29 Şubat 2012 Çarşamba

KENDİNİ DEĞİL YAŞATMAYI SEVEN KAHRAMANDIR

ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE

Sabah Gazetesinin (acar diyeceğim az gelecek, çünkü acardan da öte) bir köşe yazarı var. Gözünü budaktan sakınmayacağını hiç düşünmüyorum, ama öyle yazılar yazıyor ki, sanırsınız ki en kahraman o. Aslında yazdıklarıyla kendisine kahramanlık dışında, düşük her sıfatı yakıştırabilirsiniz. Çünkü hakaretlere varan satırlarını çok sık okuyoruz. Bir insan o işlek zekâsını bu kadar kötüye mi kullanır yahu?

Bir kere bulunduğu yeri bile rahatsız ettiğini tahmin ediyorum. Gazete bünyesindeki bir çok çalışanın bu durumdan rahatsız olmaması mümkün mü? Hele hele engelli bir millet vekilini aklı sıra yermeye kalkıştığı o talihsiz satırlardan sonra..

‘Eceli gelen (...) cami duvarına pisler’ derler. Evlerimizin bekçisi ve dostumuz bir canlı türüyle özdeşleşen bu deyimde o türe hakaret olmasın diye adını vermedim, parantez içi üç noktayla geçiştirdim. Ama engelli millet vekili sayın Şafak Pavey’in şahsında engellileri küçük düşüren gazetecinin adını vereceğim. Bu yazar Engin Ardıç’tan başkası değil.  

Çeşitli ortamlarda bu konuya ilişkin yazılar çıktı. Bir çoğu Engin Ardıç’ı ağır bir şekilde eleştirip kınadı. Bu konu hakkında şu satırlar vardı:

“CHP Milletvekili Şafak Pavey’e yönelik saygısızlığı ise Twitterde büyük tepki aldı.
Pavey, yeni Taksim projesini protesto eden ‘Taksim Platformu’ üyelerinden biri. Sanatçı kişilerle birlikte ‘Taksim hepimizindir’ eylemine katılmış. Engin Ardıç, katılımcılara bu isimler uzun süredir ‘gündemden düşmüş’ isimler. Artık ‘12 Eylül filmleriyle’ de ilgi uyandıramıyorlar, yaptıkları ‘kıl müziğiyle de..’ diye aklı sıra dalga geçiyor.  Kendisine bu yüzden pek olumlu düşünceler beslemeyen milyonlar var, giderekte bu sayı artıyor farkında değil. Gündeme ancak yaptığı gaflar üzerine eleştirilerek girdiğini de görmezden geliyor.

-Hem özürlü hem CHP’li olduğu için amigo basının çok sevdiği Şafak Pavey hanım kızımız hariç- diye devam etmiş. Demek,  -Hem özürlü, hem CHP’li- Sosyal ya da siyasal aktivitede bulunan birinin özürlü yanını öne çıkarmak insanlık mı?

Burada CHP’yi de aklı sıra ti’ye almak istemiş, olabilir, ‘bir başka özür de o’ gibilerden ve her anlamda özürlülerle alay etmiş. Kendisinin yazısı özürlü, fikri, zikri, ifadesi özürlü farkında bile değil.”

Bir başka yazıda da Engin Ardıç için şu soru sorulmuştu:

“-Saygı özürlüsü- sıfatıyla özürlü kontenjanından mı gazeteci oldu acaba?”

Şafak Pavey nasıl engelli olmuş biliyor musunuz? 

Cenevre’de 17 yaşında bir genci hızla gelen metrodan kurtarmak için ani bir refleksle  -kol ve bacağını kaybetmek pahasına- üzerine atlayıp hayatını kurtarmış. Bir can kurtarmak için raylara kol ve bacağını feda etmiş. Kol ve bacak kaybından sonrada engelliğin ne olduğunun bilinciyle insan hakları ve özürlüler için BM’de çalışmalar yapmış. JCI - Genç Liderler ve Girişimciler Derneği’nin dünyanın en başarılı 10 genci arasında göstermiş.

Çağımızda kahraman olmak böyle bir şey olsa gerek. Kahramanlığın ölçüsü de yaşatmak için kendini feda etmektir. Nefretin ve kinin yazarı Engin Ardınç’tan kimse fedakâr olmasını beklemiyor. Fakat Şafak Pavey’in şiirinde anlattığı kişinin sonu gibi bir sonla karşılaşma tehlikesinin böyle giderse gün geçtikçe artacağını bir engelli olarak hatırlatmam gerek.  

***
Şafak hanım şiirlerde yazıyormuş. Bir şiirini okudum; sevmeye zamanı olmayanın, ardında saygı duyulacak bir hatıra bırakmadığı için son yolculuğunun çok hazin olacağını anlatıyordu.   
İşte Şafak Pavey’in o şiiri.
...

bir adam tanırdım,
kuşları dinlemeye
zamanı yoktu
bir adam tanırdım
çiçek toplamaya
zamanı yoktu
bir adam tanırdım
çocuklarla oynamaya
zamanı yoktu
sonra adam öldü bir gün
mezarına
ne bir damla gözyaşı
ne bir çiçek kondu
çiçeklerin, çocukların ve gözyaşlarının
adama ayıracak zamanları yoktu

şafak/1985

***

Yazımızı şöyle bitirelim: Kendini değil yaşatmayı seven kahramandır. Herkesi hizaya çeken, kimseyi sevemeyen kahraman olamaz. Onlardan küçük bir fayda bile beklenemez.

  
Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 29.02.2012


ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 112

Merhaba sevgili okurlarım. Bugünkü şairimizi tanıtmadan önce bağlı olduğu şiir tarzını vurgulamak istiyorum. Bildiğiniz gibi Cumhuriyetle birlikte edebiyatımızda buna bağlı olarak şiirimizde değişim göstermişti. O güne kadar aruz ve hece vezniyle yazılan şiirler kafiyeyide atarak serbest vezinle yazılmaya başlandı. 1940’larda 1. yeni, yada “Garip” adıyla adlandırılan bu şiir tarzı ortaya çıktı.
“Şiirde her türlü kurala ve belirli kalıplara karşı çıkmışlardır. Şiirde ölçü, kafiye ve dörtlüğe karşı çıkmışlardır. Şiirde şairaneliği, mecazlı söyleyiş ve sanatları kabul etmediler. Süslü, sanatlı dile karşı çıkıp sade bir dil kullandılar. Şiirde o güne kadar işlenmedik konuları ele aldılar. Konuşma dili ile günlük sıradan konuları işlediler. İşledikleri konular günlük hayattan sıradan insanların problemleri, yaşama sevinci ve hayattaki bazı garipliklerdir.
Halk deyişlerinden yararlanmışlar, toplumsal yergiye yer vermişlerdir.”

İkinci Yeni, Garipçilere tepki olarak doğmuştur. Şiirde hayal gücüne ve duyguya ağırlık verdiler, insanın kalabalıklar içinde yalnızlığı, sıkıntıları, çevresiyle uyumsuzluğu gibi konuları işlediler.         
Semboller ve kapalılık ön plandadır. Zor anlaşılmayı ve anlamca kapalılığı benimseyen sanatçılar, sürrealizmi temel almışlardır. Oldukça karışık cümle yapısı, çok farklı kaynaklardan gelen sözcükler bu akımın dikkat çekici yönleridir.
Şiirde ahenk ölçü ve uyakla değil, musiki ve anlatım zenginliğiyle sağlanmalıdır.
Şiirde şiiri öyküleştirecek anlatımlardan kaçınılmalıdır.
Şiirin, konuşma dilinden uzak, özgün bir anlatımı olmalıdır.
“Ahlaki değerler, erdem, gerçek” gibi kavramlar şiirin amacı olmamalıdır... Bu ilkeler doğrultusunda soyutlaşan bir şiir anlayışı edebiyatımızda uzun süre etkisini göstermiştir. Günümüzde de bu anlayışta şairler vardır.

İkinci cepheyi açmak, akıl dışında da bir anlam olduğunu savunmak, şiirin kuralları konusunda yıkıcı davranmak, anlamsızlığın anlamına doğru gitmek. Bu gerçekleri dil kurallarıyla sınırlayamadığımız için dili aşmak, kelimeleri anlamından kurtarmak, yeni özün sonucu olan yeni biçimi, yeni biçimin de zorunlu sonucu olan yeni özü getirmek.

Şimdi gelelim kendi tarzını 3. yenici olarak adlandıran şairimize:

Bir dönem hava kuvvetleri komutanlığınıda yapan Muhsin Batur’un oğlu alan bugünkü şairimiz 28 Haziran 1952’de Eskişehir’de doğdu. Çocukluğu Eskişehir ve Napoli’de, ilkgençlik yılları İstanbul ve Ankara’da geçti. 1973’de gittiği Paris’te dört yılı aşkın bir süre yaşadıktan sonra Ankara’ya döndü. Askerliğini Çankırı’da yaptı. 1983’de İstanbul’a yerleşti.
Batur, Çağdaş Kent dergisini 1982’de çıkardı, ilk sayısıyla birlikte dergi sıkıyönetim tarafından yasaklandı. 1983’de Avrupa Ülkeler Ansiklopedisi’ni, 1984’de İslâm Ülkeleri’ni yayına hazırladı, İstanbul’dan Göreme’ye Kültür Mirasımız eklerini Milliyet için yönetti. 1987-88 arası Şehir dergisini çıkaran ekibin başında yeraldı. 1990 sonrası şehir monografilerine yöneldi: İstanbul için Şehrengiz ile başlayan dizide Ankara, Ankara ile Üç İzmir’in çatılarını oluşturdu. Tarih Vakfı’nın İstanbul Ansiklopedisi’ne ve İstanbul dergisine katkıda bulundu. Yeryüzü Sûretleri, Bir Beyoğlu Fotoromanı, Demir Yol sergilerinin sunumlarını üstlendi. İstanbul ile ilgili metinleri, Fransa’da Omnibus’un İstanbul kolektifinde yeraldı, Ara Güler’le birlikte Fata Morgana’da İstanbul des Djinns’i imzaladı. Paristanbul, Türk Edebiyatında Paris, çiftdil yayımlanan Okyanusa Bakan Bir Odada Üç Türk Yazar seyyah-yazar deneyimlerini aktardığı öteki kolektif yayınlardan birkaçı. Bunlara, 2001-2002 döneminde hazırladığı, çift dil yayımlanan iki oylumlu antolojisini eklemek gerekir: Avrupa Güneşinin Doğduğu Yere Yolculuk ve Beş Kıtada Türk Seyyahları.
İlk yazısı 1970’de, ilk kitapları 1973’te yayımlandı.

Şiirleriyle Cemal Süreya, Altın Portakal, Sibilla Aleramo ödüllerini,  denemeleriyle TDK ödülünü kazandı. 
...

AMAZON 

Gecemden uykuyu söküp aldılar,
yüzümden gamzeyi: Aynalara
durdum günden güne,
boy aynalarına serdim poşumu,
vitrinden vitrine bir cinnet,
gezdim: Mevsim sonu gelirken
mankenler bile çıplak, tamamdı.

Geceme uyku verdiler sonra,
göğsümdem söküp aldılar kem
yengeci: Gidip geliyordum ki
eksik
sisli aynaların içinde, duydum
Yengeç'in kırbaçsı sesini:
“Neslihan bir Amazon şimdi”

/ Enis Batur 

***

ARS POETİCA 

Hiçbir şeye benzemediği söylendi şiirlerimin,
Wallace Stevens’a benzediğim, hiç kimseye
benzemediğim, olsa olsa “II. Yeni'nin devamı”,
“III. Yeni’nin ta kendisi” sayılabileceğim
“delisaçması bir söz ve işaret yumağı” denildi.
Bütün bunlar bensem, bütün bunlar bendim.
Yaktığım kağıtlar, fırladığım kürsüler
ve çekilip dinlediğim kör mağarada
söyleştiğim gölge, örümcek, alter:
Kendimden çekilsem de, gelsem de
kendime farkedilmedi: Ateşin içine
söktüğüm el, gözümü ayırmadığım saat,
insanlarla çarpıştığım seyrek günler
ses ile kelimenin birbiriyle
dikleştikleri yere kilitledi beni.

Gençtim, çok genç şiiri düzen sanmıştım:
Çileydi gözümde, arınma ve yurttu,
terkedilmiş yüzüm için her an yanımda
yürüyen aynaydı, gecenin kaynağında
gövdemi dalgalayan simsiyah su, sanmıştım.

Yıllar başka bir yol çiziyor tortuya.
Şüphesiz şimdi de sanıyorum: Sehere
duyduğum inanç arkamdaki koyu, hem
delifişek uykudan geliyor belli ki.
Düzen değil şiir, kargaşa değil. İki üç
arası zamanı çelen uçarı bir odak belki.
Belki zaman ender seslerin eşiğinde tuzak,
kıvrılıp yatmış çıngıraklı bir soru,
öd noktasında, hançerede, yerimden
her oynayışımda kuytudan çıkagelen
koşnul bir yumak belki. Bir düzen değil
ama - bekleyiş, zemberek, inatçı, köz,
kaknüs hep.

Kömürden elmasa varmak için
çıktığım yolda elmastan yola çıktığımı
unutmadım: Yangınsa sonunda yazılan,
orada yazacağım an gelmeli de. Birer
kıvılcım olsun harflerim, her kelimemi
yalım dili taşısın - öyle bir ateş ki
içinde içimde tutuşmuş bir karanlıktan
kana kanaya içsin herkes, istedim.

/ Enis Batur 

***

AZTEK YILI BİTERKEN 

Bırak, gelsin: ışık, ses, temas:
Sen sis nedir bilir misin?
Avlandığım ıssız akşamlar,
kıpırtısız binlerce yaprak
ve erketede bekleyen rüzgar
hatırlıyorum herşeyi bir
bir unutuyorum herşeyi:
Bu gam, bu dövme, Ave Maria
ve kuşların toparlanma çağı:
Güneş batarken başını kaldırıp
kısık gözleriyle gökyüzünü delen
kadından kalmış bir bakış
hızla akıyor içimden.

Karanlığın sonuna gittim ben.
Orada pencereler dilsiz
kapılar sürgülüyken bağırdım:
Yankı dönüp geldi ve vurdu
yüzüme: Çöktüysem, tortu, dibime
kimse sallanmasın artık.

/ Enis Batur 

***

ÇİFT 

Pus, sis, alaca
bir tesbih saatler,
çeviriyorum.
Bir düğme açıyorum yakamda,
bir başka düğme kapanıyor,
çıkıp yürüyorum
nisandan nisana doğru.

Düşüyor işte dilimdeki tetik
ve havaya çiziyorum
sesleri, sessiz harfleri
bomboş bir çiviyle.
Bir düğme açıyorum yakamdan,
bir düğme daha açıyorum:
Tutup kökünden söndürdüğüm
geceye fırlıyor
apansız
bir kuş sürüsü.

Kedimin gözleri
gecemi aydınlatıyor.

/ Enis Batur 

***

DÜŞÜK NİNNİ 

Beli bağlanmış anneler babalar
için de bir ninni düzmeli;

Abélard'dan Heloise'den sözetmeden
yumuşak, umutsuz bir nota bulmalı
Doğuma muska kurup karayazı kırmadan
çocuğun olması mı ölmesi mi diye sormalı;

Ey tohum tanrısı! Temsili bir çocuk
için de düş yatağında uykusuz kadınlar mı
olmalı ?

/ Enis Batur

***

FAL 

Eşiğine dayanıp seyirdiğim
cansız doğa: Bir çingene geldi
gece, ellerimi açtı ve uzun,
dingin bir yağmur düştü yüzüne:
“Her şey geçer, sen geçmezsin.”
Güldüm, katıldım: Bilmem mi
kuytudan beslenen yorgun tekliğimi:
Ben amansız çatlak, sudan ve çıradan
çıkma yangın lehçesi: Her şey geçer
ben kalırım.

/ Enis Batur

***

FUGUE IV 

Ben daha yokum

“Sizi kendi şehirlerime götürmeliydim”
demişti adam. “Kendi sokaklarıma,
çıkmazlarıma, durmadan taşındığım,
hiçbirini unutmadığım evlere”.
Donmuş gibi dinlemişti. Saydığı şehirlerin
hepsini su ikiye bölüyordu. Andığı sokaklar
hiçbir rehberde kayıtlı olamazdı.  Evlere
gelince: Onları belki unutmamıştı, ama
bir daha uğramadığı nasıl da belliydi.
“Ben yokum” demek istemişti birden, “ben
daha yokum”. “Bu ev, bu sokak, bu şehir
bu şehri ikiye bölen su daha yok.”

Çoktan susmuşlardı oysa

/ Enis Batur

***

FUGUE V 

Bu çocuğu hemen aldırtmazsam

“İşaretleri bunca sevdiğine göre
ona yorulmadan işaret vermeliyim”.
Nasıl yorulmazdı: Kapısına götürüp
bağladığı beyaz at, aynı gün içinde
postaya attığı binbir mektup, beklenmedik
gecede beklenen bir güneş olmak -
verdiği her işaret hayatında birikmiş
büyük bir imgeyi söküp atıyordu ondan.
Kadın doymuştu oysa bu duygulara.
Beklediği işaretler değil işaretlerin
işaret ettiği yere çağrılmaktı.
Olmayınca o da yorulmadan işaret
verdi. Nasıl yorulsundu ki: Adamın
çakmağı bitince onu değiştirdi,
gömleğine sinmiş kokuyu benimsedi,
istedi ve isteklerini onun istediği
kadar göstermeyi öğrendi, kabul etti.
Yalnız kaldığında düşünüyordu: “Bu
çocuğu hemen aldırtmazsam, onunla
ölebilirim.” Zaman geçiyor ve çocuk
büyümüyordu oysa. Neden sonra içinde
kaskatı bir ur olduğunu farketti
ve onu sevdi.

/ Enis Batur 

***

FUGUE XIII 

Zaman da değil

Gidilebilse, ne çok iz kalıyor geride.
"Belki zaman", diye düşünüyor adam:
"Zaman eksiltebilir birikeni". Oysa ne
zaman, ne de ona benzer şeyler - ona
benzer şeyler? - silebiliyor mekana
sinenleri.  Eşyalar değiştirilse de, yeni
badana yaptırılsa da degişmiyor ağrının
kurduğu sıra: Değişmiyor çünkü sokak
adları, değişmiyor şehirler ve insanlar,
dünden bugüne inatla yürüyen inatçı
mantık: Her mevsim, her dolunay,
yağmurlar, bahar aldatmacaları,
her kuyu, her kule, her balkon,
kadehler, mumlar, köpükler,
her kırmızı, her siyah, her gri,
her uyku, her düş, her uyanış
- yer etmişse - aynı çiviyi isteyen
bir delikte tıpatıp zonkluyor.
"Zaman da değil", diyor adam,
kimse yokken, yüksek sesle.
Yeni bir iz kalıyor orada, o an.

/ Enis Batur 

***

İLENÇLİ NİNNİ 

Borges’in hülyalı masalını
anımsadım, Ege’de bir sabah:
Ben de Paracelsus gibi gülü küle
dönüştüren ateşe yakarıp külü güle
getirmek için arı, dayanılmaz
bir çileye yatabilirdim: Dönesin
diye ey kırılgan tay, kırıp belleğimde
demir atan görüntüyü: Bir çift
umarsız bacak silinsin gitsin
gözümün dibinden, silinsin kömür
gibi yüzün ve babanın deli gözleri,
boğulsun seni alan acımasız deniz.

/ Enis Batur 

***

KIRKİKİNDİLER 

“Bu sarı, tok tütünü senin için
ayırdım; senin için soydum
domatesin kabuğunu, senin için
dildim, tuzladım”.

“Senin için perdaha çektim içimdeki
hayvanı; gövdemi yaya, burguya
aldım senin için. Bu koku, bu kor,
bu gemsiz istek senin açlığın için”.

“Toprak suya doydu bu yıl, ben sana
daha doyamadım”, diye sürdürüyor
kadın, içinden. “Yüzündeki gururlu
umutsuzlukla içimdeki doludizgin
kısrağa katıl”.

/ Enis Batur

***

İyi bir hafta sonu geçirmeniz dileğiyle, hoşça kalın mutlu kalın. Dilinizde dua gibi şiirde olsun. Şiirli dil kötü konuşmaz, kötü iş yapmaz.


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 26.02.2012

ALMAN BASINI VE İSTİFA EDEN BİR CUMHURBAŞKANI

ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE


Yönetmek nasıl bir güç ve kuvvettir ki, yönetenler yönetme erkini ele geçirdiklerinde son derece acımasız ve baskıcı olabiliyorlar. Yönetme erki dediğimiz makam ve mevkilerin çekiciliği nasıl bir şeydir ki, o makam veya mevkide oturanların gözlerini kör edebiliyor. Yönetme erkini ele geçirenlerin tatminsizliği sonucu oluşan baskı bir korkunun eserimidir, yoksa bulunduğu mevkiinin kendisine kattığı gücün yönetilenlerce fark edilip gene yönetilenlerin sindirilmesi için midir? Hele hele bulunduğu mevkiinin yetki azlığını ileri sürüp daha fazla yetki istemek, denetlenmekten kaçmak nasıl açıklanabilir?

İster krallık ister diktatörlük gibi mutlakiyetçi rejimler, ister parlamenter rejimli temsili demokrasiler olsun en tepe noktasında olanların özlemi bazen aynı paralelde olabiliyor. Bu temsili demokrasi dediğimiz halkın seçtiği seçilmişlerin, halk adına ülkeyi yönetmeye kalkanların yöneldiği bir yöntem oluyorsa, ki dünyanın her yerinde oluyor, sindirme hareketi öncelikle basın yoluyla oluşmaya başlıyor.

Orda ilk olarak yönetenlerce kendisine yönelik en ufak bir itiraz taşıyan yazılara tahammülsüzlüklerinden dolayı izin verilmez. Yazmaya devam edilirse yöneticilerin basın özgürlüğünün kötü amaçla kullanıldığına dair şikâyetlerinin arttığını görürüz. Aslında yöneticinin bu şikayetleri “benim gizli, usulsüz, saklanması gereken şeylerim ortaya çıkacak” demektir. Bundan korkanlar bazen bir adım daha ileri giderek yazmaya devam eden gazete ve yazarlara hoşa gitmeyen konuda yazmalarının son bulması için işi tehdit ve şantaja kadar vardırmakta hiçbir sakınca görmezler.

Son örneğini Almanya’da gördük. Alman cumhurbaşkanı kendisi aleyhine başlatılan yolsuzluk yaptığına dair yazı kampayasında Bild gazetesini susturmak için her yönteme baş vurmuş, Bild gazetesi buna pabuç bırakmayıp suçlamalarını dellillendiren yazılarla sürdürünce aşağı saksonya savcılığının ifadesinin alınabilmesi için dokunulmazlığının kaldırılmasını meclisten isteyince Almanya cumhurbaşkanı istifa etmek zorunda kalmıştı.

Olayın içeriği bizim basınımızda şu satırlarla verilmişti:

“İlk olarak Bild gazetesinin ortaya attığı iddialara göre Christian Wulff, Ekim 2008 tarihinde zengin bir işadamının karısından, çok düşük bir faizle 500 bin euro tutarında borç almayı kabul etti.
Aşağı Saksonya eyalet meclisinde sözkonusu işadamı Egon Geerkens ile bir iş ilişkisi olup olmadığı sorulan Christian Wulff “hayır” cevabını vermiş ve işadamının karısı ile arasındaki mali bağlantıdan hiç söz etmemişti.
Cumhurbaşkanı Wulff, Bild’in haberi basmaması için gazetenin haber müdürüyle irtibat kurması nedeniyle de sert eleştirilere hedef oldu.
Gazete, Christian Wulff’un haber müdürü Kai Diekmann’ın telefonuna bıraktığı ve haberi basmamalarını talep ettiği öfkeli mesajı kamuoyu ile paylaştı.
Wulff, bu olay ertesinde Kai Diekmann’dan özür dilemişti.”

Bu satırlar sizin ne düşünmenize sebep oldu bilmiyorum, bense gelişmiş ülkelerin bu reflekslerini, dürüstlük şiarı olan bir din ve milletin evladı olarak kıskanıyorum. Bizde yöneticiden korkmayan ve yöneticisinin hatalarını cesurca söyleyebilecek yönetilen kaç tane vardır?

Olmaz çünkü hiyerarşiyi tersyüz etmek niyetinde değilim ama, her kesimin, her kurum ve kuruluşun eşit ağırlıkta yer almayı başaramadığı yerde demokrasi olmaz. Bu bir arz talep, sonrada eğitim sorunudur. Şimdiye kadar ülkemizde akışkan bir sınıfsal yapımız olduğundan dolayı demokrasiyi talep edenler hiçbir zaman olmadı. Dolayısıyla neyi talep ettiğini bilende olmadığı için yasalar çerçevesinde nasıl talep edeceğini bilende yok! STK’lara bir bakın ne dediğimi daha kolay anlarsınız. Ülkemizde hep bu oluşturulmaya ve bilinçli yurttaş yetiştirilmeye çalışıldı. Sadece eğitimle bu bir yere kadar geldi tıkandı. Demokrasiyi yaşatan emek-sermaye çelişkisinden edinilen uzlaşıdır. Burada her sınıf var olmakla demokrasiyi yaşatma mücadelesi verirler. Tersine bir tutum demokrasi adını taşımaya lâyık değildir.

Alman basını ve istifa eden bir cumhurbaşkanı hiç farkına varmadan uzaklarda bir yerlerde bir senteze sebep oldular. Yoksa bu yazı neden yazılsın?



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 24.02.2012

HAKAN ŞÜKÜR ŞİMDİ MİLLETİN VEKİLİ Mİ?

ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE


Kişilerle uğraşmak pek hoşlandığım bir şey değil. Çoğunlukla genel konular üstüne konuşmayı ve yazmayı (olur olmaz her şeye ‘etik’ dendiği ve bu bir dil tikine dönüştüğü için eski kelimeyi kullanmayı yeğleyeceğim) daha ‘ahlaki’ bulurum. fakat bazen kişilerlede uğraşmak gerekiyor. Nitekim çok sık olmasa bile böyle yazılarımda yayınlandı. Bugünde kendimi bu türde bir yazı yazmak zorunda hissediyorum. Bugün eski milli futbolcumuz, birincisi benim gibi Yugoslav göçmeni bir ailenin evladı olması, ikincisi Sakarya’da doğup, Sakarya’da yetişmesi nedeniyle iki kere hemşerim olan Hakan Şükür’den söz edeceğim.

Hakan Şükür mesleğinin zirvelerine çıkmış, Galatasaray’la birlikte Avrupa zaferlerini yaşadıktan sonra milli takımla birlikte dünya 3.’lüğü şansına ermiş, beyefendi futbolcularımızdandı. Kendi içinde yaşadığı çelişkiler, yabancı ülkelere transferinde yaşadığı başarısızlıklar onun kişisel sorunlarıdır. Bütün bunlar ulaştığı başarıları gölgeleyemez. Bir dönem futbolcu olma özlemiyle tutuşan gençlerin her yönüyle örnek aldığı yıpratıcı forvet özelliklerine sahip golcüydü.

Bütün bunları Hakan Şükür’ü övmek için yazmıyorum. O’nun bu sözlere ihtiyacı yok! Bir gerçeği sadece vurgulamak istedim o kadar.

Futbolculuğunun ardından TRT’de spor yorumculuğuna soyundu. O spor yorumculuğu sırasında İstanbul’dan milletvekilliğine aday oldu ve seçildi. Ne olduysa ondan sonra oldu zaten. Eğitimlerinin yetersizliğinden dolayı öncelikle görgü ve bilgileri derin olmadığı için futbolcu eskilerinin milletvekili olmalarını onaylamam. Hakan Şükür’ü de kendi açımdan değerlendirdiğimde adaylığını ve seçilmesini pek doğru bulmadım. Ayrıca Sakaryalı olmasına rağmen ilimizden adaylığını koymamış olmasına içerledim.

Ulaştığı başarılara bağlı olarak edindiği servet nedeniyle onun “paranın” peşinde olmadığını, artık spor adamı olarak ülkesine hizmet etmesinin gerektiğini düşüneceğini, bu yüzden milletvekili olduğunu sanmıştım. Yanılmışım. Yanıldığımı kendisine sorulan bir soruya “ ben bilemem büyüklerim daha iyi bilir” demesiyle anladım. Demek ki kendisi bir konu mankeni olarak vekil seçilmişti. Hiçbir konuda hiçbir fikri yoktu. Futbolculukta bu fikirle sadece işinizi yapsanız da olurdu. Nitekim oldu da. Ama iş yöneticiliğe, milleti temsile gelince donanım eksikliği bütün gerçekliğiyle ve bütün acıtıcılığıyla ortaya çıkıyor.

Milletvekili maaşları çalışan ve üreten insanların ödediği vergilerden oluşur. İki yıl milletvekilliği yapanlar kıyak emeklilik denen bir emekliliği kazanırlar. Sınırsız sağlık hizmeti alırlar. Aldıkları yeşil pasaportla da dünyanın her yerine birinci sınıf insan vasfıyla seyahat eder ve birinci sınıf insan muamelesi görürler. Yoksa Hakan Şükür’ün tek amacı kıyak emekli olmak ve yeşil pasaport almak mıydı diye düşünmüyor değilim hani.

Hadi tüm bunlar normal diyelim. Ya devamsızlığına ne diyeceğiz? Meclisin 35 oturumunun 25’ine katılmamış. O kadar idealleri olan bir partinin vekili böyle mi olur? Devamsızlığı için doktordan grip, nezle olduğuna dair rapor sunmuş. Oysa ligtv’deki yorumculuğu sürüyor.

O da ayrı bir konu ya.. milletvekili sırasında ligtv kendisine 5 ay sürecek bir anlaşma ile aylığı 150.000 tl’den spor yorumculuğu teklifi sunmuş. Tabii hiç düşünülmeden kabul edilmiş. Milletvekili maaşı şimdi onun için bir çerez. Belki vekillik maaşını gelene geçene sadaka olarak dağıtıyordur, kim bilir...

Genç bir delikanlı yaşlı bir bilgeye sormuş; “ben nasıl adam olurum.”
Bilge “siz, üç üniversite bitirdiğiniz zaman adam olursunuz” demiş.
Delikanlı 12 yıl sonra 3 üniversite bitirerek bilgenin karşısına çıkmış. “Üç üniversiteyi bitirdim efendim, ben şimdi adam oldum mu?”
Bilge “siz, üç üniversite bitirdiğiniz zaman dediğimde sadece senin üniversite bitirmenden söz etmemiştim. Deden, baban ve sen üniversite bitirdiğinde adam olursun demekti o dediklerim” demiş.

Yani kültür öyle bir şey işte. Bu kültüre sahip değilseniz size her şey mübah görünür. Siz uygun olmasanız bile uygun olduğunuz fikrine kapılarak bir yere veya mevkiye gelmiş oluverirsiniz. O yerin gerektirdiği ağırlığın farkına varmadan o yere yakışmayan başka şeyler yapabilirsiniz.

Bu durumdan kurtulmak için Hakan Şükür’ün bir seçim yapması gerekiyor. Ya milletvekilliği yapacak ve meclisten kaçmayacak. Yada milletvekilliğinden ayrılıp spor yorumcusu olarak ligtv’de yorumlarına devam edecek. Halkın vergileri böyle milletvekillerine maaş olarak verilerek çarçur edilecek kadar değersiz midir? Asgari ücretlinin boğazından kesilerek toplanan vergilerde payı olduğu düşünülürse o vergiler çok kutsaldır. Kuruşunun feda edilmemesi gerekir. Neyse ki böyle olmaması gerektiğini sayın Bülent Arınç’ta “ben olsam böyle yapmazdım” diyerek haklılığımı kanıtlıyor.                     

Şimdi tam yeridir soralım; Hakan Şükür şimdi milletin vekili mi?



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 22.02.12

BÖYLE BİR SEVGİYE PAHA BİÇEBİLİR MİSİNİZ?

Bildiğiniz gibi Japonya depremleriylede ünlüdür. Öyle sık ve şiddetli depremlerle karşılaşırlar ki.. bizim gibi ülkeleri bırakın, gelişmiş Avrupa ülkeleri bile böylesi depremlerin ekonomik yükünü kolay kolay kaldıramaz. Japonlar geliştirdikleri deprem teknolojileriyle bunun üstesinden gelmeye çalışıyorlar. Bu konuda bir ölçüde başarı sağlamış durumdalar. En azından can kayıpları binleri hatta yüzleri bile bulmuyor. Geçen yıl yaşanan felâket özünde depremden kaynaklansa bile sadece deprem felâketi değildi. Deprem nedeniyle oluşan dev dalgalar depremin kendisinden daha fazla zarar verdi. Ardından nükleer sızıntı bunların üstüne tüy dikti.

Her felâketten sonra yaşanan acıklı hikâyeler vardır. Dünyadada bizdede bu böyle. Şimdi anlatacağım hikâyedeki kişi talihsiz bir anne.  

Japonyada bir deprem sonrasında kurtarma ekipleri enkaz altında olduğu söylenen genç bir kadının yaşadığını düşünerek hassas çalışırlar. Ne yazık ki büyük uğraşlar sonucu ulaştıklarında kadının artık yaşamadığını görürler. Kadının enkaz altındaki duruşu biraz ilginçtir. Ellerinde bir şey tutarak iş yaparken dizlerinin üstüne çökmüş bu esnada ev üzerine yıkılmıştır sanki. Kurtarma ekibinin lideri yinede canlı olma ümidiyle kadına ulaşmaya çalışır. Fakat kadın çoktan ölmüştür.

Ekip oradan başka bir enkaza hareket etmek üzereyken bir sebepten dolayı ekip lideri açtığı delikten içeri doğru kadının cesedinin altına bakar ve seslenir! “Bir çocuk!... Bir çocuk var!” der. 

Ekip uzun bir çalışmadan sonra çiçekli bir battaniye içinde ölü kadının cesedinin altında 3 aylık bir bebek bulurlar. Kadın son bir hamleyle çocuğunu kurtarmak için bedenini ona siper etmiştir. Ekip çocuğa ulaştığında bebek hala uyumaktadır. Doktor hemen bu masum ve her şeyden habersiz bebeği muayene eder. Battaniyeyi açtığında içinde bir cep telefonu bulur. Ekranda yazılı bir mesaj vardır. Mesajda şu satırlar vardır:

“Eğer kurtarıldıysan, seni sevdiğimi daima hatırla! Annen!..”

Bir annenin çocuğuna olan sevgisini ölüm anında bile ona anlatma çabası hangi gözü yaşartmaz?

Anneler! Yürekleri evlâtları için atan o kutsal insanlar. Onlar için çocukları minikte olsa 70’lik dedede olsa durum değişmez.

Şimdide ülkemizdeki böyle bir anneden söz etmek istiyorum.

23 ekim 2011 Pazar günü Van’da deprem olmuştu. Bir çok bina yıkılmış, ilk etapta hayatlarını kaybetmeyen kimbilir ne çok can enkaz altında kurtarılmayı beklemişti. Van’ın Erciş ilçesinde bir anne henüz 2 haftalık olan bebeğiyle 46 saat enkaz altında kaldıktan sonra kurtarıldılar.

Anne ve bebeğe yapılan doktor kontrolünden sonra anneye bebeği nasıl yaşattığı sorulmuştu. Öyle ya, minicik bebek 2 gün nasıl beslenmişti? Genç anne, bebeğinin ağzının içine tükürdüğünü, böylelikle susuz kalmasını önlediğini söylediğinde dünya şaşkınlığını gizleyememiş, yabancı gazetelerde bu mucizeden söz etmişlerdi.

İşte anne böyle bir şeydir. Eli kolu bağlı olsa bile bir çözüm bulur ve yavrusunu korur. Onun için annenin yeri kolay kolay dolmaz. Ona bunu yaptıran yavrusuna olan sonsuz sevgisidir.

Allah’ın annelere verdiği bu sevgi ve merhamete paha biçebilir misiniz?


  
Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 20.02.2012

28 Şubat 2012 Salı

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 111

Merhaba sevgili okurlar. Bugün popüler kültürün ünlü ismi, Ahmet Selçuk İlkan’ın şiirlerine yer vereceğim. Bir çok popüler bestenin sözleri ona aittir. İlk ünlü şarkı sözleride şunlardır; “Ya Seninle Ya Sensiz, Gözler Kalbin Aynasıdır, Ayrılık Kolyesi, Neredesin Ey Talih, Artık Ne Duamsın Ne Bedduam, Bayramın Olsun.”

Dedim ya popüler kültürün ünlü ismidir Ahmet Selçuk İlkan. Popüler kültür o dönemlerde ne şehirlidir ne köylü. Kendini anlatmayı böyle şiirlerle başarmış, arabesk, fantezi tarzıyla da iki arada bir derede oluşunu sese dönüştürmüştür. Şairimizin şiirleri kolay anlaşılır, sosyo-ekonomik koşullardan habersiz, romantik sevdalı melodramını yaşayanların, hayatın yükünü çekemeyen, hayattan kaçmak isteyenlerin şiiridir.

Ahmet Selçuk İlkan Türk müzik dünyasında ilk melodi şiir akımını başlatmıştır. Mum Işığında (Ayten) isimli şiir albümü 1982 yılında piyasaya sürüldü.1991 yılında ilk şiir klibini çeken İlkan'ın bu güne kadar yayınlanmış 8 tane şiir albümü bulunuyor.  

Kendisini anlattığı şiirle şairimizi yakından tanıyalım:

DOĞUM - ÖLÜM: 1955 -
HAYAT: Bir Şairin Hatıra Fotografı

Adana’da doğmuşum/Mirza Çelebi’de/İlkokulu İstiklal’de/Orta’yı Tepebağ’da/Liseyi Erkek Lisesi’nde okumuşum/Kimilerine göre doğuştan şair/Biraz da ASİ doğmuşum
Ve en acısı Adana’nın barajında/Üç kere boğulmuşum/O gün bugündür/Denizle aram açık/
Buz gibi soğumuşum/

Liseden sonra kendimi/Denizi olmayan Berlin’de bulmuşum/Mimarlık okumuşum/Mühendislik okumuşum/Ve matematik çıktıkça karşıma/İnadına şiir okumuşum/Ve annemi kaybetmişim/Bir şubat gecesinde/Dünyadan soğumuşum/Gel gör ki/Dikeni de gülü de/O şehirde bulmuşum/Ve bir sabah dikeni yoluma/Gül’ü koluma alıp/İstanbul’a/Edebiyat Fakültesi’ne koşmuşum/

Daha ilk nefesinde gençliğimin/Sürgün’ü Nazım’dan/Gurbet’i Orhan’dan/Hasreti Ahmed Arif’ten tanımışım/

Vurulmuşum Taşına toprağına şiirin/Yunus’la yoğrulmuş/Nesimi’yle coşmuş/Pir Sultan’la coşmuşum/

Bir gözümde Veysel/Bir gözümde Köroğlu/Dilimde Karacaoğlan, Emrah, Dadaloğlu/Ne türküler yakmışım/

Necip Fazıl’la kaldırımlarda yatmış/Atilla İlhan’la Maçka’da buluşmuş/Ümit Yaşar’la yüzlerce kez aşık olmuşum/

Ve haykırmışım göklere/Şairler severse işte böyle sever!/Yüreğimde can sesleri/“Mendilimde kan sesleri”/Ve dilimde hep o şiirler/Bir yanımda Can Yücel/Bir yanımda Edip Cansever/

İşte bu yüzden /Acıların şahını/Aşkların ilahını/Yalnızlığın padişahını/Gölgesinden tanırım/Ama ne zaman bir ayrılık çalsa kapımı/Buz keser kanım donar kalırım/Ve soluğu yine bir şiirde alırım/

Kısacası/Adım Ahmet Selçuk/Soyadım İlkan/Bir söz vardır ya hani/Tanıyan bir/Tanımayan bin pişman/Yetişir sanırım/Bunca sohbet bunca ağıt bunca ahh/Şiirlerimin gözü yolda kalmasın/Hadi bana eyvallah...

İşte şairimizin kendini tanıttığı şiiri böyleydi. Şimdide şiirlerinden sizler için seçtiklerimi sunuyorum.

***
24 ARALIK

Kahır yüklü bulutları postalıyorum güneye doğru
Boşaltın tüm istasyonlarını Adana'nın
Dost bulutlar gözlerim gibi
Ağlayacak...


Saatler beş geçmiş olacak yirmibiri
Takvimler 24 Aralık'ı takmış göğsüne
Ben bakarken eski resimlere
Salim beni düşünecek!


Süleyman ikinci kurşunu sıkacak kadere
Dur! Diyemeyeceğim
Postal kokusunda, barut kokusunda
Askerce efkarlı bir rüzgar esecek...

Cengiz o plakta geçmiş kendinden
Sağında Habip solu bomboş
Dudaklarında hep o acı şarkı titrek titrek
‘Gitti Gelmeyecek’...

Bitmeyen geceler Ağbaş’ın zarlarında
Sigara dumanlarında kederler
Dur ulan Sarraf!
Memleket nere? Berlin nere? Bir de Antep!
Ana avrat dümdüz gidecek...

İkinci bir şarkıyı dinleyeceğim bir sarhoş gecede
Başım omuzlarında Yasin’in
Ergün’üm bu kadeh de senin şerefine
‘Ağlama değmez hayat’ Yılmaz’ım
Hasret ha bitti ha bitecek...

Bir bir dolacak gözlerime geçmiş seneler
Aklımdan Zeki’ler, Saim’ler, Emin’ler geçecek
Binlerce anılar kaçıracaklar o gün beni
Gelmek isteyeceğim gelemeyeceğim
Durup bakacağım göklere anam göklere
Bir “Of ulan of!” yükselecek!

AHMET SELÇUK İLKAN

***
ADIMI UNUT

Nasılsa ayrılık bu aşkın sonu
Sen de eller gibi adımı unut
Kader ikimize çizmiş bu yolu
Sen de eller gibi adımı unut

Seninle bu aşkı yaşamadık say
Birlikte gülüp te ağlamadık say
Böylesi unutmak dahada kolay
Sen de eller gibi adımı unut

İstemem söyleme bir tek kelime
Sen de eller gibi adımı unut
Değmesin artık hiç elin elime
Sar yeni aşkını benim yerime
Sen de eller gibi adımı unut...

AHMET SELÇUK İLKAN

***
AĞIR YARALI


Beni ta kalbimden vurdu gidişin,
Bütün umutlarım ağır yaralı.
Aklımdan çıkmıyor veda edişin,
Büyün duygularım ağır yaralı.

Aşkımız verirken en son nefesi,
Yıkıldı gönlümün sevda kalesi,
Sırtımda sanki bir bıçak darbesi,
Bütün anılarım ağır yaralı.

Dünyayı başıma yıkmışcasına,
Bağrıma kurşunlar sıkmışcasına,
Sanki bir savaştan çıkmışcasına,
Bütün anılarım ağır yaralı...

AHMET SELÇUK İLKAN

***

AĞLADIM

Dün gece uzun uzun
Seni andım ağladım.
Sonu yok yolumuzun
Ona yandım ağladım.

Kim bilir acımızı
Bu yasak aşkımızı
O eski şarkımızı
Çaldım-çaldım ağladım! ..

Dolaştım sokaklarda
Ağaran şafaklarda
Seni senden uzakta
Sardım sardım ağladım

İmrendim sevenlere
Sarılıp gidenlere
Elele gezenlere
Baktım baktım ağladım

Benimsin bende değil
Ellerim sende değil
Yanmamak elde değil
Yandım yandım ağladım.

Tuza bastım yaramı
Aşkla açtım aramı
Sensiz son sigaramı
Yaktım yaktım ağladım.

AHMET SELÇUK İLKAN

***

AHMET ABİ

Biz böyle olacak adam değildik Ahmet abi
Bu değildi hayattan beklediğimiz
Ne hayallerimiz vardı seninle
Gel gör ki beş para etmedi ümitlerimiz

Yıldırımlar düştü güvendiğimiz dağlara
Hep boş çıktı sarıldığımız eller
Hep taş çıktı inandığımız kalpler
Kaç kez sırtından vuruldu hayallerimiz
Kaç kez yıkılıp kaldık köşe başlarında
Kaç kez delik deşik oldu yüreğimiz
Görüyorsun ya Ahmet Abi
Görüyorsun ya
Bozuk para gibi harcandı gençliğimiz.

Kimbilir nerede senin o liseli
Kimbilir nerede benim o üniversiteli
Birimiz doktor olacaktık birimiz mühendis
Gel gör ki beş para etmedi ümitlerimiz

Oku adam ol derdin bana hatırlar mısn?
Oysa daha okumadan elimden aldılar kitaplarımı
Sayfa sayfa yırttılar umutlarımı...
İşte bu yüzden hala ıpıslak bakışlarım
İşte bu yüzden hala yumruk yumruk ellerim
İşte bu yüzden hep böyle çatıktır kaşlarım
Adam olamadımsa
Kendini adam sananlar utansın be Ahmet Abi!
Kendini adam sananlar utansın...

Bak bir türlü bitmedi hayat kavgamız
Hep başka bahara kaldı sevdamız
Kim vurduya gitti yarınlarımız
Yalan mı be Ahmet Abi? ..
Yalan mı be? ..

Sınırı olmayan bir dünya yok mu?
Kavgasız savaşsız bir hayat yok mu?
insanca yaşamak bu bize çok mu?
Konuşsana be Ahmet Abi..
Konuşsana be...

Elveda aşklara
Elveda yıllara
Bu nankör hayata
Yenildik be Ahmet Abi
Yenildik be...

İnsanın insanı ezdiği bu yerde
Bak bir ömür harcadık
Ve harcandık be Ahmet Abi
Harcandık be! ..
Ah Ahmet Abi ahh..

AHMET SELÇUK İLKAN

***
ALLAH KAHRETSİN


Bu böyle sürüp gitmeyecek biliyorum
Bir sabah bir dilencinin avuçlarına bırakacağım kendimi
Kim ne derse desin!
Tahammülüm kalmadı artık
Bıktım seni sensiz yaşamaktan
Nasılsa döneceğin yok senin
Çıldıracağım bu gidişle
Allah kahretsin! ..

Dünya ateşler içinde
Savaşlar almış başını gidiyor
Afrika'da insanlar açlıktan ölüyor
Bense bu gidişle sensizlikten öleceğim
Umurun da mı senin?
Kimbilir hangi cehennemdesin?
Allah kahretsin! ..

Hangi masaya otursam
Senin sevdiğin içkiyi koyuyorlar önüme
Vazomda hep senin sevdiğin çiçekler
Ve dudaklarımda hep senin sevdiğin şarkılar
Senin doğumgünlerini kutluyorum senden habersiz
Ve her sabah dualar ediyorum mutluluğun için
Ne yapsam, ne etsem, nereye gitsem
Ecel gibi peşimdesin
Allah kahretsin! ..

Dün birine rastladım aynı sokakta
Saçları sen, gözleri sen
Koştum heyecanla peşinden
Ve hayatımda ilk defa bir tokat yedim
Senin yüzünden...

İşte böyle bir sevda benimkisi
Bu zamanda, bu devirde
Haklısın adam olacağım yok benim
En güzeli artık son vermek bu hayata
En korkunç uçurumlardan bırakmak kendimi
Ya da en yüksek tepelerden
En uçsuz bucaksız denizlere bırakmak bedenimi
Ama içimde sen varsın
Ya sana bir şey olursa?
Allah kahretsin!

AHMET SELÇUK İLKAN

***

Bir yanda ülke gündeminin baş döndüren hızına, bir yandan bulunduğumuz ılıman iklime sahip bölgemizde soğuk ve karlı geçen bu kışa rağmen içinizde hoş duygular uyandıracak şiirler seçtiğimi umuyorum. Bu haftalıkta bu kadar. Güzel bir hafta sonu geçirmenizi diliyorum.



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 19.02.2012


ATATÜRK CUMHURİYETİ 3

Dizi yazımızın bundan önceki bölümünü KİT’lerin yabancı şirketlere satışı konusunda duyduğum korkulardan dolayı şöyle bitirmiştim: “Bunların bazıları önemsiz gibi görülsede öyleleri varki yaşamsal öneme sahiptir. Gelecekte ülkemizin ekonomik, siyasi ve üniter, sözün kısası bağımsız yapısına çok önemli etkilerini yaşarsak hep beraber göreceğiz.” 

Yabancı Şirketlere Satılanlar Listemize kaldığımız yerden devam edelim.

77- TÜPRAŞ 2 adet taşınmaz,
78- TDI 1 Adet Taşınmaz,
79- SEKA 5 Adet taşınmaz,
80- KÖY HİZMETLERİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ (Tasfiye Edildi),
81- SSK Hastaneleri (Tasfiye Edildi),
82- SSK Eczaneleri (Tasfiye Edildi),
82- SEKA Kocaeli Fabrikası ve arsası
83-Sümer Holding Sarıkamış İsletmesi,
84-Sümer Holding Sivas Dokuma Fabrikası,
85- Sümer Holding Manisa Pam. Men. A:S,
86- Sümer Holding Makine Ve Teçhizat,
87- Sümer Holding 32 Adet Taşınmaz,
88- TÜGSAS Samsun Gübre Sanayi A.S,
89- Tekel 5 Adet Taşınmaz,
90- Araç Muayene İstasyonları 1. Bölge,
91- DSI ERCIYES Sosyal Tesisi,
92-Bayındırlık Ve İskan Bakanlığı ERCIYES Sosyal Tesisi,
93- Karayolları ERCIYES Sosyal Tesisi,
94-TEKEL Sigara Fabrikaları,
95-Sümer Holding Bergama Pamuk İpliği Fabrikası,
96-TEKEL Sigara Fabrikalarına Ait Taşınmazlar,.
97-TEKEL Puro Fabrikaları,
98-TEKEL Alkol İsletmelerine Ait Taşınmazlar,
99- Tercan Ayakkabı İsletmesi,
100-TCDD Mersin Limanı,
101-Adapazarı Şeker Fabrikası,
102-Ereğli Demir Çelik Fabrikası,
103-İskenderun Demir Çelik Fabrikası,
104-Ereğli Limanı,
105- İskenderun Limanı,
106-Yarımca Limanı,
107- Yarımca Porselen Fabrikası,
108- Romanya’daki Silisli Sac Fabrikası,
109- Divriği Demir Madeni,
110- Hekimhan Demir Madeni,
111- Kırıkkale Çelik Çekme Boru Fabrikasi,
112- BORÇELIK,
113-TÜPRAS,
114- PETKIM,
115- TÜRK TELEKOM,
116- KIBRIS TÜRK HAVA YOLLARI,
117- TÜGSAS Toros Gübre Fabrikası,
118- TÜGSAS Tekirdağ, Tarsus, Fatsa Depoları,
119- Seydişehir Eti Alüminyum A.S,.
120- OYMAPINAR BARAJI,
121- ETI Alüminyum’a Ait Madenler,
122- Emekli Sandığı Ankara Emek İşhanı,
123- Emekli Sandığı İstanbul Hilton Oteli. 

Bu listede olan ve bu listenin dışında kalan bazı şirketler kimlerin oldu görelim.

Türk Telekom Lübnan’lıArap’ın, Telsim İngiliz’in, Kuşadası Limanı İsrailli’nin, İzmir Limanı Hong Konglu’nun, Araç muayene işi Alman’ın, Başak Sigorta Fransız’ın, Adabank Kuveytli’nin, İETT Garajı Dubaili’nin, Avea Lübnanlı’nın, Pektimi Kazak’a sattık, dediler, Ermeni olduğu ortaya çıktı. Ermeni Fransız Alman diye ayırmam, fanatik yabancı daha doğrusu Ermeni düşmanı değilim. Sadece bireyi olmaktan gurur duyduğum Türklüğün çıkarlarının savunucusuyum. Devam edelim.

Rakı Amerikalı’nın, Finansbank Yunanlı’nın, Oyakbank Hollandalı’nın, Denizbank Belçikalı’nın, Türkiye Finans Kuveytli’nin, TEB Fransız’ın, Cbank İsrailli’nin, MNG Bank Lübnanlı’nın, Alternatif Bank Yunanlı’nın (hemde müflis yunanlının), Dışbank Hollandalı’nın, Şekerbank Kazak’ın,

Yapı Kredi’nin yarısı İtalyan’ın, Turkcell’in yarısı Finli’nin Rus’un, Beymen’in yarısı Amerikalı’nın, Enerjisa’nın yarısı Avusturyalı’nın, Garanti’nin yarısı Amerikalı’nın, Eczacıbaşı İlaç Çek’in, İzocam Fransız’ın, TGRT(Fox) Amerikalı’nın, Demirdöküm Alman’ın, Döktaş Fransız’ın.

Rahmetli Özal’lı ANAP iktidarının zamanında dillendirilip, gerçekleştirmeye fırsat bulunamayan hukuksal, siyasal alt yapı değişikliği AKP eliyle gerçekleştirilerek ekonomik tasfiyeden sonra hukuki tasfiyede yapılmak istenmektedir. Özelleştirmeyle gelen 30 milyar gelirlere Katar’dan geldiği söylenen 30 milyar dolar sıcak paranın eklenmesiyle ülkenin bayındır hale getirilmesi bir gelişme olarak sunuluyor. Gelişmenin imalat sanayideki üretimle ölçülmesi gerektiğini herhalde bilmeyen yok. Burada elle tutulur bir gelişme olmadan elde edilen mirasyedi tesellisinden başka bir şey değildir.

Bu tablonun üstüne Necati Doğru’nun şu yazdıklarını koyalım. Manzara tamamlanacaktır.

***

“Türkiye’deki şu tabloya bakın:
Fen fakültesi mezunları işsiz. Matematik mezunları işsiz. Kimya mühendisleri işsiz. Su ürünleri mühendisleri işsiz. Biyoloji mezunları işsiz. Ziraat mühendisleri işsiz. Eczacılık mezunları işsiz. Orman mühendisleri işsiz. Veterinerler işsiz. Öğretmenler işsiz. İktisat mezunları işsiz. Gazetecilik mezunları işsiz. (...)”
...

“Yine araştırma sonuçlarını yazıyorum. Şu içler acısı tabloya bakın:
Fen mezunları memur olmak istiyor. Matematik mezunları memur olmak istiyor. Kimya mezunları memur olmak istiyor. Biyoloji mezunları memur olmak istiyor.

Gençler, liseden sonra 4 yıl fakülte bitirip; fen, matematik, fizik, biyoloji, mühendislik okuduktan sonra  “devlete memur olmak”  için pedegoji sertifikası da alıp, lisede- orta öğretimde öğretmenliğe bile razı oluyorlar. Çünkü bu gençler; iktidarın 10 yıldan beri uyguladığı  “büyük cari açığa dayalı sıcak para beslemeli, eldeki devlet mallarını özelleştirmeyle satan ve yüksek faiz yoluyla dışarıya gelir transfer eden”  ucuzcu-kolaycı- dışa bağımlı ekonomik politikası yüzünden çalışabilecekleri doğrudan teknoloji, araştırma ve hizmet şirketleri bulamıyorlar.

Ülke ithalatla büyüyor. Ülke teknoloji geliştiremiyor. Ülke bilgi üretemiyor. Ülkenin devleti ve özel sektörü; yeni teknolojileri ve yeni bilgileri dışarıdan alıyor. Araştırma yerde sürünüyor. Geliştirme dipte debeleniyor. Kopyacı bir sanayi oluştu. Montajcı bir yapı kökleşti.
Yine araştırma sonuçlarını yazıyorum. Şu perişan işgücü verilerine bakın:

15-24 yaş arasına gençlik diyoruz. Gençlerin sayısı 11.5 milyonu buluyor. Bunun 4 milyon 394 bini okuyor. Yani 11.5 milyon gencin sadece yüzde 38’i lise ve üniversite eğitimine devam ediyor. Kalanı yani 7 milyonu; eğitimini tamamlamadan işi bırakmış. 7 milyon gencin bir bölümü işsiz;  kahvelerde, sokaklarda, sağda-solda gençliklerini öğütüyorlar.”

***

Bankacılığı yabancı, haberleşmesi yabancı, sigortacılığı yabancı, üretimin önemli bölümü yabancı olan ülke ekonomisinde toprak mülkiyeti kanunları da yabancıların mülk edinmelerine uygun hale geldikten sonra, öteden beri eğitimde Özel ve Anadolu Kolejleri eliyle süren İngilizce öğretim modeliyle düşünce sistematiği de yabancılaştıktan sonra  geriye bir şey kalmıyor. Üstüne yargının rejime değilde iktidara bağımlı hale gelmesinide ekleyin. Bundan sonra bir tek hareket kalıyor; meclisi hükümetin onay merkezi haline getirmek! Atatürk Cumhuriyetinden bu durumda söz edebilir misiniz?


BİTTİ


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 17.02.2012


ATATÜRK CUMHURİYETİ 2

Bu yazı dizisiyle değişen Türkiye’nin değişme nedenlerini, değişirken özdeki kuruluş felsefesinden ne kadar uzaklaşıldığını göstermeyi amaçlıyorum. Son 30 yılın ekonomik faaliyetleri içinde yer tutan özelleştirme hareketinin neredeyse tamamını kapsayacak biçimde yabancı sermayeye satışı dikkat çekicidir. Bunun doğuracağı sonuçlar beni korkutuyor. Kaldığımız yerden devam edelim.

***

Türkiye’de 1980-2000 tarihleri arasında izin verilen Doğrudan Yabancı Sermaye (DYS) yatırımlarının yüzde 17’sini Fransa gerçekleştirerek birinci sırada yer alırken, diğer ülkeler sırasıyla Hollanda yüzde 14, Almanya yüzde 13, ABD yüzde 12, İngiltere yüzde 8, İsviçre yüzde 7, İtalya yüzde 6 ve Japonya yüzde 6’lık bir paya sahiptir. Sözü edilen sekiz ülke yabancı sermaye yatırımlarının yüzde 83’ünü gerçekleştirirken, diğer ülkeler ancak yüzde 17’lik payın sahibi olmuşlardır.
Ne demek istediğimi anlatabilmek için AKP döneminde özeleştirilip (içlerinde istisnai durumlar olsa da) yabancı şirketlere satılan ulusal varlıklarımızı şöyle bir hatırlayalım.


1-TAKSAN,
2-GERKONSAN,
3-SEKA Afyon İsletmesi ,
4- SEKA Balikesir İsletmesi,
5- SEKA Çaycuma İsletmesi,
6- SEKA Kastamonu İsletmesi,
7- SEKA Aksu İsletmesi,
8- SEKA Taş ucu Tersane Alanı,
9- SEKA’ya ait 4 taşınmaz,
10- TZD Sakarya İsletmesi,
11- THY USAS,
12- TDI Trabzon Limanı,
13- TDI Dikili Limanı,
14- TDI Kuşadası Limanı,
15- Sümer Holding’e Ait Merinos Hali Fabrikası,
16- SÜMER HOLDING’E Ait ERYAG,
17- SÜMER HOLDING’E Ait Adıyaman İsletmesi,
18- SÜMER HOLDING’e ait 117 adet taşınmaz,
19- KBI’ye ait 103 arsa, 89 lojman,
20- EBÜAS-MEYBUZ,
21- EBÜAS’a ait 54 taşınmaz,
22- TEKEL Kaya Tuz,
23- TEKEL’e ait 30 taşınmaz,
24- ESGAZ,
25- BURSAGAZ,
26- ETI BAKIR,
27- ETI GÜMÜS,
28- ETI KROM,
29- ETI ELEKTROMETALURJI A.S,
30- Çayeli Bakir İsletmeleri A.S,
31- KBI Samsun İsletmesi,
32- KBI 65 adet taşınmaz,
33-DIV-HAN A.S,
34- Amasya Şeker Fabrikası,
35- Kütahya Şeker Fabrikası,
36- SÜMER HOLDING’e ait TÜMOSAN,
37- SÜMER HOLDING Malatya İsletmesi,
38- SÜMER HOLDING Bakırköy İsletmesi,
39- SÜMER HOLDING Diyarbakır İsletmesi,
40- SÜMER HOLDING Çanakkale Deri İsletmesi,
41- SÜMER HOLDING’E Ait 108 Adet Taşınmaz,
42- SÜMER HOLDING Ortadoğu Teknopark A.S,
43- SEKA Karacasu İşletmesi,
44- SEKA Ankara Alım Satım Binası Müdürlüğü,
45- SEKA Ardanuç İşletmesi Varlıkları,
46- TÜGSAŞ,
47- TÜGSAŞ Gemlik Gübre San. TAS,
48- TÜGSAŞ-İGSAŞ HİSSELERİ % 100,
49- TÜGSAŞ Urfa Depoları arazisi,
50- TÜGSAŞ’a ait 23 taşınmaz,
51- IGSAŞ Kütahya Gübre Varlıkları ,
52- TEKEL Alkolü İçkiler San. A.S,
53- TEKEL’e ait 60 adet taşınmaz,
54- TEKEL İnegöl Kibrit Fabrikası T.A.S,
55- TEKEL Gemlik Sun.Ip.Mües. T.A.S,
56- TEKEL Tuzluca Tuzlası,
57- TEKEL Sekili Tuzlası,
58- EBÜAS Samsun Soğuk Hava Deposu
59- EBÜAS Manisa Kombinası,
60- EBÜAS Manisa Arsası,
61- EBÜAS’a ait 101 adet Taşınmaz,
62- TDI ANKARA FERIBOTU,
63- TDI Samsun Feribotu,
64- PETKIM 2adet taşınmaz,
65- TEDAS 1 arsa, 1 adet trafo binası,
66- TEDAS 1 adet taşınmaz,
67- ATAKÖY Turizm A:S,
68- ATAKÖY Otelcilik A:S,
69- ATAKÖY Marina Ve Yat İsletmesi,
70- SÜMER HOLDING Beykoz İsletmesi,
71- SÜMER HOLDING İstanbul İmar LTD.STI,
72- SÜMER HOLDING 2 adet Taşınmaz,
73- TDI Karadeniz Gemisi,
74- TEKEL Kristal Tuz Rafinerisi,
75- TEKEL Kağızman Tuzlası,
76- TEKEL’e ait 49 adet taşınmaz,

Yabancı Şirketlere Satılanlar Listemize gelecek yazıda yer vermeye devam edeceğim. Bunların bazıları önemsiz gibi görülsede öyleleri varki yaşamsal öneme sahiptir. Gelecekte ülkemizin ekonomik, siyasi ve üniter, sözün kısası bağımsız yapısına çok önemli etkilerini yaşarsak hep beraber göreceğiz. 


DEVAM EDECEK


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 15.02.2012 

14 Şubat 2012 Salı

ATATÜRK CUMHURİYETİ 1

Osmanlı imparatorluğu azametli yapısı nedeniyle değişme gereği duymadı. Mülkiyet yapısının ciddi bir sermaye birikimine el vermemesi değişimi isteyecek kitlelerin oluşmasının önünü tıkadı. Bu nedenle Osmanlı’nın küçük el sanatlarının dışında da bir sınaii yoktu. Böyle bir üretim tipinde sınıflar arası geçiş kaygan zeminde olduğu için Türk burjuvasi doğmadı. Burjuvazi doğmadan cumhuriyet kuruldu. Atatürk, öncülüğü bu yüzden devlete verirken cumhuriyeti yaşatacak sermaye sınıfının yani burjuvazinin yaratılmasına özen gösterdi.

Türkiye Cumhuriyeti Atatürk sonrasında askerlerin vesayetine terkedildi. Askerlerde Atatürk’ün ölümünden sonra girilen Amerikan güdümündeki Natoya...

(kapitalizm ve komünizmin böldüğü iki kutuplu dünya düzeninde oluşan şartlar  Nato’ya girmemiz gerektirmiştir, bunu unutmuş değilim. Fakat aslanlarla aynı kafese girenlerin paralanma tehlikesi içinde olacağı gün gibi açık. Nitekim komünizm tehlikesi bitince “Yeni Dünya Düzeni” adı altında ülkelere yeni biçimler vermeye karar verildiğinde ülkemizi unutacak ve es geçecek değillerdi. İktidardan muhalefete, ekonomiden hukuka yaşadığımız hep bu niyetin eseridir.)

Palas pandıras yaratılan sermaye sınıfı burjuva kültürüne sahip olamadığı için, iktidarların iki dudağından çıkacak söze baktı. DP iktidarının kendisine neler çektirdiğini Vehbi Koç hatıralarında yazmıştır.

Burjuva kültürü olmadan diğer sınıflarda doğmadı. Doğanlarda askeri darbelerle boğdurulduğu için rejimi koruyacak güçler yok edilerek 2002 seçimlerine gidildi.

Seçimi kazanan AKP nihai hedefte karşısına alacağı vasinin elini zayıflatmak amacıyla Avrupa birliğine girme mücadelesi masalıyla liberal görüşlü aydınları kandırdı. Şimdi o liberal görüşlü yazarlardan biri olan Mehmet Altan yazdığı gazeteden kovulunca “AKP rövanş alma mücadelesi veriyor” demedi mi?

Aslında Türkiye’de merkez sağ partiler bile cumhuriyeti dönüştürme amacını sürekli gütmüşlerdi. 1980 yılının 24 ocağında alınan kararlar bunun mihenk taşıdır. Seçim sonucunda Askeri yönetimden iktidarı alan ANAP’la birlikte özelleştirme hareketinden tutun yerel yönetimlerinin güçlendirilmesine kadar cumhuriyetin yapısında köklü değişimlerin olacağı sözü edilmeye başlanmıştı.   

İlk olarak bilinen mali kararlar alındı. Böylelikle özelleştirme hareketi başlamış oldu. 1986 yılından 2002 yılına kadar bir çok kamu kuruluşu birkaç iktidar eliyle özelleştirilirken 2002 ile 2009 yılı arasındaki özelleştirmeler sadece AKP iktidarına aittir. Bu dönemde daha çok yabancı şirketlere yapılan satışlarla özeleştirmeler gerçekleşmiştir.

Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Coğrafya Bölümü öğretim görevlileri Nuri YAVAN ve Hamdi KARA’nın birlikte yürüttükleri “TÜRKİYE’DE DOĞRUDAN YABANCI SERMAYE YATIRIMLARI VE BÖLGESEL DAĞILIŞI 1” adlı çalışmalarından şu satırlara bir göz gezdirelim.

1980 sonrası izlenen ve uluslar arası kuruluşların da (IMF ve Dünya Bankası) geniş desteğini
kazanan ekonomik politikalar ile bunların bir parçası olan yasal düzenlemeler, yabancı sermaye girişine hız kazandırmıştır. Özellikle 1983 yılından sonra Özal hükümetinin iş başı yapmasıyla 1986’da yabancı sermaye ile ilgili önemli kararlar alması, Türkiye’de hem izin verilen yabancı sermaye miktarını, hem de fiilî girişleri önemli düzeyde artırmıştır. Nitekim 1980’de 97 milyon dolar olan izin verilen yabancı sermaye, 1988’de yaklaşık 1 milyar dolara, 1993’de ise 2 milyar dolara yükselirken, fiilî girişlerin aynı yıllarda 35 milyon dolardan, 354 milyon dolara ve daha sonra da 746 milyon dolara çıktığı görülmektedir.

Türkiye’de yabancı sermaye yatırımlarının sektörlere göre dağılımı incelendiği zaman, 1980
yılında yapılan yatırımların yüzde 87’den fazlası imalat sanayine yapılırken, 2001 yılında imalat sanayinin payı yüzde 34’e düşmüş, hizmet sektörünün payı yüzde 12’den yüzde 57’ye yükselmiştir


Türkiye’de izin verilen Doğrudan Yabancı Sermaye yatırımlarının ülke gruplarına göre dağılımı incelendiği zaman, gelen sermayenin yaklaşık yüzde 90’ı geleneksel olarak OECD ülkelerine aittir.

1980 sonrası dünyada sermaye ihracında gelişmekte olan ülkelerin payının artması, Türkiye’ye de yansımış ve diğer ülkelerin payı ortalama  yüzde 10’ları aşan seviyelere yükselmiştir. 2001 yılı sonunda Doğrudan Yabancı Sermaye  yatırımlarının yüzde 86’sını OECD ülkelerinin, bunların içinde de AB ülkelerinin yaptığı görülmektedir.

İslâm ülkelerinin payı yüzde 2,8, diğer ülkelerin payı ise yüzde 11,2’dir.


DEVAM EDECEK



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 13.02.2012

KUŞKUCU AKILLILAR, KENDİNDEN EMİN CAHİLLER

ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE

Bizim toplumumuzda bilmemeye cahilliğe övgü çok yapılmıştır. Cahilin ve cahilliğin baş tacı edildiğini sıklıkla görürüz. Bilmek ve bildiğini sunmak pek hoş karşılanmaz. Bilgi edinmek uğraş isteyen bir iştir, kimse yorulmak istemez. İnsanlar hep kolayına kaçar. Sohbetlerle bilgi edinirler, sohbet bilgileriyle geliştiklerini sanırlar. Oysa sohbetler gelip geçici olduğu için baş vurulacak kaynak değildir. Sohbet, bir çok yolla (kitap, cd, sinema, tiyatro v.b) bilgi edinmeyi kışkırtırsa yararlı olur, yoksa unutulmaya mahkûmdur. Geçenlerde ülkemiz nüfusunun yüzde 75’inin hiç kitap okumadığını, kalan yüzde 25’in yüzde 65’inin, düzenli gazete bile okumadığını okuyunca şaşırmadım. Kısacası ülkemiz kültürüne katkısı olanların sayısı kültür alanla orantılı olduğu için ortaya dikkat çekici bir eser çıkmamaktadır. Kitap okuma oranı Azerbaycan’da nüfusun yüzde 85’i olduğu düşünülürse Türk dünyası içinde bizim perişanlığımız ortaya çıkar.

Cahil, bilenden daha cesurdur. Çamlar devirir fakat kendinden emin tavırla bunu umursamaz bile. Bu durumu açıklayan iki doktorun adıyla anılan “Dunning-Kruger sendromu” adında bir tanım var.

Bir televizyon programında çok şaşırarak izlediğiniz konuşmacı görmüşsünüzdür. Sığlığı o derecededir ki, hazır bilgiden başka türlü bilgi kullanamaz, bilgiyi derinlemesine işleyemez. Fakat duruşları cesaret abidesi gibi vakur, çok bilgiliymiş gibi kendinden emindir. Bir iş yerinde etkili görevlerde bulunan muhteris yetersizler kadar tehlikelisi yoktur. Onlarda genellikle cahil cesaretlilerin arasından çıkar. Fakat ‘cahillik ve haddini bilmeme’ durumu mesleki bakımdan bir itici güç oluşturur.

‘Eksiler’ kariyer açısından ‘artıya’ dönüşür.
 Sonuçta, ‘yetersiz muhterisler’ her zaman ve her yerde daha hızlı yükselirler...
 
Justin Kruger ve David Dunning adlı ABD’li iki psikiyatri uzmanı, 10 yıl kadar önce bir teori ortaya attı:
“Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır.”

Bunun üstüne araştırmalar yapıldı. Fizyolojik ve zihinsel alanda yapılan çeşitli uygulamaların sonucunda şu bulgulara ulaşıldı:

“Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.”
“Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.”
“Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.”
“Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.”

Cornell Üniversitesinde yapılan test sonrasında, testin “Nasıl geçti?” sorusuna öğrencilerden cevap istenmiş. Soruların yüzde 10’una bile yanıt veremeyenlerin “kendilerine güvenleri” müthiş. Onların “testin yüzde 60’ına doğru yanıt verdiklerini” düşündükleri; hatta “iyi günlerinde olmaları halinde yüzde 70 başarıya bile ulaşabileceklerine inandıkları” ortaya çıktı

Soruların yüzde 90’ından fazlasını doğru yanıtlayanlar ise “en alçakgönüllü” deneklerdi; soruların yüzde 70’ine doğru yanıt verdiklerini düşünüyorlardı.

“İşinde çok iyi olduğuna” yürekten inanan ‘yetersiz’ kişi, kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve aslında yapamayacağı işlere talip olmaktan hiçbir rahatsızlık duymaz! Aksine her şeyin hakkı olduğunu düşünür!

Bu sonuçlar elde edildiğinde “Dunning-Kruger Sendromu” tıp literatürüne girmiş oldu.

Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar çalışma hayatında ‘fazla alçakgönüllü’ davranarak öne çıkmaz, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmaz, değerlerinin farkına varılmasını beklerler...bekledikleri değeri görme konusunda zaman uzadıkça kırılır, küserek kendi içlerine çekilirler. Muhtemelen üstleri tarafından da ‘ihtiras eksikliği’ ile suçlanırlar...”

Ünlü İngiliz düşünürü Bertrand Russel’in bu konudaki sözüyle bitiriyorum:

“Dünyanın sorunu, akıllılar hep kuşku içindeyken aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır.”

  
Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 10.02.2012

TAŞI GEDİĞİNE KOYMAK

ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE

Ermeni katliamının olmadığını söylemenin bile  suç sayılması için çıkarılan yasayı oylayan Fransa gündemimizden çok çabuk düştü. Az kızmadık, az gürlemedik hani. Fransızların bir kısmı sakin olmamızı, yasa tasarısının son kertede reddedileceğini söylüyorlar, diğer kısmı Türkler böyle “havlarlar” ama ısırmazlar, onlar kuru gürültücüdür diyorlardı. Toplum olarak nerdeyse bir koşu Fransa’yı küçük bir ameliyat edecektik. Hem cumhur başkanımız Fransa cumhur başkanını 3 kez aramış fakat zat-ı âlileri (!) 3 kez telefonu açmayarak gururumuzu incitmişti.

Tamda bu sırada efsane sanatçımız Barış Manço aklıma geldi.     

Barış Manço Fransa’da bir televizyon kanalının canlı yayınına konuk olarak katılmıştı. Küstah bir spiker Barış Manço’yla  dalga geçmeye çalışıyordu. Sürekli, “İşte Türk, yani barbar, vahşi vs...”  diyordu.

Bu densiz spikerin kötü tavrının uzaması üzerine Barış Manço spikere
“Yanınızda kâğıt para var mı?” diye sorar!
Bu soruya spiker şaşkınlıkla ne olacağını anlamadan,
“Evet var ama ne olacak ki” der.
Barış Manço ısrar edince spiker cebindeki kâğıt paraları çıkartır.
Bu olaydan az önce Barış Manço canlı yayında “Anahtar” adlı şarkısını söylemiştir. Bu şarkının bir bölümü şöyledir:

“Beş Akif - bir Saat Kulesi,
İki Kule - bir Fatih,
Beş Fatih - bir Mevlana,
İki Mevlana - bir Sinan”

(Barış Manço / Anahtar şarkısı / Darısı Başınıza Albümü / 1992).

Bu şarkı bir matematik sorusudur ve şarkıda adı geçen kişiler o dönemdeki Türk parası olan banknotların arkasında fotoğrafı olan kişilerdir...

Barış Manço spikere sorar:
“Bu paranızda fotoğrafı olan kişi kim?”
Spiker: “General .”

Barış Manço diğer paralardaki fotoğrafları olan kişileri de sorar, spikerin verdiği cevaplar hep aynıdır,
“General, Amiral, Komutan” Spikerin bu “falanca General, falanca Amiral, falanca Komutan” cevabından sonra, bu sefer de Barış Manço cebinden Türk paralarını çıkarır...

Barış Manço der ki:
Bu parada fotoğrafı olan kişi Mehmet Akif Ersoy’dur. Şairdir...
Bu fotoğraftaki kişi Mevlana’dır. Düşünürdür...
Bu paradaki fotoğrafı olan kişi Fatih Sultan Mehmet’dir. Adaletin sembolüdür...
Bu paradaki kişiyse Atatürk’tür. “Yurtta barış, dünyada barış” diyen kişidir. Bizim paralarımız bunlar. Biz Türkler ince ruhlu, kibar, medeni insanlar olduğumuz için paralarımızın arkasına şairlerimizin, düşünürlerimizin, bilim adamalarımızın fotoğraflarını bastık. Siz Fransızlar kendiniz barbar, vahşi olduğunuz için paralarınızın arkasına hep savaş adamlarının fotoğraflarını basmışsınız!” der...

Barış Manço’nun bu müthiş cevabından sonra televizyon yöneticileri Canlı yayını keserler ve spikeri yayından alırlar, başka bir spiker yerine gelir ve canlı yayın yeniden başlar, yeni spiker Barış Manço’dan ve Türklerden özür diler.

Eskilerin “Taşı Gediğine Koymak” dedikleri şey budur. Yani yerinde uygun ve tam zamanında donanımlı, bilerek söz söylemek ve konuşmak.. zekâ sahibi ince adamlar kavga etmeden sakin ve soğuk kanlılıkla çarpıcı örnekler vererek sözleriyle karşısındakini döverlerdi. Böyle adamların ne çok özlemini çekiyoruz. Esen, gürleyen kara cahil o kadar çok insanımız var ki, sonuçta uluslar arası her alanda kaba hakaretlere maruz kalıyoruz. Lâfı gediğine koyan ince zeki ve bilgili adam yetiştiren okulda yok ne yazık ki.




Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com



BİR FARKIMIZ OLMALI

Ana-baba olmak sorumluluk isteyen bir konu. Bilge anam insanın ana-baba olmasının çocuk sahibi olmakla sınırlanmaması gerektiğini, insan yetiştirmenin zor bir şey olduğunu ve bunun diğer canlılarda olmadığını vurgulamak için “kedi köpekte anne oluyor” der. Elbette “dağına göre kar” diyerek durumu özetler.

İnsan sorumluluk alırda diğer türlerdeki canlılar almaz mı? Alır elbette. Fakat ikinci batında doğanlarla ilgilenirken önceki batında doğan yavru çoktan yuvadan çıkmış ana-baba evlât ilişkisi bitmiştir. İnsanda durum böyle değil. Toplumdan topluma farklılık gösterse bile özde, duygusal boyutta ana-baba evlât ilişkisi ömürlerinin sonuna kadar sürer gider. Evlâdın yaşı ne olursa olsun, ana-baba için o minik bir yavru kadar korunulası, sevilesi bir varlıktır. Yaşlanan ana-babalara bakın artık kendilerinin korunulası, sevilesi durumda olduğunu unuttuklarını, evlâtlarına küçüklüklerindeki gibi şefkatle baktıklarını görürsünüz. Her ne kadar; “ben yaşlandım bile anne, baba bu sene kızı evlendiriyorum yahu” deseniz de durum böyle. Onların gözünde böyleyiz, bu değişmez ve değiştirilemez bir gerçek.

Bilge anam herkes ana olamaz manasıyla ne demişti; “kedi köpekte anne oluyor!” Geçtiğimiz hafta gazetelere manşet olan bir olay bu sözü doğruluyordu. Hatta kedi ve köpekler bu olaydan haberdar olsa, olaya adı karışan ana-babaya “türlerine” kötü örnek oluyorlar diye dava açabilirlerdi. Haftanın son iki günü gazetelerde ‘Utanç’, ‘Sözleşmeli sapık’, ‘Utanç vesikası’, ‘Sözleşmeyle kızını sattı’, ‘Kölelik sözleşmesi’, ‘Utanç belgesi’ başlığıyla verilen haberi hatırlarsınız.  Sivaslı bir baba 6 yıl önce Antalya’da inşaat malzemeleri satan bir işyerinde çalışan oğlunun, eşinden ayrılan 4 çocuk babası, 54 yaşındaki patronuna 12 yaşındaki kızını aralarında yaptıkları yazılı sözleşmeyle 5,000 liraya satmıştı. Olayın nasıl geliştiğini gazetelerden okumuş, televizyon sabah haberlerinde dinlemiş olmalısınız. Biliyorsunuz 54 yaşındaki adam 12 yaşındaki kıza tecavüz etmişti?

Küçük kızın rehber öğretmeninin ortaya çıkardığı bu olay polise bildirilmiş, polis tarafından konu savcılığa aktarılmış, savcılık soruşturmayı 2006 yılında başlatmış, davanın ilk celsesi ancak 2012 yılında yapılabilmiştir. Cinsel saldırı ve çocukların cinsel istismarı suçları, tutuklamayı gerektiren suçlar olarak belirtilmiştir. Bu açık düzenlemeye rağmen mahkeme “küçük yaştaki kıza tecavüz eden adam olarak yargılanan” sanığın tutuksuz yargılanmasına karar vermişti. Ayrıca babanın yaptığı insan satma işi kanunlarımıza göre bir suçtur. Baba hakkında açılmış bir dava yoktur.

Daha birkaç ay önce gene tecavüz olayıyla gündemimiz meşgul olmuştu. Mardin’de, bir kız çocuğuna tecavüz eden 26 sanığın yargılandığı davada mahkemenin verdiği karar ve Yargıtay’ın yerel mahkeme kararını incelerken oluşturduğu gerekçe toplumda büyük tepki toplamıştı. “N.Ç davası” diye birkaç gün medyada tartışma konusu yapıldı ama haber değerini kaybettikten sonra da unutuldu. Her biri yörenin sakinlerince tanındığı bu 26 kişi de tutuksuz yargılandığı bu davada suçsuz bulunmuştu.

Burdada “N.Ç” yi 26 kişiyle buluşturan annesiydi.

1950’lerin 1960’ların uzak doğu ülkelerine benzemeye başladık. İkinci dünya savaşı ertesinde Amerika’nın Kore ve Vietnam savaşı sırasında bozulan sosyal yapı sonucunda, anne babalar ülkelerinin geleceğinin olmadığı gerekçesi ve bu ortamdan kurtulsunlar düşüncesiyle kızlarını 100 dolara yabancılara satıyorlardı.

Bu iki olayın hangi boyutunu ele alsanız elinizde kalır. Yargı da içinde olmak üzere bu konunun birkaç boyutu var. İyisi mi, dallanıp budaklandırmadan başlangıç konumuza dönelim.   

Herkes ana-baba olmalı mıdır diye sormak gerek. Ve şu soruyuda eklemeli; herkes ana-baba olabilir mi? Aklıma anamın o meşhur sözü geliyor ; “kedi köpekte anne oluyor’!”  Bir farkımız olmalı.




Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 06.02.2012

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 110

Merhaba sevgili okurlar. Bugün sizlere şairimiz Yılmaz Odabaşı’nın şiirlerinden seçtiklerimi sunacağım. Şairimiz 1961 yılında Diyarbakır’da doğdu. İlköğretimini doğduğu kentimiz Diyarbakır’ın Erdil ilçesiyle birlikte, Ankara, Kayseri ve Gaziantep’te; ortaöğretimini de Diyarbakır’da Diyarbakır Lisesi’nde tamamladı. Ardından Tabela ressamlığı, otobüs şirketinde yazıhane katipliği, ilaç firmalarında tıbbi mümessillik ve kitapçılık gibi birbiriyle ilintisiz, fakat edebi yönünü kuşkusuz çokça besleyecek mesleklerde çalıştı. 1985-93 yılları arasında Diyarbakır’da 8 yıl gazetecilik yaptı. 81yılından bugüne o kadar çok dergi ve gazetede şiir ve şiir konulu yazıları yayınlandı ki, bunları saymakla bitiremeyiz. İşte onlardan büyükçe bir liste:  

Yeni Olgu, Oluşum, Edebiyat 81, Yamaç, Yarın, Nitelik, Dönem Sanat Rehberi, Gökyüzü, Yugoslavya’da yayınlanan Tan ve Birlik Gazeteleri ile Çevren dergisi, Yeni Düşün, Broy, Parantez, Çağdaş Türk Dili, Temmuz, Cumhuriyet Dergi, Yazılı Günler, Yeni Yaprak, Varlık, Kedi Şiir, İnsan, Evrensel Kültür, İblis, Şairin Atölyesi, Gösteri, Edebiyat ve Eleştiri, İzlek ve Yine Hişt.

Şairimizin bir kitabı Almanya’nın Köln şehrinde, başka bir kitabı da Irak’ın Dohuk kentinde yayınlandı. Bir çok şiiri değişik dillere çevrildi. 1987 yılında Temmuz dergisinin okur oylarıyla düzenlediği yarışmada birincilik ödülünü aldı ve yılın en beğenilen şairi seçildi. 1989 Tayad Şiir yarışmasında ikincilik, 1990 Cahit Sıtkı Tarancı şiir ödülü, 1992 Petrol-İş Sendikası IV. şiir yarışmasında ikincilik ödülleri aldı. Bir çok şiiri yerli ve yabancı guruplarca ve Onur Akın tarafından bestelendi.
1985 yılında ilk şiir kitabı yayımlanan Odabaşı’nın 9 şiir kitabi vardır. 
 ...

AKŞAMDIR

I
suları
boğdu
dalgalar
...
ses hoyrat
sevinç yılgın
şakaklarım sonbahar

II

“muhbiri çoğalmış sevdanın”
yapışmış tenime ter
elime kir
sessizliğin ortasında bir deli rüzgar

akşamdır
avuçlarında marmara’nın

akşamdır
şiire karıştı sular
sularda çoğalır sevdalar

ellerim ah! ellerim
nasıl
anlatsam
gece
gece kokuyor çocuklar

YILMAZ ODABAŞI

***

AŞK BİZE KÜSTÜ

I
biz bu kentlere sığdık da
bu kentler bize sığmadı âsiya
ve bir çığlık gibi günlerin çarmıhında
arttıkça yalnız, sustukça silik...

ay ışığı gölgeleri büyüttü
son kuşlar da vuruldular dağlarda
yakamozları söndü sahillerin, ışıkları evlerin
çağın vebalı gövdesinde
bir hayalet gibi gölgemizde yalnızlık

kaldık... kırık bardaklar gibi
içilmiş sulardan geride buruk bardaklar gibi...
II
düşler artık ölü çocuklar doğuruyorsa
sevgiler boğduruluyorsa kürtajlarda
ve daha eskimemiş tüfeklerle
ordusu bozguna uğramış askerler gibi kalıp
bozuk paralar gibi yuvarlanıyorsak kaldırımlarda
bir bedeli vardır elbet cennetini çaldırmanın
ömrünü piç bir bebek gibi
bırakmanın
bulvarlara
bozgunlara
ve yanlış yalan aşklara;
bir bedeli
bu kuşatmaların, ilkyazları kurşunlatmaların...

biz bu kentlere sığdık aslında
bu kentler bize sığmadı âsiya
ah son kuşlar da vuruldular dağlarda!
III
ay ışığı gölgeleri büyüttü
mutluluk oyununa geç kalan ölü kuşlarla geldim
geldim... kırık bardaklar gibi
içilmiş sulardan geride buruk bardaklar gibi

ve ömürlerimizde bin kasvetle upuzun
sefalet seferlerinin ayazı
belki de yalnız geçireceğiz artık kimbilir
batan gemiler gibi yiten aşklardan geride
kalan her kışı, güzü ve yazı

ay ışığı gölgeleri büyüttü
ayrılıklar eskidi... biz eskidik

aşk bize küstü âsiya...

IV
belki de uzun sürecek bu bozgunun saçağında
sen şarkılarını sesine yasla
ve bırak beni de usulca
bir apansız yalnızlığa!

ay ışığı gölgeleri büyüttü
büyüdü ölüm
ve biz küçüldük âsiya...

YILMAZ ODABAŞI

***

AŞKIN BİLANÇOSU

I
gidersin; yağmurlarda kırık kalır mızrabım
gidersin; ardından dilsiz bir ihanet gider

gidersin; her şey gider
gidersin; kalbimde bir tabur ayaklanır
ilgilenmez ordular, hükümetler

gidersin; ne rezil bir an’dır bu
yazdıkça silinen sözcükler gibidir hayat
gidersin; bir hazin dramdır bu

/kanmadım aynalara sana kandığım kadar
içimde bir boşluk sana yandığım kadar…/

II
bugün hasretin kırlarında dolaştım
senin adınla
aşkın adıyla
savrulup aktım o ırmaklardan;
ırmakları çöllerle
çölleri denizlerle
denizleri düşlerle buluşturdum
sustum kaldım sonra böyle günleri savuşturdum...

/ne ses ne nefes ne de bu rüzgâr bağışlar seni
simsiyah gecelerde budanırken ah ömrüm
dönüp sırtını giderken kimler karşılar seni?/

III
sen olmayınca sesin de yoktu, gözlerin de
bu yüzden odama resmini yaptım
söküp kalbimi yanına astım
sensiz kalan yılları da ben buruşturdum
kalbim hasretinde asılı kaldı
yetim kalmış anıları ben tokuşturdum…

IV
daha bu solgun günlerde aşk,
yaşanır
sözde!

kalp,
yitik bedende;
yağmur değil, sanki efkâr yağıyor kente
yağıyor ömrüme
senin yerine…

/kanmadım aynalara sana kandığım kadar
içimde bir boşluk sana yandığım kadar…/

YILMAZ ODABAŞI

***

BİR LİSELİ SİLUETİ

hayat hattında acemi tayfalardık
ne avunduk sevinç müsvetteleriyle
aşktan ikmale kaldık...

bak her sabah bağıran yeni sabaha
artık iklimler değişmiş, kuşlar da gitmiş
tenimde eski ateş, gözlerimde fer bitmiş

heybetli dağlar arasında
göğümde yıldız yitmiş...

sen
hala
anılarımın
en
beyaz
yanısın

sen buğulu bir camın ardından izlediğim hayatın
yarısısın
sen sağanakla gelen sabahlarda
çok eski bir şarkının adısın...

*
daha adamlar şehirlere otomobillerle
geceler anılarla birlikte gelir
siluetin giderek uzaklaşır, düşler de kilitlenir
efkarım bir yaralı ayrılıktan beslenir

(artık ne teneffüs zilleri çalar
ne otobüs duraklarında sabırsız bekleyişler var...)

*
kimse bilmez
yıllar yılı hep aynı beyazla gezmek nedendi
olsun!
Yirmi yıl seni özleyerek yaşlanmak da güzeldi...

Çünkü sen buğulu bir camın ardından izlediğim hayatın
yarısısın
sen sağanakla gelen sabahlarda çok eski
çok eski bir şarkının adısın...


YILMAZ ODABAŞI

***

BİR NEHRİN TÜKENİŞİ

hasretin kan çanağı gözlerinde oturuyorsun
seni soruyorum
hiçbir şey bilmiyorsun

hep bir çağlayan gibi senin sevdana aktım
sen ise sularını kaçıran bir nehir gibi uzaktın...

tükenişi bir aşkın
bir nehrin tükenişine benzer
ne deniz olabildin
ne nehir kalabildin...

kendin ol
kendin ol
sen buysan başkası ol!

buysan kederden öleceğim
başkası olursan da kimi seveceğim?

/ne diyarbakır anladı beni ne de sen
oysa ne çok sevdim ikinizi de bir bilsen.../

YILMAZ ODABAŞI

***

BİTME

bitme!bak,içtim,yürüdüm,kederlendim
denize girdim,üşüdüm,sana geldim

düş bitmeden sen bitme
bitmeden sevgi gitme

bitme!bak,koştum,savruldum,hep örselendim
cıgara ziftlendim,ille de seni sevdim
uzaklarda öyle çok kederlendim

günler bitmeden bitme
bitmeden hasret gitme

bu yangın geceler,bu intihar
gidersen paramparça yüreğimde ağıtlar
bu dolunay gecenin göğsünü yarar
benim göğsümde de sana geniş bir yer var

düş bitmeden sen bitme
bitmeden sevgi gitme...

YILMAZ ODABAŞI

***

EPİLOG ..

asolan hayattır
bir akvaryumda yazmak,
akvaryumda yaşamaktan
kolaydır;bu yüzden
her dize biraz eksik
her şiir biraz yalandır..

YILMAZ ODABAŞI

***

Kışın dondurucu etkisinden şiirin içimizi ısıtan sıcaklığına teslim olduk. Ne yazık ki her biten şey gibi bana ayrılan yerde burada bitiyor. Haftaya şair ve şiirlerle buluşmak üzere mutlu bir hafta sonu diliyorum. Hoşça kalın, şiir ve ezgiyle kalın.



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 05.02.2012