşınmaz bir malı üstünde varsa engelli maaşı kesilir. Yani anne babanızdan miras bir ev kalsa yanarsınız. Sorarım size; devletin bu yardımlarının IMF yardımlarından ne farkı var? IMF’yi anlarım, o geri ödenmek şartıyla kredi veriyor. O arada harcama kalemlerinizi düşürerek alacaklarını garantiye almak için ekonominize (burada gelişmiş ülkelerin siyasi kararlarını uygulatma düşüncesiyle IMF’yi kullanmasını unuttuğumu sanmayın) müdahale ediyor. Peki devlet engelli yurttaşına yardım adı altında ne veriyor; borç mu, maaş mı? Bu kadar keyfi uygulamalar ancak 3. dünya ülkelerinde olur. Önce engellinizi vererek sevindirin hayatını kolaylaştırın, sonrada verdiklerinizi geri alarak hem üzün hem gene hayatını zora sokun, olacak şey değil.       

Engelli dünyası şu sıralar böyle. Filmini de seyrettiğim o ünlü roman gibi “Engelli Dünyasında da Yeni Bir Şey Yok!”




Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com


Yayın Tarihi: 24.09.2012

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 141


Merhaba sevgili okurlar. Mevsimin değişmeye yüz tuttuğu havaların serinlediği bir döneme yavaş yavaş giriyoruz. Yaz bitiyor, hatta bitti bile. Sonbahar rüzgârları esecek, her sonbahar olduğu gibi yaprakları önüne katacak. Caddeleri parkları çöpçüler günde kaç kez süpürecekler kim bilir? Her yaprak cenazesi kaç umudu tüketecek bilinmez. Eski sevdalarda kalmadı. Yar yolu bekleyen kaldı mı? Hasretten kavrulan var mı? Bunlar kalmayınca sonbaharın önemi kalmıyor. Düşen yapraklar kimsenin yüreğini titretmiyor artık. Çoğumuz için yerde yatan yapraklar çöpten başka bir şey değil. Kanada da olacak sanırım, unuttum; sonbahar yaprakları caddelerden süpürülmez. Romantizmin yaşatılması insanlığın kurtuluşu için çok gerekli görüldüğü için doğanın bilinen özelliklerine pek müdahale etmeme fikri giderek yaygınlaşıyor. Biz zaten dokunmuyorduk. Dokunduklarımızda ortada.

Bugün iki şaire yer vereceğim. İlki Hakan Sürsal, ikincisi Kaan İnce. Bende bu iki şairimizi bu yazı için yaptığım araştırma sonrasında tanıdım. Hakan Sürsal’la başlayalım.

Hakan SÜRSAL 1963 yılında doğdu. Liseyi Ankara’da bitirdi. Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji bölümünü kazandı fakat eğitimini yarıda kesip 1980 de İstanbul’a gitti. Oraya yerleşmeye karar veren şairimiz 1985 de bu kez İstanbul Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Jeoloji Mühendisliği bölümünden bitirdi. Üniversitede okuduğu sıralarda felsefe, dil felsefesi ve sosyoloji üzerine çok çalıştı. İlk edebi yazılarına bu dönemde başladı.

Şiir, öykü, deneme ve makaleleri pek çok dergi ve gazetede yayınladı. Amatör olarak kolaj ve fotoğraf çalışmaları yapmayı seviyor

Türkiye Yazarlar Sendikası, P.E.N Yazarlar Derneği, Türkiye Edebiyatçılar Derneği, Bilim ve Edebiyat Eserleri Sahipleri Meslek Birliği üyesi.

Evli ve bir çocuk babası olan Sürsal İngilizce ve Almanca biliyor.

Kitapları :

is’tas’yön (şiir) : 2005
eşeysiz rodin (şiir) : 2006
karanlık oda gülücükleri (şiir) : 2007
sigaralar ve kargalar (öykü) :2008
mavi revir (şiir) : 2009

...

KÜRESEL LEŞ

işçi durdu, bant yürüyordu
somun dişini sıktı -patron cigara yaktı
apışında çark dönüyordu
kasaya üç beş uçak attı
kadın tüttü, rahminde dinamit büyüttü
eşkıya kundakladı, lokum patladı
kurmay sırt sıvazladı, sırtlan şaşırıyordu
mahmuzlu kedi büyüyordu
çünkü ürüyordu

ip inceydi, direnişçiler döküldü
berlin ters yüzdü, ahtapot yüz süzdü
moskof-heykel sekiz koldan devrildi
hukuk orijinaldi, çan kulesi oryantal
kitap sömürdü, kapital gömülüyordu
keyifçi bankada rastık sürüyordu
siyah kıyıldı, sarı genleşti
latin çığlığa yetişti
paspas yırtıldı -robot güveler dövendi
çünkü şovendi

küreselleşti göbek, iştah kaçıyordu
afiyetli cüceler öğürdü
halk itekledi, halt dürülüyordu
enlem sağdan soldan daraldı
dünya gıdıklandı
kutup kıs kıs gülüyordu
çünkü biliyordu...

HAKAN SÜRSAL
***

UÇURTMA

seninleyim çocuk
kırlarındayım
gözüm değirmen taşı
ana kokusu öğütüyorum

boyanıyorum çocuk
renklerindeyim
kışlık düşler çiziyorum
güneşli resim defterindeyim

aranıyorum çocuk
elimde medeniyet küreği
tarih eşeliyorum
bit dökülüyor önlüğümden
kelleşiyorum
başım yap-boz tarlası

yanıyorum çocuk!
ateşli oyunlardayım
vuruluyorum
tutuklanıyorum kavgama
su oluyorum
suç oluyorum
uç oluyorum
uçuyorum…

HAKAN SÜRSAL
***

BUGÜN

beni baştan aşağı insanla zincirle

gözümü çivitle boya
avucuma sadakan olsun bu garip gün
kıyıya doğru silkele
üstümden çağanozlar dökülsün
yıldızlar üşüşsün başıma
kumdan kulübe yap -pembe
içinde çayır olsun bulut olsun
beni yarenliğe çal
şarkılar söylesin yüreğim
işaretim sussun
başparmak ezmesin böceği
serçe uçsun gitsin uzaklara
yürürüm -ölüm de olsun
yeter ki ayrı dursun çiçeklerimden
ilk benim dudağıma dokunsun
vur sırtıma
çocukluğumdan kalan oyunlarda
çanak çömlek patlasın
tekerlemeler kaçışsın
diretme
garip bir şey olsun bugün

beni baştan aşağı insanla zincirle…

HAKAN SÜRSAL

***


İkinci şairimiz Kaan İnce 1970 yılında Ankara’da doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini Ankara’da aldı. Daha sonra Ankara Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’ne girmeye hak kazandı. 1991 yılının ocak ayında ilk şiiri Milliyet gazetesinde Sanat Genç Şairler köşesinde yayımlandı. 1992’de, Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri'nde, Mektup isimli şiiri yayınlandı. Ağustos ayının ilk haftasında Gizdüşüm isimli dosyasını bir yayınevine verdi. Dosya, yayınevi tarafından kitap olarak basılmaya uygun görüldü. Ağustos ayının ikinci haftasında, 11 Ağustos sabahı Kadıköy, İstanbul’daki bir otel odasından atlayarak yaşamına son verdi.

...

ANNE

hüznün damlalarıdır sevgime yağan
dolduğunda çatırdayan kalbim uçurum yarıklarıyla
dilim dilim kesilmekte gözbebeklerim
sarkarak toza bulanan
işte o zaman
ışığına dolanıp düşlerinin göğsüne yatardım
karışık sesinle kanat çırpardı sesim
elllerine erir karışırdım ıslaklığına
eğirmek isterdim kestane saçlarını iğle saçlarıma
zorlu anlarımda çıkıp gelirdin hep yanıma
eziyetle yürüdüğün yeter
dökünüyorum yorgunluğunu bedenime
sarnıçlarda yağmurlar dinlenirken senin için
anne, gül et beni kederine

KAAN İNCE

***

AŞKTAN

İmgelerde yaşanacak aşk bırakmadım
Tüm güzellikler donup kalıverdi karşımda
Hüzün kaçıyor penceremden koşarak
Ölüm kayboldu geceye karışıp
Bir kolunda gözyaşı diğerinde acıyla

KAAN İNCE

***

GECE ŞİİRLERİ


D E V R İ K Y Ü R E K S A V U N M A S I

Çiy doladım kasnağına gecenin. Işıksızlığın hep
yoksul yalnızlıklara çıkması doğurur o rüzgârı.
Giz dizilmiş çardaklar incir kokulu, çiçek hattı
gözlerine doğru. Kokunda korku. Kafka; mürekkebini
içtiğim mevsimsiz aşk. Ölümün önünde yayılan;
çıbanı yüzümün. Devrik yürek savunması ömrüm.
Yaşlı bir adam vurgun yemiş. Kuşlar. Düşler.
Kapılma saatleri, basamaklarında ateş yatan zaman
merdiveninin dik soluğuna. Ve çekip giden bir ben,
aynı denize, irkilen iskeleden.

2. I S S I Z L I K S Ü R Ü S Ü

Sıcak bir buğu düşürdüler ceplerinden, kışın gelişini
gözlerime yıkan gölgeler, ölüme giderken. Sonuna vardım
ufuk renginin, gündüz rüyalarımda gördüğüm. Gün sayıyor
kör eşgalim. Sönüyor gülüşüm, gülün bağrında ikindi vakti.
Zaman çağlıyor, ömrümü biçmeden. Çölde ıssızlık sürüsü
gecelerim. Pencerelerden akan yollarda usulca büyüyor
hüzün. İsyan dumanları. Bir kıyı, boğulduğum. Suçluyum.
Talan edilmiş sokaklara yeleler taktım, yenilgilerimi
asmak için. Korku salmış düş dudaklarına. Üzgünüm.

3. B U Y R U K

Gecenin deniz kanatlarında, bir kuşun sesine dalmış
düş topluyorum, gözlerime öpücük. Kendine açan bir ışığı
emiyor kalbim. Kara tren, sisler durağında akıntısı
kavuşmanın. Ten, sahili gurbetin. Dalga dalga köpürüyorum
aşka. Buyruk: Tez boynu vurula!

4. H A R İ T A

Haritası parçalandı ellerimde gecenin, bir yitiriş değil
bu, sınırları tutamadım yerinde, gözlerime doldu sular,
şimdi zaman oynak bir gölge. Nasıl başlasak geri dönmemek
için? Hüzünkıran ardında saklanan kalbimle, artık, okyanuslara
açılmak geçmeli içimden. Biliyorum. Ama kavuşmalar ayrılıktır
bazen.

KAAN İNCE

***

GİZDÜŞÜM

Boşlukta kemiklerin kanattığı karanlık: Sürekli,
geceye bölünen saatlerin asıldığı yer. Kıyı boyunca
çalınan sabah: Esrik tin. Sehpada unuttum başımı, us yitik.
Divansızların bembeyaz ayetleri gibi peşin hüküm giydik.
Gözlerim deniziğnesi.
Kırıl benliğimin benli gözenekleri
İçinde, sürgünlerin gizli sessizliği.
Alnıma dayarım güz görümlük ömrümü, seherin cılız eliyle.
Uzaktaki vahşi güle hüzün kokarım. Ve ölüm ardıma leke
düşer, gözlerimden çekilen sıcaklık korkuluk yüzümde
soğur soğur, iki kaş arasında yenilir kendine uzun yol.
Çiçek tüter düşler karanlığı kısıp pencerede
gök uçurtma çeker yıldız çölüne
Bir ışık örtüsü açılacak göğe, acılaşan gecede; suya ateş
düşüp kirpiklerime gömülecek, yüzüme sıkışmış erguvan
ölüleri. Dilenci kızlara serpinti yağmurun kırık sesi.
Ay batışı gözlere iki ezgi gibi hüzün çökerim, tetikte
yalnız kalan gölgemle. Sıkıntımın yıldız sefası, n'olur
kapatma kollarını, sakalıma basma sabah. Denk cepheli
çalışmalar ederi kadar başlık paramız, asmayın bizi.
Güvencin uçuşu, alabildiğine rüzgâr;
gez arpacık göz tetikte.
Ölüm açmazda bekleyen kuş seslerine sağanak: Bakire
umutlar. Görünmez viranlığım. Çiğ damlacıkları...
Soluğunda sevişen fesleğenlerin, üç kulaç kurşuni sudan
gözlerini saran kokusu; sendeleyen hoş bir yaşam,
inanç yüklü gülüşlerde. Gecenin sararmış mühründe billurlaşan
sessizliğe dolunay doğarım.
Düş artık yakamdan
güneş kırıklarına dadanan sevda.

KAAN İNCE

***

KAN

yüzün yakamozlanır akşam saatlerinde
kime çıkmaz piyangosu hüznün
belki de sombalığa en son
ve demir kırı bir taya
ertesi yasaktı, es vardı
bir tek uzun gecelerde

çıkrığında intihar edeceğim kuyu
zaman kuyusu, soluksuz ve ıssız
inip çıkar ölüm, durana dek yüzümdeki
sevişen kederlerle gülün gümü
adımdan çıkardım bir a
gözlerimde gezer geriye kalan

KAAN İNCE

***
Okuyacağınız şiir şairimizin intihar etmeden önce yazdığı mektuptur. Bu şiiri rica etsem intiharın eşiğindeki insanla hemhal (ben empati kuramam, hemhal olurum) olarak okur musunuz? 

MEKTUP

Yarım kalmış acılar denizi pencereme konardı geceyle, savrulurdum. Gözyaşı kokusuyla dolu bir kuğu, zamanın sonuna kalkan, sürgünümdü; göz mavisi duman, sessizliğim. Aktım ölü deniz kızıyla gökkuşağı saklı mektubun içine, pulumuz rüzgar oldu, postacımız güvercin. Civa gibi eridik kabımızda. Kırmızıya gittik. Hemen yokladım yüzümü yağmurun yuva yaptığı ellerimle. İyice şaşırmıştı alıcısı vapur ıslığımızın. Saplandı gözlerimin ışığı yeni güne.
Mermer bir kayıkla geri döndük
     diğer yarısına acının,
       usulca çekildi deniz,
          son bulduk, yenildik.
Artık yataksız bir liman yüreğim, soğuk ve loş. Kırık
düşlerim. Serçelerde gözlerimin buğusu. Buruk içim.
Böylesi bir yenilgiyi beklemediğim için
    sabahın en serin ucunda bağıran ben
     intihar edecekmiş gibi sıkıyorum
       düşük boynuma asılı sonbaharı.
Çekildi yaşanan hıçkırıklara, yaşanmayan düş kırıntılarımızla boğulduğumuz odaya. Düştü saat duvardan, telefon diye çevirdim yelkovanı: İmdat. Akrep soktu kendini. Çan sesleri, ezan sesleri, mart sesi, çatılarda kaldı gecenin gizi. Unuttum mektubun içinde boğulduğumu. Elveda.

KAAN İNCE

***

YAŞAMA SEBEBİ

sıkmışım dişlerimi gözlerim kanayana kadar
çeyizimizde hüzün motifleri
göçebe bir ağıt göğsümün derinliklerinde
bu aşkın dönüşü yoksa
duman kırığı gözlerinde gecenin hıçkırıkları
kırık keman sesi ve adağım var
moraran hercai düşlerim ateşi delip ıslatır mendilimi
kalbime dolar -sonsuz uykuma- korkuya susamış yasadışı bir rüzgâr

bu aşkın dönüşü yoksa
suya düşer kokusu menekşelerin
deniz her zamankinden daha köpüklü
serçeler bi garip ötüşlüdür
martıları mavnalarla başka türlü danseder hamuruna sevgi katılmış bu dünyanın

küflü yüzler yok hiçlik de
hani ne derler gözlerinden öperim çocuk, gamlı sevda, şiir
ne’m kalır geriye gülüm seni alırlarsa benden
tiksintiler toplamı umutsuzluk sapağında ölüm

KAAN İNCE

***

Bu haftalıkta bu kadar. Haftaya başka şair ve şiirlerle buluşuncaya kadar kendinize çok iyi bakın. İyi pazarlar, iyi hafta sonu tatilleri...



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com


Yayın Tarihi: 23.09.2012 

YAŞADIĞIMIZ GÜNLERİN ÖZETİNİN ÖZETİ


Bir koyup 3 alacağımızı söyleyen rahmetli Özal döneminde Amerika’nın ilk körfez harekâtından az önce Irak’ın Kuveyt’e girmesi sağlanmış, sonrada çıkması istenmişti. Saddam çıkmamakta biraz direnince nükleer silahlara sahip olduğu iddiasıyla vurulmuş zaten çıkmak için yer arayan Saddam şaşırtılmıştı. O sıralarda liboşlarımız demokrasinin Ortadoğu’ya da  geleceği umuduna kapılarak gönüllü kalemşörlüğe soyunmuşlardı. Irak’tan geri alınan Kuveyt gene Kuveyt Emirine teslim edilerek demokrasi samimiyeti konusunda liboşlarımıza güzel örnek olmuşlardı. Ama liboştu bunların adı, bir hoştu kendileri, rahat dururlar mıydı hiç? Onlar yol kazası olarak gördükleri bu durumun daha ileri bir boyutta, daha derin etkilerle bütün Ortadoğu’nun gerçek demokrasiye kavuşacağı masalını anlatmaya başladılar.

Bırakalım liboşları liboşluklarına devam etsinler. Şimdi bu masalı anlatacak değilim. Bu masalın gerisi; daha doğrusu asıl niyet masaldan daha önemlidir. Yapılmak istenen şey Ortadoğu’ya demokrasiyi getirmek değil, geniş ve güvenilir Pazar haline getirmek ve kaynaklarını yağmalamaktır. Onun adına demokrasi denebilirse artık..

İletişim çağında her şeyin açıkta yapıldığı, olan bitenin açıkça görüldüğü, hiçbir şeyin saklamaya gerek duyulmadığını söylesek abartmış olur muyuz? Günümüz emperyalizmi, karşısında direnecek bir güç olmadığı için göstere göstere oyununu oynuyor.

Emperyalizmin “öncü kuvveti” Amerika emperyalizminin dünyaya şekil verme amacıyla yaptığı müdahaleler, bu müdahalelere uygun bir durumu oluşturmak üzere kişileri güdülendirme propagandalarıyla sinema filminden müziğe kadar ne varsa kullanmaktadır. Bu ülkelerde “insan haklarının diktatörler tarafından rafa kaldırıldığı, ülkelerin içindeki etnik ve dini unsurların sistematik olarak ezildiği, bu nedenle bu ülkelere Özgürlük ve demokrasi götürmek gerektiği“ işleniyor.

Ne hikmetse Suudi Arabistan ve Katar gibi birkaç şeyhlik bu propagandanın dışında tutulmaktadır. Onlar haberimiz olmadan demokrasiye mi geçtiler yoksa? Yok canım, ne gezer? Onlara finansörlük verilmiş paşa paşa yerine getiriyorlar. Türkiye eliyle Suriye muhaliflerine yardım edilirken bu iki devletin 10 milyar dolarla katkıda bulundukları haberleri gazetelerde yer aldı.

Peki bunun bize yansımaları ne olacak? Sormaya bile gerek yok aslında. Her gün aldığımız şehit haberleri bize yansımaların ne olduğunun göstergesidir. Giderekte insan kaybımız artıyor. Sonuçta toprak kaybı riskide var.

Kayıplarımız iki nedene bağlanabilir;

1: Suriye kendi üstündeki eli çekmesi için Türkiye’ye misilleme yaptırıyor.
2: Ortadoğu’da kurdurulmak istenen kürt devletinin lideri Barzani için PKK saf dışı bırakılırken, AB gibi (Irak, Suriye, İran ve Türkiye’deki Kürtlerin ayrı ayrı kuracağı devletin ardından) bir kürt devletleri birliğiyle kurulacak birlikteliği savunan Türkiye Kürtlerinin savunucusu PKK, sahnede kalabilmek ve yapılan yeni anayasada isteklerinin karşılanmasını zorlamak amacıyla şiddeti ve terörü arttırıyor.

Her iki neden yaşadığımız günlerin özetidir aslında.

İşin dahada özetini ister misiniz? Amerika’daki “Coni”ler zenginliklerini kaybetmesin diye genelde Ortadoğulular, özelde Türk “Can”lar katledilmektedir. Kimileri buna bilerek veya bilmeyerek alet olmaktadır.

Kimileri sözcüğünün içini istediğiniz kişi ve partilerle doldurabilirsiniz. İktidar, muhalefet yada Ali ile Veli fark etmez, gönlünüzden kim geçerse uygundur.

En uygunu bana göre öncelikle iktidardır.




Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com


Yayın Tarihi: 21.09.2012

MUTFAK MÜZİK VE MİMARİ 2


ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE

İlk bölümde enerji kaybımızın uyarısı olan acıkma olgusunu gidermekle başlayan mutfak kültürünün tek başına bir kültür olmadığını buna müzik ve mimarininde dahil edilmesi gerektiğini belirtmiştim. Oktay Ekinci’nin mutfak ve mimari konulu yazısından alıntılarla sürdürdüğüm yazımıza bu son bölümle kaldığımız yerden devam edelim. Oktay Ekinci’ye sözü bırakıyorum. 

“Kimlikli yaşamak sadece boğazdan geçmiyor; yöresel mutfaklarla bütünleşmiş mimariyi de yaşatmak gerekiyor. Tıpkı Beypazarı’nda çayın eşliğinde yediğiniz “kuru”daki tadın, konuk olduğunuz geleneksel evlerden süzüldüğünü gördüğünüz gibi; ya da Safranbolu’da diyet yapanları bile yoldan çıkartan “su böreği”nin ancak o muhteşem konakların mutfaklarında yaratıldığını fark etmeniz gibi…
Sofralar ve evler
Yöresel tatlarımızla övünürken, o tatların yaratıldığı yerel mimariye neden özensiz kaldık?”

Damak tadı zevki denen şey öyle kolay oluşmamış, binlerce yıl denene denene günümüze ulaşmıştır. Bunları deneyenler yaşadığı çevresel özellik ve güzelliklerden ilham almıştır. Hep üzerine koya koya.. 

Oktay Ekinci’nin söyledikleri yabana atılır şeyler değil. Her yemek yediğimizde aklımıza gelmesi gerekir.

Örneğin Malatya’nın kayısısı olağanüstü ise, “Eski Sinemalar Caddesi”nin yeniden o unutulmaz akşamların yaşanacağı hale getirilmesi, kayısıyı yaratan emeğe karşı da bir borç değil midir?
Ya da Kars kaşarıyla ve dünyada eşi olmayan gravyeriyle övünebilmenin koşulu, bu lezzetleri miras bırakan tarihsel kültüre ait mimari ve kentsel dokunun da aynı gururla korunması olsa gerek.
Edirne peyniriyle gururlanmanın yolu da başta Selimiye olmak üzere anıtsal yapılarla taçlanmış kentin, sofralarında aynı peynirin eksik olmadığı geleneksel evlerini de yaşatmaktır.
Hele Kayseri pastırmasının, sucuğunun ve tabii ki mantısının lezzetini yaratan kültür birikiminin, söz gelimi tarihi Tavukçu Mahallesi’ndeki eşsiz taş evlerden, Ağırnas’taki (mimar) Sinan’a ilk ilhamı veren ‘yeraltı kenti’nden; güvercin gübrelerini toplamak için yapılmış ‘kuş evleri’nden geldiğini görmek gerekiyor...”

Hiç kimse doğup büyüdüğü çevreden ayrı yetişmez. Herkeste annesinin yaptıklarından bir tat vardır. Bu ilk adım yereldir ama daha sonra mimar Sinan örneğinde olduğu gibi evrenselleşir.
Şehir olgusunu bu açıdan önemsemek gerekir. Bizdeki çok sayın (kendinden menkul değerler) belediye başkanları belli çevrelere rant yaratmaktan önlerini göremedikleri için geleceğimizi harcadıklarının farkında değiller.

Gene sözü Oktay Ekinci’ye bırakalım.

“Bursa’dan kestane şekeri alacaksanız, karayolu kenarındaki mola yerlerini değil, kentin içine girip Muradiye’den Yıldırım’a gezindikten sonra kuşaktan kuşağa hizmet veren eski dükkânları yeğlemelisiniz.
Burdur’da ceviz ezmesini tadacaksanız, zaten tarihi çarşıdaki helvacıları ziyaret etmekten başka şansınız yok. Üstelik helvanın nasıl hâlâ geleneksel usullerle yapıldığını görüp daha çok alabilirsiniz…
Diyarbakır’da kaburga dolması için sizi ne yazık ki Suriçi’ndeki eski kentin gizemli sokakları yerine sur dışında bir lokantaya götürecekler… Aynı çelişki Adana’da da var. Efsanevi Adana kebabının en mükemmeli için tarihi kentteki kebapçılar yerine ‘kimliksiz Yeni Adana’daki ‘hangar’ gibi ‘fast-food’lokantaları tavsiye edebilirler...
Gaziantep’te ise ister kebaplarını, ister fıstıklı baklavalarını merak edin, eski kentteki lokantalar yüzlerce yıllık lezzetleri ikram ediyorlar...
Bu örneklere başkentimizde Ankara tavasını, Tokat’ın kebabını, Mardin’in badem şekerini, Kocaeli’nin saray helvasını, Kilis’in pekmezini, Ordu’nun mıhlamasını, Balıkesir’de tiriti, Trabzon-Akçaabat’ta, Tekirdağ’da ve İnegöl’de‘köfte’yi, Konya’da etli ekmeği, Amasya’da çatal çorbasını, Mersin’de aslında tarihi olmayan ama yöreselleşen ‘tantuni’yi, Bayburt ve Erzurum’da ‘cağ kebabı’nı ekleyin...

Eklenmesi gereken ama unutulan bizim ıslama köftemizde var! İçecek olarak şalgamla beraber yenilen ıslama köftemiz yaşatılmayan kent mimarimizin yaşatılan mutfak kültürüdür. Ne yazık ki evlerimizde değil lokantalarımızda yer bulmaktadır.

Oktay Ekinci’nin yazımıza ilham veren konumuzla ilgili yazdıklarının sonuna geldik. 

Ya da Şanlıurfa’nın çiğköftesini, Erzincan’ın tulum peynirini, Van’ın otlu peynirini, Zonguldak’ın Osmanlı çileğini, Düzce’de Çerkez tavuğunu, Giresun’un fındığını, Eskişehir’de ‘çiğ böreği’, Bolu’nun orman kebabını, Artvin’de Laz böreğini, Kütahya’nın ‘cimcik’ini, Antalya’nın reçellerini, Kastamonu’nun dibek kahvesini, Antakya’nın kendi peyniriyle künefesini düşleyin…
Benzer şekilde Kapadokya’nın şaraplarını, Kahramanmaraş’ın Hititler’den miras dondurmasını, Rize’nin Anzer balını, İzmir’in ‘çupra’sını ve daha nicelerini anımsadıktan sonra “rakı, balık Ayvalık” gibi şiirleşen yöresel yeme içme keyiflerini de “ait oldukları kentlerin geleneksel mimari değerleri”ne gösterilen; ya da gösterilmeyen özenle kıyasladığınızda, özetle şu söylenebilir:
Kimlikli yaşamak için midemize düşkünlüğümüzü nasıl yöresel mutfakla gideriyorsak, “karakterli kentliler” olabilmek için de geçmişten miras sivil mimarimize aynı ilgiyi göstermeliyiz.
Aksi halde beton yığınlarında yaşamaya mahkûm “yerel yemek obezleri” bol bir toplum olacağız...

Tıpkı rap müziğine vurularak müziği katletmek gibi. Şimdi kulak obezleri var artık. Onlar müzik yapmıyor, anlaşılmaz süratte konuşuyorlar sadece. Konuşmanın bile bir müziği vardır, onlarınsa sinir bozmaktan başka bir şeyleri yok! Amerikan İngilizcesinin bozduğu Türkçeyle tek düze sıkıcı hikâyeler anlatmaktan başka şey olmayan rap müziği ve fastwood yemek tarzından hangi mimari doğar dersiniz?

 



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com



MUTFAK MÜZİK VE MİMARİ 1


Hiç düşündünüz mü, yemeğin mekânla bir ilgisi olduğu aklınıza gelir mi? Karın açlığı dediğimiz enerji kaybının uyarısı üzerine evde yada bir lokantada yemek yerken karın doyurmaktan başka konular gözetilir mi sizce? Herkesin temizlik ve lezzet üzerinde duracağını tahmin etmek zor değil. Çünkü bunlar yemek yemenin ilk etabında aranan önemli şeylerdir. Mekânın önemide bu konuyla sınırlıdır sanıyorum. Oysa mekânın önemi sadece bunlarla sınırlı kalmamalıdır. Bana sorarsanız bunlara müzik ve mimari de eklenmelidir. Bu üçü toplumsal kültürü oluşturan çok önemli sacayağıdır.

Yemek, müzik ve mimari bir milletin karakterinin önemli göstergesidir. Bunların üçünü birbirinden ayırmak imkânsızdır. Büyük mutfakların büyük mimarisi, büyük mimarinin büyük müziği olur. Geleneksel Türk mutfağının zenginliği düşünülürse müzikte “ıtriler”, “dede efendiler” mimaride mimar Sinan’ı yetiştirdiği dönemin zenginliğinden olduğu görülecektir. 19. hatta 20. yy’ın ilk yarısında neoklasik dönem bitene kadar gelen (bu dönemin sonu Münir Nurettin Selçuk’un ölümüyle başlar) Türk müziği, müzikle birlikte Türk mimarisi de zengindi.

Sofraların mimariyle ilk ilintisi evlerimizle başlar. Şehirleşmenin çarklarına sunulan adak gibi kurban ettiğimiz klasik şehirciliğimizin ünlü konaklarının yerini koca koca Alış Veriş Merkezleri (AVM’ler) aldıkça, oralarda hamburger, pizza gibi (şeker hastalığını arttıran, dolayısıyla alzheimer'e yol açan ve obeziteye davetiye çıkaran) garabet yiyecekler satıldıkça yeme alışkanlıklarımızdan korkarım eser kalmayacak. Sonuçta sofra adabımız değişerek ortadan kalkarsa şaşırmayalım. Sofra bir ailenin buluşma yeridir de. Çok şükür büyük şehirlerdeki küçük bir azınlığın dışında her akşam sofralar kurulmaya devam ediyor. Mutfakta pişen ailece keyifle ve iştahla yeniyor.

Yıllar önce yazar Oktay Akbal’ın “önce ekmekler bozuldu” adlı bir kitabı yayınlanmıştı. Kitabın adını duyardım ama kendisini hiç göremedim, dolayısıyla okuyamadım. Ben o kitabın adından yola çıkarak önce ekmekler bozulursa orda müzikte bozulmuştur, mimaride diyeceğim. Günümüzde olduğu gibi. Her yanı AVM’ler aldı. Oysa biz AVM’leri çok daha önce çarşılar kurarak batıya öğretmiştik. En ünlü çarşımız İstanbul’daki kapalı çarşımızdır. Bugünkü AVM’ler hem büyüklük, hem ürün çeşitliliği bakımından onun yanında cüce kalırlar.

Bu yazıyı Cumhuriyet gazetesinden Oktay Ekinci’nin “Uygarlıkların İzinde” adlı köşesinde yayınladığı “Anadolu’da Mutfak ve Mimarlık” adlı yazısını okuyunca çok etkilenerek kaleme aldım. Gerçi o yöresel mimari ve mutfaktan söz etmiş. Benim sözünü ettiğim daha üst düzey kültürüyle halk kültürünün birbiriyle kopmaz bir ilintisi var.  

Oktay ekinci başlangıçta şöyle diyor:

“Yöresel yemeklerimizi yaşatırken, onların yaratıldığı evlerin yok oluşuna aldırmıyoruz
Bitlis’le Siirt arasında ‘Büryan bizimdir’ tartışması alevlendiğinde görüşümü soranlara demiştim ki; ‘Tarihi kent dokusunu hangisi daha iyi korumuşsa büryana sahiplenmek onun hakkıdır.’ Çünkü ünlü türküsündeki ‘beş minare’si bile beton yığınları arasında ‘yok!’ olan; içinden geçen Bitlis Çayı’nın üzerini devasa Özel İdare İş Hanı’nın kapattığı bir kent, büryanını nasıl hak edebilir ki?

Aynı durum Siirt için de geçerli. Kuşaktan kuşağa süregelen tarihi çarşı ve pazarları yaşatmak yerine süpermarketlere heveslenmesi, aslında kimliğini de terk etmesi demek değil miydi?”

Günümüzün gerçeği ne yazık ki bu. Şehrin güzelleşmesini batı ülkelerinin kentlerine benzemek olarak anladık. Dünyada da böyle çılgınlık var. Suudi Arabistan’da Mekke’deki kutsal Kâbe etrafındaki çok katlı otelleri fotoğraflarda görünce paranın ibadete bile egemen olduğunu anladım. Gelen hacıları birkaç kilometre ötede olabilecek otellerden araçla getirmek yerine Kâbe’nin dibine kurulmuş otellerle ayak üstü yapmak başka nasıl açıklanabilir? Turizm gelirlerini arttırmakla hac gelirlerini arttırmak arasında siz bir fark görüyor musunuz? Oysa Osmanlı dedelerimiz, oranın siluetinin korunması için elinden geleni yapmıştı.  

Gelelim büryan meselesine..

Büryan biz Rumelilerinde önemli bir yemeğidir. Bitlis’li mi yada Siirt’li mi olduğu tartışılan büryanın bizim büryanımızla benzerliği var mı bilmiyorum. Belki de sadece isim benzerliği olan bizim büryanımız parça etli, soğan ve kırmızı toz biberli, tepsiye dizilip fırına verilen pirinç pilavıdır.  

Oktay Ekinci mutfak ve mimari konulu yazısında devamla şunları söylüyor:

“Bir Bitlis gezimizde çirkin yapı yığınları arasında yol ararken trafik polisi durdurarak demişti ki; ‘Ters yöndesiniz!’
‘Bu kentin neresi düz ki?’ diyemedim elbette…
Karşıdaki ‘büryancı’yı gösterip ‘Şurayı arıyorduk, tabelayı göremedik’ dediğimde cezadan kurtulduk.
Polis de Bitlis büryanını tatmamızı önemsiyordu.
Ne var ki o toz duman caddede ne büryanın tadını anlayabildik ne de tandırda pişmesini hayâl edebildik. Oysa örneğin Muğla büryanını asırlık“yayla kahveleri”nde yediğinizde, eski kentin neden korunduğunu da anlayabiliyorsunuz...


DEVAM EDECEK


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com

NOT:
 (şeker hastalığını arttıran, dolayısıyla alzheimer'e yol açan ve obeziteye davetiye çıkaran) cümlesi gazetede yayınlanan biçimiyle bulunmamaktadır. Bloguma bu yazıyla bugün (28.0912) ekledim.


Yayın Tarihi: 17.09.2012

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 140


Merhaba sevgili okurlar;

Yazmaya başladığım 3 haziran 2009 Çarşamba gününden beri Pazar günlerini önceleri kendi şiirlerime daha sonra tanınmış veya tanınmamış olmasına, yada hangi görüşten olduğuna bakmadan şair ve şiirlerine ayırıyorum. Çoğunlukla tanınmış şairler ve sevilen şiirleri yer aldı. Bu köşeyi yazarken inanın bende öğrenci gibi çok şey öğreniyorum. Örneklersek; Oğuz Tansel tanıdığım bir şair değildi. Ona yer vermeden önce şiirlerini okudum. Beğendiğimi belirtmeliyim. Gerçi ben her beğendiğimi değil bazen beğenmediklerimi de bu köşeye alıyorum. Tek “ölçütüm” (şu Allahın belâsı yabancı hayranlığımızın son ürünü “kriter”in Türkçesi) bireyin haklarını, ülkemiz geleneklerini koruyan basın ahlâk ilkeleridir.

Bugünkü şairimiz Oğuz Tansel 1915 doğumludur. Doğduğu yer il olarak belirtilmemiş, sadece Batı Toroslar’ın kuzeye bakan Meyre köyünden söz ediliyor. Bu Meyre köyü hangi il veya ilçeye bağlı, es geçilmiş. Şairimiz İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirmeden yeterlilik sınavına girerek 1938 yılında Ortaokul öğretmeni oldu. 1969 yılında sağlığı bozulunca emekliye ayrıldı. Ölçü ve kafiyenin gözetildiği ilk şiirleri 1937 yılında Servetifünun’da ve Varlık dergisinde yayınlandıı. Sade bir söyleyişe ulaştığı şiirlerinde toplumsal gerçekçilik ilkelerine bağlı kalarak; sevgi, kardeşlik, özgürlük, barış ve eşitliği işledi. Halk söylemini, folklorik ögeleri bolca ve ustalıkla kullandı.  Masallar derledi.

Türk Dil Kurumu Çocuk Edebiyatı Ödülünü ilk kez 1977 yılında Oğuz Tansel alldı. Oğuz Tansel 30 Ekim 1994'te Ankara’da öldü.

Yayınlanan eserleri: Savrulmayı Bekleyen Harman (şiir, 1953), Gözünü Sevdiğim (şiir, 1962), Bektaşi Dedikleri (şiirleştirilmiş Bektaşi fıkraları, Metin Eloğlu ile birlikte, 1970), Altı Kardeşler (masal, 1959), Yedi Devler (masal, 1962), Üç Kızlar (masal, 1963), Mavi Gelin (masal, 1966), Allı ile Fırfırı (masal, 1976). Oğuz Tansel, 1985'te şiirlerini Sarıkız Yolu adıyla, masallarını ise Konuşan Balıkla Yalnız Kız ve Çobanla Beykızı adlarıyla toplulaştırdı.

Sözü şiirlerine vermenin sırası geldi. Buyurun bakalım beğenecek misiniz?

...

ÇAĞRI

I

Yürümek yol yordam öğretir
Kuşun özgürlüğü uçtukça büyür
Atın ceylânın koştukça
Yolculuğa çıktıkça sular
İğdeler yaprak çiçek açtıkça
Düşünüp yaptıkça insanlar
Ay batıp gün doğana dek
Dört mevsim on iki ay
Bilesin hep seni düşündüğümü

OĞUZ TANSEL

***

MAVU BOĞAZ

Kuşça Dağları’nın eteklerinde
Toprağa denize benziyor sabah
Irmak mavi köy mavidir
Siyah karakol mavi kanal
Orman yol köprü mavi
Yolcular maviymiş eskiden
Zulme karşı dağa çıkan
Erkinlik için yol kesen
Mavi eşkiyalar olmuş bir zaman
Kuş mavi ağaç mavi
Dağ mavi, aşk mavi
Dünya mavileşmiş burda
Mavi türküler aklımda

OĞUZ TANSEL

***

MASAL DÜNYASI

O masaldaki güvercinler mi
Böyle hür dolaşan bu göklerde,
Yıkanırlar maviliklerde;
Bir kral kızı kimi,
Kimi şehzade sevgilisi,
Hatıralar gibi uçtular kanat, kanat…

Bir halk türküsünde kaybederim kendimi
Bir masal dünyasında yaşar,
Bir halk türküsünde bulurum seni.

OĞUZ TANSEL

***


SALKIM SÖĞÜT

Ayrılıktan eğlim eğlim dalların,
Düşüncelere dalmışsın kapkara.
Başın yerde gözlerini mi yitirdin?
Gölgen toprağa uzanmış, düşüncelerin suya.
Toprak adamına benzer duruşun,
Ağacım, bana da ver sabrından.
Yapraklarında taze ay ışığı,
Bezgin değilsin yaşamaktan.

İyi insanların düşünü azma
İçli türküler söyleyerek geceleri,
Bu yoldan hırlı geçer, hırsız geçer,
Yalnız, can dayanmaz ayrılığa.

Büklüm büklüm dalların “dönen yerleri”
Tel tel nakış, kimseye deme.
İnsanın insan elinden çektiği,
Ağacım, dert oturdu yüreğime.

Beni, dalların bir hoş eder,
Bir sevgili yakınlığı sarar içimi.
Esmerim, boş ver de gel,
Ekmek, su gibi özledim seni.

OĞUZ TANSEL

***

ADAMLAR

Adamlar; yolağzında çömele kalmış,
Alınları, elleri çizgi çizgi;
Zincirlenmiş gibi düşüncelerden
Kaygılar içinde yüzleri.

Yüreklerindeki ateşten habersiz,
Gözlerinde toprak özlemi,
Yıllar yılı çağlamış
Başı boş sularca elleri.

Adamlardan güneşi içinde bulan,
Dumandan sıyrılmış dağ gibi;
“Bize uyuşukluk yakışmaz” diye
Doğrulup gürleyiverdi.

“Yaşamak için geldik dünyaya,
Yaratabiliriz iyiyi, güzeli.”
Günlük güneşlik kesildi yol
Kararlı gözleri.

OĞUZ TANSEL

***

KAVAK AĞACI

İlk ışık saygıyla selâmlar dallarını,
Başın ufuklar ötesinde güler.
Rüzgârların dilinden yaprak yaprak anlarsın,
Üstünde sevgisi cıvıl cıvıl serçeler.

İnsanlara örnek duruşun,
Uzak diyarlardan selâm getirir leylek
Tavında toprak gibi gücün yeter yaza, kışa
Bizimkinden başka, aydın dünyan gerçek.

Yer yüzünün süsü, onuru
Işıl ışıl türkü söyler toprağa gölgen.
En temizi sevgilerin en arısı
Çalışanların hayatına yakın düşüncen.

Vücudun çelik gibi kavak ağacı
Seni kucaklamak gelir içimden.
Topraklarımda biriniz bin olsun,
Bütün iyi dilekler yürekten.

OĞUZ TANSEL

***

MUTLULUK PEŞINDE

I

Karanlık Dünya masalındaki
En küçük kardeşim ben
Yaralı devin indiği kuyudan
Yer altı hazinelerine gidiyorum
Dönersem bütün bezekler sizin
Yandıkça iniyorum indikçe yanıyorum
Bütün gemilerin halatları belimde
Karanlık dünyaların ilkinde
Bir demet karanfil gibi bağlı duran
Üç güzel kızı kavuşturdum özgürlüğe
Kara koyun koyunların şahı
Ak koyun yüreğimin yağı
Merkez katı sıvı ateş dünyanın
Tam ortasında bu katın
Bir çekirdek olmak gerek
O bütün tohumların özü
Erimiyen yanmıyan
Yer yüzüne bir çıkarsak
Gereksinmeyiz güneşe
O zaman kendiliğinden dağılır
Kardeşlik iyilik güzellik
Yaban otları gibi bürür dünyamızı
Dev burada kalsın
Yaralı kartala ok atmam
Biz dönelim çileli yolculuğa


II

Bir semender hakladım önce
Onunla değiştirdim organlarımı
Ateşlerin düşlere sığmayanında
Zırhlara bürünmüş gidiyorum
Mercanların şafağında
Önce yitirdiğim gözlerimi buldum
Ellerim gerçek güneşler içinde
Kollarım kilometrelerce
Altın dağlar elmas dağlar
Hiç önemli değil gözümde
Kırmızı topazları gök yakutları
Zümrütleri yeşimleri
Güneş gözlerini aytaşlarını
Yanardağlar gibi atıyorum yer yüzüne
Çam gövdesi gibi yılanlar
Çini çini bakar gözüme
Gecesi gündüzü olmayan bir dünyada
Timsah sırtında balık boynunda
Bir karabatak gibi dala çıka,
Arıyorum çekirdeği
Renk boy farkına bakılmazsa
Dünyamızın tıpkısıydı bu dünya
(...)
Yoktu savaş barış sözcükleri
İlkin öldürdüğüm semenderden utandım
Timsahların balıkların sırtı geldi aklıma
Hayvanlardan özür dilerim.


III

Sözün kısası
Az gittik uzunluğuna
Uz gittik derinliğine
Mutlu çekirdeğe ulaştık
Kalbe benziyor kalbe
Balık gibi o da yüzer
Bütün âşıkların ateşi onda
Işığı seller gibi çağlar
Elini sür el olsun, gözünü sür göz
Altın gözlü balıklar zümrüt kuşlar
Elmas gözlü yılanlar yakut ağaçlar
Dile geldi sevinç içinde
Dünyamızı çevirmek için cennete
Elele verip cümle yaratık
İleteceğiz yer yüzüne

OĞUZ TANSEL

***

İĞDE AĞACI

Her sabah yürekten selâmladığım,
Baharda süslü, kışın çırçıplak,
Ana, kardeş gibi düşünürüm, sevgili
Bir halin var pek dokunur içime;
Ne kaygısız deyip imreniyorum sana,
Yerini beğenmiyorum bizim bahçede;
İçimde sanki beraber  yaşıyoruz.
Sarı çiçeklerin erken tomurur;
Her halde hapislerle komşusun;
Yapraklarına özlem türküleri dokunmuş;
Dalların yıldızlarla konuşur;
Köklerin bilinmez düşlerde.
Neden bizimle konuşmuyorsun?
O canlı, dipdiri duruşunla,
Hep onu düşündürüyorsun,
Görmüşlüğün var mı iğde ağacı?
Özgür yaşamayı biliyor musun?

OĞUZ TANSEL

***

MAYKU

Aylardan kiraz ayı
Gözlerime uyku girmez oldu
Karanlıkların ürpermesi dolar içime
Yüreğime ateş düştü Mayku.

İğde dallarından altınlar yağar
Testisi omzunda, belinde eli
Kırlangıçların sevinci eteklerinde
Sevince dağlar dillenmeli

Burda taş olmuş gelinler kızlar
“Ayrılık var bir yandan” dudaklarında
Salla saçlarını öldür beni
Aklımı bıraktım sulara

Bahar sabahlarının tatlı yağmuru
Sendedir mânaların en güzeli
Ay akşamladı gözlerinde.

OĞUZ TANSEL

***

MAYKU

III

Kanıların değişmezdi hani
Kömür gözlüm öpülesi ellerin
Ay ışığı doldurur odama
Tutsakların özlemi tüm bende
Seni denizi kuşları düşünürüm:
Tomurur kupkuru iğde dalları
Yollar boyunca türküler gider
Karanfiller dert olur aklıma
Kayan yıldız tepeden tırnağa aşk
Tutuşur bir gelincik tarlası
Fidanın topçiçeğim gün gün
Yüreğime burgu burgu gömüldün

OĞUZ TANSEL

***

BİLİNÇ IŞIĞI

Sevgi dolu yürekleri,
Canım dünya çocukları;


BİLİNÇ IŞIĞI

Işık özünden hamuru,
Mayası kardeşlik, barış,
Yapalım tükenmez ekmeği;
Sunalım yeryüzü sofrasına.
Dağı bağ yapan bu bilinç,
Güneş olur çalışan ellerde.
Savaş, kıyım, yıkım korkusu,
Karartmasın güneşimizi bir daha.
Özgürlük, barış, kardeşlik
En köklü, en soylu yasa.

OĞUZ TANSEL

***

Bu haftada bana ayrılan yeri fazlasıyla aştım. Ne yapayım ki azla yetinemiyorum. Hepinize mutlu pazarlar dilerim sevgili okurlarım. Hoşça kalın.




Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com


Yayın Tarihi: 16.09.2012 


13 TÜRK YALANI ÜSTÜNE


Yalan insanın baş vurduğu, durumu ve kendini kurtarmak yada daha üst aşamalara geçmek için söylenen sözlerdir. Kısaca söylemek gerekirse yalan gerçeği çarpıtmaktır. Kadın erkek, yaşlı genç ve çoluk çocuk olmak üzere cins ve yaş farklılığı ne olursa olsun her insan, allama pullama veya karalama çabasının içine girer. Bu çabanın elbette bir amacı, bir anlamı vardır. Başlarken dediğimiz şeyi açalım. İnsan toplumsal ilişkilerde bulunduğu diğer insanlara karşı daha iyi görünmek, daha çok sevilmek, daha çok saygınlık (itibar) kazanmak ve buna bağlı olarak  saygı görmek için yapılan “gerçek kişiliği” ruhen, zihnen ve bedenen “çarpıtma ve farklılaştırma” eylemidir.

İnsanın düşünceleri, duyguları, dürtüleri insana ilk biçimi verir. Bu ilk biçimleniş hâli (tavır, eda, davranış) doğal hâldir. İlk biçimlenişin ortaya çıkardığı doğal hâl, toplumsal hayatın düşünce ve davranış kalıplarıyla kimi zaman ve kimi yerde sık sık, kimi zaman ve kimi yerde de ara sıra çelişir. Çelişkiler arttığı oranda kimi insanlar doğal hâlden çok farklı bir kişiliğe bürünme zorunluluğu duyarlar. Bunun sonucunda çelişkileri ortadan kaldırma telaşına düşerler. Bu telaştan doğan yalan aslında (gerçekle sanalın, umulanla bulunanın sonucunda oluşan) çelişkiyle çarpışmaktır.

Çelişkiler öyle durduk yerde insan istemeden doğmaz. Çelişkiler insanın dürtülerinin ego tatmin yönünde ısrarcı olmasıyla doğar. Nedir bu dürtüler? Başta andığımız, daha sonra bunu toplum tarafından beğenilmek, takdir edilmek, sevilmek olarak açıkladıklarımıza ek olarak rahat ve sıkıntısız yaşamak diyebiliriz. Yaşamak konusunun da kendi içinde bir açılımı var; daha çok giymek, daha çok yemek, daha çok gezmek.

Her insan bütün bunları hak ediyor mu? Hak eden çok küçük bir azınlıktır. İnsan tüm eksikleriyle, tüm yanlışlarıyla, tüm kompleksleriyle dürtülerine yenilip hak etmediği hayatı talep edince ortaya çelişki çıkıyor. Durum böyle olunca toplumsal varlık olan insan toplumdaki görünümünü makyajlamaya bakıyor. Buna reklâmcılar imaj dediler. Bir reklâmda kullanılan slogan günümüz insanının durumunu özetliyor bence. 

“Susuzluk hiçbir şey, ama imaj her şey”. 

Yani olduğun gibi görünme, yani hep abart. İsteklerini abart, elindekileri abart. Çünkü sen en iyi, en güzel, en mükemmelsin.  

Yalanı bu kadar az incelemek ve anlatmak yetmez elbette. Nedenlerine çok az değinip geçtik. Şimdi gelelim “TÜRK YALANLARI”na. Türk yalanı mı olurmuş demeyin. Alt kültür seviyesinde insanlarca başlamış olan bu tür konuşma biçiminin toplum geneline yayıldığını söyleyebiliriz. Çoğunu günlük hayatta çoğumuz farkına varmadan kullanıyoruz.

1) Dünya ahret bacımsın.
2) Kuran çarpsın bu son sigaram.
3) Bütün kadınlar güzeldir.
4) Seni düşünmekten bütün gece gözüme uyku girmedi.
5) Sen bide beni gençliğimde görecektin.
6) Bu aldığım en güzel hediyeydi.
7) Ben almayım rejimdeyim.
8) O elimizde tek kaldı başka yok.
9) Cenazemiz vardı gelemedim.
10) Bana yan bakacak adam daha anasından doğmadı.
11) Evi boşaltın Almanya’dan oğlum geliyor.
12) Formu doldurun biz sizi ararız.
13) Biz sadece arkadaşız.

 Şu 13 yalandan hangisini şimdiye kadar söylemediniz? Bu yurdun her meslekten, her cinsten, her yaştan insanı sıkıştıkça bunlar gibi kim bilir daha ne yalanlar uydurmuştur. Bir çoğu masum yalanlar gibi durur ama kazıdıkça altından ne anlamlar çıkacağı hiç belli olmaz.

Ne demiştik? “Yalan, çelişkiyle çarpışmaktır” demiştik değil mi? Bu çarpışmayı göze alamayan, veya sonuçlarının bu çarpışmaya değmeyeceğini düşünen, yada işin en başından itibaren bu yola hiç sapmayan kendisiyle, toplumla ve doğayla barışık insan ilk biçimleniş hâli olan doğal hâliyle kalarak yalandan uzak durur. Çünkü yalan bütün kötülüklerin anasıdır.




Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com


Yayın Tarihi: 14.09.2012

TÜM GELİŞMELERE RAĞMEN ASLINDA İNSAN FAKİRDİR


İnsan bedeninin bir araç, bir makine olduğu düşünülürse iş görürlülüğü ve sağladığı konfor kadar değer taşıyacağı mutlaktır. Her araç yada her makine üretildiği ve/veya içerdiği madensel değer, dayanıklılık, sağlamlıklada değer kazanır. İnsan bedeni bu bakımdan hareket eden eş değer boyutlu diğer canlı bedenlerinden daha değerli değildir. Bunu anlamak için ne tür madenlerden ne miktarda taşıdığına bakılacak olsa taşıdığı bedenle övünenlerin üzüleceklerini söyleyebiliriz.  

Yapılan kimyasal araştırmalara göre insanın maddi değeri gülünç derecede düşük, halk deyimiyle söyleyecek olursak sudan ucuzdur. 

Bakın şu örneklere:

1: İnsan bedeninde 7 kalıp sabun yapacak kadar yağ vardır. Çok kilolu olan yada obezler bu miktarı arttırır herhalde.
2: Genel olarak insan bedeninden ancak orta boyda 1 çivi yapacak kadar demir elde edilebilir.
3: Bir insan bedeninden 1 kahve fincanı kadar şeker çıkar.     
4: Bedenimizde 1 köpek kulübesini boyayacak kadar kireç taşıyoruz.
5: 2000 kibrit (kutu değil, tane) yapacak kadar fosfor içeren bir bedene sahibiz.
6: Küçük bir topu atmaya yetecek miktarda barut için potasyumda taşıyoruz.

Örneği uzatmak mümkün. Bu kadarı bile bir şeylerin farkına varmaya yeterde artar bile.
Madde olarak insan bedeni bu kadar ucuzken, tek bir organını bile dünyaya değişmeyen insan nasıl olurda kendini çok değerli görür? Kokuşmaya mahkum et, birkaç litre kan, bir yığın kemikten ibaret insanın burnundan kıl aldırmaz bir kibre sahip, olimpos dağında manzara seyreden yunan tanrıları gibi tavırlar nedendir.

Burada yaratılışa hiçbir sözüm yok.

Yüce Mevlâm bütün canlıları olduğu gibi insanıda benim gibi istisnaları hariç içinde hareket edebileceği hasılı yaşayabileceği bedenle yaratmıştır. Yaradan mevlâmız yarattığı insana “eşrefi mahluka” diyerek diğer canlılardan üstün, yani değerli olduğunu söylemiştir. Bu değer sahip olduğu bedensel zenginlikten oluşan bir değer değildir. Bu değer bilince dayalı bir değerdir. Bilince sahip tek canlı türüde insandır. Bilinç insanı sorumlu kılan şeydirde. İşte onun için yaratanımız yüce Allah bizi bütün canlılardan şerefli tutmuştur. Bu şeref sorumluluğu taşıyabilenlere has bir şereftir. İçilen sudan alınan tek nefese kadar indirgersek hayat için üretilen ve sonuçta hayatı üreten ne varsa üretilirken sorumluluk duygusuyla üretilmesi gerektiğini unutmamak gerek. Yaradılıştan itibaren şerefli olan insanın şerefini kaybetmeyecek biçimde hayatını sürdürmesi şarttır. Şartın yerine gelmesi ise bilince uygun sorumlulukları yüklenmekle mümkün.

Oysa insan bedensel tüm fakirliğine, doğa karşısındaki zayıflığına rağmen kendini hep güçlü ve zengin görmeye eğilimlidir. Öngörüsünü gerçekleştirmek için hem doğayı hem kendi türünü yok etmektedir. Yok ettiği şeylere rağmen ürettiği zenginlik sadece kendi türünün gözünü kamaştırır. Gözü kamaşanların hayranlıklarını ve kıskançlıklarını yüzlerinden okursunuz. Eskiden bu durumu anlatmaya uygun bir deyimimiz vardı; “gıpta etmek” derdik. Böyle bir durumu bu deyimden daha iyi hiçbir sözcük anlatamaz. Evet, gözü kamaşanlar yok edile edile bir gün sıra kendisine geleceğinin fakına varmadan üstelik, lüks içinde yaşayanlara gıpta ederler. Ne yaman bir çelişki...

Bu çelişkiyi çok güzel vurgulayan küçük bir hikâye okudum. Onunla yazıyı bitiriyorum.   

Zengin bir adam oğlunu ücra, gözden uzak, her şeyden mahrum bir köye götürüp oğluna insanların ne kadar fakir olabileceğini göstermek istemişti. Çok fakir bir ailenin çiftliğinde bir gün bir gece geçirdiler. Şehre dönerken baba oğluna sordu:

-Yolculuğumuzu nasıl buldun?

-Çok güzeldi babacığım diye cevap verdi oğlu.

-İnsanların ne kadar fakir olabileceğini gördün, değil mi?

-Evet

-Peki ne öğrendin?

-Şunu gördüm, dedi oğlu. Bizim evde bir köpeğimiz, onların dört köpeği var. Bizim evde bahçenin yarısına kadar gelen bir havuzumuz, onların kilometrelerce uzunluğunda dereleri var. Bizim bahçede ithal lâmbalarımız, onların yıldızları var. Bizim taraçamız ön bahçeye kadar, onların ki ise ufka kadar uzanıyor. Ufaklık konuşurken, babası şaşkınlıktan tek kelime bile edemedi. Ve çocuk ekledi:

-Ne kadar fakir olduğumuzu gösterdiğin için, teşekkür ederim babacığım!


Not:

Pazartesi günü sizlere açıklama yapamadan bir günlük ara verdim, kusura bakmayın! Bilgisayarıma bir yılı aşkın süreyle yardımcı programlarla sistem onarımlarını yaptım. Sonunda onarımla yetinemez duruma gelince format atmak zorunda kaldım. Format bir şey değil. Asıl zoru ondan sonrası.. tek tek programları yüklemek çok zaman alıyor. Tekrar özür diliyorum.


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com


Yayın Tarihi: 12.09.2012 

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 139


Merhaba sevgili okurlar.

Yaz biterken ve şimdilik yangından kurtulmuş gibi aramadığımız, ileriki zamanlarda aramaya başlayacağımız sıcak havalar şimdilik serinlerken yakında iyice soğuyacak. Kimi kışı sever, kimi yazı. Kimi ilkbaharı romantik bulur, kimi sonbaharın daha şiirsel olduğunu düşünür. Her mevsim kendine özgü güzelliklere sahip. Gönül neyi severse göz öyle görür. Bu günde gönlü şiiri sevmiş, gözü şairce görmüş bir şairimizden, Nihat Behram’dan söz edip şiirlerinden bir kaçını sizlere sunacağım.

Asıl adı Mustafa Nihat Behramoğlu olan Nihat Behram 18 Kasım 1946 yılında Kars’ta doğdu. Gazetecilik Yüksek Okulu’nu bitiren şairimizin ilk şiiri 1967 yılında yayınlandı. Ağabeyi Ataol Behramoğlu ile birlikte1975 yılında Militan dergisini ve sinemamızın çirkin kralı Yılmaz Güney ile birlikte “Halkın Dostları” dergisini 1979 yılında çıkardı. 1972 yılında çıkan ilk şiir kitabı “Hayatımız Üstüne Şiirler” yasaklandı. Yazdıklarından dolayı 12 Mart muhtırasından sonra oluşturulan parlamenter görünümlü askeri dönemde tutuklanarak iki yıl askeri cezaevinde yattı.

Cezaevinden çıktından sonra bir süre gazetecilik yaptı. Vatan gazetesinde Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın yaşamlarını ve mücadelelerini yazı dizisiyle anlattı. Yazı dizisi çok ilgi görünce “Darağacında Üç Fidan” adıyla kitap olarak basıldı. Bu yazı dizisi ve şiirleri yüzünden sivil ve sıkıyönetim mahkemelerinde kendisine davalar açıldı. “12 Eylül”de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından atıldı. 1996 yılında Türkiye’ye geri geldi. Şairimizin bugüne kadar 12 şiir kitabı yayınlandı. Şiirlerinde doğanın yeri ve sözcük dağarcığının zenginliği dikkat çekicidir.
Toplumcu Gerçekçi Şiir ilkelerini benimseyen Behram, şiirini yeni biçim ve temalarla zenginleştirdi. Yabancı dilden dilimize yaptığı kitap çevirileriyle de ilgi gördü.

Şimdi gelelim Nihat Behram şiirlerine...

...

ANACAN YİĞİTLEMELERİ

1
Canımdan can yolundu
Uğuldar anacanım
Dalı diken bürüdü
Filizim darda benim
Oy çakıl da çakıl kuduz dişleri
Körpe cani parçalamak işleri
Canımdan can duruldu
Sızıldar anacanım
Baharı kan surudu
Çiçeğim harda benim
Oy sinsi de sinsi hain güçleri
Aydınlığa tuzak kurmak işleri
Canımdan can budandı
Çağıldar anacanım
Bir sevdaya adandı
Yiğidim sırda benim
Oy civan da civan umut kuşları
Anaların can can açan düşleri

II
Gün doğar günüm olur
Solurum dünüm olur
Birisi benim yavrum
Gerisi gülüm olur
Vay kanlı da kanlı cellat elleri
Cellat ellerinde halkın gülleri
Işığı gözde çağır
Sözünü özde çağır
Yüreğin dağ rüzgarı
Acını közde çağır
Vay çatal da çatal yılan dilleri
Yılan dillerinde halkın gülleri

III
Yavrum benim çağıl çağıl
Sularda ışıldanır
Zulüm ona ölüm değil
Bin canda yankılanır
Oy seni de seni yavru ceylanım
Öcünü hıncıma yemin ettiğim
Tomurcuğum güne durmuş
Dal üstünde hızlanır
Düşmanları pusu kurmuş
Kan içinde gizlenir
Oy seni de seni yavru ceylanım
Ölümlerde gülüşüne kurbanım

IV
Can zulüm bağlarında
En güzel çağlarında
Alevlenmiş kuşum benim
Özgürlük dağlarında
Oy seni de seni yavru kartalım
Rüzgârını doruklarda tutanım
Bir yanım uzaklarda
Bir yanım tuzaklarda
Öfkeyle bilendi acım
Dişlenmiş kucaklarda
Oy seni de seni kanlı bağlarım
Günü gelir hesabını sorarım

Nihat Behram

***

DOĞADAN İSTEK

Beni geçmişin dehşetiyle besle
beni geleceğin özsuyuyla

Küpeler tak kulaklarıma kirazlardan
mendilimi fesleğenlerle yıka

Bana çılgın bir gürleyiş bellet
yankısıyla kapan üstüme geceleri

Benimle rüzgârları tanıştır
gözlerimi boralara düğümle

Beni kankardeşi bilsin gözyaşların
beni umudunla büyüle

Bana ıssız gecelerden yıldız kaymaları sun
beni ucu kıl birbirine sürtünen çakmak taşlarının

Koynuma başakları yıkayan yağmurunla yağ
kasıklarımı zeytin yapraklarıyla yenile

Ben seni esir alayım şiirlerle
Sen beni kul bil kendine

Nihat Behram

***

DOĞDUM BAĞLANDIM SANA

Bütün düşlerde olduğu gibi
anamın yaslı çehresinde olduğu gibi
içimde bir şeyler birikiyor

Savaşarak pişirilen toprağı
kıvır kıvır işleyen güneş
yitip gitti sanılan
bir sesi iletiyor

(...eriklere, ardıçlara, dallarını
yosunların bürüdüğü selvilere,
koruda kaybolan tavşanla, kaynağa
biriken pervanelere,
uçsuz bucaksız maviliğine denizlerin,
bulutu evcilleşmeyen dağların görkemine,
serin çığ taneleriyle ağırlaşan hasat rüzgârına,
yaylaların büyüsü keskin ayaza...)

Memleketim
4
Kınından sıyrılıp
ışıldamak için sabırsızlanan bıçak

Habersiz duruyor
terkedilmiş çocuklar gibi
gözlerinde kıvılcım güzelliğinden

Nihat Behram

***
ELLERİN AVUCUMDA İKİ ATEŞ DAMLASI

içeğinde yeni yeni kamaşan zerdalisi ömrümün,
gülüşümde çekirdeği sertleşmemiş ilk çağlam,
kızım benim, nazım benim,
gurbetelde sazım benim,
yalazlanmış can tanem,
körpe dalım bir tanem..
Sisini gözlerimin, içimdeki dumanı
seziverdin de sanki
acılandın uykunda,
sızlandın huysuzlandın..
Dudakların kurumuş, ter içindesin yavrum!
Kolsuz kanatsız kalmış
geceden beri başucundayım..
Çırpınarak anlamını arayan binlerce sözcük
kabukları koparılmış yaralar gibi
uğulduyor beynimde..
itiraf etmeliyim ki yavrum
çekip gitse de bir bir
ekmeğe, özgürlüğe, insanlık ve hayata dair
içimi dişleyen düşünceler,
senin bir gülücüğün şimdi
yaşamam için bana yeter.
Geceden beri başucundayım..
İşte, sabaha dayandı gün!
Aşsız, işsiz, kuruşsuz
bir ıssız bayırdayım.
Bebeğim, canımın kıvırcığı,
boranda fırtınada sürgün vermiş tomurcuk,
üzüm tanem, nar tanem,
acar yanım, bir tanem..
Kim kime, dum duma bir tufandayız;
günlerin ağzında kara bir gül
dikenleri tenimize dayanmış;
ürkütülmüş, sarılmış, acıyla sınanmışız..
İnim inim uykunda nasıl da yalnız
yanıyor yüzün yavrum,
yüreciğin kaşlarında tütüyor,
ellerin avcumda iki ateş damlası,
tutuşmuş rüyaların, sesin duyulmaz,
kendi kollarımızdan başka
saranımız yok bizim..
Yazım benim, güzüm benim,
yemin olmuş sözüm benim;
sana kuş bulmalıyım
sana düş bulmalıyım
gidip iş bulmalıyım..
Koynunda çırpınırken böyle çaresiz
kahrınla tanıştırdın bizi ey hayat
zehrinle tanıştırdın;
alışılmaz bildiğimiz nefrete alıştırdın!
Onurumuz:
senin için sakladığım tek servetim bu yavrum;
süt olmaz, aş olmaz, iş olmaz onurumuz..
sızım benim, gizim benim,
gurbetelde izim benim;
ateş almış taş altında kalmışız,
gün olur hesabını sorarız elbet.

Nihat Behram

***

HAPİSHANEDEKİ ARKADAŞIMA

Sevgili  kardeşim:

Belli ki
gömleğinin yakasında kuruyan ter
bu bahar
tarlaların tozunu taşımayacak
kasketinin gölgesini
küçük üzümleri andıran gözlerini
bir selvi yaprağı gibi korumayacak

Sana
tomurcuklu bir dal yollamıştım

bir kaç kitap
bir kilo portakal
Ve
“dostları özlemle kucaklamayı unutma” dizesini
almadılar

geçen yaz-hatırlarsın-
ilk meyvasını veren bir fidandan
ham zerdaliler toplayıp
uzun yollar boyunca
esaret ve zafer üstüne
marşlar söylemiştik

yaşadığın günlerin hesabını soranlara
bildiğin marşları söylemeyi unutma

Nihat Behram

***

HESAPSIZ DUYGULAR

Bil ki
üzgün bırakıp ayrılırken
caddeler
kaldırım taşlarıyla örtülmüş uçurumlardır.

Bilinçsizce mırıldanışta ansızın hatırlanan
bir şarkı gibidir dönüşündeki haz

Uzun uzun ağlamak için güdülen hasret
bazen nelere değmez
subaşından ürkütülmüş ceylanın
sekerek kaçarken ırmağa saldığı kader
sanki süzülüp kalbine gelir

Yanıp sönen solgun
ve kararsız ışıkları sehrin
topraklarda ışıldasa da yıldızlar kadar
gözlerimde yoğunlaşan anlamsız bakış
takılıp gölgesine derinliklerin
uzaklaşır.

Oysa tayların körpecik kuyruğuna
parlak yelesine bağlanan kurdela
huylarını gizlice dizginlemek içindir

Ve bilmediğim acılar
yemişine kuşların konmadığı ağaçlar
sarmaşıklar altında

Seni birazdan ay batarken anacağım
fakat unutma ki yaşamak
sonsuz bir tadla onarıyor
hırçın bir çocuğun ısırdığı elmayı

Nihat Behram

***

MANASTIR KUŞÇUSU

zor bir nakış gibi işliyorum
liseyi ve aşkı
hüzünden bir kanaviçeye

Üveyikler ibibikler arıyorum
kandillerle gece çullukları
bana bir salgını çağrıştıran bıldırcınlar
lise öğretmenlerinin dolduğu odalardan
sarı asmalar ürküyor koştuğumda

kim bilir kuşların öldüğünü
rüzgâr geçerken selviler arasından
sepetime diken gülleri toplayıp
annemin güzelliğine üzgün
kuşlar vurduğumu benim
çağlalar çaldığımı
kim bilir halâ nasıl süslüyor beni
o yusufçuk sesleri

şimdi kumruların angutların kaçıştığı
çocukların mavi serçeler topladığı
aile albümünden bir yüreği
hızla soyunuyorum
hızla soyunuyorum karanlık koynumdan
liseli kitaplarımı

Nihat Behram


Bu haftada her hafta olduğu gibi yazımızın sonuna geldik sevgili okurlar. Şurup gibi havaları fırsat bilip renklerin bayramı bu sonbahar mevsiminde dağ bayır demeden gezmeye çıkın. Yanınıza gözleri 24 saat bilgisayara bakmaktan kan çanağına dönen çocuklarınızı da alın. Onlara sanal alem yerine gerçek dünyayı tattırın. Birde arabanızda radyo çalar varsa ki bütün arabalarda vardır, FM bandında ilimizdeki frekansı 100.5 olan radyo 4’ü açın. Türkülerin ve Türk Sanat Müziğinin kendine, daha doğrusu bize has tatlarıyla tanışmalarını sağlayın. Hiç eleştirmeden sadece kendi zevkinizi ortaya koyarak müzikten başka her şeye benzeyen “rep” müziğinden kurtulmaları böylelikle mümkün olabilir bakarsınız. Gelecek nesillerin ülkesine yabancılaşmadan yetişmeleri sadece okulla değil sizin okul dışı katkılarınızla gerçekleşecektir.

İyi pazarlar hepinize..  




Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com


Yayın Tarihi: 09.09.2012