30 Mart 2010 Salı

32. GÜN ve ERTUĞRUL ÖZKÖK


Epeydir Mehmet Ali Birand’ın 32.gün adlı programını izlememiştim. Onun basmakalıp yasak savma türü sorularından bıkmıştım çünkü.  Doymuş adam profilinin tipik örneğiydi benim için. Başarıya aç değildi en azından. Birde yağdanlıkları hiç sevmem. Mehmet Barlas kadar olmasa da her devrin adamı olmak konusunda oldukça tecrübeli. İktidarların dümen suyuna girmeye meraklı, AB için can vermeye yemin etmiş bir fanatik. Üstüne üstlük birde konuşma özürlü.. siyasette konuşmacı olarak Mesut Yılmaz ve Deniz Baykal ne ise M.A.Birand’da odur. İşinin gereği olarak  tek silahı konuşmak olmasına rağmen son derece kötü konuşur.

Bu ayın başında rastlantı sonucu Kanal D ana haberin sonunda M.A.Birand’ın 32. günle ilgili duyurusunu dinledim. Gece 01:00’de Hürriyet Gazetesi yazı işleri eski müdürü Ertuğrul Özkök’ün konuk olduğu programı seyretmek için uykusuz kalmayı göze aldım. Son zamanlarda Doğan Basın Gurubu üstüne Başbakanın dolaylı ve dolaysız baskıları ile görevden ayrılmak zorunda kalan bu tecrübeli gazeteciyi izlemek ilginç olabilir diye düşündüm. Tamda düşündüğüm gibi oldu. Gerçekten ilginç bir 32. gün seyrettiğim ve seyredeceğime ilişkin düşüncemde yanılmadığım için sevindim.

Ertuğrul Özkök darbeci generallerin olduğuna inanıyordu. Bunlar yargılanmalı diyordu. Adalettin sağlanması için de yaşla kurunun ayrılması gerektiğini söylüyordu. Ergenekon davasının sulandırıldığını, emekli generallerin darbe yapmalarının mümkün olmadığını belirtiyordu. Zamanında darbe hazırlığı yapmış bile olsalar, bugün soruşturulmalarının çok yersiz olduğunu ekleyerek, “o zaman genelkurmay başkanı olanların bunu gizleyerek suça ortak olduğunu düşünüyorum” diyor ve neden onların soruşturulmadıklarını soruyordu. Sizce de çok yerinde bir saptama değil mi?

Kendimi bildim bileli darbeleri onaylamıyorum. Bugünkü Ergenekonculuk oyunlarının Amerika’nın taraf değiştirmesiyle oynandığını düşünüyorum. Önceleri komünizme karşı desteklediği ve eğittiği ordumuzu, komünizm ortadan kalktığı için terk ederek, yeni dünya düzeni dedikleri düzeni kurmak için kendilerine bağlanabilecek yeni müttefikler oluşturarak ülke içinde ordu ile iktidarı karşı karşıya getirdiğini düşünüyorum.

Ertuğrul Özkök kürt açılımı konusunda da fikrini belirtirken “kürt açılımı sırasında, sınırda acilen kurulan mahkemelerle ülkeye giren teröristlerin zafer çığlıkları atmaları Türk’ün gururunun kırılmasına sebep oldu” diyordu. Mehmet Ali Birand kürt gururunu sorunca da apo’nun idam edilmeyerek kürt gururunun kırılmasının önüne geçildiğini belirtiyordu. Ona göre, şimdi önemli olan Türk gurunun nasıl tamir edileceğiydi?

Türk gururu kimin umurunda? Baksanıza, 21 martta tüm Türk dünyasında ve Türkiye’de kutlanan nevruzun kürt siyasetçileriyle bir kürt direniş gününe indirgendiği gösterilerde Türk bayrakları olmadan yapılan kutlamaları, roman açılımında roman vatandaşlarımızın Türk bayrağına gösterdikleri bağlılığı örnek göstererek eleştirdiği için, kürt açılımına zarar verdiği gerekçesiyle Kürşat Tüzmen, dış ilişkilerden sorumlu başbakan yardımcısı devlet bakanlığı görevinden alınarak Türk gurunun düşünülmediği gösterildi.

Ertuğrul Özkök Türkiye’nin ekonomisinin de kötü etkilenmemesi için hiçbir zaman ekonomik manşetler atmadıklarını, hükümete Türk basınının bu konuda yardımcı olduğunu, buna rağmen Başbakanın basından yakınmasının, hatta bu konuda her konuda olduğu gibi kavgacı bir tutumdan kaçınmayışının anlamsız olduğunu söyledi. “Demokrasi tarifi konusunda derin görüş farklılığımız var, en başında Başbakan biat kültüründen geldikleri için eklemlenmeyenlere tahammül gösteremiyor. Oysa kent ve cumhuriyet bireyi olarak ben ve benim gibiler itiraz kültüründen geldiğimiz için, eklemlenmeyi kabul etmeyerek, demokrasiyi bireyleşebilmenin çok önemli teminatı olarak görüyoruz” dedi.

Daha ne denilebilir ki..




Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com



Yayın Tarihi: 29.03.10


ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 35


Merhaba sevgili okurlar. Nasılsınız? Baharın ucu göründü ya, içinizi bir sevinç dalgası sarmadı mı? Tehlikeli aylardır bu aylar. İnsanın aklını başından alır. Orhan Veli’ye evine ekmek ve tuz götürmeyi unutturur böyle güzel havalar. Böyle güzel havalarda sevdalanılır. Sevda bahar yağmurlarıyla güzeldir. Nisan güneşlerine gizlenen neşeli yağmur damlalarıyla güzel. Sevdalandığım zamanlardan yüreğimden süzülen şiirleri araya hiç girmeden sizlerin beğeninize sunuyorum

….

115
Sen orda titresen ayazda
Ben burada donarım
Sen orda terlesen ilk yazda
Ben cehennemde yanarım
Ne yarınım umurumda ne dün
Senle yaşıyorum her gün

Aydın Göle
02 Nisan 2002

***  ***   ***

117
O günleri özlüyorum, eski günleri
Süt gibi beyaz, mutlu günleri
Bahçemdeki çiğ emmiş sarhoş çiğdemleri
Bizi biz yapan bütün demleri
Zaman ağırlığıyla bütün bütün
Bindi üstümüze, keder yağdırdı
Gülmeyi unuttuk
Kalbim ve aklım sende aşkım
Hasret kokuyorsun
Neden korkuyorsun, çık gelsene
Günler de hasret kokuyor
İstersen ben geleyim
O günleri özlüyorum, eski günleri
Süt gibi mutlu, senli günleri

Aydın Göle
08 Nisan 2002


***  ***   ***


118
Biliyorum, sen hayattan kaçmazsın

Aydın Göle
09 Nisan 2002

***  ***   ***


119
Unutulmaz sanılan neleri unuttuk
Belki izleri kaldı bizde ama unuttuk
Bunu da unutacağız
Gidilmiyor gidenle
Anıları dolacak avuçlarımıza
Birkaç eşya, bir iki resim
Göz yaşlarımız dökülür ellerimize
Hayat bekleyecek usanmadan
Usanmadan bizi davet edecek
Unutacağız, unutulmaz sandığımız her şeyi

Aydın Göle
15 Nisan 2002

***  ***   ***


120
Ya gir aklıma hiç çıkma
Ya çık aklımdan hiç girme
Böyle kararsız durma
Kaptan köşküne alacağım seni
Ürkek güvercinim

Aydın Göle
20 Nisan 2002


***  ***   ***


121
Güvercinim
Özgürlük olsun suyun iç kana kana
Özgürlük olsun göğün uç mavi mavi
Bulut bulut pembe umutlar giy
Sadece beni sev yeşil baharlar gibi
Çünkü seni seviyorum

Aydın Göle
21 Nisan 2002

***  ***   ***


122
Meleklere adını söyledim yandılar
Ben sevdandan yansam ne olur
Küllerini savurdum onların
Gökler bulutlandı
Rüzgar olup essem
Güneş sana doğsa her seher tepelerin ardından

Aydın Göle
21 Nisan 2002

***  ***   ***


123
Sağanak olsam yağsam üstüne
Sırılsıklam ıslatsam seni
Birde sevdiğim yüreğini
Hayat filizlense
Sevinç ve neşe
Çiçek açsa yüreğinde

Aydın Göle
22 Nisan 2002


***  ***   ***


124
Ateş bile sönmeye mahkum, acılarda dinmeye

Aydın Göle
22 Nisan 2002


***  ***   ***


125
Günaydın maviliklerin kızı
Kıskandırırsın çapkın yıldızı
Güneşle arkadaşlığına kızıp
Her sabah yok olurlar
Her sabah güneşi
Sen getiriyorsun dünyama

Aydın Göle
24 Nisan 2002


***  ***   ***


126
Ben kimim
Kavağa çıkan balık mı
Kendini kral sanan alık mı
Yolların delisi mi
Denizlerin yelkenlisi mi
Sen uç başımın üstünde
Güvercinim

Aydın Göle
24 Nisan 2002


***  ***   ***


127
Günaydın güvercinim
Kanatlarından gece mavisi damlıyor
Yıldızlara gitmek miydi niyetin
Gökyüzünde avare mi dolaştın
Bu maviye neden bulaştın
O mavine aklımı yitirdim

Aydın Göle
25 Nisan 2002

***  ***   ***


128
Gecenin içinde yıldız uğultusuydun
Bir yürek atımı mesafede duruyordun
Hiç belli değildi uyuyordun
Aya püf dedim uyuman için

Aydın Göle
26 Nisan 2002

***  ***   ***

Bu haftada yazımın sonuna geldik. Sizlere sağlık ve mutluluk diliyorum. Haftaya gene şiirlerimle buluşmak umuduyla.. hoşça kalın.



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 28.03.10 

29 Mart 2010 Pazartesi

YETENEKSİZSİNİZ, YETENEK SİZSİNİZ


Anayasa tartışmalarının başladığı şu günlerde, beş aydır süren “Yetenek Sizsiniz Türkiye” yarışması bitti. Bu yarışmalar günlük gerilimlerden bunalan insanların zihin boşalmalarını sağladığı, sabun köpüğü programlardır. Bu yanıyla bu tip programların bir faydası olduğu söylenebilir. Çünkü iktidarlar toplumu ayrıştırıp birbirinden kopararak taraf durumuna düşürürken derin çelişkilerle beslenir. Derin çelişkilerse toplumun ortak paydasını yok eder. Bu zihin boşaltma anları olmasa toplumun bir arada olması nerdeyse mümkün olamayacaktır.

Toplumsal barışı bu programlara bağlamakta yanlıştır. İçerik olarak kişisel mücadeleden başka bir şey vermeyen, beklide fazladan gösteri dünyasına yeni yüzler kazandıran bu programların katılımcılarına da bakarak ne kadar boş işlerle uğraşıldığını görmek mümkündür. Sanki bütün toplumun tek gayesi burnunun üstünde kürek taşımaktır. Sanki herkes en olmadık matematik sonuçlara ulaşmak için profesör olmaya gerek yok sonucu çıkmaktadır.

Bir çoğumuz dünyanın kırılan en çılgın rekorlarının toplandığı guiness rekorlar kitabını duymuşuzdur. Orda da böyle boş uğraşların onaylandığını görürüz. Dünyanın böyle konulara ilgisi büyük.

Yavuz Sultan Selim’e vezirleri, bir adamın hüneri olduğunu söyleyerek huzura kabul edilmek istediğini bildirirler. Yavuz bütün cevvalliğiyle o adamın huzura getirilmesini buyurur. Adam huzurda bir çok temennalardan sonra yapacağı şeyin dünyada bir başkası tarafından yapılmadığını ve bunu padişaha sunmaktan büyük onur duyduğunu söyler. Yavuz adama ne yapacağını sorar. Adam cevap vermek yerine gösterisini icra etmeye başlar. Bir dikiş iğnesini yere saplar. Kendisi on metre geriye gider. Karşıdan bir ip atarak iğnenin kulağından geçirir. Bu hüner karşısında herkes şaşkınken Yavuz Sultan Selim; “Bu adama tiz yüz altın verile, böyle boş işle milleti uğraştırdığı için yüz değnekte vurula” der.

Acun Ilıcalının yaptığı programlara hep bu gözle baktım. Bir şey yapıyor görünüp hiçbir şey yapmıyor olmak bu olsa gerek. Başarısız mı buluyorum diye sorarsanız, hayır derim, asla bunu demiyorum. Buradan bir şey daha ortaya çıkıyor. Başarıda göreceleştiriliyor bu sayede.

Hazırlanış ve sunum başarılı, ama ortaya çıkan şeyin içi boş.

Oldum olası yarışmayı sevmem. Benim düşüncemin ne kadar kabul edilir bir düşünce olduğunu kanıtlama derdinde değilim. Yarışmayı kaybedersem bu düşüncem veya ortaya koyduğum şey yaşamayacak mıdır? Yada yarışmayı kazanırsam ne kadar haklıyımdır? Diğer şeyleri baskılamış örtmüş olmam mı? Peki seçici kurullar neye göre beni değerlendirecekler. O kurul beni değerlendirecek bilgi birikimine sahip midir?

Sanat ve bilim yarış atı değildir. Yarış atları sahibine ve binicisine kazandırırken sanat ve bilim topluma kazandırır. O yaygınlaşma özelliği taşır. Yaygın olarak varlığını ve yararlılığını sürdürür. Özellikle sanatın yararlı olmak gibi bir amacının olması zorunluluğu da yoktur.

“Yetenek Sizsiniz Türkiye” yarışma programından başka bir sonuçla daha karşılaştık bence. Oda Bilal Göregen adlı görme engelli yarışmacının halk tarafından acıma hisleriyle yükseltilmesidir. Darbuka çalarak ve ağzıyla çok basit olarak yaptığı bağlama sesinden başka dişe dokunur gösterisi olmamasına rağmen bu yere gelmesinin başka bir açıklaması olamaz.
Bir çok yetenek; org çalan, detone sesle şarkı söyleyen küçük çocuk Yunus Emre Çelik ve Bilal Göregen yüzünden oralara gelemedi. Örnek mi istersiniz? Alın işte “Kaya Adamlar.” Onlar hiç mi dereceye giremezlerdi? Bu bizim kültür anlayışımızı da göstermiyor mu? Burada engelliler istismar edilmiştir bana göre. Bilal Göregen’in lafazanlığını yarışma sonunda kazananı tebrik etmeyişiyle de gördük. Oysa 12 yaşındaki Michael Jackson dansı yapan Kaan Baybağ 3. olarak elenirken kalanları tebrik ederek erdemin ne olduğunu göstermişti.

Böyle yarışmalar halk oyuna sunulunca sulandırılmış oluyor. Acun yarışma birincisine verilen ödülü halkın gönderdiği sms’lerle halka ödettiği için ortaya çıkan ucube bir sonuçtur.

Sonuç olarak kelimeyi bitişik yazarsak “Yeteneksizsiniz” olumsuzlamasının, ayrı iki kelime olarak yazarsak “Yetenek Sizsiniz” belirlemesinin çıktığı bir yarışmadan yetenekler kadar kendini yetenek sananları da gördük.




Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 26.03.10





3G ÜSTÜNE GECİKMİŞ BİR YAZI



ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE







            Hiç kuşatıldığınızı düşündünüz mü? Kuşatılsanız kendinizi nasıl hissederdiniz? “Suçlu değilim ki neden kuşatılayım? Ne devletle ne kişilerle alacak verecek davam var.” Demeyin. Kuşatılmanız için suçlu olmanıza gerek yok ki.. ilkinden başlayalım. Siz bir havayla kuşatılmış olmasaydınız nefes alamazdınız. Sonra görmediğiniz yararlı veya zararlı mikroplarla kuşatılmış durumdasınız. Bu kuşatılma olmasaydı yenilenme olmazdı. Duymadığınız ses ve görmediğiniz ışıkla da kuşatılmış olduğunuzu biliyorsunuz değil mi? Algı boyutumuz insan olarak sınırlı. Bu yüzden çevremizde bizi kuşatan her şeyi göremiyoruz. Her alanda alet kullanma sebebimizde bu. Onun için kendimizin yaptığı bizi kuşatan pek çok şeyde var.



Radyo-tv, cep telefonu, kablosuz internet şimdilik anmak istediklerimdir. Bunların hepsi hayatımızın vazgeçilmez birer parçası olmuşlardır. Günlük hayatın dışında, mesleki araçlarda vazgeçmek imkansız olanlarda var. Örnek vermek gerekirse tıptaki ultrasonografi, kırtasiyecilikte kullanılan fotokopi, yazılı bilgileri iletme aracı faks gibi araçları örnek verebilirim. Bunların yararları tartışılmaz. Fakat yaydıkları zararlı ultraviole ışınlar bizi kuşatırlar.
Radyo-tv ve telefon vericileri nerdeyse her mahallede artık. Bunlar yaydıkları manyetik dalgalarla insan sağlığını kitlesel olarak etkiliyorlar. İsteseniz de istemeseniz de  o dalgalar sizi kuşatıyor. Evlerimizdeki tv, bilgisayar, kablosuz internet, kablosuz ev telefonu, cep telefonu bu konuda en çok kullanılanlar olduğu için en zararlı araçlardır.
Teknoloji düşmanı olduğumu sanmayın. Bugün gelinen noktada teknoloji olmasa ben bu felçli halimle dört duvar arasında ömür çürütürdüm herhalde. Teknolojiden ihtiyacımız oranında yararlanalım. Onu hayatımızın putu olmaktan çıkaralım. Yoksa o bizi yaşarken hayatın dışında tutacak. Tamamen ruh ve beden sağlığıyla ilgili konudan söz ediyorum. 
Elime bir araştırmanın sonuçları geçti. Orda 3G telefonlarıyla ilgili olumsuzluklar sıralanmıştı. Biraz gecikmiş bir konuda, henüz kullanımı çok pahalı olması sebebiyle yavaş yaygınlaşan bu teknolojiden söz etmek gerekir diye düşünüyorum.                                                               
3G ile ilgili araştırma sonuçları hakkındaki yazıyı aşağıya olduğu gibi aktarıyorum.
***   ***   ***
İsveç’te, 3G’de bulunan 3 UMTS sistemini test etmişler. İnsan vücudu üzerinde çok önemli zararları olduğunu görmüşler. Bu ateşi elinize almayın, geleceğinizi yakmayın! Prof. Dr. Selim Şeker anlatıyor.
            3G geldi! Reklâmlar aracılığı ile ortada bir bayram havası var… Reklâm sloganı “merak etmiyor musun” diyor. Biz merak ediyoruz ama geleceğimizi! Sağlık sorunları göz önüne alındığında kazandıracak mı, yoksa kayıplar mı artacak?
            Tehlikeli Oyuncak” kitabının yazarı, Boğaziçi Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği Bölüm Öğretim Üyesi Prof. Dr. Selim Şeker sorularımızı yanıtladı.
            3G ne anlama geliyor?
            "3G, kablosuz sistemlerin yani hücresel ağ sisteminin en gelişmişi. Önceden tanıdığımız 1G ve 2G’ye göre çok büyük yenilikleri var. Şu ana kadar sesli iletişim aracı olarak kullandığımız cep telefonunda, artık görüntü, bilgi aktarımı, sayısal veriler, TV, faks, internet, medya haberciliği gibi büyük iletişim kolaylığı getiriyor."
            Çevre ve insan sağlığı üzerinde ne gibi etkileri olacak?
            “Bu sistemde iletişim aracı olarak kullandığımız, bir odayı dolduran bütün elektrik aksamını bir telefona soktular. Maalesef para kazanırken çevre ve insan sağlığını hiç düşünmüyorlar.               Bu teknoloji ile beraber bugüne kadar 1 baz istasyonu olan yerde, 9 tane baz istasyonu olacak!        Yani baz istasyonu sayısı çok artacak. İngiltere’de 3G ile beraber baz istasyonu sayısı 50.000–70.000 civarında artış göstermiş.
            Daha çok baz istasyonu; daha çok radyasyon, daha çok manyetik kirlilik demek! 3G hem insan hem de çevre sağlığı açsından büyük riskler içeriyor.
            İsveç’te, 3G’de bulunan 3 UMTS sistemini test etmişler. İnsan vücudu üzerinde çok önemli zararları olduğunu görmüşler.
            TV istasyonunda çalışan kişiler, çalıştıkları ortama girince bir ağırlık ve baş ağrısı hissederler, yoğun stres yaşarlar. Bunun sebebi o istasyonda bulunan alıcı ve vericilerdir.
            Bazı alışveriş merkezlerine giren insanlar da rahatsızlık duyarlar, rahat nefes alamazlar, kalp hastaları daha fazla rahatsız olur. Bunun sebebi de o alışveriş merkezinde bulunan baz istasyonlarının sebep olduğu kuvvetli radyasyondur.
            2G’nin DNA’yı olumsuz etkilediği, kansere sebep olduğu birçok ülkede yapılan bilimsel araştırmalarla kanıtlandı. Bu araştırmaların çoğunu Tehlikeli Oyuncak kitabımda açıklamıştım. Eylül ayında Hayy kitap’tan yayımlanacak ikinci kitabımda da son araştırmaları açıklayacağım!”
            Çocukların geleceğini nasıl etkileyecek?
            “
Baz istasyonuna ilk 300 m mesafede oynayan çocukların, diğer çocuklara oranla %500 daha fazla kanser olma riski taşıdıkları yine bilimsel araştırmalarla kanıtlandı. Okul, hastane, park gibi alanların çevresinde kesinlikle baz istasyonu ve yüksek gerilim hattı bulunmaması gerekiyor. Bizim ülkemiz maalesef bu konuda da gariplikler ülkesi! Birçok hastane, park ve okul çevresi baz istasyonları ile çevrili.
           
Anne ve babalar cep telefonunu çocuklara ödül olarak kesinlikle vermemeli! Çünkü bu ödül değil, onların hayatından sağlıklarını çalan ölümcül bir alet!
Dikkat edin baz istasyonlarında örümcekler yaşamaz, kuşlar da çevresine yuva yapmaz! Elektromanyetik kirlilik hayvanları ve doğal hayatı da çok olumsuz etkiliyor. Yeni sistem doğal hayatı tehdit ediyor!"
            Hangi hastalıklarda artışlar görülecek?
            “Kalp ameliyatı geçirmiş olanlar İstanbul gibi büyük metropollerde yaşayamaz hale gelecek.
            Alerji vakalarında büyük artışlar gözlenecek. İsveç’te yapılan bir araştırmada 3G sisteminin gelmesinin ardından alerji vakalarından büyük artış gözlenmiş.
            Almanya’da yapılan bir araştırmada da çocuklarda erken ergenlik ve obezite, kadınlarda menopoz sorunlarında artışlar ortaya çıkmış.”
            Peki, hem çevre hem de insan sağlığını korumak için çözüm ne?
            “Cep telefonlarının mümkün olduğunca az kullanılması gerekiyor. Çünkü sağlığa tamir edilemeyecek derecede büyük zararlar veriyor. Mevcut sistem insanları korumuyor.

Sigara konusunda devlet ve toplum çok geç uyandı ama artık büyük hassasiyet gösteriliyor. Çok geç olmadan cep telefonu konusunda da aynı hassasiyetin gösterilmesi gerekiyor. Bunun için, sivil toplum örgütlerine, devlete ve özellikle telefon kullanan vatandaşlara büyük görev düşüyor.”

***  ***   ***
            Okuduklarınızı daha öncede duymuştunuz. 2G olarak tanımlanan klasik cep telefonlarına servis yapan baz istasyonları içinde bu sözler söylenmişti. Şimdi 3G ile bu tehlike 9 kat artıyor. Bu çılgın kullanımı GSM şirketleri çok kötü biçimde özendiriyor. Rekabette artınca uzun görüştürmekten, çok mesaj göndermeye kadar çeşitli tarifelerle gençleri  avlıyorlar. Adı üstünde GENÇ! Gençlikte her şeyi abartmaya ve büyütmeye uygun karakterin olması doğası gereğidir. İhtiyacı kadarını değil, hep daha fazlasını istemeleri bu açıdan bakılırsa normal görülür. İşte bunu iyi etüt eden pazarlamacı ve reklamcılar kime ne tür ürün satacaklarını iyi biliyorlar. Hem dünyayı hem ülke gençliğini izleyen GSM şirketleri bir çok tarifeleri sunuyorlar. Bu tarifelerden biri olan 30 kontöre 10.000 mesaj ne demektir hiç düşündünüz mü? Bunun sonucu olarak gençler yataklarında, tuvaletlerinde, hatta banyolarında bile telefonlarından ayrılmazlar. Aldıkları radyasyonu bir düşünsenize. Ayrıca sadece sağlık değil, ahlaki değerlerde bozulmaktadır. Bunun için evli bay ve bayanlar evliliklerini uzun sürede bitirmek zorunda kalıyor. Daha da kötüsü bu uğurda cinayetler bile işlenebiliyor.

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 24.03.10

ELAZIĞ DEPREMİ ÜSTÜNE

ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE


            Geçen haftalarda bilgisayarımın ekran kartı yanmıştı, yazılarımı okuyanlar bilir. Pazar ve pazartesi yazılarım aksamıştı. O zaman bilgisayarımın eskidiğini söylemiş, patronum Adnan beyden ve sizlerden özür dilemiştim. Bu hafta internet bağlantım koptu. Modemle uğraştım olmayınca sorunu çözmek için bilgisayarıma format attım, gene olmadı. Meğer bu defa modemim bozulmuş. Bunun içinde kabul edilmesi dileğiyle özür diliyorum sizlerden.

            Bu arada zamanda geçti doğal olarak ve Elazığ depremi gündemden düştü. Bu yazının bir önemi kalmadı diyebilirsiniz. Oysa bazı şeylerin önemi hiç eksilmez. Deprem ve sonuçları bunlardandır. 

            Ne kadar kaçarsak kaçalım gerçek bizi bulur. Depremde böyle bir gerçekliktir işte. En hazırlıksız zamanda apansız yakalar. Bizim depremimizde bizi uykuda yakalamıştı. 08.03.2010 tarihinde saat 4:32’de Elazığ’ın Karakoçan İlçesi Başyurt Köyü’nde ve komşu Kovancı ilçesinin Okçular, Yukarı Kanatlı ve Kayalı köylerinde olan 6.0 şiddetindeki deprem de Elazığlı yurttaşlarımızı uykuda yakaladı. Hoş uykuda olmasak ne fark ederdi. Bizdeki depremin şiddetinden kaçmaya fırsat bulamazdık. Elazığ depreminde de Elazığlılar yoksulluğun göstergesi kerpiç evlerden kaçamazdı. Öyle yada böyle şimdi yandığı gibi gene yüreğimiz yanardı. Onca canın yitmesine şimdi beraberce üzüldüğümüz gibi gene üzülürdük.

            Gün boyu haberleri izledim. Birkaç gün önce güney Amerika ülkesi Şili’de olan 8.8 şiddetindeki depremle bizim Elazığ depremimiz kimilerince ilişkilendirilmişti. Dolaylı etkilenmelerden bahsedilebilir belki, fakat direk olarak ilişkilendirilemez. Çünkü fay hatları aynı değildi. Belki Şili depreminin şiddeti, bekleyen fay hatlarını uyandırmıştır ama tetiklemiş değildir deniliyor. Bu arada ilginç bir söz duydum, Nasa’ya göre Şili depremi sonrasında dünyanın dönüş hızı artarak “gün”  1.26 mikro saniye kısalmış.

            Haberlerde kurtarma ve yardım garabeti gene yaşandı. Bu bizim iyi bir örgütçü olamadığımızın ölçüsü değil midir? Oysa çok yardım sever bir milletiz. Depremin olduğu duyulur duyulmaz yardım götüren araçlarla yollar doldu taştı. O kadar ki trafik tıkandı, saatlerce yardım araçları hareket edemediler.

            Yardım sever özelliğimizden çok etkilendim. Herkes bir şey yapmanın telaşındaydı. 17 ağustos gözümde canlandı. Bize ertesi gün ulaşabilmişlerdi. Yani depremin ikinci günü. Deprem büyüktü, yıkıntıda büyük olmuştu. Belediye ve valilik ne yapacağını şaşırmış, ilk etapta kenti terk etmişlerdi. Herkes şoktaydı, ama il yöneticilerinin soğuk kanlı olmaları gerekmez miydi? Neyse, geçmişi yargılamak amacım değil. Bir daha yaşanmamasını Allahtan  dilediğim o kötü günlerin hatırlattıklarıyla konuyu buraya kadar uzattım, kusura bakmayın sevgili okurlar.

            Elazığ depreminde sabahın ilk saatlerinde ölü sayısı 41 olarak açıklanmıştı. Öğlene doğru ölü sayısı 57 dendi. Sonra 51’e, daha sonra 41’e indirildi. Bizim 17 ağustos Büyük Marmara depremimizde de aynı şeyler yaşanmıştı. Tenzilatlı satış gibi ölü sayısı neden düşürülür anlamıyorum. Hadi bizim depremimiz bölgemizin afet bölgesi ilan edilmemesi için ölü sayısı düşürüldü denmişti. Hatırlıyorsunuz değil mi? Afet bölgesi ilan edilince 5 yıl vergi alınamazmış çünkü. Muhtarlar dernek başkanından öğrendiğim ölü sayısı 22.000’di, açıklanan ise 3.000 kadardı. Peki Elazığ’da depremde ölen vatandaşlarımızın sayısı neden düşürüldü?

            Elazığ depreminin bir simgesi de var. Adı Keko. Keko 6 yaşında. Elazığ’ın Okçular köyünde annesi ve kardeşi enkaz altında kalarak ölmüşler. Televizyonlar, evinin enkazı ve annesiyle kardeşinin mezarı arasında gidip geldiğini, mezarı tırnaklarıyla kazıyıp annesini görmeye çalıştığını görüntülemişlerdi. Bu manzaraya hangi yürek dayanabilir ki? Gözyaşlarımı tutamadım.

            Buradan deprem günlerinde kardeşimin yıkılmış bir binanın yanında bulduğu, ilk okul çocuğunun defteri aklıma geldi. Yapraklarına çiçek ve güneş resimleri çizmişti. Bir sayfasında çocuk şiiri vardı. Adı yazılı değildi. Kız mıydı erkek miydi bilmiyorum. Bilsem ne fark ederdi? Çocuktu ya, bu yetmez miydi? Yeterdi tabii. Yetti de, ona da epey göz yaşı dökmüştüm. Yaşıyor muydu onu da bilmiyordum.

            Keko bana bunları hatırlattı işte. O yapayalnız kaldı diye düşünüyordum. Aşağıdaki haberi okuyunca sevindim.

            “Elazığdaki depremde Okçular köyünde annesi ve kardeşini kaybeden, depremin simgesi haline gelen minik Keko, bugün babasıyla buluştu. Gece geç saatlerde köye gelen baba Mehmet Çiçek, sabah saatlerinde oğluyla kucaklaştı. Birbirlerine sarılarak ağlayan Keko ve babası, duygu dolu anlar yaşanmasına sebep oldu. Baba Mehmet Çiçek, Almanya'dayken olayı telefonla haber aldığını ve ilk fırsatta köye gelmek için yoğun çaba sarfettiğini ifade etti. Mehmet Çiçek, ‘Oğlumun televizyonlardaki görüntülerine bakamadım. Bundan sonra Almanya'ya dönmeyeceğim. Burda, köyümde çocuğumun yanında yaşayacağım’ dedi.”
Oralarda nice hikayeleriyle daha bir çok Keko vardır. Bu dondurucu martta onları da düşünelim. Devlet onlara yardım elini uzatacaktır elbette. Bizde boş durmayalım.

            Elazığ depreminde yitirdiğimiz vatandaşlarımıza Allahtan rahmet, milletimize baş sağlığı diliyorum.

 


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 22.03.10


22 Mart 2010 Pazartesi

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 34


            Merhaba sevgili okurlar! Çok talihsiz iki hafta geçirdim. Hele bu yazı öyle talihsiz ki, bir aydır yayınlanmayı bekledi durdu. Bilgisayarımın ekran kartı yanmış. Yaptırdım, ertesinde ben hastalandım. Üzerinize afiyet yıkıcı bir gribe yakalandım. Sonra internetim koptu. Bir haftada onunla uğraştım. Kendimde hata var sanıyordum, oysa hata ttnetteymiş. Bu sabahta (20.03.2010 c.tesi) onu hallettim. Nihayet tekrar sizlere bu satırları yazma imkanı buldum.

….

            Kış geri mi geldi bilmiyorum. Havalar aniden soğudu. Oysa 3. cemre bile düştü. Topraktan buğuların çıktığını görürüz artık derken, meteoroloji batı bölgelerinde iki gün hafif kar yağışı olacağını söyledi. Eskiler boşuna dememişler; “mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır” diye.. koca karı soğukları da var sırada. Oysa bütün soğuklara rağmen siyaset dünyamız fokur fokur kaynıyor. Bu gün siyaseti boş verdiğimiz bir gün. Can sıkmanın gereği yok! Biz, siyasetle değil, sevdalarla ısıtalım dünyayı. Yüreğimizden taşan sevda yüzümüze tebessüm olarak yansır. Murathan Mungan’ın  dediği gibi tebessüm bulaşıcıdır. Onun için ilk olmaktan tek korkmayacağınız şey tebessüm olsun. Olabildiğince herkese bulaştırın ki gülen yüzler ülkesi olalım.

            Ben bunu derken şiirler kederden dem vuruyor. Şair gamlı baykuştur, kusuruna bakmayın. Demirin tavında dövülmesi gibi söz çilede dövülür ve şiir olur.  Bu yüzden şairin suçu yok! Geçen haftalarda Y.K.Karaosmanoğlu’nun “Yaban” adlı romanından hem esinlenerek hem yaptığım intihallerle yazdığım son şiirle başlıyorum bu haftada. Gene şiirleri bölmemek için sözle araya girmeyeceğim.

….   ….    ….    ….

Ah ne hazindi hikayemiz
İki at çekerdi arabamızı
Yorulunca atlar yokuşta
Biz arabayı da çekerdik, atları da
Zayıftı atlar, kalça kemikleri gözümüze batardı
Yara bere içindeydiler üstelik
Bu yüzden sinek bulutu gezerdi üstlerinde
İnsanlar tavuk irisi
İçlerinden çıkıp birisi
İnsan olduklarını ispatlamak için
Yorulurdu dil dökmekten
Gene de söyleyemezdi insan olduklarını
Nerde öldüklerini asla asla bilemezdi

Aydın Göle
22.03.2002


***   ***   ***


Yıldızlar isyanın habercisi
Parmak kaldırdık hayata
Görmediler kalakaldık
Görmediler yıldızlarla ayaklandık
Sevdayı yaşamak için doyasıya
Anarşist çocuklardık
Son kıyıya vardık ki nihilizm
Bizim
Yapacak çok şeyimiz kalmadı
Cam kırıklarında yürüdük
Ateşlere bastık yalınayak, geldik
Yumuşak halılarda duyulmuyor ayak sesleri
Biz taşta yürüdük deltalara doğru
Deltalarda ırmaklar gibi kalabalıkta yutulduk
Futbol, şarkı, dans gözlerimizde mil
Sevdaları, sevdaları yaşamak doyasıya
Jiletler atılıyor yüzümüze
Yüzümüz paramparça
Paramparça yüreğimiz

Aydın Göle
22.03.2002

***   ***   ***

106
Bu gece
Sessizce
Yüzecek boşlukta ay
Tehdit ederek çıkacak
Eğri kama gibi ince
Yüreğime ilk darbesi inince
İflah olmam imkansız
Sen nem olup gözlerime binince
Söz geçer mi kalbe
Aşk bilince hakim olunca

Aydın Göle
29.03.2002


***   ***   ***


107
Şahaserim
İmbat olup gecelerine eserim
Benden vazgeçtiysen şayet
Bileklerimi keserim
Sensiz haram olsun dünya
Ecel gelmeden vakitsiz
Sen gel sevgilim

Aydın Göle
14.08.2001


***   ***   ***


108
Bir sevdanın bitişini gördüm
Sanki kendimi toprağa gömdüm
Karıncaydım karşısında kaderin
Onlar kadar bende öldüm
Yıldızdım gökyüzünde söndüm
Karıncaydım karşısında kaderin
Ömrün çarşısında en derin kederin
Silinmez çizgisi, durur aynalarda

Aydın Göle
16.08.2002

***   ***   ***

109
Issızlığın içinde yapayalnızım
Şarkılarım tükendi kırıldı sazım
Acı bir sessizlik kulaklarımda
Dokunmayın bana, bana bakmayın
Zifiri karanlığım yeter, ışık yakmayın
Zamansız bir eylül sarkmış ağustosuma
Leylaklar ve leylekler gidiyor pürtelaş yazı götürüp
Issızlığın içinde yapayalnızım
Senle olmak varken neden sensizim
Kavuşmak bana yoksa yasak mıdır


Aydın Göle
21.08.2002

***   ***   ***

110
Seni görmeye geldim gözüm yok
Senle sohbete geldim sözüm yok
Zarfın içinden al beni
Seni tutacak elim yok

Aydın Göle
21.08.2002

***   ***   ***

111
Sultanım
Seni dile getirebilir mi her tanım
Canım
Ben dilini kaybetmiş ozanım
Anlatamam seni sana
Atan yüreğimin, bu duyduğun ses
Esen rüzgar değil, ateş gibi nefes
Benim nefesim.
Uzak dur kavurur seni
Çekmekten hasretini
Volkan oldu patlayacak
Karşısında bulunmaz dayanacak
Bu yürek durursa ancak
Bu ateş söner

Aydın Göle
21.08.2002

***   ***   ***

112
Bir tanem
Gönderdiğim şiirlerimi okumadın mı
Onlarda ellerim vardı dokunmadın mı
Güneş saklıydı avuçlarımda
Kolye diye takman için ak gerdanına
Sana getirdim yitik ülkelerden
Giderken dudaklarını aldım senden habersiz
Kederlerime gül gibi açan dudaklarını
Karanlık gece içimde sessiz
Yokluğunu büyütüyor
Kocaman ağız gibi beni içine almış yutuyor
Mütemadiyen hiçliğe karılıyorum
Gözyaşlarımla gölgene sarılıyorum
Her hücrene kadar dağılıyorum
Ölsem yeridir ölemiyorum
Bu sevdayla ansızın
Oda olacak sonunda bir gün

Aydın Göle
23.08.2002

***   ***   ***

113
Sabahın ilk ışıkları gibi
Kalbime doğdun
Akşamın son ışıkları gibi
Ufkuma batma

Aydın Göle
23.08.2002

***   ***   ***

114
Ben
Yalnızlığıma gidiyorum
O
Köşede beni bekliyor

Aydın Göle
23.08.2002

***   ***   ***

Bu haftada beraberliğimizin sonuna geldik. Sizlerle bir şeyleri paylaşmak bana büyük bir keyif veriyor. Umarım o keyfi sizlere de ulaştırabiliyorumdur. Haftaya buluşmak dileğiyle mutlu pazarlar.



Yazışma Adresim:  www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 21.03.10


BİLGİSAYAR OYUNLARI VE İKİ KADIN ÖRNEĞİ

ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE


İnternetin her şeyi iyide kötü amaçlıların ve cahillerin elinde çok tehlikeli bir araç olduğu kesin. İnternet alemine dalanlar arasında dünyasını şaşıran çok. Sanal ilişki ile utanma denen şey kalmadı. Dolandıranından tutunda, seks batağına batan mı ararsınız, uyuşturucuya saplanan mı? Sosyal varlık olmak zorunda olan insanın sosyalliği konusunun kesintiye uğraması işin cabası. Oldum olası internet oyunlarına karşıyım. Hele canlı bağlantılı oyunlara.. hele onlara. Yasakçı olmak istemiyorum ama bu oyunlar yasaklansa zil takıp oynayacağım. Bu oyunlarla birlikte google’da yaptığımız her tıklama bizim istatistiki eğilimlerimizin yabancılarca belirlenmesine seve seve katkıda bulunuyoruz. Bu eğilimler sonucunda, en masum yanıyla söyleyecek olursam, bize satacakları ürün çeşitlerini belirlemiş oluyorlar aynı zamanda. Bunun ötesi vahim sonuçtur. İlk örneğini Amerika’nın Afganistan çıkarmasında gördük. Kurdukları silikon vadisinde Afgan dağlarının santim santim verilmiş örneğiyle bir oyun oynatarak Taliban örgütünün nasıl avlanacağının her yaştan insana farkına varmaları imkansız biçimde tatbikatını yaptırmıştı. Sonrada Afganistan’a girmiş ve o tatbikat sonucuna göre ortaya çıkan büyük akıla uyarak Taliban’la savaştılar.

Bu işin bir boyutuydu. Başka bir boyutu oyunlarla tıpkı tv programlarıyla olduğu gibi insanlar yalın gerçeklikten çıkarılarak robot beyinlerin ortalıkta gezer olmasıdır. Af edersiniz! Ne gezmesi yahu? Bilgisayar başından kalktıklarımı var ki gezebilsinler? Gezmeye güçleri de yok hatta.

Geçtiğimiz günlerde gazetelerde bir haber vardı. O habere göre Koreli evli bir çift, sanal bebek bakma oyunu yüzünden gerçek bebeklerini unutmuşlar. Yavrucak bakımsızlıktan ölmüş.

Haber şöyle:

“Bilgisayar bağımlısı evli çift, sanal bebekleriyle ilgilenirken, gerçek bebekleri açlıktan öldü

            Güney Kore'de yaşanan korkunç olayda, günün 12 saatini internet kafelerde geçiren evli çift, üç aylık kızlarını evde yalnız bırakıyorlardı.
Evli çifti tutuklayan polis, PRIUS adlı sanal gerçeklik oyununa bağımlı hale geldiklerini ve bu oyunda bir sanal bebek büyüttüklerini açıkladı.
PRIUS oyunu kullanıcılarının bir iş seçmelerine, başkalarıyla iletişime geçebilmelerine ve belirli bir seviyeye yükseldiklerinde sanal ebeveynlik yapabilmelerine olanak tanıyor.
41 yaşındaki baba Kim Yoo-chul ve 25 yaşındaki anne Choi Mi-sun, 12 saatlik internet kafe eğlenceleri sona erip, eve geldiklerinde kızlarının öldüğünü farkedip, polise haber verdiler.

Detektif Chung Jin-Won, çiftin geçtiğimiz Eylül ayında arayıp kızlarının ölümünü bildirdiklerini, çiftin günün 12 saatini bir internet kafede geçirdiklerinin öğrenildiğini söyledi.

Yetkililer bebeğin ciddi susuzluk yaşadığını farkettiklerinde, çifte soruşturma açıp, bebeğe otopsi yaptılar.
Otopsi bebeğin yetersiz beslenmeden hayatını kaybettiğini doğruladı.
Polis, Kim ailesinin sanal bebeklerine aşırı bağlandığını ve gerçek bebeklerine karşı sorumluluklarını ciddiye almadıklarını açıkladı.
Çift, bebeklerini bozuk sütle besleyip, dövdüklerini itiraf ettiler.”

Ne komik değil mi? Sanal bebeğe özen göster. Gerçeğinin ölümüne sebep ol. Akıl alır şey değil gerçekten. İnsanlar bir garip oldu doğrusu. Doğal hayatı sürdürmek isteyen kalmayacak bu gidişle. Yoksa bütün bu olanlar çocuk doğurulmayacak bir geleceğin provaları mı?

Devam eden habere göre “Çiftin 2008 yılında bir internet chat sitesinde tanıştığı iddia edildi.” Daha ne bekliyordunuz ki.. cadde sokak gezip birine rastlama dönemi çoktan bitti. Sonra aşık olup sinemaya gitmekte ne demek? Çok demode şeyler bunlar, çok!

Haber devam ediyor:

Güney Kore'de oldukça popüler olan bilgisayar oyunları yüzünden geçtiğimiz günlerde 28 yaşındaki bir adam 50 saat boyunca Starcraft oynadıktan sonra hayatını kaybetmişti.
Başka bir olayda da, sanal karakterini öldüren rakibine sinirlenen bir oyuncu, rakibini bulup, bıçaklamıştı.”

Bizde de olmadı mı? Söylendiğine göre Musa Kang,  “Metin2” adlı bir oyunun epey ustası olmuş, bu oyunun bazı karakterlerini satıyormuş. Buradan da para kazanıyormuş.

“Erzurum’da okula gitmek üzere evden çıkan ve 6 gün sonra cesedi bulunan Musa Kang’ın, ’Metin2’ adlı oyun nedeni ile kaçırıldığı iddiası tüm gözleri bu oyuna çevirdi. 

            İlk olarak Çin’de ortaya çıkan ve son dönemlerde Türkiye’de giderek yaygınlaşan ‘Metin2’ adlı oyun, çocukları bilgisayar bağımlısı yapmakla kalmıyor, oyunda kullanılan silahları satın almak için yüklü miktarda para da harcatıyor. Çocuklara para kazanma ve sürekli başarı elde etme hırsı kazandıran bu oyunda, oyuncular arasında oluşan pazar, bilgisayar karakterlerinin oyunun çok yaygın olduğu yabancı ülkelerde 10 bin dolara kadar yükselen fiyatlarla satılmasına yol açıyor. “

Bütün bu olaylar bilgisayar oyunlarının ne kadar tehlikeli olduklarını gösteriyor. Güney Koreli çiftin oyun yüzünden bebeklerinin ölümü bence bu olaya tuz biber ekti. Dünya kadınlar gününün kutlandığı 8 martta yılın kadını seçilecek kadar özverili bir kadını bu sabah (9 Mart 2010) FOX TV’nin sabah haberlerinde gördüm. İnternette haberin ayrıntılarını bulamadım. Kimdi bu kadın bilmiyorum. İnanın eli ve alnı öpülecek bir kadındı. Kadıncağız evlendikten iki buçuk sene sonra kaza geçiren eşi sakat kalınca önce el işi yaparak evini geçindirmeye çalışmış. Daha sonra resmi bir yere hademe olarak girmiş. Ardından  dışarıdan orta ve liseyi bitirerek aynı yere memur olmuş. Eşine akülü araç, beraber gezebilmek için rampalı bir minibüs almış. Siz aralarındaki sevgiyi görseniz. Adam eşiyle kız çocukları da anneleriyle övünüyorlardı.

Böyle güzel haberlere çok ihtiyacımız var. İnsanlığımızı bize unutturmayan böyle insani haberler, yukarda verdiğim bilgisayar tutsaklığına örnek haberler ve günlük politika haberlerinden daha önemli bence.

Bilgisayar çılgınlığında insanlığımızı unutmamak için bu birinci şart. Çalışmayan, üretmeyen insan kendi sonunu hazırlamış olacaktır. Yoksa insanlık yok oluşa doğrumu gidiyor, ne dersiniz?



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 12.03.10

11 Mart 2010 Perşembe

SPEKÜLATÖR: VURGUNCU

ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE


            Bugünkü yazıma başlamadan önce Pazar ve pazartesi köşemde olamadığım için sizlerden özür diliyorum sevgili okurlarım. Halk edebiyatımızın önemli kahramanlarından Köroğlu’nun bir sözü var bilirsiniz; “Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu” dermiş. Bilek gücüyle girdiği her kavgayı kazanan Köroğlu, kendisine tüfekle karşı konulunca çaresizliğini böyle dile getirmiş. Benimki de bu hesap. Dizüstü bilgisayarımın ekran kartı yanmış. Üç gün onarılmasını bekledim. Bu yüzden gazete yazılarım aksadı. Kalem kâğıt ne güne duruyor dediğinizi duyar gibiyim. Çok haklısınız, fakat ben kalem kağıtla çok yavaşım, felçli olduğum için hızlı yazamıyorum. Birkaç karalama yazmadan konu ve anlatımıyla bütünleşen bir yazı yazmak çok zaman alıyor. Bilgisayarda öyle değil, yazmaya aklıma gelen bölümlerden başlarım. Sonra onları birleştiririm. Bu yöntem çok kolay oluyor bana göre. Ayrıca düşündüğüm hiçbir şeyi unutmadan yazıya dökmüş oluyorum. Bilgisayarımda eskidi artık. Arızalar çıkması çok doğal. Yenisini almakta öyle kolay değil. Sevgili patronum ve siz bu durumu anlayışla karşılarsanız sevinirim.

            Gelelim bugünkü konumuza..

            Bilgisayarımda kurulu olan Milliyet Haberciden ünlü spekülatör George Soros’un açıklaması geldi. Bu açıklama üzerine önce onunla özdeşleşen iki kelime üzerinde durdum. Fransızca olan bu iki kelime bizleri de çok ilgilendiriyor. Sözünü etmek istediğim Spekülasyon ve spekülatör kelimeleridir. Bu iki kelimeyi çok sık duyarız. Biraz okumuş yazmış olanlar farklılıklarını ortaya koymak için her fırsatta yabancı kelime kullandıkları gibi bu kelimeyi de kullanırlar.

            Yazdığım bir konuyu önce ben anlamalıyım. Anlarsam daha iyi anlatabilirim diye düşündüğüm için, genellikle ekonomik bir terim yerine kullanılan bu kelimenin anlamını araştırdım. Bakın anlamı neymiş?

            Spekülasyon: Kurgusal, oyunun kuralını bozarak kendi isteğine göre oluşturma. “Vurgun.”
            Spekülatör...: Ticaret saptırıcı. Yani bizdeki kandırmak üzerine iş yapan kişi; “Vurguncu.”

            Meraklısı önce yıldızların arasındaki satırlara alıntıladığım bana gelen habere baksın. Yıldızlarla ayırdığım bölümü sıkılıp okumazsanız bir şey kaybetmezsiniz. Çünkü daha sonrasında açıkladıklarım bu satırların özetidir.

***   ***   ***

            “Ünlü finans yatırımcısı Soros ‘un iddiası Wall Stret’in (Amerikan vurguncularının kalesi) ünlü Hedge (hedge, fonların daha yüksek getiri sağlamalarında daha az denetime tabi olmalarına denirmiş.) fon yöneticileri ile ilgiliydi. Soros, Wall Street’in hedge fonu yöneticilerinden bir kaçının bir akşam yemeğinde bir araya gelerek ortak para birimi olarak yıldızı parlayan ve dünyanın rezerv (yedek veya ihtiyat anlamına gelen bu kelime burada kullanılabilir anlamındadır.) para birimi olmaya aday gösterilen euronun değer kaybetmesine yönelik bir komplo içinde olduklarını iddia etti.

      Krizin baş göstermesi ile birlikte hızla değer kaybeden  doların yıl içinde tam 32 para birimi karşısında hızla erimesi, dünyadaki ekonomik ve politik dengelerin doğuya kayması “doların ölümü, doların sonu mu geliyor” gibi spekülatif (vurguna yönelik) hareketlerin sık sık gündeme gelmesi  Soros’un iddiaları ile yan yana gelince  akılları epey karıştırdı.

Soros fon yönetimi başkanı George Soros Manhattan’da “Euro’nun  ölümü” için hazırlanan fikir toplantısına kendisinin katılmadığını ancak şirketinin yemekte temsil edildiğini kabul etti.

Soros, spekülatörlerin (vurguncuların) akşam yemeğinde euro/dolar paritesinde (değerinde) euro aleyhine girişimde bulunmak amacıyla bir araya geldiklerini öne sürüyor. Soros Aralık  2009’da 1.51 olan euro/dolar paritesinin 1.34’lere düşmesini de buna bağlıyor.

Bu arada Avrupa Merkez Bankası FED’in başkanı Ben Bernanke’nin Wall Street’in (Amerikan vurguncularının kalesinin) ünlü yatırımcısı Goldman Sachs ve diğer Wall Stret yatırımcıları ile ilgili açıklamaların Soros’un açıklamaları ile aynı tarihlere gelmesi söz konusu komplonun gerçekçiliği konusunda dikkatleri daha çekiyor.

Bernanke Yunanistan’ın borçlarını gizlemesi konusunda işbirliği yaptığı Goldman Sachs ve diğer Wall Street yatırımcısı şirketleri yakın takibe aldı ve şirketlerin bu konuda rollerini araştırıyor.

Bilindiği gibi Yunanistan ve Goldman Sachs arasındaki karmaşık ''döviz takası'' finans anlaşması, AB istatistik kurumu Eurostat tarafından ortaya çıkarıldıktan sonra AB tarafından da soruşturulmaya başlanmıştı.

AB, Yunanistan'a, konuya ilgili ayrıntıları vermesi için bu ay sonuna kadar süre tanımıştı. Yunanistan Maliye Bakanı Yorgo Papaconstantinou, ülkesinin, 2001 yılında bu tür finansal anlaşmaları kullanan tek ülke olmadığı konusunda ısrar etmişti.
Finansal krizden sonra Goldman Sachs ve diğer Wall Street şirketleri, yatırım bankacılığından bankacılık holding şirketlerine dönüşmüştü.
Bernanke, Wall Stret’te  işlem yapan bazı traderların (tüccar) ülkelerin CDS’leri (Bir şirketin iflas sigortası almak için ödemesi gereken prim) ile ilgili yaptıkları işlemlerin adil olmadığını ve bu CDS’le ile ilgili haksız işlem yapanların yakın takibe alındığını da açıklamıştı.”

***   ***   ***

İki soruyla konuya dikkatinizi çekmek istiyorum. Haberden anlamamız gerekenler, bu soruların cevabının içindedir.
1: Şu sıralarda euro/dolar farkının dolar lehine değişmesini kimler ve neden sağlamıştır?
2: Yunanistan’ın kredi bulmak için içine düştüğü krizi saklaması ve saklanmasında menfaati olan aracılar kimler?

İki sorunun cevabı da spekülatör denen çağdaş vurgunculardır. Bunlar ülkelerin kaderiyle oynamaktan çekinmezler. Batıya yakın iktidarları türlü oyunlarla ülkelere seçtirirken para musluklarını açarak onları borçlandırır, böylelikle hem istediklerini yaparlar, hem para kazanırlar. Bazen de Yunanistan örneğindeki gibi kredi alamayanların kredi alabilirliklerini sağlayarak sadece kazanacakları paraları da düşünebiliyorlar. Değme Ali Cengiz oyunlarına taş çıkartırlar bunlar.

Soros’un Ali Cengiz oyunlarında dünya şampiyonu olduğunu söylersem abartmış olmam. Ukrayna’da Sovyetler Birliğinin yıkılmasının ardından adına “Turuncu Devrim” denilen bir iktidar değişikliğini sağlamıştı. Daha sonra bu oyunu Gürcistan’da da oynamıştı. Ülkemizde de tanınmış bir çok ünlü yazar, profesör ve siyasetçiye maddi kaynak sağladığı söylenmişti.

Güç ve iktidar parayla sağlanır. Paranın olduğu yerde ahlak gider. Hele vurgunculuğun kol gezdiği zamanlarda ahlak içi boş bir kavram olmaktan öteye gidemez.


NOT: Sevgili kardeşim Coşkun Göle
Lafonten’in “karga ile tilki” adlı ma-
salından esinlenilerek yaptığı karika-
türle borsanın mantığını anlatıyor.
Daldaki kargalar küçük yatırımcı olan
halk, tilkiler oyunculardır. Ses güzel-
liği yarışmasıyla kargaların ağzındaki
peynirleri alıp kamyonla götürüyorlar.



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com