31 Ağustos 2015 Pazartesi

ÇÖKÜŞÜN İZDÜŞÜMÜ “ŞİKE” VE SONRASI

Üstünden dört yıl geçti ama hala çeşitli sebeplerle konu ısıtılıp ısıtılıp önümüze geliyor. 3 temmuz şike sürecinden söz ediyorum. 3 temmuz 2011 Pazar günü başlayan şike soruşturma sürecini ne kadar izledik acaba? İzlenmeye değer bulmayanlarımız, spora meraklı olmayıp bu tür haberleri küçümseyenlerimiz ne kadardı? Sporla, özellikle futbolla yatıp futbolla kalkanların gelinen noktada görebildikleri nelerdir? Yoksa hala kafaları karışık mıdır?

“Durun, bekleyin kafalar daha çok karışacak” demiştim o sıralar. Karıştı da...

Mehmet Ali Aydınlar’ın başkanlığında Futbol Federasyonu çıkan şike söylentilerine zamanında cevap verip uygulamalara geçmeyince süreç uzadı. Avrupa futbolunun patronu olan UEFA kendine ait kuralları açıklarken sıfır hoşgörü ile durumu özetliyordu. Bunun nedeni olarak spor hukukunun içinde kişilere hapis cezasının olmayışını gösteriyordu. Takımları bunun için küme düşürürüz, yada can yakacak kadar eksi puanla lige başlatırız diyorlardı. Biz bunları yapmamak için çare arayan M.Ali Aydınları bile silkeleyip attık, takımlara ceza vermeyeceğini açıkça söyleyen Beşiktaş kulüp başkanını borç batağına soktuğu kulüpten kaçmasını kolaylaştırdık, futbol federasyonu başkanı yaptık.

Oysa ortada bir suç var. Bunun için davalar açılıyor, kişilerin hürriyetleri ellerinden alınıyor. Kulüplere ceza verilemiyorsa bu şahıslara da verilmeyecekse, ki muhtemeldir, o zaman bu kişilere ne denecektir? “Size hürriyetinizi geri vererek inayet gösterdim, değerimi bilin!” mi? Adalet böyle sağlanmaz. Adalet mülkiyet ve bireyler arasındaki ilişkilerden doğsa bile esas amaç toplu yaşamı mümkün kılmak değil midir? 

Öyle ama kendiside eski bir futbolcu olan o zamanın başbakanı, bugünkü cumhurbaşkanımız UEFA’nın İstanbul toplantısında ne demişti? “Şike sahaya inmemiş, bu yüzden kulüpleri cezalandırmak milyonlarca insana karşı haksızlık olur. Şahıslarla kulüpleri birbirinden ayıralım” demişti hatırlarsanız. Yeni federasyon başkanı Y. Demirören’de zaten bunu savunuyordu. İyide şahısları kulüplerden ayırmak mümkün değil ki.. şahıslar olmadan kulüpler (canlı bir organizma olmadıkları için) hareket etmezler. Hareket etme yeteneği olmayan bir şeye varlık muamelesi yapılamaz. O halde kulüpleri insansızlaştırmak anlamsızdır. O insanlar bir kulübü başarıya götürürken övgü ve ödül olduğu gibi başarısızlık veya uygunsuzluk halinde yergi ve ceza oluyor ya. Yıllar sonra bu durum anıldığında kulübün adıyla anılır. Kişilerin adı unutulur ama kulüplerin adı unutulmaz.

Size bir örnek sunmak isterim
    
04 Mayıs 1968 yılında İzmir’de oynanan maçta Göztepe, İstanbul takımı Feriköy’ü 9-1 yenmişti. Gördünüz mü? Kulüp adını verdim. Kulüp başkanı, takım kaptanı veya kaleci ile diğer oyuncuların adları bugün hiç önemli değildir. Bugün adı hiç geçmeyen, yada çok az geçen bu iki kulübün en farklı skorlar sorgulandığında karşınıza adlarının çıktığını görürsünüz. Çünkü sonuçlar kulübe yazılır, şahıslar kulüplerin sadece enerjileridirler. Şampiyonluklarda, küme düşmede kulübe yazılır. İtalya’da durum böyle olduğu için şahıslar kulüpleri cezai durumla karşı karşıya getirdiğinde kulüpler küme düşürülüyor yada yeni sezona eksi puanla başlatılıyor. Bu cezaları şampiyon olduklarında kupayı almaları gibi düşünün. Tersi durumda kupalarında şahıslara gitmesi gerekirdi. Sevapların ödülünü al, ama iş günahların cezasına gelince kaç! Mantık budur.

Günahkârda cennete girmek ister. İster ama cezasını çekmeden, önce ateşte yanmadan cennete giremeyeceğini bilir. Çünkü günah kıyafetinin ve teninin kiridir, onu hiçbir su paklamaz. En iyi temizleyici ateştir. Orda günahkâr yanarken eziyet çeker elbette ama asıl yanan tabaka olmuş kirleri, yani günahlarıdır. Onlar üzerinden düşer ve cennete girebilir hale gelir.

Yeryüzündeki cezalarda buna benzer. Burada verilen cezalar suç işleyeni bir daha suç işlemekten alıkoymak, toplumun düzenini korumak amacını taşır. Yukarda sorduğumuz soruyu gene soralım. Adalet mülkiyet ve bireyler arasındaki ilişkilerden doğsa bile esas amaç toplu yaşamı mümkün kılmak değil midir? 

Adalet kimsenin umurunda değil. İlkesizlik bizim şiarımız. Önemli olan gönlümüzü hoş edecek şeyler yapmak. Bu pazarlık sonucu Fenerbahçe UEFA ile giriştiği hukuk savaşından vazgeçmiş. Aziz Yıldırım’da bir daha başkan olmaması şartıyla bu davadan ceza almayacakmış. İnansak mı acaba?

O zaman bu şike davası ile kamuoyu neden meşgul edildi? Cevabı bu yazıyı aşar. Başka bir yazıda gerekirse bunu da anlatırız. Bugün konumuz başka.

Osmanlı’nın son döneminde profesyonel futbol 1. ligi olsaydı ve şike soruşturması yapılsaydı sonuç aynı olurdu. Gene ortalığı toz duman kaplardı, gene işi kılıfına uydurma çalışmaları havada uçuşurdu. Kimse ve hiçbir kulüp ceza almaz, ceza evinde yatan herkes evine dönerdi. Çünkü bu bir çöküşün izdüşümüdür.

Ne mi dedim?

Bütün sır “izdüşümü”nde saklı. Onu çözerseniz anlarsınız.



Yayın Tarihi31.08.2015

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlar. Bugün popüler kültürün ünlü ismi, Ahmet Selçuk İlkan’ın şiirlerine yer vereceğim. Bir çok popüler bestenin sözleri ona aittir. İlk ünlü şarkı sözleride şunlardır; “Ya Seninle Ya Sensiz, Gözler Kalbin Aynasıdır, Ayrılık Kolyesi, Neredesin Ey Talih, Artık Ne Duamsın Ne Bedduam, Bayramın Olsun.”

Dedim ya popüler kültürün ünlü ismidir Ahmet Selçuk İlkan. Popüler kültür o dönemlerde ne şehirlidir ne köylü. Kendini anlatmayı böyle şiirlerle başarmış, arabesk, fantezi tarzıyla da iki arada bir derede oluşunu sese dönüştürmüştür. Şairimizin şiirleri kolay anlaşılır, sosyo-ekonomik koşullardan habersiz, romantik sevdalı melodramını yaşayanların, hayatın yükünü çekemeyen, hayattan kaçmak isteyenlerin şiiridir.

Ahmet Selçuk İlkan Türk müzik dünyasında ilk melodi şiir akımını başlatmıştır. Mum Işığında (Ayten) isimli şiir albümü 1982 yılında piyasaya sürüldü.1991 yılında ilk şiir klibini çeken İlkan'ın bu güne kadar yayınlanmış 8 tane şiir albümü bulunuyor.  

Kendisini anlattığı şiirle şairimizi yakından tanıyalım:

DOĞUM - ÖLÜM: 1955 -
HAYAT: Bir Şairin Hatıra Fotografı

Adana’da doğmuşum/Mirza Çelebi’de/İlkokulu İstiklal’de/Orta’yı Tepebağ’da/Liseyi Erkek Lisesi’nde okumuşum/Kimilerine göre doğuştan şair/Biraz da ASİ doğmuşum
Ve en acısı Adana’nın barajında/Üç kere boğulmuşum/O gün bugündür/Denizle aram açık/
Buz gibi soğumuşum/

Liseden sonra kendimi/Denizi olmayan Berlin’de bulmuşum/Mimarlık okumuşum/Mühendislik okumuşum/Ve matematik çıktıkça karşıma/İnadına şiir okumuşum/Ve annemi kaybetmişim/Bir şubat gecesinde/Dünyadan soğumuşum/Gel gör ki/Dikeni de gülü de/O şehirde bulmuşum/Ve bir sabah dikeni yoluma/Gül’ü koluma alıp/İstanbul’a/Edebiyat Fakültesi’ne koşmuşum/

Daha ilk nefesinde gençliğimin/Sürgün’ü Nazım’dan/Gurbet’i Orhan’dan/Hasreti Ahmed Arif’ten tanımışım/

Vurulmuşum Taşına toprağına şiirin/Yunus’la yoğrulmuş/Nesimi’yle coşmuş/Pir Sultan’la coşmuşum/

Bir gözümde Veysel/Bir gözümde Köroğlu/Dilimde Karacaoğlan, Emrah, Dadaloğlu/Ne türküler yakmışım/

Necip Fazıl’la kaldırımlarda yatmış/Atilla İlhan’la Maçka’da buluşmuş/Ümit Yaşar’la yüzlerce kez aşık olmuşum/

Ve haykırmışım göklere/Şairler severse işte böyle sever!/Yüreğimde can sesleri/“Mendilimde kan sesleri”/Ve dilimde hep o şiirler/Bir yanımda Can Yücel/Bir yanımda Edip Cansever/

İşte bu yüzden /Acıların şahını/Aşkların ilahını/Yalnızlığın padişahını/Gölgesinden tanırım/Ama ne zaman bir ayrılık çalsa kapımı/Buz keser kanım donar kalırım/Ve soluğu yine bir şiirde alırım/
Kısacası/Adım Ahmet Selçuk/Soyadım İlkan/Bir söz vardır ya hani/Tanıyan bir/Tanımayan bin pişman/Yetişir sanırım/Bunca sohbet bunca ağıt bunca ahh/Şiirlerimin gözü yolda kalmasın/Hadi bana eyvallah...

İşte şairimizin kendini tanıttığı şiiri böyleydi. Şimdide şiirlerinden sizler için seçtiklerimi sunuyorum.

***

24 ARALIK
Kahır yüklü bulutları postalıyorum güneye doğru
Boşaltın tüm istasyonlarını Adana'nın
Dost bulutlar gözlerim gibi
Ağlayacak...

Saatler beş geçmiş olacak yirmibiri
Takvimler 24 Aralık'ı takmış göğsüne
Ben bakarken eski resimlere
Salim beni düşünecek!

Süleyman ikinci kurşunu sıkacak kadere
Dur! Diyemeyeceğim
Postal kokusunda, barut kokusunda
Askerce efkârlı bir rüzgâr esecek...

Cengiz o plâkta geçmiş kendinden
Sağında Habip solu bomboş
Dudaklarında hep o acı şarkı titrek titrek
‘Gitti Gelmeyecek’...

Bitmeyen geceler Ağbaş’ın zarlarında
Sigara dumanlarında kederler
Dur ulan Sarraf!
Memleket nere? Berlin nere? Bir de Antep!
Ana avrat dümdüz gidecek...

İkinci bir şarkıyı dinleyeceğim bir sarhoş gecede
Başım omuzlarında Yasin’in
Ergün’üm bu kadeh de senin şerefine
‘Ağlama değmez hayat’ Yılmaz’ım
Hasret ha bitti ha bitecek...

Bir bir dolacak gözlerime geçmiş seneler
Aklımdan Zeki’ler, Saim’ler, Emin’ler geçecek
Binlerce anılar kaçıracaklar o gün beni
Gelmek isteyeceğim gelemeyeceğim
Durup bakacağım göklere anam göklere
Bir “Of ulan of!” yükselecek!

AHMET SELÇUK İLKAN

***

ADIMI UNUT
Nasılsa ayrılık bu aşkın sonu
Sen de eller gibi adımı unut
Kader ikimize çizmiş bu yolu
Sen de eller gibi adımı unut

Seninle bu aşkı yaşamadık say
Birlikte gülüp te ağlamadık say
Böylesi unutmak dahada kolay
Sen de eller gibi adımı unut

İstemem söyleme bir tek kelime
Sen de eller gibi adımı unut
Değmesin artık hiç elin elime
Sar yeni aşkını benim yerime
Sen de eller gibi adımı unut...

AHMET SELÇUK İLKAN

***

AĞIR YARALI
Beni ta kalbimden vurdu gidişin,
Bütün umutlarım ağır yaralı.
Aklımdan çıkmıyor veda edişin,
Büyün duygularım ağır yaralı.

Aşkımız verirken en son nefesi,
Yıkıldı gönlümün sevda kalesi,
Sırtımda sanki bir bıçak darbesi,
Bütün anılarım ağır yaralı.

Dünyayı başıma yıkmışcasına,
Bağrıma kurşunlar sıkmışcasına,
Sanki bir savaştan çıkmışcasına,
Bütün anılarım ağır yaralı...

AHMET SELÇUK İLKAN

***

AĞLADIM
Dün gece uzun uzun
Seni andım ağladım.
Sonu yok yolumuzun
Ona yandım ağladım.

Kim bilir acımızı
Bu yasak aşkımızı
O eski şarkımızı
Çaldım-çaldım ağladım! ..

Dolaştım sokaklarda
Ağaran şafaklarda
Seni senden uzakta
Sardım sardım ağladım

İmrendim sevenlere
Sarılıp gidenlere
Elele gezenlere
Baktım baktım ağladım

Benimsin bende değil
Ellerim sende değil
Yanmamak elde değil
Yandım yandım ağladım.

Tuza bastım yaramı
Aşkla açtım aramı
Sensiz son sigaramı
Yaktım yaktım ağladım.

AHMET SELÇUK İLKAN

***

AHMET ABİ
Biz böyle olacak adam değildik Ahmet abi
Bu değildi hayattan beklediğimiz
Ne hayallerimiz vardı seninle
Gel gör ki beş para etmedi ümitlerimiz

Yıldırımlar düştü güvendiğimiz dağlara
Hep boş çıktı sarıldığımız eller
Hep taş çıktı inandığımız kalpler
Kaç kez sırtından vuruldu hayallerimiz
Kaç kez yıkılıp kaldık köşe başlarında
Kaç kez delik deşik oldu yüreğimiz
Görüyorsun ya Ahmet Abi
Görüyorsun ya
Bozuk para gibi harcandı gençliğimiz.

Kimbilir nerede senin o liseli
Kimbilir nerede benim o üniversiteli
Birimiz doktor olacaktık birimiz mühendis
Gel gör ki beş para etmedi ümitlerimiz

Oku adam ol derdin bana hatırlar mısn?
Oysa daha okumadan elimden aldılar kitaplarımı
Sayfa sayfa yırttılar umutlarımı...
İşte bu yüzden hala ıpıslak bakışlarım
İşte bu yüzden hala yumruk yumruk ellerim
İşte bu yüzden hep böyle çatıktır kaşlarım
Adam olamadımsa
Kendini adam sananlar utansın be Ahmet Abi!
Kendini adam sananlar utansın...

Bak bir türlü bitmedi hayat kavgamız
Hep başka bahara kaldı sevdamız
Kim vurduya gitti yarınlarımız
Yalan mı be Ahmet Abi? ..
Yalan mı be? ..

Sınırı olmayan bir dünya yok mu?
Kavgasız savaşsız bir hayat yok mu?
insanca yaşamak bu bize çok mu?
Konuşsana be Ahmet Abi..
Konuşsana be...

Elveda aşklara
Elveda yıllara
Bu nankör hayata
Yenildik be Ahmet Abi
Yenildik be...

İnsanın insanı ezdiği bu yerde
Bak bir ömür harcadık
Ve harcandık be Ahmet Abi
Harcandık be! ..
Ah Ahmet Abi ahh..

AHMET SELÇUK İLKAN

***

ALLAH KAHRETSİN
Bu böyle sürüp gitmeyecek biliyorum
Bir sabah bir dilencinin avuçlarına bırakacağım kendimi
Kim ne derse desin!
Tahammülüm kalmadı artık
Bıktım seni sensiz yaşamaktan
Nasılsa döneceğin yok senin
Çıldıracağım bu gidişle
Allah kahretsin! ..

Dünya ateşler içinde
Savaşlar almış başını gidiyor
Afrika'da insanlar açlıktan ölüyor
Bense bu gidişle sensizlikten öleceğim
Umurun da mı senin?
Kimbilir hangi cehennemdesin?
Allah kahretsin! ..

Hangi masaya otursam
Senin sevdiğin içkiyi koyuyorlar önüme
Vazomda hep senin sevdiğin çiçekler
Ve dudaklarımda hep senin sevdiğin şarkılar
Senin doğum günlerini kutluyorum senden habersiz
Ve her sabah dualar ediyorum mutluluğun için
Ne yapsam, ne etsem, nereye gitsem
Ecel gibi peşimdesin
Allah kahretsin! ..

Dün birine rastladım aynı sokakta
Saçları sen, gözleri sen
Koştum heyecanla peşinden
Ve hayatımda ilk defa bir tokat yedim
Senin yüzünden...

İşte böyle bir sevda benimkisi
Bu zamanda, bu devirde
Haklısın adam olacağım yok benim
En güzeli artık son vermek bu hayata
En korkunç uçurumlardan bırakmak kendimi
Ya da en yüksek tepelerden
En uçsuz bucaksız denizlere bırakmak bedenimi
Ama içimde sen varsın
Ya sana bir şey olursa?
Allah kahretsin!

AHMET SELÇUK İLKAN

***

Bir yanda ülke gündeminin baş döndüren hızına, bir yandan bulunduğumuz ılıman iklime sahip bölgemizde karasal iklime dönüşmesiyle yaşanan kavurucu sıcaklar veya kuvvetli yağışlarla oluşan (Artvin’de yaşanan) su baskınlarına rağmen içinizde hoş duygular uyandıracak şiirler seçtiğimi umuyorum. Bu haftalıkta bu kadar. Güzel bir hafta sonu geçirmenizi diliyorum.



Yayın Tarihi: 30.08.2015

İNSAN YERİNE KOYULMA 3

Dr. Serpil Taşdelen’in yazısını okumaya devam edelim.

*
Bir gün oldukça yüklü bir telefon faturası geldi. İdareyi arayıp, bu faturayı ödemekte zorluk çektiğimi söyledim ve şu cevabı aldım 'Siz bu faturayı bu ay ödemeyin. Biz bunu 12'ye bölerek 1 sene müddet ile her aylık faturanıza ilave edeceğiz. Ama bundan sonra her faturayı ödeyin'. Sorduğumda faiz ödemeyeceğimi de öğrendim.

*
Gelde araya girme! Yazımın başlarında “Çünkü devlet insanına güvenmediği için alacağına şahindir bizde.” şeklinde bir cümlem olmuştu. Dr. Serpil Taşdelen’in anlattığı yüklü elektrik faturası ödemesine tanınan kolaylığa bu cümleyi ekler misiniz? Şimdi elektrik dağıtımla, borç tahsilatı özelleşti gerçi. Değişen bir şey var mı? Ne gezer... aynı tas, aynı hamam. Bir fatura ödemesi gecikse hemen gelir elektrikleri keserler. Tekrar açmak için fatura dışı bir fiyatlada karşılaşmak işin cabası.

*

Avustralya'da yaşayan her insan bedava sağlık sigortasına sahiptir. Şehrin merkezi dışında 2 katlıdan yüksek bina bulunmaz. Normal evler 1 dönüm bahçe içinde, müstakil evlerdir. Şehrin belki yarısı golf sahaları (bedava), botanik bahçeler, göller ve akarsular ile kaplıdır. Okullar bedavadır. Musluktan akan su, hakiki içilen sudur (sözde değil özde). Kilise, cami, havra, Budist tapınakları ve daha nice dini yapı yan yana varlıklarını devam ettirir.
SBS adlı devlet televizyonunda Avustralya'da yaşayan 100 küsür ayrı millete mensup insanların kendi dilinde yayın yapılır. Çoğu Avustralyalı, 2 vesile ile kravat takar ; düğün ve cenaze.

Avustralya'da en büyük suç yalan söylemektir. Yalan söyleyen, yalan beyanda bulunan insanın hayatı kayar. Onun dışında her şeyin bir çaresi bulunur.
Dr. Serpil Taşdelen 2011

*

Bizde bedava sağlık sigortası yerine katılım payıyla sağlık sigortasının varlığı bile toplum için güvencedir. Ödeyecek gücü olmayanlara devlet sahip çıkıyor. Her ne kadar her şeyi kendimize benzetmiş olursak olalım bunlar bizimde artılarımız. Sağlık konusunda aldığımız mesafeler küçümsenemez. Gelelim yeşil alan konusuna. Yeşil alan konusunda ülkemiz büyük şehirleri batılı ülkelerin şehirleri kadar şanslı değil. Rant yaratma uğruna yeşil alanların feda edildiğini görüyoruz. Belediyelerin imar konusunda karar değiştirmediği günü yok. Elbette kanunların tanıdığı sınırlar içinde davranıyorlar. Ama kanunların belirlemediği alanların boşluğundan yararlanıyorlar. Eğitim konumuz ise içler acısı durumdadır. Cumhuriyetimizin  sürekli değiştirilen eğitim programları yüzünden yetişmiş, kültürlü insan açığı kendini şiddetli biçimde hissettirmektedir.

Bizde de yalan söylemek ayıptır. Ama beyaz yalan denen bir yalanı duyduğumuzdan beri, her yalanı beyaz yalanlar içinde sayarız. Çünkü gemisini kurtaran kaptandır diyen bir milletiz. Bu anlayışla insan yerine koyma ve koyulmamaya doğru hızla gidiyoruz.


BİTTİ

Yayın Tarihi28.08.2015

İNSAN YERİNE KOYULMA 2

Nerde kalmıştık? “Çağdaş devletin gereklerini, alış verişin baş ağrıtmayanını 25 senedir biliyoruz. Yani daha çok yeniyiz. Batının 100-150 senede oturttuğu standartları biz yeni yeni tanıyor ve oturtuyoruz. Henüz talep eder toplum olmadık. Sadece şikâyet etmeyi biliyoruz. Oysa müşteri olduğumuzu bilsek bir çok şeyi çözmüş, resmi yada gayrı resmi bir çok kurum ve kuruluşu buna dikkat eder hale getirmiş olurduk. Böyle bir toplumda sadece Allaha kulluk edilirdi. Kimse kimseye yaltaklanamaz, kimsede totaliterliğe özenemezdi. Neyse; yazımıza dönelim.” demiş ve devamını bugüne bırakmıştık. Devam edelim. 

*

Ben herkesin insan olduğunu ve herkese aynı muamelenin yapılması icap ettiğini Avustralya'da öğrendim. Bir tek gün kimse hakkımı yemedi, kuyrukta önüme geçmedi, trafikte açıkgözlük yapmadı, avanta istemedi...

Kızım yeni bir mektebe başlamıştı 'Gel çarşıya çıkıp eksiklerini alalım' dedim. 'Lüzum yok' dedi, 'Her şeyi okuldan verdiler'
Bir gün aynı mektepten bir mektup geldi 'Bazı talebelerin, öğle yemeği olarak pahalı gıda maddeleri getirdiklerini fark ettik. Lütfen çocuğunuzun yanına sadece, bütün ailelerin çocuklarına alabilecekleri şeyler verin. Bu yaşta çocukların arkadaşlarına imrenmesi kötü bir şeydir'

*
Gene araya giriyorum.
Eskiden annelerimiz sokakta yemek üzere elimize bir şey vermezdi. Aynı sebepten; “çocukların canı çekmesin” diye içerde, olmazsa kuytu bir kenarda yememiz önerilirdi. Şimdide bu güzel düşüncede anneler vardır sanırım. Sadece çocuklarla kalmazdı bu. Hastalar, yaşlılar, bebek bekleyen anne adayları da gözetilirdi. Hızlı tüketim çağında bu nerdeyse yok oluyor. Küçük kasabaların dışında böyle güzel alışkanlıklar neredeyse kalmadı. Nerdeyse bir mahalleyi, irice bir köyü içinde barındıran apartmanlarda oturanlardan bunu beklemek haksızlık olmaz mı? Olmaz, bu özelliğimizi yitirmek istemiyorsak olmaz! Yitiriyor muyuz? Evet! Nerden belli? Facebook’taki yemek paylaşımlarından, televizyonlardaki yemek programlarından. Üzüm üzüme baka baka kararır. Birbirimizden göre göre neleri normal sayar olmadık ki?

Yazımıza dönelim.

*

Annem bizi ziyarete geldi. Meydana karşılamaya gittik, bekliyoruz, arada gümrüğün kapısı açılıyor ve annemi oradaki bir memur ile konuşurken görüyorum. İngilizce bilmeyen annemin sohbeti bir türlü bitmiyor. Dikkat ettim annemin elinde bir portakal var. Nihayet annem çıktı ve iş anlaşıldı. Kıtayı mikroplardan korumak için Avustralya'ya herhangi bir gıda maddesi sokmak yasak. Annem uçaktan bir portakal alıp çantasına koymuş. Adam onu görünce, hemen elinden alıp çöpe atacağına, büyük bir sabır ile Avustralya'nın neden bu kaideyi uyguladığını anlatıyor ve 'Bu size karşı yapılmış bir hareket değildir, hepimizin sağlığı için alınan bir tedbirdir filan diyor'

Melbourne'da ve Avustralya'nın hemen hemen tamamında deniz kenarında bina yoktur. Memleketi bir yol çevreler. Kıyılar herkesindir. 5-10 kilometrede bir, denize girmek, piknik yapmak için tuvalet, duş, elektrikli mangal ve soyunma odaları gibi bedava tesisler vardır. Yalnız elektrikli mangalı çalıştırabilmek için para atmak lazımdır.

*
Bir kere daha araya giriyorum. Girmezsem çatlarım.
Kıyıları, dere yataklarını, ormanları yağmalayan bir sistemde masal gibi uygulamalar değil mi bunlar? İnanması güç, masallarda olmasa bile filmlerde, romanlarda yer alan şeyler gibi gelmiyor mu sizlere? Büyükşehir yasasıyla Büyükşehir belediyelerine tanınan yetkiyle ormanlık alan, ekim alanı imara açık alanlara kolayca dönüşebilir. Köyler bile mahalle oldu baksanıza.



DEVAM EDECEK

Yayın Tarihi26.08.2015

İNSAN YERİNE KOYULMA 1

İnsan olmaya, insan yerine koyulmaya, insanca davranış görmeye ve insanca davranmaya çok ve acil ihtiyacımız var. Siyasetin giderek soysuzlaşması yüzünden toplumda baş gösteren kalitesizlik gün geçtikçe derinleşip artıyor. Kim sorarsa dindar bir toplum olduğumuz söylenir. Ama toplumsal sorumluluklarımız hiç yokmuş gibi davranıyoruz. Dindar olan veya olmayanımızla birlikte, gelir düzeyimiz 20.000 dolara gelmişçesine herkes canın çektiğini her zaman alıp yiyebilirmiş gibi facebookta yediğimiz yemekleri paylaşıyoruz. Sonrada karşıdan insanca davranış bekliyoruz. Facebooktaki böyle bir çılgınlığın bin beteri trafikte var. Trafikte herkes her şeyden şikayetçi. Şikayetçi sadece. Bireyler böyle olunca eğitim programı laçka olmuş bir devlette durum daha farklı olamaz. O da alacağına şahin vereceğine kuzu, vatandaşına güvenmez olur çıkar. Oysa ne istiyorduk biz? İnsanca tavır ve tutum. Gelgelelim balık baştan kokmuş durumda.

Yabancı ülkeleri konuşmalarımızda çok sık örnek veririz. O ülkelerde devletin vatandaşlarına sergilediği tutum ve davranışlar bizi şaşkınlığa düşürür. O ülkelerin vatandaşları da dünyalı, uzaydan gelmediler bu dünyaya. Nasıl böyle bir ülke olmayı başarmışlardı acaba? Her biri görevlerini, hatta üstlerine düşeni yapmışlardı o kadar.

Neyse. Sözü dolandırmadan Dr. Serpil Taşdelen’in 2011 tarihli “Avustralya'da İnsan Olmak” yazısından örneklere bakalım mı?

*
Avustralya'da İnsan Olmak :

Efendim Melbourne'e vardık. Bir ev kiraladık, ben oradaki akrabalarıma harıl harıl soruyorum 'Yahu, elektrik, telefon, su, gaz idarelerinde tanıdığınız var mı?'
Biri 'Ne yapacaksın?' diye sordu. 'Öyle bir müessesede mi çalışmak istiyorsun?'
Ben 'Hayır' diye cevap verdim 'Yeni eve o hizmetleri bağlatmak istiyorum da...'
Adam güldü, 'Bana adresini söyle' dedi. Adresi verdim, geçti telefonun başına, o idareleri tek tek aradı. Akşama doğru bütün hizmetler bağlanmıştı.
Bir gün elektrik idaresinden bir mektup geldi. Mektupta 2 ay kadar sonra, bir gün bizim sokakta elektrik kesileceği bildiriliyor ve ilave ediliyordu 'Eğer o gün mutlaka elektriğe ihtiyacınız varsa size bir jeneratör tahsis edilecek ve harcadığınız elektrik normal tarife üzerinden hesaplanacaktır. Ancak jeneratör sayısı sınırlı olduğu için sadece ihtiyaç sahiplerinin müracaatı...'

Ben istemedim, ama komşumuz, yalnız yaşayan yaşlı kadın jeneratör istedi. O sabah 8'de 2 teknisyen jeneratörü getirip kadının sistemine bağladılar.. Sonradan, merak edip sordum bu iş için sadece harcadığı elektriğin bedeli olan 45 sent almışlar.

*
Burada araya giriyorum.

İnsanımızın kalitesinden kuşkum yok! Bizde kalitesiz olan kurumlar ve kuruluşlardır. Çünkü devlet insanına güvenmediği için alacağına şahindir bizde. Bu giderek ticari şirketlere kadar gider. Oysa batıda müşteri memnuniyeti esastır. Devlette hizmet ettiği yurttaşının memnuniyetine dikkat eder. Çünkü vatandaşının vergileriyle var olduğunu bilir. Burnundan kıl aldırmaz satıcıları hiç görmediniz mi hayatınız boyunca. Devlet dairelerinde memur tarafından azarlanmayan hiç var mı? Çağdaş devletin gereklerini, alış verişin baş ağrıtmayanını 25 senedir biliyoruz. Yani daha çok yeniyiz. Batının 100-150 senede oturttuğu standartları biz yeni yeni tanıyor ve oturtuyoruz. Henüz talep eder toplum olmadık. Sadece şikâyet etmeyi biliyoruz. Oysa müşteri olduğumuzu bilsek bir çok şeyi çözmüş, resmi yada gayrı resmi bir çok kurum ve kuruluşu buna dikkat eder hale getirmiş olurduk. Böyle bir toplumda sadece Allaha kulluk edilirdi. Kimse kimseye yaltaklanamaz, kimsede totaliterliğe özenemezdi. Neyse; yazımıza dönelim. 


DEVAM EDECEK

Yayın Tarihi24.08.2015

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlar. Bugün sizlere şairimiz Yılmaz Odabaşı’nın şiirlerinden seçtiklerimi sunacağım. Şairimiz 1961 yılında Diyarbakır’da doğdu. İlköğretimini doğduğu kentimiz Diyarbakır’ın Erdil ilçesiyle birlikte, Ankara, Kayseri ve Gaziantep’te; ortaöğretimini de Diyarbakır’da Diyarbakır Lisesi’nde tamamladı. Ardından Tabela ressamlığı, otobüs şirketinde yazıhane katipliği, ilaç firmalarında tıbbi mümessillik ve kitapçılık gibi birbiriyle ilintisiz, fakat edebi yönünü kuşkusuz çokça besleyecek mesleklerde çalıştı. 1985-93 yılları arasında Diyarbakır’da 8 yıl gazetecilik yaptı. 81yılından bugüne o kadar çok dergi ve gazetede şiir ve şiir konulu yazıları yayınlandı ki, bunları saymakla bitiremeyiz. İşte onlardan büyükçe bir liste: 

Yeni Olgu, Oluşum, Edebiyat 81, Yamaç, Yarın, Nitelik, Dönem Sanat Rehberi, Gökyüzü, Yugoslavya’da yayınlanan Tan ve Birlik Gazeteleri ile Çevren dergisi, Yeni Düşün, Broy, Parantez, Çağdaş Türk Dili, Temmuz, Cumhuriyet Dergi, Yazılı Günler, Yeni Yaprak, Varlık, Kedi Şiir, İnsan, Evrensel Kültür, İblis, Şairin Atölyesi, Gösteri, Edebiyat ve Eleştiri, İzlek ve Yine Hişt.

Şairimizin bir kitabı Almanya’nın Köln şehrinde, başka bir kitabı da Irak’ın Dohuk kentinde yayınlandı. Bir çok şiiri değişik dillere çevrildi. 1987 yılında Temmuz dergisinin okur oylarıyla düzenlediği yarışmada birincilik ödülünü aldı ve yılın en beğenilen şairi seçildi. 1989 Tayad Şiir yarışmasında ikincilik, 1990 Cahit Sıtkı Tarancı şiir ödülü, 1992 Petrol-İş Sendikası IV. şiir yarışmasında ikincilik ödülleri aldı. Bir çok şiiri yerli ve yabancı guruplarca ve Onur Akın tarafından bestelendi.
1985 yılında ilk şiir kitabı yayımlanan Odabaşı’nın 9 şiir kitabi vardır. 

...

AKŞAMDIR

I
suları
boğdu
dalgalar
...
ses hoyrat
sevinç yılgın
şakaklarım sonbahar

II

“muhbiri çoğalmış sevdanın”
yapışmış tenime ter
elime kir
sessizliğin ortasında bir deli rüzgâr

akşamdır
avuçlarında marmara’nın

akşamdır
şiire karıştı sular
sularda çoğalır sevdalar

ellerim ah! ellerim
nasıl
anlatsam
gece
gece kokuyor çocuklar

YILMAZ ODABAŞI

***

AŞK BİZE KÜSTÜ

I
biz bu kentlere sığdık da
bu kentler bize sığmadı âsiya
ve bir çığlık gibi günlerin çarmıhında
arttıkça yalnız, sustukça silik...

ay ışığı gölgeleri büyüttü
son kuşlar da vuruldular dağlarda
yakamozları söndü sahillerin, ışıkları evlerin
çağın vebalı gövdesinde
bir hayalet gibi gölgemizde yalnızlık

kaldık... kırık bardaklar gibi
içilmiş sulardan geride buruk bardaklar gibi...
II
düşler artık ölü çocuklar doğuruyorsa
sevgiler boğduruluyorsa kürtajlarda
ve daha eskimemiş tüfeklerle
ordusu bozguna uğramış askerler gibi kalıp
bozuk paralar gibi yuvarlanıyorsak kaldırımlarda
bir bedeli vardır elbet cennetini çaldırmanın
ömrünü piç bir bebek gibi
bırakmanın
bulvarlara
bozgunlara
ve yanlış yalan aşklara;
bir bedeli
bu kuşatmaların, ilkyazları kurşunlatmaların...

biz bu kentlere sığdık aslında
bu kentler bize sığmadı âsiya
ah son kuşlar da vuruldular dağlarda!
III
ay ışığı gölgeleri büyüttü
mutluluk oyununa geç kalan ölü kuşlarla geldim
geldim... kırık bardaklar gibi
içilmiş sulardan geride buruk bardaklar gibi

ve ömürlerimizde bin kasvetle upuzun
sefalet seferlerinin ayazı
belki de yalnız geçireceğiz artık kimbilir
batan gemiler gibi yiten aşklardan geride
kalan her kışı, güzü ve yazı

ay ışığı gölgeleri büyüttü
ayrılıklar eskidi... biz eskidik

aşk bize küstü âsiya...

IV
belki de uzun sürecek bu bozgunun saçağında
sen şarkılarını sesine yasla
ve bırak beni de usulca
bir apansız yalnızlığa!

ay ışığı gölgeleri büyüttü
büyüdü ölüm
ve biz küçüldük âsiya...

YILMAZ ODABAŞI

***

AŞKIN BİLANÇOSU

I
gidersin; yağmurlarda kırık kalır mızrabım
gidersin; ardından dilsiz bir ihanet gider

gidersin; her şey gider
gidersin; kalbimde bir tabur ayaklanır
ilgilenmez ordular, hükümetler

gidersin; ne rezil bir an’dır bu
yazdıkça silinen sözcükler gibidir hayat
gidersin; bir hazin dramdır bu

/kanmadım aynalara sana kandığım kadar
içimde bir boşluk sana yandığım kadar…/

II
bugün hasretin kırlarında dolaştım
senin adınla
aşkın adıyla
savrulup aktım o ırmaklardan;
ırmakları çöllerle
çölleri denizlerle
denizleri düşlerle buluşturdum
sustum kaldım sonra böyle günleri savuşturdum...

/ne ses ne nefes ne de bu rüzgâr bağışlar seni
simsiyah gecelerde budanırken ah ömrüm
dönüp sırtını giderken kimler karşılar seni?/



III
sen olmayınca sesin de yoktu, gözlerin de
bu yüzden odama resmini yaptım
söküp kalbimi yanına astım
sensiz kalan yılları da ben buruşturdum
kalbim hasretinde asılı kaldı
yetim kalmış anıları ben tokuşturdum…

IV
daha bu solgun günlerde aşk,
yaşanır
sözde!

kalp,
yitik bedende;
yağmur değil, sanki efkâr yağıyor kente
yağıyor ömrüme
senin yerine…

/kanmadım aynalara sana kandığım kadar
içimde bir boşluk sana yandığım kadar…/

YILMAZ ODABAŞI

***

BİR LİSELİ SİLUETİ

hayat hattında acemi tayfalardık
ne avunduk sevinç müsvetteleriyle
aşktan ikmale kaldık...

bak her sabah bağıran yeni sabaha
artık iklimler değişmiş, kuşlar da gitmiş
tenimde eski ateş, gözlerimde fer bitmiş

heybetli dağlar arasında
göğümde yıldız yitmiş...

sen
hala
anılarımın
en
beyaz
yanısın

sen buğulu bir camın ardından izlediğim hayatın
yarısısın
sen sağanakla gelen sabahlarda
çok eski bir şarkının adısın...

*
daha adamlar şehirlere otomobillerle
geceler anılarla birlikte gelir
siluetin giderek uzaklaşır, düşler de kilitlenir
efkârım bir yaralı ayrılıktan beslenir

(artık ne teneffüs zilleri çalar
ne otobüs duraklarında sabırsız bekleyişler var...)

*
kimse bilmez
yıllar yılı hep aynı beyazla gezmek nedendi
olsun!
Yirmi yıl seni özleyerek yaşlanmak da güzeldi...

Çünkü sen buğulu bir camın ardından izlediğim hayatın
yarısısın
sen sağanakla gelen sabahlarda çok eski
çok eski bir şarkının adısın...


YILMAZ ODABAŞI

***

BİR NEHRİN TÜKENİŞİ

hasretin kan çanağı gözlerinde oturuyorsun
seni soruyorum
hiçbir şey bilmiyorsun

hep bir çağlayan gibi senin sevdana aktım
sen ise sularını kaçıran bir nehir gibi uzaktın...

tükenişi bir aşkın
bir nehrin tükenişine benzer
ne deniz olabildin
ne nehir kalabildin...

kendin ol
kendin ol
sen buysan başkası ol!

buysan kederden öleceğim
başkası olursan da kimi seveceğim?

/ne diyarbakır anladı beni ne de sen
oysa ne çok sevdim ikinizi de bir bilsen.../

YILMAZ ODABAŞI

***

BİTME

bitme! bak, içtim, yürüdüm, kederlendim
denize girdim, üşüdüm, sana geldim

düş bitmeden sen bitme
bitmeden sevgi gitme

bitme! bak, koştum, savruldum, hep örselendim
cıgara ziftlendim, ille de seni sevdim
uzaklarda öyle çok kederlendim

günler bitmeden bitme
bitmeden hasret gitme

bu yangın geceler, bu intihar
gidersen paramparça yüreğimde ağıtlar
bu dolunay gecenin göğsünü yarar
benim göğsümde de sana geniş bir yer var

düş bitmeden sen bitme
bitmeden sevgi gitme...

YILMAZ ODABAŞI

***

EPİLOG ..

asolan hayattır
bir akvaryumda yazmak,
akvaryumda yaşamaktan
kolaydır; bu yüzden
her dize biraz eksik
her şiir biraz yalandır..

YILMAZ ODABAŞI

***

Yazın bu kavurucu etkisinden şiirin içimizi ferahlatan gölgeli serinliğine teslim olduk. Ne yazık ki her biten şey gibi bana ayrılan yerde burada bitiyor. Haftaya şair ve şiirlerle buluşmak üzere mutlu bir hafta sonu diliyorum. Hoşça kalın, şiir ve ezgiyle kalın.



Yayın Tarihi23.08.2015

ŞANS DEDİKLERİ ŞEY!

Şansla ilgili çok söz söylenir, çok hikâye anlatılır. Bir yazımda gene şanstan söz etmiş, üstüne bir hikâye anlatmıştım. Kısaca şanssız bir adamı padişahın inayetine rağmen yaşadığı yoksul hayattan kurtarmak mümkün olmuyordu o hikâyede. Şans aslında baktığımız açıdan görünmeyen, bütün açılarıyla görüldüğünde farkına varılabilen, ortaya çıkan seçeneklerden yapılan iyi veya kötü seçimin adıdır. İyi veya kötü seçimlerimiz şansın niteliğini belirler. Bazen seçim yapmadan karşılaştığımız olguların adına da şans diyoruz. Hayatın her evresinde birçok kez irili ufaklı şans veya şanssızlık olayıyla karşılaşıyoruz. Farkına varıp durumu iyi değerlendirebilen, fırsat olarak görüp yönlendirebilen başarıya ulaşır. Hayatında böylece önemli sıçramaları yapar. Tersi durumda olumsuz durumlarla karşılaşmak kaçınılmaz olur.

Şansı anlatabilmek mantık gereği belki biraz daha ayrıntıyı gerektirebilir. Ansiklopedik bilgi vermeyi amaçlamadığımız için özet olarak bu kadarla da yetinebiliriz herhalde.

Bugünde böyle küçük bir hikâyemiz var. 

*

“Bir gün Azrail insan görünümünde bir adamın karşısına çıktı:
- Bugün, senin son günün, dedi.
Adam:
- Ama ben hazır değilim, dedi.
Ölüm meleği Azrail:
- Bugünkü listemde senin ismin ilk sırada. Vaden dolmuş.
Adam:
- Peki o zaman… gitmeden önce, gel oturalım beraber bir kahve içelim, dedi.
Azrail cevap verdi.
- Tabi ki, dedi.
Bunun üzerine bir kahvehaneye gittiler. Adam, Azrail’e kahve ikram etti. Ve onun kahvesine çaktırmadan bir kaç uyku hapı attı...
Hikâye buya Azrail kahveyi içti ve uykuya daldı...
Adam, Azrail’in listesini aldı ve ismini ilk sıradan silip listenin sonuna koydu.
Uykuya dalan Azrail’in uykusu pek uzun sürmedi. Uyandıktan sonra:
- Sen, bugün bana çok anlayışlı davrandın. Anlayışlılığının karşılığında işime listenin sonundan başlayacağım” dedi.

*

Hikâye burada sona eriyor. Hikâyemizden anladığımıza göre şansa müdahale etmek doğru sonuç vermeyebiliyor. Müdahaleniz kaderinizi belirlemiş olabilir. Bunu bilmek imkânsız denecek kadar zordur. Bazı şeyler kaderinde yazılıdır. Onları değiştirmek binlerce müdahaleye rağmen mümkün olmaz. Hiç bir zaman değişmezler... peki kaderin yanında şansın ne önemi var? Yok denilemez tabii, ancak bir maratonda koşarken yol kenarından maratoncunun su kaybını önleyen, içini biraz serinleten su kadardır. Amaç maratonu bitirmektir suyu içmek değildir ki... su o anlık değere sahiptir, maratonun önüne geçemez. Şansa bu gözle bakar ve değer verilirse sonuçlar ne olursa olsun kimse moral olarak yıkılmaz.

Şansa; Hintli bilgelerin anlattıklarının içinden de bakabiliriz.

*
Karga ve papağan Allah tarafından çirkin yaratılmıştır. Papağan itiraz eder ve güzelleşir. Ama karga Allah’ın rızasından memnun kalır. Bugün papağan kafeste, karga ise özgür...

*

Her hadisenin arkasında öyle bir sebep vardır ki ilk bakışta anlaşılmaz. Ancak sonuçlandıktan sonra kavranabilir. Çünkü her şeyin hikâye edilmeye ihtiyacı ardır. Hikâyelerde son nokta ile kavranır, idrak edilir, anlaşılır. 

O halde…

Hiç bir zaman yüce yaratıcıya, “neden” dememek, kafese girmeyecek şartları oluşturmak gerekir. Gerçek şans elimizdekilerdir. Bu da yapıtaşlarımızdır, karakterimizdir. Onları bilerek hareket edersek en büyük şansı yakalamış oluruz.



Yayın Tarihi: 21.08.2015

EVLİLİKTE ÖNCELİKLER

Hikâyelere bayılırım. Her fırsatta bir hikâye okurum. Dostlarım sağ olsunlar, bir çok hikâyeyi onlar sayesinde okudum. Bu yazımda gene bir hikâyeye yer vereceğim. Gelin hikâyemizi okuyalım.

*

 On dört yaşındaki genç gittiği konserde biraz müstehcen yazıları olan bir tişört almış ve gururla evde giymeye başlamış. Okula o tişörtle gitmeye kalkınca annesi, “Hayır, bu tişört, okula giyip gidilecek bir tişört değil,” demiş.
Devamında gençle anne arasında şöyle bir konuşma olmuş:
- Ne var tişörtümde? Onu sen giymiyorsun, ben giyeceğim!
- Biliyorum, sen giyeceksin. Ama o okulda sen sadece kendin olarak var değilsin; on dört yaşındasın ve benim oğlumsun. Bizim aileyi de temsil ediyorsun. Hayır, izin vermiyorum, giyemezsin.
- Ama anne; arkadaşlarım bundan daha beter tişörtler giyiyorlar.
- Bu beni ilgilendirmez. O sorun senin arkadaşlarının annesinin, babasının sorunu; benim sorunum değil. Ben bu tişörtü okulda senin giyeceğin bir tişört olarak görmüyorum.
Çocuk homurdanarak odasına giderken babasını görür ve onunla konuşur:
- Baba ya, annemin dediğini duydun; bu tişörtle okula gitmeme izin vermiyor.
- Duydum evladım, evet izin vermiyor.
- Baba sen anneme bir şey söyle; bana yaptığı haksızlık.
- Evladım; sen bu işi annenle çözeceksin; ben hiç karışmayacağım.
- Neden baba ya; sen de benim babamsın.
- Bak evladım, sen şimdi kaç yaşındasın?
- On dört.
- İnşallah, okulu bitirip üniversiteye gitmene kaç yıl var?
- Dört yıl var. Niye?
- Bak evladım, ben annenle kırk yıl daha birlikte bir ömür geçirmeyi istiyorum. O benim en yakın dostum. Onun kararlarına saygı duyduğumu bilmesini istiyorum. Onun için, annenle olan bir sorunun olduğunda çözmek için bana gelme, onu annenle çöz.

*

Bu hikâyede evli iki çiftin ilişkilerinin sağlıklı sürebilmesi için çocukları aralarına sokmamaları gerektiği anlatılıyor. Söz konusu olan sadece kendi ilişkileri değil, çocuğun gelişiminde çözümleme yeteneğinin gelişmesidir de. Oysa genellikle annelerin uyguladıkları yanlış bir davranış var. Çocukları akşam birlikte oldukları saatte babaya şikâyet ederler. Akşamları birlikte olunan saatler mutluluk saatleri olması gerekirken tam tersine kavga gürültü saatlerine dönüşüyor ne yazık ki. Birde şikâyet etmesine rağmen babanın tutum ve davranışına engel olurlar. Sanki çocuklarına o babayla sahip olmamış gibi davranırlar. Tam bir bencillik örneği. Ben bunu yakınlarımda yaşadım; çocuklarına hâkim olamayan bir anne, annesi bypas ameliyatı olan eşine gece birde cep telefonunu arayarak çocuklarını şikâyet ediyordu.

Evlilikler şikâyet makamı değil üretim merkezidir. Evlilikler şikâyet ve sızlanmayla örselenir, aşınır. Şikâyet etmeyen bir eş çözümlemeci, üretici kişiliğe ve yeteneğe sahip demektir. Tabii iki tarafın birbirine destek olması, biri diğerinin önüne geçmemesi şart! Unutulmamalı ki, çocuklar yuvadaki kuşlar gibidir, günü gelen uçar. O yuvada kalan gene eşlerdir. Onlar ne kadar dost olurlarsa beraberlikleri o kadar uzun ömürlü olur. Fakat günümüzde kadınlar uzun ömürlü birlikte yaşama anlayışında değiller.

Nerden mi anlıyoruz?

Hangi kadına sorarsanız sorun evliliklerinin önceliklerini sıralarken “çocuklarım, yuvam ve eşim” derler. Olması gerekense “eşim, çocuklarım ve yuvam”dır. Hikâyemizdeki babanın dostluktan söz edip eşinin kararlarına saygı duyduğunu söylemesi evlilik önceliklerinin böyle bir düzende olduğunu gösteriyor.



Yayın Tarihi19.08.2015

HAYATIN ANLAMINI BİLEN VEYA BULAN VAR MI 4

Yollar araç ve yaya kullanımına uygun hale getirilerek bölümlere ayrılmış biçimde ne zamandır kullanılıyor bilmiyorum. Araç ve insan sayısının artışında bunun payı büyük elbette. Araç ve insan sayısının artması şehirleşmeyi, şehirleşmede kuralları doğurdu. Şehirleşme böyle bir şey. Her şey paket gibi düzenli olmak zorunda. Şehir yollarında yürümenin kuralları var. Aklınıza eseni yapamazsınız. Başkasının güvenliğini, huzurunu bozacak şekilde davranamazsınız. Trafikten cezayı yersiniz. Eskiden böylemiydi ya.. insan ve hayvan aynı yolu aynı anda kullanabiliyordu. Şehirleşmeyle birlikte kendimize yaşam alanlarını yaparken diğer canlıların yaşam alanlarını bozduk. Biz bozmadan önce hayvanlarında kendine has yolları vardı. Karınca yolu gördünüz mü hiç? Kirpinin yada, yada tavşanın... yılanlarında bir yolu vardı, köstebeklerinde.. örnekleri çoğaltmak mümkün. Şunu söylemekle yetineceğim. Denizde de havada da, hiçbir canlıya yol bırakmadık. Biz aslında kendimize de yol bırakmadık. Klimalı konserve kutularına bıraktık yolları. Aslında hayatın anlamı bu konserve kutularına karşı kaldırımlarda yürümek yerine güvenlik şeridini tercih etmekte yatıyor. 

Konserve kutularının çok çeşidi var. Kimi yük taşıyor, kimi insan. Kimi az kişi taşıyor, kimi çok kişi. Kimi havada uçuyor, kimi denizde yüzüyor. Biz uçamayıp yüzemediğimiz, mesela uzun soluklu yüzüp bir transatlantikle burun buruna gelemediğimiz, yada yüzmenin onda biri kadarını uçamadığımız için sadece karadaki konserve kutularıyla boğuşuyoruz. Bazen bunu aşırıya vardırarak şehirlerarası yollarda da aynı şekilde davranmaya çalışıyoruz. Hayatın anlamını “Üst geçit kullanmamak, arabalara meydan okumak”ta gören çook!…

Her şeyin başı olduğu gibi birde sonu var. Bazı şeylerin ne olduğunu sonuna gelmeden anlamayabiliyoruz. Tıpkı bir filmin sonunu görmeden konusunu ve/veya mesajını anlamamak gibi. Kaderde böyledir. Yaşananların toplamına kader diyorsak hayatta böyledir. Ordan bir anlam çıkarmak uzağı gören biri olsak bile mümkün değildir. Bunun için Hayat, onun hayat olduğunu sonuna geldiğinde anlamaktır.

Gene her şey bir döngüdür. Her şey kendini eksiltir, tamamlar. Yeni başlangıç olarak görülen fidan bile tohumun içinde vardı. Tohumda fidanın içinde var. Biz mekân değişikliğini son olarak algıladığımız için devamla ilgili her hareketi başlangıç olarak görüyoruz. Sonsuz sarmalı bilerek hayata baksak “yeni bir başlangıcının olmadığını görmek...” mümkün olacaktı.

İster evlenirken olsun, ister mal veya mülk satın alırken olsun bir kâğıda imza atarız. Hiç düşündünüz mü, bu imza dünyadaki her şeyden değerlidir. Hiçbir değerli taş bir imzanın yerini tutmaz. Hiçbir şart bir imzanın fiyatını belirleyemez. Bir imzayla can alınır, bir imzayla can verilir. Hangi cana değer biçilebilir ki?.. barışı bir imza başlatır, bir imza bozar. Dünya cehenneme döner bir imzayla, yada cennete. İş o imzanın değerini bilmektedir. Hayatın anlamı beyaz bir sayfaya atılan her imzada bulunmaktadır.

Günümüzün belli başlı kısır döngüleri vardır. Bunların başında konut edinme gelir. Anıtsal veya sanatsal değer taşıyan yapıların dışındaki her yapı ya yıkılarak yok ediliyor, yada terk edilerek kaderine bırakılıyor. Giderek sıkışan yaşam alanları yeni alanlar açma fırsatının olmayışıyla karşı karşıya kalabiliyor. Yada yeni alanlarla da görece ferahlık, güzellik sağlanır aslında. Yok edilen doğaya, dikilen kara betonlar hem yeşile, hem rüzgâra, hem yağmura engel oluşturur. İşte burada sormak gerekiyor. Ne için? Hayatın anlamı “Güzelleştireyim derken hiçbir yeri ve hiçbir şeyi siyahlara boğmamaktır.”

Bütün bunlardan sonra yazımızın sonuna gelirken “Hayatın anlamını bulan ve bilen var mıdır?” diye sormak istemiyorum. Çünkü “Hayat, ne bu anlatılanlardır aslında, ne de anlatılacak olanlar.”

Belki de kesrin paydasındaki sıfırdır yalnızca…

  
BİTTİ

Yayın Tarihi17.08.2015

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ






Merhaba sevgili okurlar. Bugün, kendi deyimiyle “adı ve soyadıyla uyumlu olsun diye” ilimizin Akyazı ilçesinde1962 yılında doğan Akgün Akova’nın şiirlerine yer vereceğim. Kendisini anlattığı yazsında, çocukluk devrinde ayı oynatıcısı olmak istediğini belirten şairimiz, ayı oynatıcılarının tefinin işkence aleti olduğunu öğrendikten sonra bu isteğinden vazgeçtiğini söyler. Haritalarda günlerce göçmen kuşların gittiği yerleri aradığını,  onlara yazdığı mektupları göndereceği adresleri bulamadığını dile getirdiği o yazıdan böylelikle şair olduğu yargısına varıyorum. Çocukluğunun bitişinin bilinç uyanışı olduğunu şu sözleriyle vurgular :  “Einstein’la Frankestein’ın kardeş olmadıklarını anladığı gün, çocukluk devri sona erdi”. 
Bu sözlerinden şairimizin duygusal olduğu kadar, mizah yönü güçlü bir kişiliğe sahip olduğunu anlıyoruz. 

Lise öğrenimini Gebze’de, yüksek öğrenimini H.Ü. Kimya Mühendisliği bölümünü ve daha sonrada İstanbul Üniversitesi İşletme İktisadı Enstitüsü’nü bitirerek tamamlayan Akgün Akova Einstein’ın “Düşlemek, bilgiden daha önemlidir” sözünü hatırlatarak bilgiyi düşlerimizin doğurdunu belirtiyor. Bu düşlerin peşinden koştuğu için etkilendiği şairler düş ve dil gücü yüksek şairlerdir. 
İlk şiiri 1984 yılında Milliyet Sanat Dergisi’nde yayınlanan şairimizin şiirlerinde Attila İlhan, Metin Eloğlu, Cemal Süreya, Turgut Uyar izlerini görürüz. Her Sakarya’lıda görülen, şairimizin  kendine özgü kıldığı 1980’li yıllara ait külhani bir edanın özgün tavrını şiirlerinde buluruz. “Neredeyse her dizeden taşan dizginsiz bir yaşama sevinci, gençlik ve enerji dolu şiirlerin sahibidir.”

Şairimiz hakkında söylenecek daha çok şey var fakat, biz yerimiz sınırlarını fazla aşmamak için bu kadarla yetinelim.
 ...

BABA BANA BAĞIRMA

yol ıslanmasın diye
şemsiye açanlara...

baba bana bağırma
bülbülleri kaçırdın ormanlarımdan
kulaklarımın kapılarını havalara uçurdun
kapılar baba kapılar pencereleri alıp gittiler
tenorlar kaçtı ses tellerinden
çevreye saçıldı yavru diktatörler
seni ne sopranolar istedi de vermedik baba
baba bana bağırma
bayrak direklerine konan kartalları anlat
uzun uzadıya
nasıl da göremediler avcıları
o keskin gözleriyle vah hah ha
şans yıldızlara özgü bir yalan baba
yıldızlara tükürüp tükürüp onları gezegen yaptınız
savaşan halklar taktınız dünyanın boynuna

yalanları yazdım defterime hiç unutmadım
radyasyonu radyo istasyonu sanan Bakanları
çiğleri, Meclis tavanını çiğ köftelerle çiğneyen
doğum sonrası acılarını cüce ülkeler doğuran kadınların

hiç unutmadım
sakallarını yüzlerinde
yüzlerini sakallarında unutan adamları
ve ısırgan tarlalarındaki parçalarını
Uğur Mumcu’yu biz yapan bombanın

hiç unutmadım
uzak yakın tüm tuzakları baba
yolun ezdiği oyuncak bir kamyonsun sen
bir gam ağacısın
kar yüküne dayanamayıp kırılan
ilkbaharı gerzeklere ödünç verdin
geri getirmediler
güneşin başına gelenleri
biz ilkbaharsız nasıl anlarız baba


baba bana bağırma
bir kulağımdan giriyor sözlerin
öbür kulağımı tıkıyor
Buenos Aires’te olsaydım diyorum içimden
Eva’nın peronunda
karanlıktan kuşlar çalan bir tren
bir bıçak kaçağı
tangonun bacaklarını havaya kaldırdığı kentte
ama iyi ki buradayım, burada hiçbir şeyi unutmadan
burada
bilginin bilgisizlikten daha çok acı verdiği yerde
burada, tam karşında
hapisanelerde hintyağı gibi bir şeydi zaman
hastanelerde pıhtılaşmış kan gemisi gibi
yol alırdı saatler
karılarının namuslarını dillerinde saklayan
adamlar vardı bir taraflarda
televizyon kanallarında yitirilen çocuklar
gökyüzüne düşmemek için denize yapışan balıklar
ve depolara indirilen Lenin heykelleri vardı
Sovyet Rusya'da
kafandaki duvarları
niye cebine koymuyorsun sen baba


baba bana bağırma
farkında değilsin
arkasını ezilenlerin yaladığı
bir posta puludur dünya
bir karadelik yutana kadar uzayda bizi
asansör boşluğuna itilen bir kedisin sen
söylemenin tam sırası
ülkeyi bu duruma senin oy verdiğin
partiler getirdi baba
ama ben buradayım, burada hiçbir şeyi unutmadan
bir yaşamlık kaygı duruşundayım
yakın tarihimiz için


baba bana bağırma
bacağından vurulursa bir şiir
nereye kadar gidebilir
bana bağırma baba
kendine bağır
yoksa her şey bitebilir

Akgün Akova

***

BARIŞ NEDİR SEVGİLİM


barış nedir sevgilim
biliyor musun
bir köprü müdür üstüne gölgeler düşünce çöken
halka açılamadan batan bir şirket
iki savaş arasında verilen çay molası mıdır barış
yoksa
hurdacıya söylediği son sözler mi
bisikleti vurulan bir çocuğun
söyle sevgilim
Einstein’ın Roosevelt’e yazdığı mektup mudur barış
Lozan’dan gelen telefon mu Mustafa Kemal’e
çöplerini bilimin süpürdüğü bir sokak mıdır barış yoksa


söyle sevgilim
de ki
tünediği balkon uçuruma düşen yavru bir kuştur barış
saatçiyi hapse attıkları için kurulamayan bir meydan saati
ayağımızdaki paslı çiviyi bacağımızı keserek çıkaran bir melek
de ki
aptalların türküsü
oyuna getirilenlerin ülküsüdür barış
dişleri sökülmüş Asya kaplanıdır kapitalizmin sirkinde


de ki sevgilim
içine bayat pil konmuş el feneridir barış
fosforlu izleridir bayrakların üzerinde gezen salyangozların
barış düşsel beyaz buluttur bir kaleye çarpıp dağılan
kör bir toplumun tehdit dolu yazılarla kirlettiği bir defterdir
barış
kendinde bulamayıp başkalarında aradığıdır insanın
barış
halkının üzerine devrilen bir devlettir zor dönemeçlerde
açılmadığı için posta kutusunda ölen bir mektuptur barış
patlayıp seyircileri öldüren bir futbol topudur son dakikada


bunların hiçbiri
hiçbiri değilse barış
söyle sevgilim
savaşın düş kurduğu yerlerde
hangi yüzsüzün uydurduğu bi’ sözcüktür
şu dillerden düşmeyen barış

Akgün Akova

***

FLORA

göllerimi bırakıp denizlerine gelirim
sevişmek için seninle
Flora, çağlayanın karnında çırpınan kayık
isteğin masalı
tenime dağılan mıknatıs
yüzükoyun yatmasan göremezdim
sırtında bir bahçıvanın makas izleri
Sevdalılar Parkı’nda ağır yaralı
dudakların boynumun altında patlayan
yavru papatya
sokaklar bile göç ediyor Flora
saatler ıslanıyor
Tamburi Cemil Bey çalıyor seni anımsatan şarkıları
kente kanadı kırık melekler yağıyor
sevdamız yüksekten uçurdu bizi
sevdamız, siste dolaşan tavuskuşları

biz sevişirken ölmeliyiz Flora
köprülerin üzerinde, çatlayıp bizi ikiye bölen
erimiş bilgisayarlar bulmalılar çöp kutumuzda
oyuncak mağazaları için soygun planları
tahtlar, somun altından
biz sevişirken ölmeliyiz Flora
birileri haber vermeli bunu muhabbet kuşlarına

Akgün Akova

***

İÇİMDE BİR SIKINTI

- Ümit'e-

işin doğrusu
önce sarıyı gördüm, sonra hepsini birden
düşe dalmış bebekti gök oyuncağıyla

ilerde adamla çocuk
yürüyorlardı ikisi de tavşan uykusunda
uzaktan yakından ilgileri yoktu gökkuşağıyla

yemin ederim
içimde bir sıkıntı o günden beri
çocuğa yedi rengi
bir arada işaret edemediğimden

Akgün Akova

***

SAÇIMA DOKUNMA

“saçıma dokunma” diyorsun masal saçan bir sesle
ekmek gibi dilimlediğimiz yatak sarılmış bize,
bırakmak istemiyor
(dudaklarını) öperken “saçıma dokunma” diyorsun
dilimde (adınla) gezdirirken seni,
“saçıma dokunma, n’olur”
kapısı açılan (gönül) bahçene girerken bir daha, bir daha
anılar dökülüyor göksarmaşıktan

ikimiz de biliyoruz
bir çözsem saçlarını
bir daha söz etmeyeceğiz ayrılıktan
saatlerin saçları olsaydı sevgilim
bu kadar hızlı geçip gider miydi zaman
ah sevgilim ne diyecektim ben sana
aç pencereyi ve dışarıya bak
son gecemizde kar altında kuğular

Akgün Akova

***

YALNIZCA KANATLARINA GÜVEN

aşkımız bir gün uçup giderse aramızdan sevgilim
sırt çantalı bir duman gibi
bir melekle çarpışan kelebeğin kanadından dökülen toz
bir çağlayanda sürüklenen bir dal parçası gibi
istemediğimiz yerlere giderse aşkımız
sevgilim
yalnızca kanatlarına güven

kendi yarattığımız boşluğun ucunda
sıkı sıkı tuttuğumuz bir kapı koludur yaşam
ve aşk, en derin kuyumuza düşen keman
yürüdüğümüz yollar daralırken
çökerken altımızdaki merdivenler
sevgilim
yalnızca kanatlarına güven

sevdalılar bilir
bir kuş yağmurudur ilkbahar
sevmeyi beceremeyenlerin koyduğu yasaklar
çözülüp gider çocuk gölgelerinde yazın
ve ağzımızın içinde dağılır aşk
sapsarı bir şeker gibi erirken sonbahar
bitmeyen bir kıştan söz açılırsa sevgilim
sevgilim
yalnızca kanatlarına güven

elimi uzattığımda sana gemileri göstermek için
dümende kan kokusuyla bayılmış bir kaptan
ateşin yüreğine sürüklenen bir ülke ufukta
ve çekirge sürüleri yolcu bavullarından çıkan
sevgilim
dökülürken tüyleri
savaş uçaklarına çarpan güvercinlerin
her gün değişen atlasların içinde tara saçlarını
ve yalnızca kanatlarına güven

götürürlerse bir gün beni ellerim iplerle bağlı
şiirlerimin bilmediği yerlere ve hiç kimsenin
alnımdan fırlayacak göçmen bir kuş gibi dur
dünyanın paslanmış sırtında
ve bensizliğe havalanırken
korkma sevgilim
sevgilim
yalnızca kanatlarına güven

Akgün Akova

***

Geçen haftalarda sunduğum şair Küçük İskender gibi Akgün Akova’yı da size sunmak için şiir seçerken tanıdım. 1991 yılında ilk şiir kitabı çıkmış ve onca şiir, deneme, fotoğraf, gezi türünde kitaplarının yanı sıra Sakaryalı olmasına rağmen şimdiye kadar tanımamış olmama hayıflandım. O meşhur sözle “zararın neresinden dönersek kardır” diyor, sizlere mutlu bir hafta sonu diliyorum. Birde rica; aman efendim yaz mevsiminin en sıcak günlerini yaşıyoruz, kendinizi sakının. Gelecek haftaya kadar hoşça kalın!



Yayın Tarihi16.08.2015

HAYATIN ANLAMINI BİLEN VEYA BULAN VAR MI 3

Bütün gün oynamaktan ne çok yorulurduk. Sabah demez akşam demez kendimizi dışarı atardık. Oyunlara dalar, kendimizden geçer, acıktığımızı, susadığımızı fark edemezdik. Annemizde peşimizde koşmaktan, bize yaşanabilir alanlar oluşturmaktan yorulurdu. Ne leziz yemekler yaparlardı birde. O leziz yemekleri bile oyun oynamaktan unuturduk. Hayat bugün o yorgun annenin “çocuklar, hadi yemeğe” diyen sesidir çoğumuz için.

Yüreğinde sevgi taşıyanın etekleri zil çalar. Dünya başka türlü görünür her sevenin gözünde. Sanki her kuş onun için öter, her çiçek onun için açar. Rüzgârın önünde mutlu hafif yaprak gibidir. Her esişinde yerden ayakları kesilir. Zaten uçar gibi yürür. Bu sevgiliye duyulan sevgidir, ya diğer sevdiklerimiz, diğer canlılara duyulan sevgi.. birde bunun tersi var; sevilmek! Sevdiğimiz tarafından sevilmek! İşte o aranan kan, beklenen yolcu gibidir. Ölüm bile vız gelir sevene, sevilene. Çünkü hayat sevmek ve sevilmekle anlam kazanır. Yani Sevmektir, sevilmek; sevilmektir sevmek!

Gerçeklik hiçbir süsü barındırmaz içinde. Bazen acıtarak kendini ortaya koyar. Dayanmak zordur böyle gerçeğe. Çoğu insan gerçeklerden bu yüzden kaçar. Gerçekliğin en belirgin yanı gündelik hayatın gerekleridir. Hem acıtır, hem yorar. İş güç sahibi olmadan bu hayatı kurmak mümkün değil. Bunun için uzun bir eğitim hayatı bile gerekebilir. Hatta bir iş sahibi, bir meslek erbabı olduktan sonra bile yenilikleri takip etmek gerekir. Bu bile bir eğitimdir. Gelinde bu sıkıcı çabanın içinde olun. Oysa hayal dünyamız “imkânsız” deyimine kulak asmadığı için sınırsızdır. İşte bundan dolayıdır ki hayatın anlamı hayal kurabilmekte, hayalleri gerçek olana tercih etmekte gizlidir.

Kimi yemek yemek için yaşar, kimi yaşamak için yer. Hiçbir yemeği beğenmeyen iştahsız çok az insan vardır herhalde. Ama yiyeceği yemeği düşünüp ağzının suları akan insanlar az değildir. Kokusu üstünde, sıcak bir kış yemeği kışın kimin hayalleri süslemez ki.. hele bu annemizin çok sevdiğimiz yemeklerinden biriyse. Yemeklere düşkünlüğümüzden midir bilmiyorum, her fırsatta yemekli toplantılar düzenleriz. Düğünde de cenazede de konuklarımıza yemek yediririz. Allah herkese düğün yemekleri yemeyi nasip etsin. Sofrada oturma düzenimiz bile vardı eskiden. Mutlaka yaşlılar, aile büyükleri en baş köşede oturtulur, yemeğin en güzel, en lezzetli olduğu düşünülen kısımları onlara verilirdi. Yemek yemeye meraklı olmayanlar sofranın arka taraflarını seçerlerdi. Peki bunun tersi söz konusu olabilir miydi? İşte asıl mesele burada. Bence hayatın anlamı yemek masasında yiyeceklere en uzak köşeyi tercih edebilmekte de yatar.

Her şeyin özgün (orijinal) hali zamanla bozulur. Zamana direnebilen, eskimeyen hiçbir şey yoktur. Bu eskimeyi gizlemek, yada geciktirmek için boya yapmakta buluruz çareyi. İnsandan eşyaya kadar boyanmayan çok az şey kaldı. Bunun için bile bir sanayi kurmuş ve bir ekonomi oluşturmuşuz. Boya (kozmetik ürünlerde dahil) markalarının çokluğuna bakar mısınız? Eskiden daha çok temizlik amacını taşıyan boyama işi artık zevk meselesi durumundadır. Sunum çok olunca seçim de keyfi oluyor tabii. Ayakkabı boyamaktır hayat, boyarken her tarafını lekelemektir. Hayatın anlamı eldeki fırçanın ucundadır.


DEVAM EDECEK

Yayın Tarihi14.08.2015

HAYATIN ANLAMINI BİLEN VEYA BULAN VAR MI 2

Hayatın anlamını sorguladığımız yazımıza bu günde devam ediyoruz.

*

Çöl iklimi gece ve gündüz ısı farkıyla bilinir. Gece gündüz ısı farkına bitki örtüsünün olmayışı sebep olur. Isı, gün içinde emilemediği ve tutulamadığı için güneş ufukta battıktan sonra kısa sürede yok olur. Bu yüzden hem gecesinde hem gündüzünde çölde yaşamak mümkündür değildir. Yağmurda da yağış şiddetine bağlı olarak baştan aşağı ıslanmak vardır. Ben ıslanmayı hiç sevmem. Duş alma konusu hariç biraz kedilik var bende. Elbiselerle ıslanmak bana göre çekilmez şeydir. Kimi yağmurlara yakalanıldığında şemsiye kâr etmez ıslanılır. Şimdi düşünün çöldesiniz, sıcaktan nerdeyse bayılacaksınız soğuk ne anlam ifade eder sizce? Yada sağanak bir yağmur altında şemsiyenizin telleri atmış durumdasınız. Böyle durumlarda sizin için hayatın anlamı çölde üşüyüp yağmurda ıslanmamaktır değil mi?

Öksürmekte hapşırmakta iki doğal reflekstir. Öksürük solunum sisteminin savunma mekanizmalarından biridir. Öksürük sayesinde yabancı maddelerin havayollarına girmesinin önlendiğini ve bunlarla birlikte, nezle, grip gibi solunum yolu rahatsızlıkları sebebiyle içerde oluşan ifrazatın dışarı atıldığını belirtelim. Öksürüğün aynı zamanda birçok hastalığın da belirtisi olduğu eklenmeli. Hapşırmanın böyle rahatsızlık sonucu ortaya çıktığını söylememiz doğru olmaz. Oda solunum yollarıyla ilgilidir fakat seyri başkadır. Hapşırma ani, irade dışı, sesli bir şekilde ağızdan ve burundan nefes vermektir. Uzmanlar hapşırmanın burun kanallarındaki sinirlerin uyarılması sonucu oluşan psikolojik bir tepki olduğunu belirtiyor. Burnumuzdaki toz, nem ve ısı değişimleri ile ani güneşe bakma veya alerjik durumun gerçekleşmesi hapşırma nedenidir. Burnumuzdaki sinirler dış etkilerle öncelikle uyarılır ve sonra bu sinirler beyne ikaz gönderir. Daha sonra ise derin bir nefes aldırılır, ses tellerinin olduğu yer havayla dolar. Dolan hava sesli bir şekilde dışarıya verilir. Böylelikle hapşırma olayı gerçekleşmiş olur. Bu iki refleks pek ender bir arada gelebilir. Öksürürken gelen hapşırık başka duygulara yol açar. Hapşırmanın yeniden doğmak gibi etkisi vardır. Hayat bazen bu iki refleks gibi öksürürken hapşırmaktır. Tıpkı ağlarken gülebilmek gibi..

Şimdi çok küçük yaşlarda bisiklet kullanma öğreniliyor. Eskiden babamızın, ağabeyimizin bisikleti varsa küçük yaşlarda bisiklet kullanmak öğrenilirdi. O da en erken on-oniki yaşları arasında olurdu. Tüketim çağında her şeyin enflasyonu gibi bisikletinde enflasyonu var. İtiraf edelim ki bu enflasyon daha çok üretmekle mümkün oldu. Daha ileri boyuta konuyu taşımak düşüncesinde değilim. Amacım hayatın amacını sorgulamak. Usta bir bisiklet sürücüsü için bisikletle gezmek ne büyük keytiftir.. hele çevremizi genişletmeye ve tanımaya çalıştığımız delikanlılığa geçiş sırasında. Akrobasiyi bile deneriz bisikletimizle. İlk hareketimiz tek elle bisiklet kullanmaktır. Kendine güvenmenin ilk işaretidir bu. Hayatta sonsuz bir güven duygusuyla tek elle bisiklet kullanmak değil midir zaten.

Kedinin avcı farenin av olduğunu biliyorsunuz. Bu özelliğinden dolayı eskiden evlerde kedi beslerlerdi. O da gece gündüz olmuş fark etmez gördüğü farelerin peşinden koşardı. Ev kedilerinin sahiplerince doyurulduğu düşünülürse fare kovalama işinin bir eğlence olmaktan başka bir anlam taşımadığı akla gelebilir.  Sokak kedileri için öylemi ya.. onların karınlarını  doyuracak pek fazla fırsatları yoktur. Yakalayamayıp kaçırırsa kötü, açlık beynine vuracak demektir. Bazende hayat aç bir kedinin kaçan fare arkasından bakışıdır.

Ne oynarsanız oynayın hayatınızın bir anını renklendirmiş olursunuz. İster dans oynayın, ister bir deste iskambil kâğıdıyla pişti, yada halı sahada futbol... bu oyunlar sezgisel, fiziksel ve zeka becerilerini arttırır, toplumsal kaynaşmayı sağlar. Takım yada bireysel oyunlarda arkadaş veya rakiplerle birlikte içilen suyun tadı bir başkadır. Gelgelelim oyun oynarken elektriklerin aniden kesiliverdiğini düşünün, o an bütün oyun iştahınızda kesilir. İşte hayat oyunun en heyecanlı bölümünde kesilen elektriktir.


DEVAM EDECEK

Yayın Tarihi12.08.2015

HAYATIN ANLAMINI BİLEN VEYA BULAN VAR MI? 1

İnsan kendisiyle ne çok çelişir kimi zaman. İşin kötüsü önce olmadığına üzüldüğü şey olunca gene üzülür. Bunun terside mümkündür. İnsan o kadar değişken karakterlidir işte. Kimi zamanda olanı cepte sayıp, olabileceğe göz diker. Bu göz dikmeler en az maliyetle en fazla yarar sağlamak amacını taşır taşımasına.. fakat evdeki hesap çarşıya uymadığı için hayatın içinde hayal kırıklıkları da vardır. Bugün yazımızın konusu, hayatın içindeki hallerimiz. Bir bakıma hayatın anlamı...

Az önceki hale güzel bir örnek; hayat, geç kalan teyzenin minibüs geldiğinde “beklesem otobüs gelir mi” diye tereddüte düşmesidir. Gelirse ne alâ, ama ya gelmezse ikilemi kafada saniyeler içinde kaç kere dolaşır kim bilir? O arada kaç iktidar devrilir, kaç kişi ruhunu teslim eder acaba? Oysa alt tarafı minübüse binip gitmektir gerçek olan. Gelgelelim kesin kararlı olmak öyle kolay değil. Öylede durumlar vardır ki ister istemez kesin kararlı olunur. Olunmazsa faciaların olması kaçınılmazdır. Hayatın anlamı burada unutulur gider.

Elinizde bir tır olduğunu düşünün. Bir şehrin dışından da geçiyor olsanız trafik ışıkları var ve uymak zorundasınız. Yokuş çıkarken kırmızı ışığa yakalanmak ister misiniz? İşte bunun için; Hayat; 15 tonluk tır kullanan şoförün yokuşta ışıklarda durmak istemeyişidir. Ama yakalandıysanız mecbursunuz, duracaksınız. Durduysanız kaldırın bakalım o yokuşta o kocaman tırı... Hayatın bir anlamıda burada gizli. Yorulmuşsunuz, bitmişsiniz; gitmeye mecbursunuz ama ittire kaktıra gidiyorsunuz. Bir yerde eğleştiniz, bir baktınız ki uykunuzda gelmiş. Yeniden yola koyulabilir misiniz? İşte o mecburiyetlerin içindedir hayatın anlamı.

Peki bir futbol takımının taraftarı için hayat ne anlam taşır? Hele hele fanatikse.. idmanlarını bile kaçırmadığı takımının maçını kaçırır mı? Uyutulduğunu, direnci kırılarak uysal kuzu haline getirilmesinde futbolun araç olarak kullanıldığını ona anlatamazsınız. Renk aşkı, forma aşkına sahip çünkü. Gene maçı kaçırmamış, takımını desteklemeye, kendini ait olduğunu hissettiği takımı desteklemeye tribündeki yerini almıştır. İlk yarı biterken takımı golü yemiş, soyunma odasına mağlup gitmiştir. İkinci yarıdan beklentisi takımını daha baskılı göreceğidir. Öylede olur. Gelgelelim gol bir türlü gelmez. Gol geciktikçe heyecanı ve tepkileri artar. Hakem düdüğü çalar ve maçı bitirir. İşte o anda hayatın anlamı takımı geride olan fanatiğin gol çığlığı beklerken bitiş düdüğünü duymasıdır. Acı bir yıkılıştır o.

İnsan yaşamının her döneminde en önemli şey sevdadır. Sevdadır hayatı yaşanır kılan. O  ruhun yenilenme sebebidir. Gençlikte duygular çıkar hesaplarının önünde yer aldığı için sevdaların gücü daha büyüktür. Kim o yıllarda sevdaya düşmemiştir ki? Kim sevgiliden gelecek ister telefonla gelen kısa mesajla, ister postacının getirdiği mektupla olsun bir iki satır için ömür tüketmemiştir? Kim sevgili ile ilk buluşmaya etekleri zil çalarak gitmemiştir? Duş alınır, özenle giyinilir, kokular sıkılır, saçlar jöle ile biçimlenir ve dışarıya olanca haşmet ile dışarı çıkılır. Havanın nasıl olduğu önemli değildir. İçimiz yeterince aydınlıktır, dışarısının ne önemi vardır ki? Lakin o kadar uğraşmalarımıza da yazık olsun istemeyiz. Yağmur yağmasın yeter. Yağmaz mı? Yağar! Bütün çabamızı boşa çıkaracak kadar hemde. Bir yağmur damlasının özenle hazırlanmış jöleli saça çarpmasının gencin hayatında ne anlam taşıdığını düşünebilir misiniz? Aslında yağmur damlası kurak geçen mevsimlerde yaşamsal değerdedir. Sevdalı bir gence bunu anlatmak mümkün değildir, gereği de yoktur.

Peki kanserli bir çocuğa yarınların daha güzel olacağını nasıl anlatabilirsiniz? Çocuktan önce kendinizi ikna edebilmelisiniz buna, yoksa sesinizdeki en küçük umutsuzluk her şeyi anlatır. Bunun için usta oyuncu olmanız gerekebilir. Çünkü kanserli bir çocuğun yeni güne gözlerini açma umudundan fazla bir şey değildir hayat.


DEVAM EDECEK



Yayın Tarihi: 10.08.2015

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlar. Bugün sizlere sunacağım şiirlerin sahibi Ahmet Kutsi Tecer 1901 yılında Kudüs’te doğdu. 1967 yılında İstanbul’da öldü. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünden mezun oldu. Bir süre öğretmenlik yaptı. Sivas Milli Eğitim Müdürlüğü, Milli Eğitim Bakanlığı Yüksek Öğrenim Müdürlüğü, Talim ve Terbiye Kurulu üyeliği, Devlet Konservatuarı Müdürlüğü görevlerinde bulundu. 1950’de UNESCO Merkez Yönetim Kurulu üyeliği yaptı. Şairimizin en tanınmış iki şiirini benim kuşağımdan bilmeyen yok gibiydi. Bu şiirlerin günümüz şiir severler gençlerinin de kulağına çalındığını umuyorum. Sözünü ettiğim şiirlerinden biri olan “ORDA BİR KÖY VAR UZAKTA” benim çocukluğumda çocuk şarkısı olarak pek sevilmişti. Diğer en bilinen şiiri ise “NERDESİN” adlı şiiridir. 
...

ANNELER

Dal bir gün dedi ki tomurcuğuna:
- Tenimde bir yara işler gibisin
Titrerim rüzgârlar keder vermesin.

Anneler beşikten der çocuğuna:
- Acını görmesin gözüm alemde
Teselli demeksin bana son demde.

Bütün ümitleri yel alır gider
Tomurcuk açılır, sel alır gider
Anneler büyütür, el alır gider.

AHMET KUTSİ TECER

***

BAŞBAŞA
İşte bir vazoda açmış iki gül,
İşte bir saksıda eşsiz kuşkonmaz.
Gülleri gördükçe gönlüm bir bülbül,
Saksıya baktıkça içimde bir haz.

Dışarda fırtına, uğultu, tipi;
Odada sessizlik tutulur gibi;
İşte o da geldi, evin sahibi,
Oturduk, eskiden konuştuk biraz.

Dışarda fırtına, tipi...Yerler kar;
İçerde başbaşa iki bahtiyar.
Onları ısıtan eski bir bahar,
Dışarda yepyeni bir kış, bir aya

AHMET KUTSİ TECER

***

BESBELLİ
Besbelli ölümüm sabahleyindir
İlk ışık korkuyla girerken camdan,
Uzan, başucumda perdeyi indir,
Mum olduğu gibi kalsın akşamdan.

Sonra koş terlikle haber vermeye,
“Kiracım bu sabah can verdi” diye,
Üç beş kişi duysun ve belediye,
Beni kaldırmaya gelsin, odamdan.

Evden çıkar çıkmaz omuzda tabut.
Sen de eller gibi adımı unut.
Kapımı birkaç gün için açık tut,
Eşyam bakakalsın diye arkamdan.

AHMET KUTSİ TECER

***

ÇINGIRAK
Bir gün parmaklığa elin varmadan,
Bir titreyiş gibi çalar çıngırak.
Mevsimler geçtikten sonra aradan,
Bu ses beni bir gün çağırsın, bırak...

Kumluktan serperken dallar başına,
Geç hızla, merdiven gelir karşına,
Eşikten atlarken ayak taşına,
Bu sesler içimde yer etsin, bırak...

İt, işte önünde kapım, aralık,
Oda bıraktığın gün kadar ılık,
Bir ince su sesi gibi lık, lık, lık,
Gönlünden nedamet boşansın, bırak...

AHMET KUTSİ TECER

***

ILGAZ DAĞLARINDAN
Siz, ağaçlar, elbet beni bildiniz,
Ben sizden ayrılmış yürür bir dalım.
Ey çamlar, köknarlar, ey yeşil deniz.
Ben kendi kendini sürür bir dalım.

Kırığım, içimden çıkmaz bu acı,
Gün oldu başıma hasretin tacı,
Düşündüğüm zaman asıl ağacı,
İçimi yalnızlık bürür bir dalım.

Ne sert kış ne gümrah ve gölgeli yaz,
Ne ılık meltemler, ne keskin ayaz.
Mevsimler derdime bir şifa olmaz,
Ben kökünden kopmuş çürük bir dalım.

AHMET KUTSİ TECER

***

İHTİYAR ÂŞIK
Yıllardan beridir ağaran teller,
Bu akşam parıldar şakaklarında.
"Bu gece ömrümün en son demi, der,
Büsbütün  ağarsın varsın yarın da..."

Çırpınır göğsünün içinde kalbi,
Bir yaşlı ağaca sinen kuş gibi.
Nedir bu esrarlı halin sebebi?
Neden parlıyor gözler?...Bir oda:

Yaslanmış, altından ipek bir sedir,
Bir kız ki ay ondan beyaz değildir.
Öptükçe ağaran bir gül denilir.
İhtiyar bülbülün dudaklarında...

AHMET KUTSİ TECER

***

İLK UYKULAR
Yıllar var, o zaman küçüktü göğsün
Boğuşmak bilmezdin bu kuş tüyüyle
Hülyanın ve yazın ve teneffüsün.
Sihriyle uyuyan bir kızdın öyle.

Alsan da koynuna seher yelini
Saçının vermezdin ona telini
Elinin üstüne konan elini
Çekerdin ansızın bir ürpermeyle.

Ey şimdi boğulmuş, yorgun, soluyan
Kumral kız! Şu atlas yastığa dayan
O hafif, hülyalı ilk uykulardan
Ne zaman, ne zaman uyandın söyle?

AHMET KUTSİ TECER

***

KEREM'İN İLHAMİYLE
Ne zaman düşünsem sizi titrerim,
Yaslı dağlar, yüzü gülmeyen dağlar!
Bu dağlar içinde bir yer var derim,
Orada kaybolan bir ses var, ağlar.

Neden hiç çıkmıyor içimden bu ses
Tipi, çığ, fırtına... Donar her nefes,
Yine bu ses ağlar, işitmez herkes,
Beni kıvrandırır, inletir, yakar.

Hey bu dağlar yalçın, karanlık, derin!
Ne bir geçit verir ne sıcak bir in.
Gün battığı zaman sarp tepelerin
Üstünden bir kartal geçer, o kadar...

AHMET KUTSİ TECER

***

KIR UYKUSU
Ne hoştur kırlarda yazın uyumak!
Bulutlar ufukta beyaz bir yumak,
Ağaçlar bir derin hulyaya varmış,
Saçında yepyeni teller ağarmış.
Baş yorgun, yaslanır yeşil otlara,
Göz dalgın, uzanır ta bulutlara.
Öğleyin bu uyku bir aralıktır,
Saf hava bir kanat gibi ılıktır.
O zaman gönülde ne varsa diner,
Yüzlere tülümsü bir buğu iner.
Erirken sıcakta yaz kokuları,
Ne hoştur, ne hoştur kır uykuları!

AHMET KUTSİ TECER

***

KONYA DESTANI
Sabahtan vardım Konya'ya
Baktım cihana uyanık.
Kimi binek, kimi yaya,
Baktım meydana uyanık.

Şehirde herkes ayakta,
Kepenkler kaldırılmakta.
Asker, mektepli sokakta,
Baktım her yana uyanık.

Sabahtan akşama kadar,
Didinir, terler, çabalar.
Uyanık bütün babalar,
Oğul, kız, ana uyanık.

Konuşursan bir kelime,
Kavuşursun bin selama,
Lafında şive var ama,
Fikirde mana uyanık.

Karatay, İnceminare,
Dolaştım hep birer kere.
Her köşeye, her esere,
Bakındım rana uyanık.

Alaiddin tepesi'ne,
Çıkdım tarihin sesine.
Selçukların türbesine,
Baktım, amenna, uyanık.

Baktım tarihe, zamana,
Baktım Alaiddin Han'a,
Baktım o büyük insana,
Kılıç Arslan'a uyanık.

Görünmez bir debdebede,
Gönüllerden bir türbede,
Yeşil üsküflü kubbede,
Uyur Mevlana, uyanık.

Tecerim bu nasıl hülya,
Uyanıkken gördüm rüya,
Eski Konya, Yeni Konya,
Göründü bana uyanık.

AHMET KUTSİ TECER

***

NERDESİN
Geceleyin bir ses böler uykumu,
İçim ürpermeyle dolar:-Nerdesin?
Arıyorum yıllar var ki ben onu,
Âşıkıyım beni çağıran bu sesin.

Gün olur sürüyüp beni derbeder,
Bu ses rüzgârlara karışır gider.
Gün olur peşimden yürür beraber,
Ansızın haykırır bana:-Nerdesin?

Bütün sevgileri atıp içimden,
Varlığımı yalnız ona verdim ben.
Elverir ki bir gün bana, derinden,
Ta derinden, bir gün bana "Gel" desin.

AHMET KUTSİ TECER

***

ORDA BİR KÖY VAR UZAKTA
Orda bir köy var, uzakta,
O köy bizim köyümüzdür.
Gezmesek de, tozmasak da
O köy bizim köyümüzdür.

Orda bir ev var, uzakta,
O ev bizim evimizdir.
Yatmasak da, kalkmasak da
O ev bizim evimizdir.

Orda bir ses var, uzakta,
O ses bizim sesimizdir.
Duymasak da, tınmasak da
O ses bizim sesimizdir.

Orda bir dağ var, uzakta,
O dağ bizim dağımızdır.
İnmesek de, çıkmasak da
O dağ bizim dağımızdır.

Orda bir yol var, uzakta,
O yol bizim yolumuzdur.
Dönmesek de, varmasak da
O yol bizim yolumuzdur.

AHMET KUTSİ TECER

***

TABİAT ODAM
Severim kırlarda ben yaşamayı,
        On iki ayı.
Severim kırların yeşil göğsünü,
        Bütün süsünü.

İstemem başımın üzerinde dam,
        Tabiat odam.
İstemem topraktan başka bir yatak,
        Kehkeşanlar tak.

Kuşlardan savrulan bir incecik tüy,
        Üstümde örtü.
Ve aydan kırpılan bütün yıldızlar,
        Rüyamda kızlar.

Her sabah neşeyle uyanan bir eş,
        Koynumda güneş.
Dallarda ötüşen kuşlar kabilem,
        Bilmezler elem.

Ağlarsak bizimle beraber olur,
        Hemşirem yağmur.
Sızlarsak bizimle beraber sızlar,
        Kardeşim rüzgâr.

İsteyen toplasın binlerce arşın,
        Karlardan kışın.
Mutlaka öptürür bağlarda temmuz,
        Çıplak bir omuz.

Severim kırlarda ben yaşamayı,
        On iki ayı.
Severim kırların yeşil göğsünü,
        Bütün süsünü.

Ölürsem istemem ne yas, ne kefen,
        Ne başka bir fen.
Üstümden kalkmasın çimen, çiy, yosun,
        Ruhum uyusun.
       
AHMET KUTSİ TECER

***

Cennette değiliz ama dünyayı cennete benzetmeye çalışıyoruz. Oysa cennet sonsuzluktur, dünya ise sonu olan mekân.. Sonu olan mekânda her şey sona erer; bu yazı da. Gelecek Pazar bir başka şairimizle karşınızda olacağım. Her ne kusur işlediysem af ola. Soğuk bir içecek serin bir köşe arayışı içinde geçecek hafta sonu bile olsa dinlenmeye engel değil ya. Bu hafta sonu tatilide varsın dinlenerek geçsin. Hoşça kalın.



Yayın Tarihi09.08.2015