31 Mayıs 2015 Pazar

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlar. 30 sene terör nedeniyle gençlerimizi şehit verdik. Vatan bekçiliği sırasında gencecik fidanlar hayattan koparak aramızdan ayrıldılar. Şehit ailelerinin ocakları söndü, fidanlarıyla birlikte umutları soldu.  

Sırpların Saraybosna katliamı yaptıkları sırada Boşnaklar, hiçbir şey yokmuş gibi süslenip püslenerek işe gidiyorlardı. Boşnakları yıkamayan Sırp bu duruma çok kızıyordu. Amacı onları yıldırarak dize getirmekti çünkü. Bende bunu yapıyor ve bölücüleri çıldırtacak bir tutum sergilemek istiyorum. Şehit verdiklerimize üzülmüyor ve onları önemsemiyor değilim, haşa.. Ben teröristleri önemsemiyorum. Göstermek istediğim bu. Sebep olsun veya olmasın bu hafta ve her hafta Pazar günlerini şiire ayırdım. Ülkesini, Türkiye’mizi seven bu topraklarda yaşayan herkes böyle yaparsa terörizm karşısında yılmadıklarını, yıldırılamayacaklarını göstermiş olurlar.  Bu amaçla bu haftada Murathan Mungan şiirlerini okumaya devam ediyoruz.

...

KADIRGA
Senelerce, senelerce evveldi;
Bir deniz ülkesinde... ve belki de
birbirine aktardığım defterlerin hepsinde
bu şiir vardı:
Senelerce, senelerce evveldi;
Biz seninle orada, o deniz ülkesinde tanıştık

uzak denizler, uzak yakınlıklar içinde
bir Kadırgada iki korsan
tarih, yarın, ütopya dolu sandıklar arasında
birbirimizi yaralarından tanıdık
dışı korsan, içi iç denizlerde yaşayan çocuklardık
konuşamadıklarımız bir bulut kalınlığında
duruyordu aramızda
oysa konuşsak yada dokunsak birbirimize
çekip gidecekti içimizdeki o korkunç noksanlık
batık gemilerin deniz diplerini saran
umutsuzluğu vurmuştu yüzümüze
birbirimizden ve aşkın keşfedilmemiş gizlerinden
ürküyorduk
bir definenin ikiye paylaştırılmış haritasında
bilmeden
birbirimize doğru ilerliyorduk.

MURATHAN MUNGAN

***

KAL..
Çek silahını dedim baba
vur gözlerimi ağlayan yerlerinden.
Yüzüm ıslak bir kaldırım gibi baba
bas üzerimden geç, kaderim düello sesizliği
çek silahını dedim baba
affet.

MURATHAN MUNGAN

***

KAN, TUZ, ÖLÜ
Kanını değiştirir suyla
Birkaç dönemeç önceki ölü
Tuzunu yıkar deniz
Suyunu değiştirirken ırmağı
Denize tılsım dağlıyor
Kurşun yayılıyor tenine
Ağır
Ağır
Kurşun
Birkaç ölü her dönemeçte
Bir ırmak kaç büklüm dönerse
Doğuya edilen yemin
Kan, tuz, ölü hakkı
Kollarına çoğalan ırmaklar
Geleceğini tasarlayan coğrafya
Tarih ve yemin kuşatırken toprağı

MURATHAN MUNGAN

***

KANDEHAR
Kandehar, kalbe akar doğrudan
gece Semerkant’tır,
Nehrevan, dinleyeni kahraman yapan masal
Buhara’nın gözlerini sil geçerken
dışarıdan yardım almadan
tek başına şiir olan kelimeler
bazı şehirlerin adı kapalı dîvan
kale kapısıyken anlam ve imkân
toza kuma dumana şiir olan şehirler
coğrafyadan edebiyata atlas değiştirirler
ne kadar çıksan Alamut ipteki uçurum
gölün gamzesinden ürperir Akdamar
ne istila ne anahtar
yazdıkça görünür
başkasına yalnızca bir ad olan divan
kendi zamanlarında görülmedikleri kadar

MURATHAN MUNGAN

***

KAR PRENSİ
Karlı fundalıklarda bırak, kalın uykuların sabahında
yaşamın saf değerlerini
çekil başkalarının aynalarından
omuzlarında ödünç pelerin
ceplerinde kurşun paralar
bütün bunlar sana göre değil
Eldivenlerini çıkar, kırağı uçuğu çiçeklere
denizmercanlarına, sefer ateşleri yakmış
balıkçı teknelerine bak
sonra kayatuzu, şeytankınası,
ucu ağulu kargılarla kendine başla
bak daha şimdiden
deliller ve ayrıntılarla kan tutuyor geceyi


eşik altına saklanan bir anahtar
kuyuların ıslak bilezikleri
düz, sakin, kendinle konuşur gibi dene
kanını yenileyen serüveni
kav gibi gizli ateş,
ten gibi lav
sorgusuz sevişsek
uykunun beyaz yasası teslim almadan bizi

ne duello kanunları, ne görünmez kelepçeler
tabiatı keşfeder
kutuplarından ekvatoruna
kendin indir doğal afetlerini
haritanı sağlamlaştır
anıların ve geleceğin için
iki kişi olana kadar yaz kendini
biri emekli bir hayalet
shakespeare sonesi
öteki, mahzun şiirlerin yedek yolcusu
bir kar prensi


Döndüğünde orada olacağım
Karlı fundalıklarda bekleyeceğim seni

MURATHAN MUNGAN

***

KEŞKE..
Deniz kokulu taşlar döşenmişti yollara
Ben bile bilmiyordum nerde ayrıldık
söndür küllenmiş sözcüklerini geçmiş zaman
sararan firezleri geç
yorumu gökyüzüne bırakılmış uçurtmalı tepeleri
uzun bir yol için aldığın ne varsa bırak ardında
saklayabilseydim dalgın bakışlarımı böyle zamanlar için
saçlarını taradığım sular, rüzgar ve karanlık
bak adın yazılı yeşim taşından örülü duvarda!

MURATHAN MUNGAN

***

KETUM
aşıkken tamamlanır
düşmanken yarım kalan tehlike
ketum hançer, çiğ rüzgar
künyendeki kaza benim adım
yatışmaz artık içimde başlattığım hikaye
ben her yerden aşka çıkarım

ırsıdir aşk
babadan oğula geçtiği gibi
geçer bir aşktan diğerine
ruhumu beklet, dağı ertele
dönülmez sözler verdim
döndüğümde çaresine bakarım

MURATHAN MUNGAN

***

KIRILGAN
Kırılgan bir çocuğum ben
Yüreğim cam kırığı
Bütün duygulardan önce
Öğrendim ayrılığı
Saldırgan diyorlar bana
Oysa kırılganım ben
Gözyaşlarım mücevher
Saklıyorum herkesten
Ürküyorlar gözümdeki ateşten
Ürküyorlar dilimdeki zehirden
Ürküyorlar o dur durak bilmeyen
gözükara cesaretimden
Diyorlar: Bir yanı sarp bir uçurum,
Bir yanı çılgın dağ doruğu.
Oysa böyle yapmasam ben
Nasıl korurum içimdeki çocuğu?
Bir yanım çılgın nar ağacı
Bir yanım buz sarayı.

MURATHAN MUNGAN

***  

KİMSE.
zamanı yıllarla tartanlar
yanılırlar
hiçbir şey tartılmaz başka bir şeyle
hatta çoğu zaman kendiyle bile
yaşanır, içini tohuma bırakır
geçer gider
geçmez sandıkların bile

hiçbir geçen tartılmaz kalanla
neyin kaldığını çoğu kez kendi de bilmezken insan
kimse kimse kimse
sahi kimse
ya da hiç kimse
söylediklerimden çok
sustuklarım
seçtiklerimden çok
reddedilmek için
ne kadar varsam
o kadar kimseyim kendime

güç kötü bir şey
kaderken de
kaldıramazken de
güç kötü bir şey
güçlüyken de
güçsüzken de
kaldığın yerden devam etmenin karanlığı
benzemiyor hiçbir çaresizliğe
kimin kaldığı yer var ki dünyada
kaldım sandığın yer
bizden geçendir çoğunlukla
içimizi parçalaya çoğalta
hâlâ gittiğim sona aceleci adımlarla
bütün iş birinin dediği gibi,
yavaşça acele etmek aslında

ölene kadar yavaşla işte
ölene kadar yavaşla
ne başkalaştırırsan o kadarsın
başkalarının imtihanlarından büyük gelecekler umma

çaresizlik bile bizden bir başkası yapmaya yetmez
bize biçilmiş döngüye katlanırız yalnızca
bir bakıma hiçbir yerdeyiz
bir bakıma yalnızca buradayız
var oluşumuzun ağırlığı altında ezilirken yapayalnız
ait olduğunu sandığın bütün grupların içinde yapayalnız
reddin imkânları sayım kayıpları yoklama kaçakları
sanma ki hayat bizi bekler başka kıyılarda
oysa biz buradayız
halsiz, kanıtsız
yılların neyi tarttığını bile bilmeden
kendi gücümüzün altında azala azala

kollarımız kadar kulaç kalplerimiz kadar sahil
hiçbir adanın almadığı yalnızlarız,
tamamlanmamış haritasında
define ve varlık
geleceğin tarihe dağıttığı kayıplar
bir gün birbirini bulmanın umuduyla

gölgemizle barışmanın uzun yolculuğu: büyümek
kendiyle tanışmayı erteler insan çoğu zaman
hayat yanlışlarla kısalır
başka biri olarak girdiğimiz bir kapıdan
bir diğeri olarak çıkarız
gündeliğe katlanmak için başkalarını kandırırken kendimizi yanıltırız
içimizi denerken yüzeriz farklı yüzlerle kendi içimizde bile
bu yüzden aşk yalnızca bir fikirdir
bu sefer gerçekleştirdiğini sandığın bir fikir
hep öyle oldu bende
hep saklı kaldı içimdeki anahtar
ve hep aynı kilitte kırıldı

fikirler de zamanla değişir
kırıldıkları yerde
kırıldıkları yer her şeyi değiştirir

zamanla bir şey söylemez artık kırılmak bile
sonra başka bir başlangıcın kapısında
aynı korkularla kalakalırız
daha önce de söylemiştim:
kimse yoktur kimsenin kimsesizliğine
her şiirin gizi başka bir şiirle
açıklar kendini
demiştim ya, hep öyle oldu bende
böyle katlandım kimsesizliğe
o birini ararken bile biliyordum
hiç kimse hiç kimse hiç kimse

MURATHAN MUNGAN

***


Bu haftada Murathan Mungan’ın şiirlerine yer verdim. Elimdeki şiirlerinden seçtiklerim bitmedi. Bu haftalık bu kadar diyerek sizlerden ayrılırken herkese huzurlu bir hafta sonu diliyorum.



Yayın Tarihi: 31.05.2015

TAŞI GEDİĞİNE KOYMAK

En uzun ömürlü gündemimizi sorsalar tam yüzyıldır devam eden belkide daha çook seneler sürecek “sözde ermeni soykırımıdır” derim. Dünya devletleri birkaçı hariç bu konuda Türkiye’yi soykırım uyguladığını kabul etmeye zorluyorlar. Her yıl ermeni soykırımı günü olarak kabul edilen nisanın 24’ünde ABD başkanının ne diyeceğini merakla bekler dururuz.
Bir ara Ermeni soykırımının olmadığını söylemenin bile  suç sayılması için kimi Avrupa devletleri yasalar çıkarmıştı. Az kızmadık, az gürlemedik hani. Fransızların bir kısmı sakin olmamızı, yasa tasarısının son kertede reddedileceğini söylüyorlar, diğer kısmı Türkler böyle “havlarlar” ama ısırmazlar, onlar kuru gürültücüdür diyorlardı. Toplum olarak nerdeyse bir koşu Fransa’yı küçük bir ameliyat edecektik. O zamanki Cumhur Başkanımız Fransa Cumhur Başkanını 3 kez aramış fakat zat-ı âlileri (!) 3 kez telefonu açmayarak gururumuzu incitmişti.

Tamda bu sırada efsane sanatçımız Barış Manço aklıma geldi.     

Barış Manço Fransa’da bir televizyon kanalının canlı yayınına konuk olarak katılmıştı. Küstah bir spiker Barış Manço’yla  dalga geçmeye çalışıyordu. Sürekli, “İşte Türk, yani barbar, vahşi vs...”  diyordu.

Bu densiz spikerin kötü tavrının uzaması üzerine Barış Manço spikere
“Yanınızda kâğıt para var mı?” diye sorar!
Bu soruya spiker şaşkınlıkla ne olacağını anlamadan,
“Evet var ama ne olacak ki” der.
Barış Manço ısrar edince spiker cebindeki kâğıt paraları çıkartır.
Bu olaydan az önce Barış Manço canlı yayında “Anahtar” adlı şarkısını söylemiştir. Bu şarkının bir bölümü şöyledir:

“Beş Akif - bir Saat Kulesi,
İki Kule - bir Fatih,
Beş Fatih - bir Mevlana,
İki Mevlana - bir Sinan”

(Barış Manço / Anahtar şarkısı / Darısı Başınıza Albümü / 1992).

Bu şarkı bir matematik sorusudur ve şarkıda adı geçen kişiler o dönemdeki Türk parası olan banknotların arkasında fotoğrafı olan kişilerdir...

Barış Manço spikere sorar:
“Bu paranızda fotoğrafı olan kişi kim?”
Spiker: “General .”

Barış Manço diğer paralardaki fotoğrafları olan kişileri de sorar, spikerin verdiği cevaplar hep aynıdır,
“General, Amiral, Komutan” Spikerin bu “falanca General, falanca Amiral, falanca Komutan” cevabından sonra, bu sefer de Barış Manço cebinden Türk paralarını çıkarır...

Barış Manço der ki:
Bu parada fotoğrafı olan kişi Mehmet Akif Ersoy’dur. Şairdir...
Bu fotoğraftaki kişi Mevlana’dır. Düşünürdür...
Bu paradaki fotoğrafı olan kişi Fatih Sultan Mehmet’dir. Adaletin sembolüdür...
Bu paradaki kişiyse Atatürk’tür. “Yurtta barış, dünyada barış” diyen kişidir. Bizim paralarımız bunlar. Biz Türkler ince ruhlu, kibar, medeni insanlar olduğumuz için paralarımızın arkasına şairlerimizin, düşünürlerimizin, bilim adamalarımızın fotoğraflarını bastık. Siz Fransızlar kendiniz barbar, vahşi olduğunuz için paralarınızın arkasına hep savaş adamlarının fotoğraflarını basmışsınız!” der...

Barış Manço’nun bu müthiş cevabından sonra televizyon yöneticileri Canlı yayını keserler ve spikeri yayından alırlar, başka bir spiker yerine gelir ve canlı yayın yeniden başlar, yeni spiker Barış Manço’dan ve Türklerden özür diler.

Eskilerin “Taşı Gediğine Koymak” dedikleri şey budur. Yani yerinde uygun ve tam zamanında donanımlı, bilerek söz söylemek ve konuşmak.. zekâ sahibi ince adamlar kavga etmeden sakin ve soğuk kanlılıkla çarpıcı örnekler vererek sözleriyle karşısındakini döverlerdi. Böyle adamların ne çok özlemini çekiyoruz. Esen, gürleyen kara cahil o kadar çok insanımız var ki, sonuçta uluslar arası her alanda kaba hakaretlere maruz kalıyoruz. Lâfı gediğine koyan ince zeki ve bilgili adam yetiştiren okulda yok ne yazık ki. 



Yayın Tarihi: 29.05.2015

BİR FARKIMIZ OLMALI

Ana-baba olmak sorumluluk isteyen bir konu. Bilge anam insanın ana-baba olmasının çocuk sahibi olmakla sınırlanmaması gerektiğini, insan yetiştirmenin zor bir şey olduğunu ve bunun diğer canlılarda olmadığını vurgulamak için “kedi köpekte anne oluyor” der. Elbette “dağına göre kar” diyerek durumu özetler.

İnsan sorumluluk alırda diğer türlerdeki canlılar almaz mı? Alır elbette. Fakat ikinci batında doğanlarla ilgilenirken önceki batında doğan yavru çoktan yuvadan çıkmış ana-baba evlât ilişkisi bitmiştir. İnsanda durum böyle değil. Toplumdan topluma farklılık gösterse bile özde, duygusal boyutta ana-baba evlât ilişkisi ömürlerinin sonuna kadar sürer gider. Evlâdın yaşı ne olursa olsun, ana-baba için o minik bir yavru kadar korunulası, sevilesi bir varlıktır. Yaşlanan ana-babalara bakın artık kendilerinin korunulası, sevilesi durumda olduğunu unuttuklarını, evlâtlarına küçüklüklerindeki gibi şefkatle baktıklarını görürsünüz. Her ne kadar; “ben yaşlandım bile anne, baba bu sene kızı evlendiriyorum yahu” deseniz de durum böyle. Onların gözünde böyleyiz, bu değişmez ve değiştirilemez bir gerçek.

Bilge anam herkes ana olamaz manasıyla ne demişti; “kedi köpekte anne oluyor!” Geçtiğimiz hafta gazetelere manşet olan bir olay bu sözü doğruluyordu. Hatta kedi ve köpekler bu olaydan haberdar olsa, olaya adı karışan ana-babaya “türlerine” kötü örnek oluyorlar diye dava açabilirlerdi. Yakın geçmişte gazetelerde ‘Utanç’, ‘Sözleşmeli sapık’, ‘Utanç vesikası’, ‘Sözleşmeyle kızını sattı’, ‘Kölelik sözleşmesi’, ‘Utanç belgesi’başlığıyla verilen haberi hatırlarsınız mısınız?  Sivaslı bir baba 6 yıl önce Antalya’da inşaat malzemeleri satan bir işyerinde çalışan oğlunun, eşinden ayrılan 4 çocuk babası, 54 yaşındaki patronuna 12 yaşındaki kızını aralarında yaptıkları yazılı sözleşmeyle 5,000 liraya satmıştı. Olayın nasıl geliştiğini gazetelerden okumuş, televizyon sabah haberlerinde dinlemiş olmalısınız. Biliyorsunuz 54 yaşındaki adam 12 yaşındaki kıza tecavüz etmişti?

Küçük kızın rehber öğretmeninin ortaya çıkardığı bu olay polise bildirilmiş, polis tarafından konu savcılığa aktarılmış, savcılık soruşturmayı 2006 yılında başlatmış, davanın ilk celsesi ancak 2012 yılında yapılabilmiştir. Cinsel saldırı ve çocukların cinsel istismarı suçları, tutuklamayı gerektiren suçlar olarak belirtilmiştir. Bu açık düzenlemeye rağmen mahkeme “küçük yaştaki kıza tecavüz eden adam olarak yargılanan” sanığın tutuksuz yargılanmasına karar vermişti. Ayrıca babanın yaptığı insan satma işi kanunlarımıza göre bir suçtur. Baba hakkında açılmış bir dava yoktur.

Gene aynı zamanlarda tecavüz olayıyla gündemimiz meşgul olmuştu. Mardin’de, bir kız çocuğuna tecavüz eden 26 sanığın yargılandığı davada mahkemenin verdiği karar ve Yargıtay’ın yerel mahkeme kararını incelerken oluşturduğu gerekçe toplumda büyük tepki toplamıştı. “N.Ç davası” diye birkaç gün medyada tartışma konusu yapıldı ama haber değerini kaybettikten sonra da unutuldu. Her biri yörenin sakinlerince tanındığı bu 26 kişi de tutuksuz yargılandığı bu davada suçsuz bulunmuştu.

Burdada “N.Ç” yi 26 kişiyle buluşturan annesiydi.

1950’lerin 1960’ların uzak doğu ülkelerine benzemeye başladık. İkinci dünya savaşı ertesinde Amerika’nın Kore ve Vietnam savaşı sırasında bozulan sosyal yapı sonucunda, anne babalar ülkelerinin geleceğinin olmadığı gerekçesi ve bu ortamdan kurtulsunlar düşüncesiyle kızlarını 100 dolara yabancılara satıyorlardı.

Bu iki olayın hangi boyutunu ele alsanız elinizde kalır. Yargı da içinde olmak üzere bu konunun birkaç boyutu var. İyisi mi, dallanıp budaklandırmadan başlangıç konumuza dönelim. 


Herkes ana-baba olmalı mıdır diye sormak gerek. Ve şu soruyuda eklemeli; herkes ana-baba olabilir mi? Aklıma anamın o meşhur sözü geliyor ; “kedi köpekte anne oluyor’!”  Bir farkımız olmalı.



Yayın Tarihi: 27.05.2015

BESİNLERDEKİ KATKI MADDELERİ VE ÇÜRÜMEYEN CESETLER

Gerçekten olmuş olay mıdır, fıkra mıdır bilmiyorum, hep anlatılır. Ülkemizden bir kafile yurt dışına çıkmış. Gittikleri ülkede bir öğlen sırasında acıktıkları için lüks bir restoranda yemek yemeye karar vermişler. Yemekler ısmarlanıp yenmeye başlanmışken garsonlardan biri kafileye ‘siz Türk müsünüz?’ diye sormuş. Bizimkilerde İngilizce veya Fransızca her ne ise; konuştukları dile son derece hakim olduklarını düşünerek garsona ‘nerden anladınız?’ demişler. Garson ‘Türklerden başka kimse bir yemeğe hiç tatmadan tuz atmazda..’ demiş.
Sözün kısası aşırı tuzlu yeme düşkünlüğümüz o kadar meşhurdur. Peki hiç düşündünüz mü; neden çok tuzlu yeriz? Su içme alışkanlığımız yokmuş da, tuza düşkünlüğümüz onun içinmiş. Adını hatırlamadığım bir uzmandan duydum. Su içmeyen insan mineral eksikliğini tuz alarak giderirmiş. Oysa suda hem tuz hem mineraller fazlasıyla var. Su içilse tuzlu yeme alışkanlığı büyük ölçüde biter deniyor.

Doktorlara göre su içme ihtiyacının belirtisi olarak susama daha çok çocuklarda oluşur. Yetişkinler su ihtiyacının belirtisini acıkma olarak hisseder bir iki lokma atıştırarak bu açlığı bastırmaya çalışır. Oysa ihtiyacı olan sudur ve mineral eksikliğini bu atıştırmalarla gidermiş olmaz.

Peki mineraller gıda yoluyla alınamaz mı? Bugün organik tarım yerini nerdeyse zirai tarıma bıraktığı için hormonlanmamış, zirai ilaçla korunmamış, geniyle oynanmamış tarımsal veya hayvansal ürün hemen hemen kalmamıştır. Şişelenen, paketlenen her üründeki son kullanma tarihi raf ömrünü gösterir. Bizler bu raf ömrüne yani son kullanma tarihine bakarak bir gıda ürününün alınıp alınamayacağına karar veriyoruz. Oysa üretim tarihide en az son kullanma tarihi kadar önemlidir. Neden önemlidir biliyor musunuz? Çünkü ikisi arasındaki uzaklık o ürünün dayanıklılığını arttıran katkı maddelerinin çokluğunu gösterir. Katkı maddeleri de o ürünün besin değerini bilindiği gibi öldürür.

Besin değeri kalmayan, paketlenmiş her ürünün mineral zenginliğide azalır. Dolayısıyla mineral ihtiyacımızı sudan başka bir içecekle karşılayamayız. Pakete girmiş suda bu konuda tehlikeler taşımaktadır. Hele ülkemizde kolay kazanç elde etme arzusu, devletin koyduğu ağır vergilerle birleşince insan sağlığı için hiçte hoş olmayan sonuçlar doğuruyor.

Yediklerimizden içtiklerimize kadar her şey yapaydır. Gelişmişlik galiba sonunda bir duvara toslamak üzeredir. Vergiler makul seviyelere inmedikçe, denetimler artmadıkça, cezalar caydırıcı olmadıkça mezarlığımızda çürümeyen cesetlerle dolacaktır. Bu kadar katkı maddesiyle raf ömrü uzatılan besinleri alan insanın cesedi çürür mü sanıyorsunuz.

Fransa’da son zamanlarda yapılan otopsilerde genç ölülerin cesetlerinin çürümediği görülmüş. Nedenini araştırmışlar, besinlerdeki katkı maddelerinin insan bedeninde fazlasıyla biriktiği sonucuna varmışlar. Bu katkı maddeleri insanı yaşarken değil öldükten sonra koruyor deme ihtiyacını duyuyorum. Siz ne dersiniz?


Yayın Tarihi: 25.05.2015

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba! Geçen hafta yazımın sonunda bu haftada Murathan Mungan’ın şiirlerini sunmaya devam edeceğimi belirtmiştim sevgili okurlar. Onun için söylenmiş sözlerle başlayalım mı, ne dersiniz?

Günün hangi saatinde olursa olsun, hiç fark etmiyor... beni böylesine etkileyebilen tek şair... “Yalnız Bir Opera” isimli yapıtın sahibi... hayran olduğum ender insanlardan biri...

İyi yazar, kötü bir reklam kampanyasıyla, okura ulaşmak adına maymuna nasıl döner, ajansta çektirilen fotoğraflar önce basına dağıtılır, her fotoğrafa uygun birer yazı yazılır, sonra duyarlı ve isyankâr olunur. Peh! Nene gerek yağlı börek!

Mezopotamya Üçlemesi gibi dehşet ötesi üç oyunu, devlet tiyatroları bünyesinde izlemeseydim, asla hak ettiği değeri vermeyecektim adama.

99 tüyap kitap fuarında metis yayınlarının etrafında haddinden fazla güzel kadın vardı, genç işten çıkmış görüntülü 30larını/a oynayan kadınlar..bir süre kitap seçtim, parasını ödemek için ilerlerken karşımda gördüm oydu, Türk kadınlarının en çok okuduğu (daha doğrusu satın aldığı) ..

“Yalnız bir operası” vardır ki yaz geçer’de ömre bedel..
Herkes okumuştur, ya kitap ya da bir mailden, yazmadan da geçemeyeceğim...
“Gittin. Şimdi bir mevsim değil, koca bir hayat girdi aramıza. Biliyorum ne sen dönebilirsin artık, ne de ben kapıyı açabilirim sana.”

“Hayatın öldürmediği bir şey vardı onda..belki de son darbeyi yememişti daha”
Hikayeleri şiirlerine bin basan, bütün yazdıkları güzel olmasa da aradan hasta olunası yazıları bulunan aşmış insan.. kırk oda ve üç aynalı kırk oda (bu kitabıyla tanımıştım ve bir edebiyat sever olarak yazdıklarıyla çarpılmıştım. A.G) masalların gerçek yüzleri.

...

GECENİN UZUN SÖYLEVİ

I.
Coşkularımız yetim kaldı. Yoksul kağıtlarımızı onarmıyor artık şiirlerimiz. Şiirlerimizin kireci vuruyor yüzümüzdeki duvara. (Eksik fakat aydınlık anlatımları her çeşit mutsuzluğun...) Ve ellerimizi koğuşturuyoruz durmadan. Sabıkalı şiirlerimizden artan ve kendimizce yorumladığımız ellerimizi. Durmadan kendimize tırmanıyoruz uzun soluklarla. Ayaklarımız çiğnenmiş leylaklardan devşirilmiş; leylak yorgunu sarp yollar inmekte denizin sabıkalı sevdalarına.
(Korsan yorgunu denizin; gökyüzüne rengi yitik şafakların yamadığı...)

II.
Gece. Zaman ihtilali. Kurşun geçirmez yüreklerimiz. Yani uzatmalı yasakların konakladığı o mağrur suskunluk. Kuşatmalardan artakalmış yaralı insanlığına kefil yürek. Şimdi gecenin uzun söylevinde yaşanan dilsiz şiirlerin yitik kafiyelerine ayak uydurmaya çalışıyor. Yetim kalmış çarpıntılarına; yaralarını sararak. Geveze dilsizliğin ikilemini yaşayan kafiyelerin küçük, ürkek adımlarına. Sessizliklerinde dingin bir barışıklığın büyüsü. Hangi büyülerle onarmaktayız kendimizi, bir parça daha yaşamak için.
(Kıyılarımızda suskunluk. –Ellerimizin bizle birleştiği yerde- Biz lisanı bilinmeyen rehin bırakılmış bir coğrafya atlası.) Oysa deniz biziz. Kıyı biz. Sevişmek, bir gençlik karantinası.
Ve uzun kalemlerin gölgeleri dolaşıyor yaralı duyarlıklarımızın üzerinde.

Biz gündüz sürgünleri!
Yazmakla tamamladık mı kendimizi?
Yazmakla tanımladık mı?
Kalemlerimizin uçları yine de nar çiçeği.

III.
Eski harfler kilitlemiş babamın tarihini cep yazmalarında. Ağır bir gözlük kalmış tahta mağaralarında deri çekmecelerin (ve uzun senelerin) . Beni o tanımlayabilirdi ancak. İnce siyah çizgili, o acı yeşil, kırık dolmakaleminin kuruyan kanıyla. (O hiç unutamadığım dolmakaleminin. Ve herkesin hırsızı şiirlerinin...) Beni o tanımlayabilirdi ancak. Ben beş yaşındayken öldürdüğüm babam. Şimdi yırtık fotoğraflarını arka cebimde gezdirdiğim sünnetçi babam.

IV.
Acımlayabilirim biraz daha. Dilerseniz biraz daha ışıklandırabilirim nesnel gerçekliğimi; (sizler için) . Bana kendimi anlatmamış beni size anlatabilirim. Şiirlerimle sizden kaçırdıklarımı (gecelerimi) yakınlaştırabilirim karanlığımla.
Gece. zaman ihtilali. Bu kültür birikimi hangi umarsız unutkanlığımızın hüviyetidir? Açıklar mısınız?

V.
Siz ve biz (birbirimizi görmeden, belki görmek bile istemeden) bin yıl daha gezinelim aynalı karanlığımızda. Yeraltı duyarlıklarımızdan biçtiğimiz civan giysilerimizin görece özerkliğini sınayalım. Gecenin eklemediği isyanlarımız ve şiirlerimizle; belin ve kanın eklemediği ideoloji çarşaflarında. Yani her sevişmenin son ihtilal provasında.
Ve bin yıl daha kilitleyelim gizlerimizi çarşılı ilişkilerimizle. Çarşılı ilişkilerimizin müfredata uygun diliyle.
Belki sonra, ondan sonra, her şey açık, apaçık yazılabilir, herkes için.
(Bir duyarlık ihtilalinde kendimizi talan edip, sevdiğimiz zaman...)

VI.
Kan. Irmak tanrısının suçu kan.
Kimsenin birbirini tanımaması, anlamaması bundan.

VII.
Şimdi gecenin uzun söylevinden, insan olmaktan, toplumsal bir insan olmaktan, onanmaktan ve redd-i ilhaktan toplayabildiklerimiz bunlar. Kendimiz.
Sunaklarımıza acılarımızı koyuyoruz.
Bunlar hiçbir hapishanede yazılmamış hapishane defterleridir Efendim. Lütfen kabul buyurunuz.

MURATHAN MUNGAN

***

GEÇİLMEZ DENİZ

I-

ahreli bir kağıt üstüne simsiyah kapanmışım
kazırım kendimi bir secdeden, ellerimde gizli hattatlar
ve söze gelmez devrik duyarlıklarım
gözlerim -hüznün dilsiz masalcısı-
gözlerimde hiçbir dile çevrilmez intiharlar
oysa saklı hançerimi mağrur bildiniz
kendimin tenha bir yerinde vurulmuşum, yatarım
orası bir denizin gölgesidir, göremezsiniz
ölüm üzre bir akrepken menekşelenirsiniz
ve ahreli kağıtlar dürülür ferman diye
yufka ölümlerin hazin tarihleriyle
kar altında kalmış imzasız karanlıklarım
ve azgın sularda kendini arayan deniz
ben konuşmam, susarım
bu aklamaz ki sizi
katilimsiniz

II-

katilimsiniz en azgın sularda
ellerinizde kan mürekkepleri sarhoş
ölüm nasıl bir sarmaşık ki
(deniz gören) en mağrur balkonlarda
bir gün siz de katilleri seversiniz

MURATHAN MUNGAN

***

GELME..

baktığın yerde karanlık bir tomurcuk bırakıyorum
çarşılar avuçlarında aykırı
sokakların lisanı adımlarında
gelme, geldiğinde her şey yitiriyor kendini
vurgun: ölümlerin en kostağı
vurgun ölümlerden kaçgun yanımız
konaklarda boğulmuş eski bir ana
şöyle buyurur:

sen seç kendine bir hayat
ve öylesine yaşa, nasılsa
kaldığın yerden vurgun sürdürür
ve hep bak kendine
birörnek aynalara asi bir suret bırak
baktıkça gözlerin
kendini öldürür...

MURATHAN MUNGAN

***

GEMİCİ ISLIĞI

Ay boşalmış gökyüzünde
Dağılıp gitmiş tekneler
Kimsesiz denizlerde çalkalanan
Yıldızları söndürülmüş geceler
Hatırlanacak ne bıraktıysak geride
Islıkla çalıyoruz
sözlerini unuttuğumuz şarkılar gibi
hangi limanlarda kaldı kim bilir
bir bizim sanarken ömrümüzü
yazdığımız
okunaksız defterler

kim dikti önümüze bu görünmez engelleri
açık denizlerde bile bir geçit arıyoruz kendimize
yetmiyor yolculukla ödeşmek
yetmiyor unutmanın borçlarını ödemek
öyle bir yere varmışız ki farkında bile olmadan
birbirinden aynı uzaklıkta
iki yıldız gibi şimdi
hem geçmiş hem gelecek

deniz karanlık
kimsesiz gece
bir tek ıslıkla aydınlanıyor
seferini unutmuş tekne
bir tek ıslık
insanı nereye kadar götürürse

MURATHAN MUNGAN

***

GÜZ BEYLERİ

Güz beyleri Güz beyleri
Kızarmış yapraklar saltanatı, nal sesleri
cam çekiçler göğsünüzde
hiçbir uyku silemez yüzünüzden
yılın değil bu ömrün hazanı
başka göklerden bir yıldız
başka dağlardan bir ırmak
başka atlaslarda yaşadı
bağrınıza kadar battığınız gece
hiçbir yağmur yıkayamaz artık bu duayı
bulutların atlarla birlikte uyuduğu
bir zamanlar sizin olan mevsimden
bir yaprak düşüyor
ne zaman gözlerimin önünden geçseniz
cam çekiç
yüreğimden kopmayan çığ
Siz yoktunuz ben sizin mevsiminize geldiğimde

MURATHAN MUNGAN

***

HAM FERMAN

el yapımı kağıt üzerine
el yapımı şiir
ellerden sakladığın
gün gelir
elden ele gezinir
herkesin içindeki ham içindeki çiğ
düşman duygular insan içi eskitir
gel geç buralardan
gerisi zamanın işidir
kiminin yüreğindeki zaman
okutur geçmiş fermanları
zamanda saklanan ham bilgiyi
aktarır
kendi zamanını aşanların kalbiyle
el yapımı şiirin
hâlâ mümkün olduğu kalplere.

MURATHAN MUNGAN

***

HERKES VE BİRKAÇ KİŞİ

Yağmur Herkese Yağar
Güneş Isıtır Herkesi
Mevsimler Herkes İçindir
Yalnız Çığ Altında Kalan
Sele Kapılan Her Zaman Birkaç Kişi

Herkes İçindir Aşk Da Ayrılık Da
Yalnızca Birkaç Kişi Ölür Acıdan
Eskiden Ölümle Tartılırdı Ayrılık
Kiminin Hayatı Yalnızca Unutkanlıktan

Her Şey, Herkes İçin Değildir Oysa
Kimi Hiçbir şey Öğrenmez Karanlıktan
Yalnızlığı Kullanmayı Bilmez Kimi
Kimi Ayrılamaz Karanlıktan

Yağmur Herkese Yağar
Ama Çok Az İnsan Tutar Yağmurun Ellerini
Onca Şarkı Onca Film Onca Roman
Ama Sevmeye Yetmez Herkesin Kalbi

Çığ Altında Kalan Sele Kapılan
Aşktan Ve Acıdan Ölen
Birkaç Kişi Dünyayı Başka Bir Yer Yapmaya Yeter
Aslında Onların Hikâyesidir Anlatılan
Diğerleri Dinler, Seyreder, Geçer Gider
Geçer Gider Herkes
Hikâyelerdir Geriye Kalan.

MURATHAN MUNGAN

***

İÇİMİZDEN EKSİLDİ

Artık heyecanlandırmıyor beni
garlar, peronlar, benzin istasyonları,
uykulu mola yerleri, yabancılıklar,
bilmediğin dağ rüzgârlarıyla ürpererek uyanmak
bir gece vakti, dalgın bakışmalar
sonra uykusuz sabahlarda indiğin sahil kasabası
daha gövdene uyanmadan serin tuz, kıştan kalma dalgalar

bir yerlerde beklediğini sandığımız büyük rüyalar
galiba artık heyecanlandırmıyor kimseyi
nicedir eksildi içimizden o çekip gitme duygusu
eski neşesine bir türlü kavuşamayan kalbim
saçıp savurdu buraya gelene kadar
içindeki şarkıları
şimdi gündelik hayatın sade gürültüsü, kuru düzeni kuşatırken
sessizliğimi
ardına saklandığım kelimeler
kadar bir hayat
ölmeden önce okunacak, yazılacak birkaç kitap.

MURATHAN MUNGAN

***

İDARE LAMBASI

Bağbozumuydu hiç unutmam
Lambanın ışığı vuruyordu yüzüne
üzümlere vurur gibi
sonra sesin,ışıkla aynı rekteydi
nedense bal demek geliyor içimden
ikisini birden düşündüğümde
'kendi içiyle ilişkisi kopmuş biri
başkalarına gerek duymaz bir daha'
demiştin. Susup seni dinlemiştik.

O yılın şarabı bambaşkaydı.

Duyguları çektik kıyıya
hiçbir fırtınaya gücü kalmamış
yorgun tekneler tekliyor
gün günden çürüyen
bir iç denizde kirleniyoruz
son büyük dalgayı kaptırmamak için
serseri bir vurguna
bütün güvencemiz bu liman
yatıştırılmış bir denizin çalkantısını
idare ediyoruz
idare lambası altında

O yılın şarabını hiç unutmam!

MURATHAN MUNGAN

***

İKİ BIÇAK

İki bıçak seç kendine
Biri yaralamak için
Biri öldürmek
Pusu kur gözleri
Karanlık gölgesine
Biri sevmek için
Biri ihanet
İki yürek seç kendine
Biri yaşamak için
Biri gizlenmek
Bir korkak, bir kaçak, bir firar
Kaç kişisin sen sevdiğim, çocuk
İçimdeki bıçak bir kere daha dönüyor
Olduğu yerde
Kalırsan sel basar yataklarımı
Gidersen uçurum çiçekleri açar kalbimde
Kimi zamanlar olur sevgilim
İki bıçak bile yetmez bir tek ölüme

MURATHAN MUNGAN

***

İKİ YEMİN

Ben hep çabuk çekilen tetiğe yaşadım
Yemin ettim
Yüreğimdeki ve bedenimdeki
bütün yaralar adına
yüzünün kuyusuna düştüğüm kuytuda
Sana olanca aydınlığım ve karanlığımla baktım
aşktan yorgun düştü dinim
dağıldı kehribarım
gül ve buğday yetiştiren
Ömrüm adına yemin ederim ki:
Ben seçmedim bu ölümü
Kaçmasan vurmayacaktım


MURATHAN MUNGAN

***


Bu Pazarda Murathan Mungan şiirlerine doyamadım. Haftaya bir bölüm daha yapmak düşüncesiyle sizlerden izin istiyorum sevgili şiir sever dostlar. 5. Murathan Mungan haftasıyla tekrar karşınızda olmak umut ve dileğiyle hoşça kalın.


Yayın Tarihi: 24.05.2015

AYAKLARINIZA DEĞİL GÖKYÜZÜNE BAKIN

8 Ocak 1942 Oxford doğumlu ünlü İngiliz fizikçi ve evrenbilimci Stephan Havking evrenin temel prensipleri üzerine yaptığı çalışmayla Roger Penrose’le birlikte Einstein’ın Uzay ve Zamanı kapsayan Genel Görelilik Kuramının, Türkçesiyle “büyük patlama” dediğimiz ‘big-bang’ teorisinin kuramcısıdır.  Büyük patlama ilk andır ve evren, bir başka deyişle kâinat o patlamayla oluşmuştur. Stephan Havking’in bu kuramı yirminci yüzyılın ikinci yarısının en büyük buluşlarından biriydi. Bu birleşmenin bir sonucu da karadeliklerin aslında tamamen kara olmadığını, fakat radyasyon yayıp buharlaştıklarını ve görünmez olduklarını ortaya koyuyordu. Diğer bir sonuç da evrenin bir sonu ve sınırı olmadığıydı. Bu da evrenin başlangıcının tamamen bilimsel kurallar çerçevesinde meydana geldiği anlamına geliyordu.

Bu kuramı ortaya koyan, her sözüyle kitlelerde merak uyandıran ve her kitabıyla sadece bilim çevresiyle sınırlı kalmadan kitleleri de heyecanlandıran engelli bilim adamı Stephan Havking
Normal bir çocukluk, ergenlik ve delikanlılık döneminden sonra ilk gençlik yıllarında, 1960’ların başında 22 yaşındayken tedavisi olmayan Amyotrofik lateral skleroz(ALS) hastalığına yakalandı. Motor nöronların zamanla yüzde seksenini öldürerek sinir sistemini felç eden; ancak beynin zihinsel faaliyetlerine dokunmayan bu hastalık, Hawking’i tekerlekli sandalyede yaşamaya mahkûm etti. Ünlü bilim adamı, 1985 yılından bu yana sesini de yitirmiş olduğu için, koltuğuna yerleştirilmiş, yazıları sese dönüştürebilen bilgisayarı sayesinde insanlarla iletişim kurabiliyordu. Kuantum fiziği ve kara deliklerle ilgili iddialarıyla, bugün yaşayan bilim adamları arasında dünyada en çok tanınan isimdir. Kitapları, 40 dile çevrildi; evrenle ilgili çılgın teorik bilgilerini popüler hale getirmek için gereken maddi bağımsızlığı sağlayacak ve Cambridge Üniversitesi’ndeki uygulamalı matematik ve teorik fizik laboratuarını geliştirecek kadar da mal varlığının önemli bir bölümünü sattı. Hawking, hastalığıyla gizemli bir kişilik oluşturmaktadır.

Bu gün 70 yaşını aşmış olan ünlü engelli bilim adamı artık yazı yazamıyor ve beyninden gelen sinyalleri boyun kaslarından alarak sese dönüştüren bilgisayarla, boyun kasları da zayıfladığı için düşüncelerini aktaramıyor. Son dönem teknolojisiyle beyin dalgaları yada göz bebeklerinin hareketlerini yazı yada sese dönüştürecek bilgisayarlar üretilmeye çalışılıyor.

Engelli bilim adamının saygınlığını görüyor musunuz? Halâ kuramı ve gelecek üzerine kafa yoran Stephan Hawking Cambridge üniversitesinde verdiği konferansla söyledikleri insanlığın geleceğini özetler nitelikteydi. Bu özette birde öneri sunuyordu. Önerileri olan bir bilim adamının göreceği saygının daha fazlasını görmesi bir engellinin çabasının değeri olarak hakkı olmalı bence.

‘Evrenin Durumu’ adlı konferansa sağlık durumunun el vermemesi nedeniyle bir konuşma kaydı göndererek, internet aracılığıyla toplantıyı canlı olarak izledi. O kayıtta ‘insanlığının geleceğinin gezegenler arası gezilerin mümkün duruma gelmesine bağlı’ diyen dahi bilim adamı; ‘aşağıya ayaklarınıza değil, gökyüzüne bakmayı aklınızda bulundurun. Yaşadığımız bu narin gezegenin ötesine gitmeyi başaramamamız durumunda bir 1000 yıl daha hayatta kalacağımızı sanmıyorum’ dedi. 

Bir engelli bilim adamının ‘ayağınıza değil, gökyüzüne bakın’ sözünü ilk bakışta engelinden dolayı söylemediğini konuşmasındaki cümle yapısı ta başından belli ediyor. Artık böyle bir konumda engel önemli değildir. Önemli olan geniş açıyla baktığı gerçeği engelsiz söyleyebilmesidir. Bunun için üniversitelerin, özel ve kamu kurum ve kuruluşlarının bunu sağlamaya var güçleriyle katıldıklarını görüyoruz. Gelişmişlik işte budur. Birkaç yazıdır dilime doladığım uygarlıkta budur.



Yayın Tarihi: 22.05.2015

AKIL VE KALP YÖNETİMİ

Akıl ve kalp yönetimi konusunda düşünürken duyduğum bir söz beni kendime getirmeye yetti. Bu konuda yazılabilecek ciltler dolusu kitabı bu söz tek cümlede özetliyordu. Tabiî ki özet yetmez. Tabiî ki üstüne birkaç söz söylemek gerekir. Fakat inanın bugüne kadar böyle bir ayrım yapmamıştım. Hep bu tek cümlelik sözün belirttiği iki halin gerektikçe sadece bir yönünü kullanmıştım. Yani kendimi ve etrafımdakileri ya aklımla, yada kalbimle yönettim. Yalnız buradan kendime acıdığım, kendimi özseverlik (narsisist) derecesinde sevdiğimi sanmayın; benim kendimi kalple yönetmem hemhal (empatti) olmakla ilgilidir. Yani kendimi başkasının yerine koyarken akıl kadar kalbe de önem veririm.   

Neydi o duyduğum söz?

 “Kendini aklınla, etrafındakileri kalbinle yönet”

İçinde sakıncalarıda barındıran, iyimser bakışa sahip olanlar için sakıncanın sıfırlandığını düşündüğüm bir söz olarak gördüm bu sözü. Mutlaka vücut salgılarının iyimser yada kötümser olmada etkisi var. Dolayısıyla hayatı düzenleme işi tıbbi bir konudur diyebiliriz. İşin bu boyutunu bir kenara bırakıp, uzmanlara baş vurmadan, bu sözü vazgeçilmez biçimde özümseyelim.

Ne demekti bu “Kendini aklınla, etrafındakileri kalbinle yönet” sözü? Genellikle insan bedenine esir düşmüş bir canlıdır. Çünkü beden doğa karşısında zayıf olduğu için kendisine hükmeden ‘ben’e bitmek bilmez isteklerde bulunur. Bunu dili olmadığı için işaretler yoluyla, hisler yoluyla ‘ben’e iletir. Bu bedenin kendini koruma güdüsüdür. Buraya kadar her şey normaldir. Sözümüze konu olan asıl bundan sonrasıdır.

‘Ben’e iletilen işaret ve hisler eğer ‘ben’i yalnızca bedensel ihtiyaçlara yönlendirmiş, ondan başka bir şey düşünemez duruma düşürürse, zaten varlığını bedenle anlatma eğilimi olan ‘ben’in daha gerçekçi ve daha tarafsız davranması imkânsızlaşır. Eskiler boşuna “aç koyma hırsız edersin, çok verme arsız edersin” sözünü söylemediler herhalde. Hayat imbiğinden geçen davranışları böyle özlü sözlere dökerek kulaklara küpe olacak şekilde bizleri uyarmışlardır. ‘Ben’in arsız-hırsız ilişkisinin sevme, sevmeme ve şımartma yada şımartmamayla ilgisi var. Bu durum karakter dediğimiz kişisel tutum ve davranışları oluşturuyor, karakterde oluşmaya çocuk yaşta başlıyor. Yetişkin birey olduktan sonra kişilerin bedenleriyle ilişkileri bağımlılık haline geldiğinde ruhsal yapıyı olumsuz şekilde etkileyerek kolay kolay değiştirilemez bir karakter ortaya çıkıyor.

Sorun burada başlıyor aslına bakarsanız. Kendinden başkasını dinlememe, her yerde öncelik alma, kural tanımama, toplumsal uyumsuzluk. Bu önce özgürlük gibi sunulsa da foyası çok geçmeden ortaya çıkar. Böylelerine “hasta ruhlu” diyoruz biliyorsunuz.

Buraya kadar anlattıklarımdan bedene bağımlılığın ‘ben’e etkilerinin duygular üstünde olumsuz sonuçlar doğurduğu yargısına varıyoruz. Bu durumun sonuç olarak kişiyi kendine bile eziyet eder bir bencilliğe sürüklediğini görebiliriz.

Olumsuzdan olumluya gidelim mi? Evet yeridir, gidelim!

“Kendini aklınla, etrafındakileri kalbinle yönet” sözü işte burada devreye girer. Bu şu demektir; kendine acıma, başkalarına merhamet et, şefkat göster ve en az kendini sevdiğin kadar etrafındakileri sev. Kendine acımayan; bedenini aşan, ona tepeden bakabilen kişilerdir. Böyle kişiler kendinden aşkınlaşabilir. Birde üstün sevgi demek olan aşk bunu sağlar kişiye. Toplumcu yanı çok olan, duyarlılığını her canlı için gösteren ve bedeni ihtiyaçlarını öyle orta yere pek sermeyenlere “kendini aşmış” diyoruz değil mi?

Kendini aklıyla yöneten adil olur. Etrafını veya başkalarını kalbiyle yönetense herkese adaletli davranır. Politikacılarımızın dillerinden düşürmedikleri, pek sevdikleri “Adalet” kelimesi kelime olmaktan ancak yaşanırsa kurtularak gerçek anlamını bulur.   



Yayın Tarihi: 20.05.2015

UYGARLIĞIN NERESİNDEYİZ?

Geçtiğimiz hafta engelliler haftasıydı. Biliyorsunuz 10-16 mayıs arası engelliler haftasıdır. Bu sebeple geçtiğimiz hafta içinde engellilere yönelik pek çok etkinlik yapıldı. Bizde adet böyledir, her şeyin bolca anmasını veya kutlamasını yaparız. İş icraata dökülünce savsaklarız. Nitekim ulaşılabilirlik ve erişilebilirlik konusunda 2005 yılında çıkan yasa kamu kurum ve kuruluşlarıyla gene kamu araçlarına gerekli şartlara sahip olmaları için tanınan süre 2012 yılında bittiğinde bu şartların sağlanamadığı gerekçesiyle 3 yıl uzatılmıştı. O sürede temmuz 2015’te, yani bu yıl bitiyor. İlerleme sağlandı mı? Yalap şap bir şeyler yapıldı belki ama hiçbir kurum ceza almaktan kurtulamaz. Sanırım süre tekrar uzatılacaktır. Canımız çıkar daha sonra şartlar sağlanır. Bizde adet böyledir “çirkini söyletirler.” Ben çirkin olmaya razıyım, yeterki söylediklerime kulak kabartılsın, ama nerde.. buraya koyduğum şu fotoğrafta daha çok yol kat etmemiz gerektiğini gösteriyor. Bir ara facebook fenomeni olmuş yurdum insanının marifetlerini gösteren bu fotoğraf nasıl bir işgüzar olduğumuzun kanıtıdır. Görünüşte kurallara uygun yapılmış banket rampasını bir engelli akülü aracıyla çıkıyor ama önüne gene bir engel çıkıyor.
 

Ne demek istediğimi daha net anlatabildiğime şimdi eminim. Birde buna, bir süre önce Sakarya 3. noterine işi düşen Selim arkadaşımız yukarı kata çıkamadığı için, görevli bir kişi aşağı gelip hizmeti ayağına götürdükleri gerekçesiyle faturada yol parası adıyla belirtilen merdiven inme parası 14 lira aldığını ekleyin. Uygarlığın neresindeyiz acaba?

Anayasada yapılan değişiklikle engellilere “pozitif ayrımcılık” uygulanacaktı. Pozitif ayrımcılık bu olsa gerek. Selim arkadaşımla başımdan bir gün önce geçen bir olayı da paylaşarak kısa bir söyleşi yapmıştık. Bu yazıda onu sizlere sunmak istiyorum.    

***

- Ömer Süel: Bu sokağın köşesinde de bir noter vardır..

- Selim Özen: ‎Abi peşini bırakmadım adalet bakanlığı ve Türkiye noterler birliğinden gelecek cevaba göre hareket edeceğim gerekirse dava bile açacağım.
- Ömer Süel: Selim Kardeşim ne gerekiyorsa sonuna kadar yapacağın ve iyi bir ders vererek örnek olacağın inancındayım..

- Selim Özen: İnşallah abi ders vermek değil ama sosyal yoksunluk ve ağır düzeydeki hastaların tüm yasal işlemleri noter aracılığı ile yapılmakta, buna uygun ülkede bir düzenlemeyi bakanlık ve Türkiye noterler birliği yapmalı. Hedefim bu abi inşallah çözüme kavuşacaktır..

- Aydın Göle: Selim dün akşam dönüşte Yunus Markete gittim. Çıkışta iki rampanın önünün otomobillerle geçişe imkân vermez biçimde kapatıldığını gördüm. Bir arkadaşımın yardımıyla indim, ama bana sor nasıl indim. İndikten sonra yağmura rağmen gitmedim, otomobillerin sahiplerini yarım saatten fazla bekledim. O arada Vatan Bilgisayar Mağaza Müdürü olduğunu öğrendiğim bir beyefendi yardım için yanıma geldi. Kendilerinin rampalarını kullanmamı önerdi. Fakat oraya bakmaya gittiğimde o rampanında bir pikap tarafından kapatılmış olduğunu gördüm. Yunus Market kapılarına geri döndüm tabii. İlk olarak market giriş kapısının önündeki rampayı kapatan aracın sahibi geldi, bir bayanmış. Arabasının camını işaretle açmasını söyledim, açtı. “Kural ihlali yapan bu arabanın sürücüsünün zarafet ve hassasiyet timsali bildiğim bayanlardan biri tarafından yapılmış olmasına çok şaşırdım ve çok üzüldüm” dedim. Özür diledi ve çok utandı. “Bundan sonra beni hatırlayıp bir başka engelliyi zorda bırakmayın” diye de ekledim. Çıkış kapısının rampasını kapatan otomobilin sahibi epey sonra geldi. Yanımda Vatan Bilgisayar Mağaza Müdürü ikinci aracın sahibi beye; yolu kapatmaya hakkınız var mı beyefendi diyerek, kendilerinin yüzünden tehlikeyle karşılaşarak rampayı indiğimi belirttim. İki dakikalık markete girdim hemen çıktım dedi ve özür dilemedi. “Beyefendi ne 2 dakikası, sizi nerdeyse 40 dakikadır bekliyorum” deyince “siz benim bekçim misiniz” demez mi? “Öyleyse bu gece beni heyula olarak rüyanızda görün” dedim. Arabasına bindi, giderken yan taraftaki giden bayanın boşalttığı rampayı görünce camı açtı ve “bak o rampa boş” deyince “Bir yerin kullanılır durumda olması size hata yapma hakkı vermez beyefendi” dedim. KUM GİBİ İHLAL VAR ÜLKEMİZDE SELİM KUM GİBİ. Çünkü insanlar KURALLARA GÖRE DEĞİL GÖNÜLLERİNE GÖRE DAVRANIYORLAR.

- Selim Özen: Abi ne diyeyim bu insanların akılları çalışmıyorsa kalplerinin çalışmasını beklemekte pek doğru olmuyor.

- Selim Özen: Hakkın huzuruna varınca hakkımızı alacağız kanımca.

- Aydın Göle: Evet karınca kararınca tombaladan bize bu düşüyor. Ama şaka bir yana Allah'ın kendilerinden razı olmasını isteyen insanlar önce bir insanı hoş tutmaya bakacak kanımca..

- Selim Özen: Şems Mevlana’ya İnsanlar üşürken sana rahat yok demiş, Mevlâna da olsan..

- Aydın Göle: Peki, bundan sonra zavallı araçları ve araç sahiplerini koruyup kollayacağıma söz veriyorum. Çünkü onlar kısa ömürlüdürler. Haksız mıyım?

***

Bu okuduklarınızdan sonra uygarlığın neresindeyiz diye sormaz mısınız? 


Not:
Sevgili okurlar buradan duyurmuş olayım, bundan sonra karşılaşacağım engellilere güçlük çıkaran her park ihlalinde araçların plaka numaralarını yazılarımda bir dip not olarak yazacağım. İnsanlarla tek tek uğraşmakla yoruldum çünkü.    



Yayın Tarihi: 18.05.2015

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba şiir sever dostlar. Geçen hafta Murathan Mungan şiirlerini sizlere sunmaya devam edeceğimi belirterek yazımı bitirmiştim. 3. Murathan Mungan şiirleri bölümüyle bugün tekrar karşınızdayım. Aşağıda bulacağınız Murathan Mungan’ın “Fırtına” adlı şiirini “Yeni Türkü” grubunu dinlemeyi sevenler tanıyacaklardır. Bu şiiri hiç bilmeyenlerin, müziği ilgilendikleri tarz olmasa bile bir yerden kulağına girmiştir. Çünkü bir dönem bütün radyolarda çok çalmıştı.

...

BU NE BİÇİM HAYAT

Bu ne biçim Postacı
Üç defa çalıyor kapıyı
Bu ne biçim kel
Hem merhemi var
Hem sürmüyor başına
Bu ne biçim biçimler
İstediğiniz kadar çoğaltılabilir
Memleket çok müsait buna
Örneğin yeni bir komşu taşındı karşıya
Bir baktım Fahriye Abla!
Kırk yıllık bir rötar yapmış
Erzincan Treni
Ben gelmişim şu yaşıma
O ise şiirdeki yaşından gün almamış daha
Benimki ne biçim hayat
Uymuyor ne gördüklerime
ne duyduklarıma
ne okuduklarıma
Ben ne biçim benim
Ne kendime benziyorum
Ne başkalarına

MURATHAN MUNGAN

***

DİZEYE DÜŞEN

Kovulmuşken hayatın bir yerinden
Yalnızken, umarsızken
Öfkeni dillendirecek bir eylem ararken kendine
Diyelim gecelerin o tekin olmayan serüveninde
Paranoya kıvamında ilişkiler yaşarken
İmtiyazsız karanlıkların suçlu zevklerine
Yasağın büyüsüne, hayatın ve gündüzün
Öte - yüzüne sığınırken
Ve intihar manifestosu gibiyken bütün duyarlıkların
Ansızın bir dize gelip takılır diline
Bir can simidi gibi en kurtarıcı keyfiyle
Bir zaman seninle kalır, yanıbaşında,
Zaman içersinde yer değiştiresin
Diye kendisiyle bir gönül erincini,
en düpedüz anlamıyla yaratmak eylemini
Yaşarsın bir dizenin dizlerinde
Sonra uzaklaşır senden,
Gözden kaybolur
Büyümüş, çoğalmış bir şiirin derinliklerinde
Ne senledir oysa, hep senledir oysa
Gecelerin ötesi dediğin şey
Kendin için yaşadığın sinema

MURATHAN MUNGAN

***

ESKİ FENERLER ESKİ GEMİLER

uzun yanlışlarla battı gemiler
geçtikleri her yerde
İçindekiler

toy rüzgarlarda
yelken açan düşlerimiz
uğradığımız adalarda dağıldı
geçtiğimiz gemilerde kaldı çarpılmış yüreklerimiz
boşlukta el sallayan biri var hala
bizim varamadığımız uzaklıklara

ne kulaklarımızda siren sesleri
ne kadırga serenlerinin
yol açtığı birkaç tuzlu resim
içimiz bir ada kuraklığı
sualtı batıklarıyız gündemin

en fazla neyi bilebiliriz şimdi
bulmacalarda geçen gemici deyimlerinden başka
hangi rakıya vursak kendimizi
dalgaların kat yeri
mazisinden yeni bir insan çekip çıkaramayanlar için
eksilerek kazanılan deneyim

örgütlü rastlantılarda her şey sessizliğe güvendi
oysa eski fenerler eski gemiler içindi
paslandı ay ışığında gümüş eyerli tekneler
uykuları çevik tutan deniz rüzgarları dağıldı
şimdi her şeyi çıplak görmenin acı veren aydınlığı
umudun yeni ve altın anlamı.

MURATHAN MUNGAN

***

ESKİDENDİ ÇOK ESKİDEN

Hani erken inerdi karanlık,
Hani yağmur yağardı inceden,
Hani okuldan, işten dönerken,
Işıklar yanardı evlerde,
Eskidendi, çok eskiden.

Hani ay herkese gülümserken,
Mevsimler kimseyi dinlemezken...
Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken,
Eskidendi, çok eskiden.

Hani hepimiz arkadaşken,
Hani oyunlar tükenmemişken,
Henüz kimse bize ihanet etmemiş,
Biz kimseyi aldatmamışken,
Eskidendi, çok eskiden.

Hani şarkılar bizi bu kadar incitmezken,
Hani körkütük sarhoşken gençliğimizden,
Daha biz kimseye küsmemiş,
Daha kimse ölmemişken,
Eskidendi, çok eskiden.

Şimdi ay usul, yıldızlar eski
Hatıralar gökyüzü gibi gitmiyor üstümüzden
Geçen geçti,
Geçen geçti,
Geceyi söndür kalbim
Geceler de gençlik gibi eskidendi
Şimdi uykusuzluk vakti. 

MURATHAN MUNGAN

***

EŞGAL ÜZERİNE BİR ŞİİR

Bir omuzuna attığı kolan
Bir omuzunda samanyolu
nehir yataklarında bir ayağı
ötesi görünmüyor kamçılı karanlıkta
suları sırtlayıp geçmişti buradan
Çolpan yıldızı hangi dağlara düştü?
Ergir mi demirdağ?
Bıçağın sayada hafifliği boşuna
Boydan boya göğsümü geçen yaralı hayvan
Adadım yüreğimi ardından giden aya

Dilsizim ve adsızım şimdi
Aşk diyorlar değil mi buna?

ay, saydam kuyu
yüzünün yüzüme ettiği zulüm
işte çuhaçiçeği, işte kayın ağacı
gecikmiş yağmurlardan su içmeye inen söğütler
tuzlaşıyor kemiklerim sönen suların üstünde
sabrın ilahisini bitirdim, dindi yollarım
Görünmez karanlıktan biçtiğim elmas kesim
döner dururum hala
Bilirsin tenhadır can
boynumda asılı ay, söyle kimse geçmedi değil mi buradan?

MURATHAN MUNGAN

***

FAY
kaç kişiyim bu yalnızlığın ortasında
bir boğa, bir leopar
Arena ve Opera
İyot ve Rüzgar
Arsenik ve Sözcükler arasında
yüzüm çalılıklarla kaplı
aralayan gözüpek avcılar
için parslar geziyor kuytularında
iyi yürekli bir canavar saklanıyor
yazdıklarımın ve yüzümün
satırlarında

kendim için büyük bir tehlikeyim artık
ilerliyorum
içimdeki yer çatlağı boyunca

MURATHAN MUNGAN

***

FIRTINA..

Bak işte yaklaşıyor fırtına
Bak yine yükseliyor dalgalar
Yollardan sonra
Yıllardan sonra
Şarkılar söylüyor çocuklar
Yollardan sonra
Yıllardan sonra
Yeniden yanyana onlar

Ne geçmiş tükendi
Ne yarınlar
Hayat yeniler bizleri
Geçse de yolumuz bozkırlardan
Denizlere çıkar sokaklar

MURATHAN MUNGAN

***

GECE VE MÜZİK

Ne zaman otursam gecenin başına
Ne zaman müziğin;
yazamıyorum sözünü etmek istemediğim şeyleri
birbirinden ışığını saklayan uzak yıldızlar gibi
çekiliyor herşey kendi karanlığına
parmak uçlarımda yıldız tozlarıyla kapıyorum gözlerimi
Ey ruhumun en büyük şartı olan tedirginlik!
Şimdi saat on iki
Şimdi gece ve müzik

Ne zaman otursam gecenin başına
Ne zaman müziğin
göçüyorum boş kağıdın sessizliğine
kalbim, kapatılmış kireç kuyusu akıyor kendine
bakıyorum gençliğim geçiyor uzaktan
dudaklarında bir ıslık
kitapların on lira olduğu zamanlardan

anayurdum gece, kalbimi yazdım mürekkebinle

gün bir çocuk, yaralanmış
akşamın kıyılarına vuran
yürekteki gizli yemin
gidiyor bir şiirden ötekine
ardında yıkılmış kentler
bayındır düşler var ilerde
gün bir çocuk, yaralanmış
ütopyaları kalelerle değiştiren
güdümlü gündüzlerde

anayurdum gece,
öt pelerinini ışıkları sönmüş odalarda
radyo dinleyen çocukların üstüne

saf kokunun sindiği oturma odaları
zamanın tortusu eşyaların duruşunda
duvarlarda içi boşalmış resimler
yıllardır dağılmayan bir sis
akşam yemeklerinin yendiği muşamba masada
kilit altına alınmış duygular, düşünceler
bütün tetikler çekili durur
gerginliğin geometrik nizamında
ışıkları yanmamış akşam alacası
okul dönüşü saat beş radyoda fasıl çalar
bütün gün iç geçiren
ölgün kadın yüzleri sobanın etrafında
ağrı eşiği alçak,
acı frekansı yüksek
okul ve aile birliğinde parçalanmış çocuklar
bir oda, bir dönümlük dünya
kol demiri iner az sonra
çıplak yara gençlik
günden geceye ilerleyen
yüksek gerilim hattında

odam, yaralı hayvan
gecenin gümüş alaşımında gölgelenen eşyalar
müziğin dördüncü duvarı, karanlığın kundağı
sarıyor gündüzün yaralarını
kendime yerleşmek, kendimden uzaklaşmak için gözlerimi kapıyorum
dinliyorum uçurumlara oturmuş ağaçlar gibi başka odalardaki yalnızlıkları

odam yasak kitaplar
suç ortağı şiirler
sevdiğim bir kaç poster
odam bir karaduygu fotoğrafı
o çember zaman içinde
yoktu ki varolmanın başka yolları
yastığımın altında
tutukluk yapmaz silahım
uykumu bekleyen kelimeler

geri dönüyorum
geçmişte çalınan bir gecenin kapılarından
yarım kalmış bir sevişme hatırlıyorum
bir daha hiç tamamlanmamış olan
sonra bir diğerini, bir diğerini daha
derken dağılmış kristal
odalarda sızlayan

sonra seni
siyah motorsikletli çocuk
deri ceketin odamın duvarında asılı kaldı
yıllar yılı birbirimizi paralamaktan
vazgeçip konuştuğumuz ilk ve tek akşamdı
benim için sus payı bir kaç şiirsin artık eski hatıra
ya sen ne yaptın bunca zaman
değişmesi gerekeni sağlaştırmaktan başka

bak duyuyor musun
Deep Purple, Led Zeppelin
Emerson, Lake and Palmer
plak zarflarında yitirdiğimiz ritüel
bugün birinci viteste yaşıyormuş gibi
bir duyguya kapılıyor musun ara sırada olsa
buluştuğun birileri var mı
gecenin, müziğin, şiirin toprak hattında
kapamadan gittiğin arka kapı
bak açık duruyor hala
uğrar mısın bir gün unuttuğun ceketini almaya

Hırsızlığın ürpertili monologu:
Kendime hayatımı anlatıyorum
Daha o zamanlar biliyordum
Yapmaya çalıştığım her şeyin
Kendime hayatımı anlatmak olduğunu.
Sözcükleri sevmeyi, büyütmeyi, büyülemeyi,
onları sivriltip silah yapmayı, yaralamayı da
süsleyip gönül almayı da
aynı zamanlarda öğrendim.
Sözcüklerin karbon ve elmas gücünü keşfettim.
Gecenin geometrisinde, müziğin matematiğinde
Saklı duruyor şimdi gizli sözlüğüm
Uzakta değil
Hırsızlığın ürpertili monologu
dilimin ucunda siyanürüm.

Duvarlarda uzak bir geleceğin koyu gölgeleri
Şiirlerimizi okurduk mahcup bir fısıltıyla
plaklar dinletirdik birbirimize, filmler anlatırdık
Sonra gizlerimizi vermeye gelirdi sıra
dünyayı anlamanın yakıcı isteğiyle
gömüldüğümüz kitaplar, genç ölenlerin matemi...
Hiçbir şey ilham vermezdi aşka ve kavgaya
Eric Clapton’ın gitarı, Genesis’in tarihi
ve Ayın öteki yüzü kadar
Şimdi radyoyu açsam
Biliyorum dünyanın bütün radyolarındasınız
Gençliğini kirletilmiş takvimlerde yaşayanlar!

Artık ne montumun cebindeki çakı
Ne yüreğimde tetiği düşmüş sözcükler
Çok zaman oldu
Odamızın kapısını çekip
O evlerden çıkalı
Ellerimizi ve yüreğimizi kirletmeden geçtik
vahşetin yakın tarihinden
ucuza yaralandık, pahalıya ölmedik
Biz radyonun son çocukları

anayurdum gece,
ört pelerinini ıslığını yenileyen
çocukların üstüne

gece ve müzik
kapanış programı
bu kitabın da
kili dağılıyor
kendime yazdığım serüvenin
her şiir tabletler halinde bölünüyor birbirine
çoğalıyor birbirinin içinden
gündelik dile transpoze edilmiş şarkıların
biliyorum, kimi derin yaralar okunmaz kalp ağrısı
kırgınlıklarım
kimi eski hatıra ecza dolaplarında saklı mırıldanlıklarım 

MURATHAN MUNGAN

***

Haftaya da Murathan Mungan şiirleriyle birlikte olacağız. İyi bir hafta sonu geçirmeniz dileğiyle..



Yayın Tarihi: 17.05.2015

UYGAR KENT UYGAR İNSANLA OLUR

Bu sene soğuk ve bol yağışlı kış geçirdik. Özellikle yağış miktarının bol oluşuna geçen seneki kuraklık hatırlandığında ne kadar şükretsek azdır. Yalnız kar yağışıyla birlikte soğuklarda yaşamımızı oldukça etkiledi. Böyle havalarda sokakta olanlar aklıma gelir. Bir sıcak çorba veren bulunur mu onlara, bir kuru dam, bir sıcak yatak…

O buz gibi gecelerde aklıma bunları düşünmemek bile zalimlik. Öyle illerimiz varki  buralardan kat be kat soğuk üstelik. Biz -5’lere dayanamazken oralarda kimi yerler
-25, -31’i gördü. Bunu düşünerek sıcak yataklarınızda uyuyabilirseniz rahat uyuyun bakalım. İnsan olan uyuyamaz.

Sadece soğuk ve yağışlı havalar değil, aşırı sıcaklarda hayatı zorlaştırıyor. Bir bardak soğuk suya ihtiyaç duymayanın kalmadığı zamanlar çok olur. Baharın son ayında olmamıza rağmen henüz oraya uzağız. Sıcak günler şimdilik yazın habercisi..

Böylesi güç şartların arttığı zamanlarda insanı geçtim, bahçenizdeki çiçeğe, bitkiye, sokaklardaki kediye köpeğe, uçan küçücük serçeye hiç aklınız düştü mü? Sofralarınızdaki kırıntıları onlara ayırmayı düşündünüz mü? Bu dünya bütün canlıların ortak mülküdür. İnsan bırakın diğer canlıları kendi ırkına bile zalimken, gezen gezmeyen tüm canlılarla aynı kaderi yaşadığımız kimin aklına gelir? Fakat uygarlık bu değildir. Teknolojik gelişmeler sonucu sahip olduğumuz konfor bizi daha bencil, sadece kendini düşünen yaratık yaptı, çıktı. Hele hele teknolojiyi üretmeyip ithalle şişinenlerden olunca önümüzü göremeyen bir millet olduk çıktık. 

Engelli biri olarak hava şartlarına yenik düşüp evde kalınca, yapacak bir şeyiniz kalmıyor. Özellikle karlı havalarda.. Bir süre önce bir akşam facebook hesabıma girip şöyle bir paylaşımları göreyim dedim. Tamda bu konuya uygun bir fotoğraf altında, Japonya’da karla mücadele hakkında yorumlar yapılmıştı. Uygarlık hayatı kolaylaştırmaktır. O fotoğraf onun göstergesiydi. Yol kenarlarında 4-5 metre kar dağları varken yola sanki kar yağmamış gibiydi. 35 sene önce batıda statların alttan ısıtılarak futbol sahaları maç oynanır duruma gelmişti. Yoksa Japonlar bu teknolojiyi karayollarına mı uyguladılar diye düşünmedim değil. Meğer başka bir yol bulmuşlar. Ne yapıyorlarmış biliyor musunuz? Karayollarına zemine sıfır fıskiyeler koymuşlar. Kar yağınca o fıskiyelerden denizden aldıkları tuzlu sular 15 santim yüksekliğe çıkacak şekilde fışkırıyor. Tuzlu su sayesinde de kar yerde tutunamıyormuş.

Ne mantık değil mi? Bizim üç tarafımız deniz ama denize kıyısı olan kentlerimiz ki, doğu kentlerine kıyasla daha sıcak olmasına rağmen ulaşım felç oluyor. Okullar zorunlu olarak kapanıyor, memurlara izin veriliyor. Eğitimin gerilemesi demek olan bir zaman kaybıyla devlet sektöründe de iş kaybı doğuyor sözün kısası.

Biz ne yazık, daha uygarlığı keşfedemedik. Kurallara göre değil gönlümüze göre davranışımız ondan. Canımız nasıl isterse öyle davranıyoruz. Eskiden geniş kırlarda iken kimse kimseye çarpmadan istediği gibi hareket etme imkânına sahipti. Yaşam alanları kişi başına düşen miktarıyla azaldıkça çarpışmalar arttı. Tıpkı çarpışan otolar gibi. Bundan büyük keyif alanlar var.

Bırakın karayollarını ve kent içi ulaşımını fıskiyelerle açık tutmayı, normal akışla, yayaya saygıyla başarabilsek uygar bir toplumun temellerini atmış oluruz. Bunu kentimiz için söylemek uzun bir süre mümkün olamayacak gibi. Yollarımızın çok sık biçimde düzenlenişleri de bu tezimi doğruluyor. Merkez ilçemizin, belki de tüm ilimizin ilk ve tek alt geçidinin olduğu, daha sonra sırasıyla önce Gima, Carrefoursa, olan eski Deryaoğlu Benzin istasyonunun, şimdinin Electroworld’ünün bulunduğu yerde deprem sonrası üç kez kavşak düzenlemesi yapıldı. İlk düzenleme alt geçitle birlikte yapılmıştı. Hem yayalara ayrılan yerle aynı düzeydeki yaya kaldırımları, trafik ışıkları karşıya geçmeye elverişli süreleriyle çok büyük rahatlık sağlıyordu.    

Gelin görünki kısa zaman sonra rampalar hangi akla hizmetle çok dik ve kısa
yapıldı bilmiyorum. Birilerine rant sağlandığı muhakkak. Yoksa zeminle bir olan yaya geçitleri varken o kadar rampalı  yapma gereği duyulmazdı. Bosna yolundan Sakarbaba yönüne yanan ışıklar yayaya o kadar kısa süreli yanıyor ki, bir yaşlı, bir engelli mümkün değil karşıya geçemezdi. Şimdi döner kavşak yapılarak yayalar kontrollü geçişle uygarlığı öğrenmiş  olması şart olan sürücülerin azlığı yüzünden tamamen kendi becerilerine terk edildiler. Böyle olduğu için keşmekeş bir hiyerarşi kendiliğinden oturdu. Yani düzensizlik düzeni.. Kentin bazı yerlerinde ışıklar böyle kısa süreli yanıyor. Yaşlı ve engellileri kimse düşünmüyor, bu belli oldu (onca sorun varken birde engellileri düşünecek değiliz, önceliğimiz engelliler değil diyen belediyelerimiz var bizim). Birde yayaya yeşil ışıklar yanarken sabırsız sürücüler acımasızca yollarına devam edince bir kazaya kurban gitmek işten bile değil. Canınızdan bile olabilirsiniz.

Bizim derneğimizin önünde yaya geçidinden karşıya geçmeye çalışıyoruz. Bu niyetle sinyal ışıklarımızla niyetimizi belli ediyoruz, 5 senede sadece bir sürücü durup yol verdi inanın. Hem orada bulunan uyarı levhalarına rağmen inanın sadece bir kere. Banket işgalleri nedeniyle yaya kaldırımları bile güvenli değil. Yunus marketin önü banket işgalinden geçilmiyor. Oysa beş metre ötesi hektarlarca otopark. Tuvalete bile arabasıyla gidecek kadar tembel ve lüks düşkünü, kent yaşamını bilmez sığır çobanı bir millet miyiz, şaşırıyorum yahu. Gerçekten medeni bir toplum olmamızı, Sedat Balta üstadımızın dediği gibi etrafında toplu yaşayış bakımından gelişmiş İzmit gibi bir şehir varken aynı yönde hiç gelişemeyen şehrimiz için bunu beklemek şimdilik hayalden başka bir şey olamasa gerek. Bakın şehrimiz depremden sonra yeniden imar edilirken engellilerin ulaşılabilirliliği konusunda halâ sorunlar sürüyor.

Son örnekte Sakarbaba caddesindeki Yunus ve Essen marketlerin karşı karşıya bulunduğu yere 18 martta yapılan kasise rağmen tüm araçların sürücüleri RALLİ SÜRÜCÜLERİ gibi atlayarak uçarcasına geçme yarışındalar. Gene engelli ve yaşlıları düşünen yok. Gene Essen Marketin önündeki engelli rampasının önüne, yaya geçitlerinin üstüne park eden edene…….

Yayanın karşıya geçebileceğini belirten işaretli yerlerde insafsız sürücülerin durdukları gibi, vahşi bir yol üstünlüğü anlayışı nedeniyle Büyükşehir Belediyemizin koyduğu kasise rağmen yavaşlamayı bile kendilerine yakıştırmadığı bir yerde yollar araç trafiğine açık tutulsa da medeni bir kent asla olamayız. Ehliyetlerin bir dönem bakkallardan (sürücü kursu veren dersanelerden) çok kolay alındığı bir ülkede başka türlüsü beklenmemeli. Beklenemez diye istemeyi sürdürmeyecek değiliz. Ne demişler; “isteyenin bir yüzü kara, vermeyenin iki yüzü.”
İstemeyi sürdüreceğiz çünkü uygarlık ne istediğini bilen insanlar sayesinde gelişir. Uygar kentse uygar insanla oluşur.


Yayın Tarihi: 15.05.2015

ÖZÜMSENMİŞ KÜLTÜRLE ILIMLILIK

Hayatı sürdürmenin en kolay yolu olumlu bir karaktere sahip olmak, orta yoldan sapmamak ve ılımlı davranmaktan geçtiği daima söylenir. Bütün peygamberler, bütün bilgeler ve bütün filozoflar bunu ısrarla önermiş, aşırılığın zararlarından dem vurup durmuşlardır. Kararlı ve ısrarlı olup, kimseyi incitmedende istenen sonuç alınabilir. İş bu yöntemi uygulamaktadır. Çünkü önemli olan hayatı normal seyrinde sona erdirebilmek, sona erdirirken onur ve haysiyetten bir şey yitirmemiş olmaktır. Yaşamak ödülle görev arasında algılanmalı, hiçbir olay savsaklanmamalıdır.

Küçücük bir çıkarını her fırsatta öne çıkaran, şerefini satmaya eğilimlidir. İnanın ki bunlardan kimileri şereflerini birilerinin ayağına sermekten çekinmezler. Bunlardan bazıları işi öyle ileri götürür ki bir anlık zevk için ahlâkını yitirerek namusundan olur. Namus sadece iki bacak arasıyla sınırlandırılmamalı. Alabildiğine geniş ölçüde kavramlaştırılmalıdır.

“El öpmeyle dudak aşınmaz” sözü bir makam, bir mevki için söylenmedi herhalde. Türk geleneğinde büyüklere saygı göstermenin işareti çıkar aracı olarak kullanılmıyor mu? Bırakın eli; etek bile öpmeyi, güvercin takla atmayı göze alan az değildir kanımca. Erdem böyle kişiler için içi boşaltılmış bir isim olmaktan öteye gitmez. Fakat konuşursanız onlarda erdemden söz edeceklerdir. Hele çıkarlarına ters bir davranın, ne kadar erdemsiz olduğunuzu söylemekten çekinmeyeceklerdir.

Konumuz eskilerin “itidal”dediği “ılımlılık olduğuna göre şunları da eklemekte yarar var. Her fırsatta her şeyi bildiğini ve çok akıllı olduğunu göstermekte, gözünü daldan budaktan sakınmayan bir çılgın olduğunu göstermekte insana yakışır bir davranış değildir. Ayrıca bunlardan ötürü burnundan kıl aldırmaz kendini beğenen insanları da hatırlayalım. Hindi gibi kabarırlar kendilerini tavus kuşu zannederler. Hoş, tavus kuşunun bütün havası kendi ayaklarına bakınca sönermiş ya.. her insanın bir kusuru mutlaka vardır. Bir kralın bile.. Bundan başka kendini çok akıllı gösterenlerden beklentide fazla olur. Her konuyu anlasın veya anlamasın çözümü onlardan sorulur.  Bir şeyi başaramadıklarında düşecekleri durumu düşünebiliyor musunuz? Çılgın insansa ince hesap yapıp akıllı davranamadığı için ayağını göremeyen tavus kuşuna edilen iltifatlar gibi iltifatlara kanmaya, dolayısıyla kandırılmaya ve kullanılmaya eğilimlidir.

Kendini beğenen insan kadar kendisini çok küçük gören çekingen insanda var. Kendini küçük gören, çekingen insan hiç büyüyebilir mi? Boyu isterse iki metre olsun. Onların sadece fiziği büyümüştür.

Fazla onur iki tarafı keskin bıçak gibidir, hem karşısındakini keser, hem kendini. Onur ipek gibi yumuşak kumaştan dikilmedikçe asla giyilecek elbise değildir. Bunun terside olmamalı tevazuunun kişiselleşmiş hali mütevaziliğin yani alçak gönüllülüğün ölçüsüde kaçırılmamalıdır.

Bütün her şeyin aşırısına sahip olan aşırıda konuşur. Durduramazsınız öylelerini. Onlarla sağlıklı iletişim kurulamaz. İyi bir iletişim önce karşıdakini dinleme terbiyesiyle kurulabilir. Ne yazık ki toplumumuz bu özelliğini giderek hemde hızlı biçimde kaybediyor. Herkes ne yazık ki kendi konuşur kendi dinler oldu. Yapmacık bir saygıyla sizi dinler görünene kanmayın, çoğu siz konuşurken oralardan gitmiş, başka diyarlarda geziniyordur bile. Bu konuda gösterge herkesin abartılı gülmesi, bağırarak konuşmasıdır. Bir toplumda bu varsa o toplumu her şeyden koparmak mümkündür. Eskiden olsa çok konuşan dinlenilmez, hatta öyleleri yalnız bırakılırdı. Çok fazla suskunluğa da yer verilmemeli. Taş kadar dilsizlik; kalpte his, kafada düşünce yokluğunun işaretine yol açar çünkü. Böylelerinin var olduğu unutulur ve böylelerinin hiçbir toplumda saygınlığı yoktur.

Ulu çınarlar gibi sert olmak pek hoş görünse de yılların içini oymadığı çınar yoktur. Bunlar tüm ihtişamlı görünümlerine rağmen ufak bir fırtınada yerle yeksan olur. Her şey sertliği kadar kırılgandır. Çok yumuşak olanlarsa başkalarının oyuncağı olarak ezilirler.

Orta yolu tutturmanın, ılımlı olmanın gerekçeleri bunlar. Özümsenmiş kültürle ılımlılık insana usta bir terzinin elinden çıkmış elbise gibi yakışır.

soNormal> 

***

Bugün hepimiz bu durumdayız.



Yayın Tarihi: 13.05.2015

KARAKUŞİ KADI

Bu sıralar moda biliyorsunuz, Osmanlıyla ilgili örnekler bolca verilir; sohbetlerde, yazılarda Osmanlıya dair konulardan söz edilir. İtirazım yok, çünkü Osmanlı bizim evvelimizdir. Cumhuriyetin Mustafa Kemal’in önderliğindeki kurucuları; toplumsal değişimi sağlarken içinden çıktığı Osmanlının genel yapıyı değiştirmeden, fakat pek faydalı olmadığı için yıkım sürecini  engelleyemeyen değişimi sağlamaya yönelik her eylemini biliyorlardı. 200 yıllık bu süreçte üst yapı ve askeri yapıda yapılanların güçsüzlüğünü görüyorlardı. Avrupa’da gelişmiş olan burjuvazi Osmanlıda sermaye birikimi olmadığı için tahtı sarsacak biçimde hiç oluşamadı. Osmanlıda küçük el tezgâhları dışında sanayi olarak adlandırılabilecek bir sanayi olmadıysa, bundan olmadı. Sadece yabancı eliyle yapılan bir ticaretten söz edilebilir. Osmanlı devlet olarakta sanayi yatırımları yapmamıştı. Mustafa Kemal Atatürk; İş Bankasını, Sümerbank’ı, Şişe camı, şeker fabrikalarıyla vagon fabrikalarını, demir yollarını devlet eliyle kurdurmuş, yerli özel sermayenin gelişmesine zemin hazırlamıştı. Bunu yaparken de eski toplumun son dönemini, ona ait gelenekleri reddetmişti. Osmanlının o gidişatı bu sonucu doğurmuştur. Yoksa yeni toplum eski kurumlarla kurulamazdı.

Eskiyen ve hantallaşan yapılar hiçbir şey yapmasanız da kendini tasfiye eder. Değişimi zamanında yapmayan tolumlar, sonunda büyük ve güçlü patlamalar yaşarlar. Osmanlı bunu yaşamış ve içinden Türkiye Cumhuriyeti doğmuştu. Şimdi yaşadıklarımıza da başka türlü bakmamak gerekir. Bir yerlerde hatalar yapılmıştı. Kim eliyle ne hatalar yapıldığı tartışması bugün için gereksizdir. Önemli olan ne yapacağımızı bilmemizdir. Biliyor muyuz? Bunda kuşkularım var doğrusu. Biz bilmiyor olsak pek fark etmezde, siyasetçiler ve bilim insanları bilmiyorsa o felaket olur işte. Bilmeyen siyasetçi ve bilim insanı yoktur, ama iç ve dış dinamiklerin rolünü ne kadar etkileyebilirler? Sorun burada düğümlenmektedir.    

Sorunun karmaşık ve çapraşıklığı aklıma bir fıkrayı getirdi. Yazımı o fıkrayla bitireyim.

***

Osmanlı döneminde yolsuzlukları ile ünlü Karakuşi adında bir kadı varmış. Bir gün Karakuşi Kadı, bir fırının önünden geçerken burnuna güzel bir koku gelmiş.Vitrinde güveç içinde nar gibi kızarmış sahibini bekleyen nefis bir ördek var.... Karakuşi Kadı, fırıncıya:

- Ben bunu aldım.
Kadıya itiraz edilir mi? Fırıncı hemen ördeği paket yapıp vermiş. Az sonra ördeğin asıl sahibi gelmiş:

- Hani bizim ördek?
Fırıncı boynunu büküp:
- Uçtu.
Sözlü atışmaya başlamışlar, bir süre sonra iş kavgaya dönüşmüş. Kavga sırasında fırıncı, araya giren bir gayrimüslim müşterinin gözünü çıkarınca korkup kaçmaya başlamış... Gayrimüslim de peşinde kovalamış

Bir duvardan atlarken, bilmeden duvarın öteki tarafındaki hamile bir kadının üstüne düşmüş. Kadın, çocuğunu düşürdüğü için, kadının kocası da fırıncının peşine düşmüş. Can havliyle kaçan fırıncının çarpıp devirdiği Yahudi bir vatandaş da kızıp peşlerine takılmış... Sonunda duruma müdahale eden zaptiyeler hepsini yakalayarak Karakuşi Kadı’nın karşısına çıkarmışlar. Kadı sırayla sormuş...

Ördeğin sahibi,
- Bu adam ördeğimi hiç etti.
Karakuşi Kadı, fırıncıya sormuş:
- Ne yaptın bu adamın ördeğini?
Fırıncı
- Uçtu, demiş.
Kadı, kara kaplı defterini açmış:
- Ördeğin karşısında tayyar yazılı. Tayyar “Uçar” anlamına gelir. O halde ördeğin uçması suç değil, diyerek fırıncının ördek işinden beraatına karar vermiş.
Gözü çıkan gayrimüslim vatandaşa sormuş. Onun şikâyetine de kara kaplı defterden bir madde bulmuş:
- Her kim, gayrimüslimin iki gözünü çıkara, o müslimin tek gözü çıkarıla...
Davacı:
- Benim tek gözüm çıktı. Şimdi ne olacak?
Karakuşi Kadı:
- Şimdi Fırıncı senin öbür gözünü de çıkaracak, biz de onun tek gözünü çıkaracağız.
Bunu duyan gayrimüslim ne yapsın? Mecburen şikâyetinden hemen vazgeçmiş, fırıncı bu davadan da beraat etmiş.
Çocuğunu düşüren kadının kocasına da Karakuşi Kadı:
- Tamam, karını vereceksin, bu adam yerine yeni çocuk koyacak.
Böyle olunca adam da şikâyetini anında geri almış, fırıncı bu davadan da kurtulmuş.

Kadı dönmüş Yahudi’ye:
- Senin şikâyetin nedir bre?
Yahudi bir süre düşündükten sonra ellerini açmış,
- Ne diyeyim kadı efendi, adaletinle bin yaşa sen, e mi!

***

Bugün hepimiz bu durumdayız.



Yayın Tarihi: 11.05.2015

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlar. Geçen Pazar yazımın sonunda sizlerden ayrılırken bu haftada Murathan Mungan’ın şiirlerine yer vermeye devam edeceğimi söylemiştim. Bu sözümü unutmadım ve bu haftada sizi Murathan Mungan’la baş başa bırakıyorum.  

...

AY ZEYTİN GECE

Kamçılı karanlıktı geldin üstüme
Bütün masalları dolaştın
Ay zeytin gece
Ay vurmuştu alnına
Perçemlerin Tokat akıtması
Yorgundu atılmış yılan derisi
Değiştirilmiş güvercin gömleği tende
Nereye gidiyorsun, dedim
Zeytinlerin arasından
Siste silinip giderken yollar
Aydı zeytindi geceydi
Korkmadım bağırdım ardından
Aydaki zeytindeki gecedeki delikanlı
Nereye böyle
Aldı rüzgâr sesimi duyurmadı
Vurdu geçti durduğum yeri
Gümüşünü silkeledi yüzüme
Atının kanatları
Ben öldüm, ölüm bulunamadı
Kamçılı bir karanlıktı
Hikâyemin gecesini dürdüm de
Kimse çıkamadı dışarı
Ay kaldı zeytin kaldı gece kaldı
Sis kaldı yollar kaldı
Karanlıktı

MURATHAN MUNGAN

***

AYAKÜSTÜ YAŞANMIŞ AŞK HİKÂYELERİ

1.
bildiğim kendimi bildim bileli aşık olduğum,
bildiğim ancak aşıkken var olduğum...
işte bu yüzden, benim için aşık olmak;
çoktandır hasretine katlandığım yokluğum.
'eğer aşktan söz edildiğini duymamış olsalar
hiçbir zaman sevemeyecek olan insanlar vardır, '
demiş La Rochefoucauld
benimse hep böylelerini severek başladı vurgunum...

2.
her durakta ölümsüz bir aşk edineceğim
bir bakıştan, bir duruştan,
çağrışımın sonsuz hızından
unutulmaz bir sevgili daha bırakacağım ardımda.
belki de yaşanabilecek en güzel serüveni
terk edeceğim
daha otobüsün ilk basamağında.
kim bilebilir ki?
sonrayı, sonrasını kim bilebilir?
gizli gizli veda edeceğim ona; görmeyecek
ve bu duyguyla burkulmuş yüreğim
otobüs camına bağrında bir ok ile
bir aşk levhası çizecek, ah min-el!
bu da ötekiler gibi,
kendisini ölesiye sevdiğimi bilmeden
yaşayıp gidecek..

3.
şimdi hemen kalksam buradan
hemen çıksam uzun sokaklardan birine
kiminle karşılaşabilirim
kime vurulurum ölesiye, eve dönmeden
geceme kuzguni bir cehennem gibi eklenen
bir ölümcül sevda hangi köşe başında
keser yolumu
bir tenhaya ulak olan
o suret avı
bırakır mı yakamı
haracı ödenmeden
bırakır mı yakamı
bir suretten, bir şiirden, bir hüzünden
ak kağıda düşürülmüş
imzasını görmeden

bırakmazlar yakamı, bilirim, ben ölmeden

4.
hangi aşk mümkündür aşığı öldürmeden
her aşk, her şiir
ardından uzun uzun bakılan adı bilinmedik sevgilerden,
küskün omuzlu terk edilmişliklerden,
perspektifinde hep bir sokak taşıyan
o sessiz
o faili meçhul cinayetlerden
resim altı sözcüklerden
aşk mümkün olsa idi ah, aşığı öldürmeden

bırakır mı yakamı kağıdın ölüm beyazı sureti
elle bilenmiş sözcükler,
yüreğime sokulan serüvenin hançer tadı
nabzımın atışına ayak uyduran vezninde
gece adımları şiirlerimin
bırakır mı yakamı yaşadıklarımı
dökmeden imgelerin giysilerine
hayatın maskelenmiş gerçekliğine
upuzun bir mesafeyle yeniden sokulmak için
yeniden ve yeniden.

MURATHAN MUNGAN

***

AYNI LAMBALAR

Kibritle oynarken yangın çıkaran sarsak yıllar
Bir daha hiç geçit vermeyen veda sözleri
Yılların sıradağlarında uzaklaştı bizden
Yüreğimizden kopup giden ayrılık trenleri
Biliyorum aynı lambaların aydınlattığı yalnızlıkta geçti
Aldatılmış duygulardan ayrı ayrı geçerek vardığımız korunaklı siperler
Senin içini ürperten geceleri ben duymadım mı içimde?
Hayat herşeyi alır sanırken
Oyunlarımızı ıslatan yağmurlarda kaldı
Bir bizim icat ettiğimiz saatler
İlk öğrenilen yalnızlık aslında geç keşfedilir
Dalgın resimlerin derinleştirdiği mazi
Gün gelip bütün zamanları ele geçirdiğinde
Anlarsın başkalarına giden bizden çalınmış günler
Ne zamandır buradayım
Gel öp beni
Neredeysen ve nasılsan önemi yok gel öp beni
Suyunu,uykunu,azığını uzun tut gel öp beni
Birbirimizi bağışlayacak,birbirimize yeni sözcükler bulacak,
Ölmeden önce yeniden görüşüp konuşacak yaşa gelmedik mi?
İkinci ufkun saatindeyiz şimdi
Gözlerim trenlerde, gel öp beni.

MURATHAN MUNGAN

***

AZAT

Kanla geçen kalıt
o yabancı tehlike
bir kara büyü bırakır gibi geçmişime bıraktım şiiri
kullanılmayan silah
içimdeki ışıklı parça
bende kaldı yazıda yaşayan ikiz
uykudaki cinayet bıraktı peşimi
kan dondu cin öldü ruhlara karıştı şiir
hiçbir yangın işlemiyor artık içime


benim gördüğüm aynalar görmüyor artık beni
azat ettim suretimi, gölgemi, kendimi
yaşasın diye benim yerimi alan ikiz

MURATHAN MUNGAN

***

BİR BAKIMA

Ateşin gizini bilen tılsımlı kadınlar
gördük orada
denizi yatıştırıyorlardı
azalan kokusunu yeniliyorlardı otların
bir başka zamanla yamıyorlardı
günün eksilen yerlerini
gece büyümesi sözcükler armağan ettik
taktılar gerdanlarına
hem yanı başımızdaydılar
hem fal gibi başka zamanlarda
fısıltılar rengindeydi gözleri
usulca açıyorlardı
göğsümüzdeki yapraklarını esrimenin
ucuna kadar gidilmiş düşlerdi
birlikteydik hem
ve yalnızdık bir bakıma

MURATHAN MUNGAN

***

BİR YILIN SON GÜNLERİ

I.
bir yıl daha bitiyor
İşte bu kadar duru, bu kadar yalın
bu kadar el değmemiş
sıradan bir gerçeği daha
kolları bağlı hayatımızın
bir şiire nasıl dahil edilir bir yılın son günleri
her sonda her başlangıçta ve her defasında
alır gibi bir başkasını karşımıza
perdeler çekip, ışıklar söndürüp
oturup yatağın içine bir başımıza
sorgulamak kendimizi
öğrenmek ikizin anadilini, ikinci belleğimizi
öğrenmek kendimizle hesaplaşmanın buzul ilişkilerini
bu aynaların dehlizlerinde gezinirken görürüz
karanlık günlerimizin kenar süslerini

biterken bir yılın son günleri
biliyoruz takvimler belirlemez değişimin mevsimlerini
gençlik ikindilerini

kargınmış bir çocuktuk büyüdüğümüzden beri

II.
bir yıl daha bitiyor
düşlerim, tasarılarım, yarım kalmış onca şey
her yıl biraz daha kısalıyor öncekinden
bana mı öyle geliyor
yoksa daha mı hızlı ilerliyor zaman
insan yaşlanırken?

III.
kırdım mı incittim mi birilerin
kimleri kazandım, yitirdiklerim kimler?
kendimi yineledim mi yazdıklarımda?
yeniden düşünmeliyim
dostluklarımı, ilişkilerimi
dağınık yatağım, mutsuz yatağım
çoğalttın mı eksiklerimi
gözlerim çocukluk fotoğraflarında mı kaldı
yitirdim mi yoksa masumiyetimi?
borçlarımı ödedim mi?
doğru seçtim mi soruların fiillerini?
tırnaklarım kesilmiş, dişlerim fırçalanmış, saçlarım taranmış,
giysilerim ütülü, odam düzenli mi?
ödünç aldığım kitapları geri verdim mi?
geri verdim mi aldıklarımı:
aşkları, dostlukları, sevgileri, güvenleri, bağları
kitaplara, sayfalara, satırlara borcumu ödedim mi?
yokladım mı duygularımı
hala sevebiliyor muyum insanları?
ovmalı gümüşlerimi, bakırlarımı, cila geçmeli ahşaplarıma
ovmalı umutları
saklı tutumalı gelecek inancını, yarınları, eksik etmemeli ağzımızdan
hançer kıvamındaki karamizah tadını
şimdi oturup uzun bir hasretlik mektubu yazmalıyım Yavuz'a
sonra köşe başından bir demet çiçek alıp öyle başlamalıyım akşama
yeni bir yıla
ama nedense her şeyin tadı dağılıyor ağzımda
bir sap çiçek mi taşısam yoksa ağzımın kıyısında
aydınlık rengi vursun diye gözlerimdeki buluta


MURATHAN MUNGAN

***

Çeşitli inançların beşiği Mardin’den İstanbul’a gelen bir anne babanın oğlu olan Murathan Mungan’ı geldiği inancın ve yaşama biçiminin etkilerini taşıyan şiirleri imgelem zenginliği taşır. Çok çarpıcı anlatımlarını sembollerle süsler. Bu yüzden şiirlerini dikkatlice okumak gerekir. Her şiirini değil belki ama bir çok şiirini sevdiğimi söylemeliyim. Haftaya Murathan Mungan şiirlerine yer vermeyi düşünüyorum.

Bugünlükte burada son noktayı koyuyorum. Hepinize mutlu hafta sonları diliyorum.



Yayın Tarihi: 10.05.2015