31 Ocak 2015 Cumartesi

GÖRÜNMEZ KAZA, ÇOCUK VE AİLE, SOSYAL PAYLAŞIM SİTELERİNDEN FAYDALANANLAR 1

 Bir sabah uyandığımda her sabah yaptığım gibi televizyonu açtım. Amacım televizyon izlemek değil, radyo dinlemekti. Uydu anteniyle bir çok televizyon izlenebildiği gibi birçok radyoda dinlenebiliyor. Radyo döneminde yetişmiş biri olarak halâ radyoları dinlerim. Radyo kimseyi işinden alıkoymaz. Siz bir yandan radyo dinlerken bir yandan da işinizi yapmayı sürdürebilirsiniz. Amacım radyo dinlemek olunca uzaktan kumandanın radyo bölümünü, oradan da özel olarak seçtiğim müzik ve haber radyolarının bulunduğu bölümü seçtim. İlk haber beni çok şaşırttı. Görünmez kaza derler ya, o cinsten trajik bir haberdi.

Haber şöyle:

Meksika’da “mucize kadın” olarak anılmaya başlayan Karla Flores’in başından geçenleri dinleyenler, duyduklarının gerçek olduğuna inanmakta zorlanıyor.

Üç çocuk annesi Karla, uyuşturucu kartellerinin en yoğun olduğu Sinaloa eyaletinde kimsenin aklına gelmeyecek bir şiddet olayının mağduru oldu.

Culiacán kentinde sokakta yemek satarak geçinen 32 yaşındaki Karla, bir patlama sesi duyduktan birkaç saniye sonra kendini yerde buldu. Suratına bir cismin çarptığını anlayan kadın, elini ağzına götürdüğünde kanlar aktığını gördü.

Nefes almakta zorlanan talihsiz kadın, olduğu yerde bayılırken, yardımına koşanlar gördüklerine inanamadı. Karla’nın ağzına bir tüfekten ateşlenen bomba saplanmıştı.

Hemen hastaneye kaldırılan Karla kendine geldiğinde doktorlar ağzına saplanan cismin ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. X-ray ve tomografi çekildikten sonra, talihsiz kadının ağzına her an patlamaya hazır bir bombanın olduğu anlaşıldı.

Karla, gerçek anlaşıldığı zaman yere düşmeden önce duyduğu sesin bir bomba atardan geldiğini anladı. Doktorlar, patlaması halinde 10 metre mesafedeki herkesi öldürebilecek bomba nedeniyle hastaneyi boşalttı.

Dahası, doktorların çoğu Karla’yı ameliyat etmek istemedi. Sonunda, Dr. Gaxiola Meza, ameliyatı yapmayı kabul etti ve kendisine yardımcı olacak gönüllüler istedi.

Anestezi uzmanı Felipe Ortiz ve Cristina Soto, hemşire Rodrigo Aredondo ve cerrah Lidia Soto gönüllü oldu.

Meksika ordusu, yardım etmeleri için patlayıcı uzmanları gönderdikten sonra, doktorlar tüm ameliyat malzemelerini alarak Karla’yı boş bir araziye götürüldü.

Lokal anestezi uygulanan Karla’nın nefes alabilmesi için boğazında delik açılırken, doktorlar askerlerin yönlendirmesiyle kadının suratına saplanan bombayı çıkardı.

Gece yarısına doğru ameliyat sona erdi. Karla, dişlerinin yarısını kaybetti ve sağ yanağında dev bir ameliyat izi kaldı. Doktorlar mucize kadının sağlığına tamamen kavuşması için daha üç sene ameliyat olması gerektiğini belirti.

Polis, Karla’nın neredeyse ölümüne neden olayın sorumlularını arıyor.

... 


Böylesi değil ama herkesin başından görünmez kaza geçmiştir. Benim kardeşimin de başından geçti. Bir sabah işe giderken yola atılmış kıvrık bir enjektör iğnesi ayak parmağına batmıştı. Olayın kendisinden ziyade doğabilecek sonuçları ürkütücüydü. Az sıkıntılı bekleyişler yaşamadık. O bayanın ölümüne neden olabilecek kazaya yol açan kişiler polisçe aranıyormuş. Ama iğneleri yola atanları kim arar? Hele tıbbi gereçleri yola atanları.. bu olayda ölümcül tehlikeler içerebilecek bir olaydı. Gelgelelim biz adam sendecilikle meşhur bir milletiz, kar lastikleri veya zincir takmadan karlı ve buzlu havada yola çıkan sürücüler yüzünden birkaç cana mâlolan az kaza olmadı bu kış.. kaymaya elverişli olmayan yerde motor kızaklar kiralayarak gelir elde edenler yüzünden küçük bir kızcağız nasıl öldü? Hep adam sendecilikle!..  sözünü ettiğim tıbbi atık iğne kardeşimin ayağına on sene önce battığında ilgilenecek kimseyi bulamadık bile. 



DEVAM EDECEK



Yayın Tarihi: 30.01.2015

İYİLİK, HEVES VE İSTEK İŞİDİR!

Hikâyelere bayılırım. Varsın adım “hikâyeci başı”na çıksın. Bugünde Acun Ilıcalı’nın meşhur ettiği komedyen Atalay Demirci’nin “Çocukça Mendil” adlı bir hikâyesiyle yazıma başlamak istiyorum.

*

“Mendil alır mısın abi?” dedi, kirli ama güzel yüzüyle.
“Yok” dedim, “Sağ ol, sağ ol, benim var”
“Olsun sonra kullanırsın” dedi titrek sesiyle.
“Peki” dedim, “Ver bir tane”
Uzattım parayı, sevindi. “Mendil kalsın” dedim, gücendi.
“Olmaz öyle şey, ben dilenci değilim”
“Peki” dedim, “Peki, kızma”
Aldım mendili elinden sordum: “Adın ne senin?”
“Murat” dedi, “Murat ama arkadaşlar ‘İnce’, der zayıfım ya hani.”
“Annen, baban yok mu senin?”
“Bilmem, vardır herhalde. Hiç görmedim ki.”
“Peki nerede yaşıyorsun sen?” dedim.
“Her yerde” dedi, hem de gülerek...
“Nasıl yani her yerde?”
“Öyle sınırlamıyorum kendimi sizler gibi” dedi ve patlattı kahkahayı. Haksız da sayılmazdı hani...
“Kimden alıyorsun sen bu mendilleri?”
“Sakallı Mehmet Amca’dan”
“Kaçtan veriyor sana tanesini?''
“İkiyüzelli’den”
“Peki sen ne kazanıyorsun mendil başına?”
“Ee!.. İkiyüzelliii”
“Ne yani hiç para almıyor mu Mehmet Amca’n senden?” diye sordum şaşkınlıkla.
Biraz kızgın baktı yüzüme: “Siz hep böylesiniz zaten, karşılıksız iyilikten anlamazsınız.”
“Niye ki?” dedim, anlattı:
“Bir keresinde bir abla ağlıyordu, ‘Abla mendil alır mısın?’ diye sordum, ‘Defol!...’ diye bağırdı bana. Oysa, oysa vallahi satmayacaktım ben ona, gözyaşlarını silsin diye vermiştim mendili. Anlamadı... Ama ben yine de gizlice koydum çantasına.”
“Peki” dedim, “Ben bir yıllık mendil ihtiyacımı alsam senden, bir seferde, topluca yani olur mu?”
“Olmaz” dedi kafasını iki yana sallayarak. “Olmaz!... O zaman benim bütün günlerimi satın alırsın. Satılık olanlar sadece mendiller abi. Günlerimi bırak, bana kalsın...”

Atalay Demirci / Çocukça Mendil

*

Küçük ama mesajı olan güzel bir hikâyeydi bana sorarsanız.. Sizcede öyle değil miydi? Öncelikle karşılıksız iyilik yapmak üstüne kısacık bir değinme var; ona birkaç söz söylemek gerek. İyilik kavramı bir insanın (gereksin veya gerekmesin) yararına yapılan, durumunu değiştiren, rahatlama sağlayan şeylerin tamamını kapsar. İyilik yapılan kişi tarafından istenmeden yapılan iyiliğin değeri fazladır. Bununda bir dozu olmalı elbette. İyilik, yapılan kişiyi ezdikten sonra iyilik olmaktan çıkar.

Karşılıkta beklenmemeli. Beklendiği zaman onun adı iyilik değil yardımlaşma olur. Tıpkı köy geleneklerinde imece dediğimiz geleneksel karşılıklılık ilkesinin olduğu yardımlaşmalar gibi. Bunun için iyiliğin karşılıksız olması ve bir beklenti içinde olunmaması gerekir. Eskiler boşuna dememişler: “İyilik yap denize at, balık bilmezse, malik bilir.” 

Demiştik ya iyiliğinde bir dozu olmalı. Kişiyi ezmemeli, üzmemeli. Kime nasıl, ne kadar, ne zaman iyilik yapmak gerektiğini bilmek şart! Sırf iyilik olsun diye iyilik yapılmaz. Bu konuda oldukça uzun bir liste sunulabilir. Listeye bakınca herkes iyilik gören veya iyilik yapan tarafının bir yerinde kendine rastlayacaktır. Ama işimiz bu değil. Mendil satıcısı çocuğun son sözüyle söyleyecek olursak “(...) Satılık olanlar sadece mendiller abi. Günlerimi bırak, bana kalsın...” işte bu insanı pasifleştiren, hayata katmayan, belkide asalaklaştıran iyilik olur.
Bunun için iyiliğin dozuda önemli.

Başka açıdanda önemli. İyilikle asalaklaştırdıklarınız hayata katılamadıkları gibi iyiliklerinizi size bir görev haline dönüştürürler. Bunun için bir kişiye aynı konuda (bazı durumlarda farklı konularda bile) üç kere iyilik yapmanız yeterli. Dördüncü iyilik iyilik değil görevdir artık. Her görevse sıkıcıdır. Heves meves kalmaz ortada. Oysa iyilik heves ve istek işidir.


Yayın Tarihi: 28.01.2015

İLK İLETİŞİM KAYNAĞI SEVGİDİR

“Bilemezsin sana verecek bir armağanı ne çok aradığımı. Hiçbir şey içime sinmedi. Altın madenine altın sunmanın ne anlamı var? Yada okyanusa su.. düşündüğüm her şey doğuya baharat götüren gibiydi. Kalbimi ve ruhumu vermemin yararı yok çünkü sen bunlara sahipsin. O yüzden sana bir ayna getirdim. Kendine bak ve beni hatırla!...” Hz. Mevlâna.

...

Sevmek her işin başı. Zülfü Livaneli albümüne de adını veren “Ada” adlı bestesinde “Bir insanı sevmekle başlar her şey” diyordu. O bestenin sözleri de şöyleydi.

*

ADA

Bir kıyıdan baktım dünyaya
Ellerimde tuz avucumda sedef
Bir mavilik bir açıklık
Özgürlük hasreti
Yüreğime vuruyor
Nerede nerede insanlar

Dünyayı güzellik kurtaracak
Bir insanı sevmekle başlayacak her şey

0 üzüntü birden gelir
Yağmurlu havalarda
Yeniden kurarım dünyayı ben
Kederlerle
Kimseler aşık değil mi bu şehirde

Dünyayı güzellik kurtaracak
Bir insanı sevmekle başlayacak her şey

Hava martılar ışıklı şehir
Sarhoş ediyor beni yosun kokusu
Hilesiz kucaklamak istiyorum
Dünyayı şehri ve seni

Dünyayı güzellik kurtaracak
Bir insanı sevmekle başlayacak her şey

Zülfü Livaneli..

*

Dedim ya, sevmek her işin başı. İletişim çağının unutturduğu ve her şey gibi yozlaştırdığı bir kavramdır sevgi. Bu kavram ki, çağlar öncesinin ilk iletişim kaynağıydı da. Şair boşuna dememiş, “bir insanı sevmekle başlar her şey” diye. Çünkü aranan şey iletişimdir. Var olan şeyde iletişim eksikliği. İlk iletişimi sağlayan şey sevgi olduğuna göre buna sebep sevgisizliğin artmasıdır. Çağa uyalım derken kendimizin ve makinenin esiri olduğumuzun farkında mıyız acaba? Kendimizin esiri olmanın ne olduğunu bir engelli olarak ben çok iyi biliyorum. Eğer kendimi aşmasaydım, aşkınlaşmasaydım kendimden, yani bu bedene ve bu bedenin isteklerine boyun eğseydim; yapamadıkları karşısında, onun bana veremedikleri karşısında hasta ruhlu, kendine güvenemeyen, ürkek ve toplum dışı bir insan olabilirdim. Bunları sevgiyle başardım. Sevdiklerimde çoktu benim, sevenlerimde. Bu sayede ilgilerim insan özelinden toplum ve doğa geneline kadar arttı. Ne öğrendiysem ilk iletişimi sağlayan sevgi sayesinde öğrendim.

Herkes Kendini, kendinin esiri olmayacak kadar sevmeli. Herkes Kendine özen ve saygı göstermeli. Çünkü insanı bir başkasına güzel gösterecek öğeler başka türlü kazanılmaz. Bunun için herkes kendine çok sık ayna olmalı, yani kendini eleştirmeli ve denetlemeli. Reklâm şirketlerinin insanı abartan reklâmları dikkate alınmamalı. Hep bir masal anlatırlar, hep bir bon bon şekeri verirler irade düşkünlerine. Zaten amaçları da odur. Onlar insanı böldükçe, daha çok kâr ediyorlar.



Yayın Tarihi: 26.01.2015

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlar. Her zaman olduğu gibi Pazar günü şiirlerle gene karşınızdayım. Tatil gününüze renk katacağına inandığım şiirler seçtim bu gün. Şairimiz; sinema filmlerine konu olmuş, bestelere ilham vermiş “FAHRİYE ABLA” şiirinin şairi Ahmet Muhip Dranas. Şairimizin şiirlerini okuyunca, gelenekseli yıkmadan çağdaş olunabileceğini göreceksiniz. Şiirler o kadar bizdendir ki “Fahriye abla” şiirini okurken gözlerimiz eski bir hatırayla yaşarır. Hepimizin bir “Fahriye Ablası” mutlaka vardır. Kendimize bile itiraf edemediğimiz, yüreğimizi yakan ilk aşkımızdır o. Çocuksu duygularla böyle sevdiğimiz kaç kişi vardır ki.. Topu topu üçü beşi geçmez. Ama biri mutlaka “Fahriye Abla”dır.

Şimdi sizi şairimizin şiirleriyle baş başa bırakıyorum.

...

1939
Bin dokuz yüz otuz dokuz:
Karanlıkların içinde
Ölülerle yaşıyoruz.

Puslu havayı


AHMET MUHİP DRANAS

***

BÜYÜK OLSUN

Ben büyük şarkıları severim; büyük olsun,
Deniz gibi, gökyüzü gibi her şey ve mahzun.
Seviyorsam seni aşk ölümsüzdür gönlümce,
Aşıksam kadınım değil tanrıçasın, ece.
Denizler yolculuğa çağırır durur da beni
Gitmem düşünerek geri döneceğim günü.
Ben büyük rüzgârları severim; büyük olsun
Aşkım da, özlemim de hepsi, her şey ve mahzun.
İnsan bir yanınca Kerem misali yanmalı,
Uykudan bile mahşer gününde uyanmalı.

AHMET MUHİP DRANAS

***

FAHRİYE ABLA

Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar,
Kapanırdı daha gün batmadan kapılar.
Bu, afyon ruhu gibi baygın mahalleden,
Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın, sen!
Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen
Gözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınla
Ne güzel komşumuzdun sen, Fahriye abla!

Eviniz kutu gibi bir küçücük evdi,
Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi;
Güneşin batmasına yakın saatlerde
Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede.
Yaz, kış yeşil bir saksı ıtır pencerede;
Bahçende akasyalar açardı baharla.
Ne şirin komşumuzdun sen, Fahriye abla!

Önce upuzun, sonra kesik saçın vardı;
Tenin buğdaysı, boyun bir başak kadardı.
İçini gıcıklardı bütün erkeklerin
Altın bileziklerle dolu bileklerin.
Açılırdı rüzgârda kısa eteklerin;
Açık saçık şarkılar söylerdin en fazla.
Ne çapkın komşumuzdun sen, Fahriye abla!

Gönül verdin derlerdi o delikanlıya,
En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya.
Bilmem şimdi hâlâ bu ilk kocanda mısın,
Hâlâ dağları karlı Erzincan'da mısın?
Bırak, geçmiş günleri gönlüm hatırlasın;
Hâtırada kalan şey değişmez zamanla.
Ne vefalı komşumuzdun sen, Fahriye abla!

AHMET MUHİP DRANAS

***

KAR

Kardır yağan üstümüze geceden,
Yağmurlu, karanlık bir düşünceden,
Ormanın uğultusuyla birlikte
Ve dörtnala dümdüz bir mavilikte
Kar yağıyor üstümüze, inceden.
Sesin nerde kaldı, her günkü sesin,
Unutulmuş güzel şarkılar için
Bu kar gecesinde uzaktan, yoldan,
Rüzgâr gibi tâ eski Anadolu'dan
Sesin nerde kaldı? kar içindesin!

Ne sabahtır bu mavilik, ne akşam!
Uyandırmayın beni, uyanamam.
Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına,
Allah aşkına, gök, deniz aşkına
Yağsın kar üstümüze buram buram...
Buğulandıkça yüzü her aynanın
Beyaz dokusunda bu saf rüyanın
Göğe uzanır - tek, tenha - bir kamış
Sırf unutmak için, unutmak ey kış!
Büyük yalnızlığını dünyanın.

AHMET MUHİP DRANAS

***

KÖPÜK

Oyun bitti ve her şey yerini buldu.
Akşamla ebedi kızlar anne oldu.
Aynalara bakma, aynalar fenalık;
Denizi, sonsuz olanı düşün artık.
Bir gün beni hatırlayabilirsin ancak,
Güzelsem soyabilirsin çırılçıplak;
Oradayım hep ben, orada, derinde,
Gemilerin ihtiyar köpüklerinde.

AHMET MUHİP DRANAS

***

SERENAD
Yeşil pencerenden bir gül at bana,
Işıklarla dolsun kalbimin içi.
Geldim işte mevsim gibi kapına
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.

Açılan bir gülsün sen yaprak yaprak
Ben aşkımla bahar getirdim sana;
Tozlu yollarından geçtiğim uzak
İklimden şarkılar getirdim sana.

Şeffaf damlalarla titreyen, ağır
Koncanın altında bükülmüş her sak.
Seninçin dallardan süzülen ıtır,
Seninçin karanfil, yasemin zambak...

Bir kuş sesi gelir dudaklarından;
Gözlerin, gönlümde açan nergisler.
Düşen öpüşlerdir dudaklarından
Mor akasyalarda ürperen seher.

Pencerenden bir gül attığın zaman
Işıkla dolacak kalbimin içi.
Geçiyorum mevsim gibi kapından
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.

AHMET MUHİP DRANAS

***

TESTİ

Dolu bir testiydim ben,
Başaşağı ettiniz beni;
Eh, boşalıverdim derken...
İyi mi ettiniz yani?
Sevgiler vardı içimde
Ezgiler vardı, iyilikler...
Boşaltıverdiniz, hem de
Düşürüp kırmaktan beter.
Hoş, yine bir testiyim ben,
Yine varım ama bomboş.

AHMET MUHİP DRANAS

***

YAŞARKEN

Ağaçların daha bu bahçelerde
Bütün yemişleri dalda sarkıyor;
Umutların mola verdiği yerde
Geceler bir nehir gibi akıyor.

Baksan bir uzaklık var hangi yana,
Hangi eşyaya dönsen boş bir ayna;
Varmak istediğim uzak limana
Gemiler beni almadan kalkıyor.

Gelmedi gün daha, çalmadı saat,
Daha uçurmuyor beni bu kanat;
Sabırsızlanma, ey kapımdaki at!
Güneş daha gözlerimi yakıyor.

AHMET MUHİP DRANAS

***

Haftaya şiirler ve şairlerle gene görüşmek üzere hepinize mutlu hafta sonları diliyorum.



Yayın Tarihi: 25.01.2015

DOSTLUK BİR KAFTANDIR GİYENİ GÜZELLEŞTİRİR.

Biliyorsunuz internet çağıyla birlikte gelişen “sosyal medya” denen paylaşım siteleri var. Burada insanlar sevdiği her şeyi birbiriyle paylaşıyor. Bu bir söz olabilir, bir müzik, bir film, yada siyasi bir görüş, hiç fark etmez. Hepsinin bir alıcısı var. Alıcının bol olduğu bu “sosyal medya denen” paylaşım sitelerinden ikisi diğerlerinden çok daha ünlü. Çok daha kullanılır durumda. Gene internete girenler bilir (cep telefonları sayesinde internete girmeyen mi kaldı) bunlar, facebook ve twitter’dir. Bu sosyal paylaşım siteleri hesabıma her gün yüzlerce mesaj gelir. Birde bunun üstüne google gruplardan gelen binlerce iletiyi ekleyin. Hepsiyle ilgilenmem doğaldır ki mümkün değil. İçlerinden seçim yapmakta zor iş.  

Sosyal paylaşım sitelerinde hep iyiye güzele özlem anlatılır. Bu konuda söylenmiş idealist sözler paylaşılır. Geçenlerde mahallemde yetişmiş, metalürji mühendisi olduktan sonra girdiği iş dünyasının gereği olarak İstanbul’a yerleşen değerli küçüğüm, facebook’tada arkadaşım Sadi Şahin böyle bir özlemi anlatan bir özdeyiş ve bir kartpostal paylaşmıştı.
Bu özdeyişe o kadar cevap gelmiş ki, şimdi bunları görelim.

Önce o özdeyiş:

GERÇEK DOST, hatalardan dolayı dostluğu bitiren değil, dostluğun hatırına HATALARI BİTİRENDİR...!!!

Hakikatten çok güzel. Ders alınması gereken bir özdeyiş. Özdeyişe cevap yazanlar arasında İsmi geçenlerin tanınmaması için soyadlarını kaldırdım. Yazdıklarının biçim ve içeriğine (virgülüne bile) dokunmadım.

İşte cevaplar:

Ömer I.  kaldı mi öylesi...
Melek A. kalmadı
Tuncay M.  bencede kalmadı
Ahmet K. Çok gzel bir karpostal
Atakan K. evt çok güzel
Semine E. Ş. nerde o dostluklar her şey menfaat olmuş cnmm benim
Gülcan Ç. Neden böyle pesimistsiniz....Var böyle dostluklar, Sevgi ve hoşgörü var oldukça devam edecektir
Ümran G. E. sen ne kadar dostane olsanda
Ümran G. E. karsılklı
Ümran G. Er. dusmansa ne yapabılırsın allah verır gonlune gore bır evlayyyyyyyyyyt
Sabahat K. kusursuz dost arayan dostsuz kalır
Ayşe G. cok anlamlı bir söz umarım herkez kendine bir pay cıkarır
Nebahat Ü. kız sıyah elbıselı olan sana cok benzıyor (galiba bu hanım öze değil, şekle bakanlardan)
Zübeyde G. eger öyle bi dost bulursanız sımsıkı sarılın ona
Ünsal Y. nerde bu dönemde öyle dostluklar bulursam sarılalım koymayalım
Sevinç K. GERÇEKTEN ÇOK DOOĞRU AMA NEERDEEEEEEEE.............
Ismail Ç. belki birgün çıkar karşımıza bu kadar karamsar olmayın lütfen. mutlaka iyiler vardır hayatta.
Erol ve Zulfiye M. ne kadar kotu bir zamanda yasiyoruz .hic kimsenin iyiliye inanci kalmamis .ama inanin gercek dostluklar hala var:)))
Ressam Hidayet. Harika bir söz.

Herkesin, hatta tüm bu yazıyı okuyan ve okumayanların aynı özlem içinde olduklarını söyleyebiliriz. Bu gerçeği oluşturan nedenler bilinse de kimse değiştirmeye niyetli değil.
O özdeyişin altına yazdıklarımla bunun bir yönünü anlatmaya çalıştım.

Cevap yazım şöyleydi:

Aşırı bireyselleşmenin acı faturası olarak bugün kimse kimseyi sevmiyor. Tek sevdiğimiz kendimiziz. Oysa insan herkesi sevmek zorundadır. Dinende bu böyle, gelenek ve ahlâkende. Çünkü insan toplumsal varlıktır. Aslan yelesini düzelttirmeye berber aramaz. Ama insan saçına kendisi biçim veremez. Aslan kasap aramaz, zürefa bahçevan, maymun manav, tavşan fırın.. köylü bu saydıklarımdan bir kaçını yapabilse de insanın ihtiyaçları diğer canlılardan çok çeşitli ve çok farklı olduğu için bunlara ve bunlarla uğraşan insalarla birlikte olmaya mecburdur. Şehirli insansa bunlar olmasa aç kalır. Buna rağmen insan en büyük, en güçlü olduğu masalına inanır. İnsanlar inanmasa bu masalı anlatan reklam şirketleri gelişmez, üretici firmalar ihtiyaç fazlası ürün üretemez, fabrikalar veya ofisler (internet vasıtasıyla şimdi her yer ofis) insan öğütmezdi. Birkaç tür hariç bütün canlılar ortak yaşar, ama insan ortaklıktan kaçar. Neden? Kendimizden gayrısına önem vermeyiz de ondan. Eskiden bu ülke yoklukla boğuşurken komşu komşuya yardıma koşardı. Şimdi yoksulluğu kırdıkya, bir ölçüde standartlar yükselince kimse kimseyi tanımaz oldu (eski alman sosyal demokrat lideri Oskar Lafonten’in bir sözüdür; “yoksulluk paylaşılır, zenginlik paylaşılmaz). Sevgiyi yaşatalım derim. Sevgiyi yaşatmanın şartı insanları beğenmez eleştirilerden vaz geçmek, insanın kötü yanları yerine iyi taraflarını konuşmaktır. İyi yanlarını konuşursak her insanı iyi görürüz. Sonra kendimizden kurtulmak çok gerekli. Kendini çok önemseyen kendinden kurtulamayandır. Bakın öyleleri övünmeyi ve dövünmeyi çok sever. Bu insanlardan kurulu bir toplum dostluğu yaşatamaz ve geliştiremez.


OYSA DOSTLUK ESKİMEYEN BİR KAFTANDIR. GİYENİ GÜZELLEŞTİRİR.
  


Yayın Tarihi: 19.01.2015

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlarım. Geçen hafta sizlere Orhan Veli Kanık’ı başka şiirleriyle de olsa ikinci kez sunmuştum. Okuyanlar hatırlayacaktır, şiirlerinden söz ederken, kurucusu oldukları “Birinci Yeni” akımının diğer iki şairi; Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat’ın adını anmıştım. Bu hafta “Birinci Yeni”nin bu ünlü iki şairinden Melih Cevdet Anday’ın şiirlerine yer vereceğim. Bu şiirler 1940-50 yılları şiirleridir. Okurken bu gün geldiğimiz noktayı göstermesi açısından da bence önemli şiirlerdir. Tıpkı Orhan Veli’nin şiirleri gibi, sade bir dille yazılmış şiirlerdir. Beğeneceğinizi umuyorum. 

...

ATATÜRK'ÜN BİR SAATI VARDI
Atatürk'ün bir sözü vardı
Yediveren bir gül gibi açardı
Atatürk'ün bir atı vardı
Etilerden beri yaşardı
Atatürk'ün bir resmİ vardı
Buğday tarlası gibi ağardı
Atatürk'ün bir saatı vardı
Durmadı

***

FALTAŞI
Havada kuş yok
Yaprak kıpırdamıyor
Deniz bir kalıp olmuş
Boşandı boşanacak
Çın çın ötüyor sessizlik
Gerilmiş kolum bacağım
Faltaşı gibi bekliyorum
Tıkanacağım.

Melih Cevdet ANDAY

***

FOTOĞRAF
Dört kişi parkta çektirmişiz,
Ben, Orhan, Oktay, bir de Şinasi...
Anlaşılan sonbahar
Kimimiz paltolu, kimimiz ceketli
Yapraksız arkamızdaki ağaçlar...
Babası daha ölmemiş Oktay'ın,
Ben bıyıksızım,
Orhan, Süleyman efendiyi tanımamış.
Ama ben hiç böyle mahzun olmadım;
Ölümü hatırlatan ne var bu resimde?
Oysa hayattayız hepimiz.

Melih Cevdet ANDAY

***

GÜNEŞTE
Çünkü saatler dardır, her şeyi almaz
Güneşte çözülür ve kayarlar bir yana.
Mısırlar güçlükle büyürken yağmursuzluk
Kaygılandırır dilsiz bahçıvanı.
Sessiz kuşlar, bir keçi, ağır iğde ağaçları.
Bir araba geçti incelmiş yoldan
El salladı biri, belki tanıdık,
Belki değil, süreksizliğin eşanlamı.
Ve denizin yorgun çağındaydı çocuklar
Çığlıkları titretir balkondaki sarmaşığı,
Çünkü dardır saatler, sığmaz biraraya
Dalgınlık, deniz ve sardunya.
Rüzgâr alıp götürdü balıkçı teknelerini
Uzaktaki kılıçlara, ki bilemeyiz
Hangi derinlikte dölleyerek denizi
Gidiyorlar öyle ağırbaşlı, doğuya.

Ve ocaktan çorbanın kokusu geldi demin
Burun deliğine kedinin ve köpeğin.
Rafta kitaplar, mavi bir şişe ve gül
Donmuş kalmışlar tek başlarına.
Duvarda bir resim, resimde kalabalık
Köy alanı, çocuklar, çember ve zaman.
Breughel nasıl da toplamış bunca
Ortaklığı ve uyumu biraraya,
Çünkü saatler dardır, sığdırılmaz.
Güneşte her şey çözülür gider bir yana.

Melih Cevdet ANDAY 

***

HER GECE BÖYLE DEĞİLİM
Benim de öyle akşamlarım vardır.
Kapıdan girince anama sarıldığım,
Çocuklara karamela ve çekirdek getirdiğim,
Meyhaneye uğramadan çakır keyif,
Düşmanım yok,
Gündeliğim cebimde,
Küfretmeden
Öyle tasasız döndüğüm akşamlar..
Benim de öyle akşamlarım vardır.
Her gece böyle değilim.

Melih Cevdet ANDAY

*** 

HİROŞİMA
Büyükbabam, babam, ben
Küçük oğlan, kız, damat...
Gelişimiz teker tekerdi
Gidişimiz cümbür cemaat.

Melih Cevdet ANDAY

***

MEDENİYET
Şu haline bak da utan
Ne okuma bilirsin ne sayı
Ne üstünde var ne başında
Ne midende ne kursağında
Bari gel de görgünü arttır
Medeniyet öğren ayı.
Yemek masası nedir, peçete nedir,
Çatal bıçak nedir gör!
Giymek şart değil ya,
Ayakkabı gör, gömlek gör,
İngiliz kumaşı gör, naylon çorap gör,
Jartiyer bile görsen faydası var.
Tarak deyip de geçme
Saçını tara da gör
Kafan nasıl işlemeye başlar.
Kanalizasyon gördün mü sen hiç?
Gel de kanalizasyon gör,
Yemek şart değil ya,
Döner kebap gör, su böreği gör,
Ekmek gör be ekmek,
Ne görsen faydası var!

Melih Cevdet ANDAY

***

Sırada gene kendi şiirlerim var. Şair Hasan Hüseyin’in dediği gibi “Uzun eski sevda satıcısıyım sevda satarım/Sevda satar aç yatarım çağlar üstüne.”

...

86
Hazanı bahar gözüyle
seyretmek mümkün olmasa bile,
ölümü hayat bilmek gerek yar.
Tek boyuta sıkışıp kalmamak için
ölümü hayat bilmek gerek.
Aşkla aşkınlaşmak hayattan,
ölümü oyun saymaktır.
Ölümü ve oyunu
hayat bilmek gerek canım
hayat bilmek!..

Aydın Göle
16 eylül 2003

***

87
Yaşamak çingenenin şarkısıdır
Söylenir söylenir doyulmaz
Ağlarken de gülmek karışır gözyaşlarımıza
Tutunmadan bir dala düşersin kanlı sulara
Her düşeni ırmaklar taşıdı denizlere
Yaşamak çingenenin şarkısıdır
Söylenir söylenir doyulmaz
Şarkılarla bağlar bizi kendine çapkın

Aydın Göle
16 eylül 2003

***

88
Ay gördüm gülümsüyordu
Gülümsemesi kalbimi yordu
Cananı gördüm sırılsıklam hüzün
Omuzlarında ağırlığı güzün
Sonraki durakta mutluluk bekliyordu
Bilmiyordu

Aydın Göle
14 ekim 2003

***

89
Odanın içinden dışarısı bahar
Çıkmak gelir içimden kırlara
Dışarıdayken içerisi sıcak ve davetkâr
Soğuk sonbahar akşamlarında
Yalnızım ya, içim buz
Isıtacak yer yok, ocak yok

Aydın Göle
16 eylül 2003

***

90
Yapışkan hüzünler
Ve sarı kehribar üzümler ayı
Eylülü vurdum alnından
Yarası kanamıyor
Kalleş motifler gergeflerde adımı haykırıyor
Sevdanın hatırına eylülü öldüren benim
Ellerimi kelepçelere
Boynumu ilmeklere uzattım
Sevda olmayacaksa hayat mecburiyet
Ben hiçbir şeye mecbur değilim

Aydın Göle
16 eylül 2003

***

Bugünlükte bu kadar sevgili okurlar. Haftaya tekrar buluşamayacağız, iki haftalık bir geziye çıkacağım. Döndükten sonra kısmet olursa gene birlikte oluruz. Şimdilik hoş ve hoşça kalın. Hepinize mutlu hafta sonu tatilleri dilerim.


Yayın Tarihi: 18.01.2015

PAYLAŞMA İNSANIN İNSANİLEŞMESİDİR

Adam iki minik kızını ve güzel karısını almış, otomobille bir geziye çıkmıştı. Küçük bir geziydi bu. Akşama eve döneceklerdi. Hava şurup gibiydi. Her hastalığa iyi gelirdi böyle havalar. Sağlıklı olanı da daha zinde, daha mutlu ederdi. Hele birde gezideyseniz, değmeyin keyfinize. Geçtikleri her yerin ayrı bir güzelliği vardı. Çocukların, gördükleri hayvanlar ilgisini çekiyordu. Sanki bir hayvanat bahçesinde geziyorlardı. Bir yerden bir koç çıkıyor, bir yerden bir tavuk,  bir yerden hindi, ördek, tavşan, bir yerden minik kuzucuklar, keçiler. Bazen de boğalar inekler.. bir yerde manda bile görmüşlerdi de şaşırmışlardı. Adam kızlarına kamyon olmadan önce mandalar yük arabalarını çekerdi diye anlatınca kızların hayal dünyası kim bilir neleri çağrıştırırdı ki, şaşkınlıktan gözleri büyürdü.

Bu küçük gezide adam durdukları her yerde yiyecekleri bir şeyler alıp otomobilde bunları kızlarına verirken uzanan minik ele “kardeşinle paylaş” derdi. Böyle yaparsa paylaşmayı öğrenirler diye düşünüyordu. Bugünde öyle olmuştu. Aldığı yiyeceklerin hepsini minik kızların paylaşması için tek tek veriyordu. Yiyecekleri alan minikler aldıkları şeyi kendi ağızlarına atmadan önce yarı yarıya paylaşıyorlardı. Gördüklerini de paylaşıyorlardı. Biri otomobilin camında gördüğü, bir çitin üzerine çıkmış var gücüyle üürüleyen horozu diğerine göstermeden duramıyordu. Diğeri de annesiyle koşarken gördüğü bir minik tayı heyecanla kardeşine gösteriyordu. Hele köy yollarında otomobilleriyle birlikte koşan ve kendilerine havlayan köpekleri görünce ne heyecanlanıyorlardı. Heyecanlı ve korkmuş anlarında birbirleriyle dayanışmalarını anlatmak imkânsızdı. Ama sevinçli halleri de görülmeye değerdi.
O zamanlarda kuş cıvıltılarıyla dolardı otomobilin içi. Adam iki kızı ve güzel hanımıyla çok mutluydu. Onların varlığıyla dünya telaşından uzaklaşır başka bir dünyanın insanı olurdu.

Bugünde bilmedikleri yerlere gelmişlerdi, geçtikleri her yer onlara daha çekici görünüyordu. Bir ara sağa ve sola ayrılan bir yola geldiler. Nereye sapacaklarına karar veremiyorlardı. Adam sola sapma düşüncesindeydi, karısı sağa sapmayı öneriyordu. Sonunda adam kendi bildiğini okudu ve sola saptı. Karısı bunun üzerine somurttu, ve yüzünü otomobil camından içeriye hiç çevirmedi. Gerçi o somurtmuş haliyle yolda ne görüyorduysa artık..

Otomobilin içini sessizlik kaplamıştı. Çocukların sesini en güzel bestelere değişmezdi adam. Onun için radyo bile açmaz, bir müzik parçası çalmazdı. Sessizlik canını sıkmaya başlamıştı. Elini tam radyonun düğmesine değdirmişti ki, kızının kopardığı kocaman bir çikolata parçasını annesine verirken “anneciğim bunu babamla paylaş” dediğini duydu. Gözlerinin hafifçe yandığını hissetti. Yaşları akıtsa herkes görecekti. Kendini tuttu. Karısının gülümseyen yüzle verdiği o çikolata parçasından bir parçayı aldı. Büyük bir keyifle ağzında erite erite yedi.

***

Kimi insanlar doğuşundan itibaren paylaşmayı sever. Kimi ölene kadar kimseyle hiçbir şeyini paylaşmaz. Paylaşımcı insanın barışçı, sevgi dolu olduğunu görüyoruz. Paylaşımcı insan kendini dert etmez kendiyle barışık insandır. Başkalarını mutlu etmek kendisinin mutlu olmasına yeter. Ölene kadar kimseyle bir şey paylaşamayan iç hesaplaşmasını bitiremeyen, ürkek ve korkak insandır. Onların kimilerindeki azametli dik duruş, kendilerinden emin halleri, yani dış görünüşleri herkesi yanıltabilir. Oysa o kadar yalnız bir dünyada yaşarlar ki kendileri bile farkında değillerdir. 

Anne-baba burada çok iyi bir eğitici olmak zorunda. Ya sözle, ya davranışla, yada oyunla çocuklarını her konuda olduğu gibi bu konuda da eğitmelidirler. Bu devlet eliyle değil anne eliyle kazanılabilir.

Paylaşmak büyük bir meziyettir dostlar. İnsanlar paylaştıkça büyürler, paylaştıkça insanileşirler. Sahibini bilmediğim bu minik hikâyede bunu göstermiyor mu?



Yayın Tarihi: 16.01.2015

TEKELLER İÇİN BİREY TİCARET METAIDIR

Dünyada görüşler, buna bağlı olarak davranışlar hızla değişiyor. Gençliklerini 20. yy son çeyreğinde yaşayan benim gibiler bu değişimi algılıyorlar, fakat kabul etmekte zorlanıyorlar. İki kutuplu dünyada kapitalizmin öncüsü Amerika ile sosyalist dünyanın öncüsü Sovyetler Birliği tahterevallinin iki ucunda birbirlerine ağırlıklarını hissettiren denge unsuruydular. Sosyalist dünya üretimde gelişmeci ve yenilikçi olamayıp bürokrat faşizmine dönüşünce yıkıldı. Tek kutuplu dünya öngörülen bir dünya mıydı dersiniz? Bu daha çok her iki kutbun yandaşlarının kendi lehlerine olması hayaliyle bilmeden uzlaştıkları tek konu olarak temenniden öteye gitmiyordu. Başlarda sosyalizmden çekinen kapitalizm geliştirdiği sosyal devletçilik kavramıyla hem gelişmiş, hem refahı arttırıp emeklilik hakkıyla insanların gelecek endişesini kaldırarak sosyalizmin genişlemesini önlemiştir.

Sonunda genişleyemeyen, gelişemeyen sosyalist ülkeler kağıttan şatolar gibi birbiri üstüne devrilerek yıkıldılar. Temenni böylece kapitalizm lehine gerçekleşmiş oldu.

Önü açılan kapitalizmin sonsuza kadar yaşayacağını düşünüyor musunuz? Ben düşünemiyorum. Çünkü kapitalizm tekelleşen şirketler eliyle şirket devlet modeline yönelmekte. Kendi içlerinde uyguladıkları güvenlik birimlerine ve nakitin yerini alan kendilerine özgü ödeme demek olan kredi sistemine sahip oluşları, asker besleyen, para basan devletten farksız olduklarını ortaya koymuyor mu?

Örnek verdiğim sadece bizim ülkemizde gördüklerimizdi. Bunun üstüne dünya ekonomi devi olan şirketleri koyarsanız gücün boyutunu ve onun karşısında devletlerin durumunu görürsünüz. Bir çok ülke bu şirketlerle boy ölçüşemez bile. Böyle olunca uluslar arası yapı kazanan bu şirketler ulus devletleri karar organı olarak tanımamaya başladılar. Her ne kadar kendilerinin sırtlarını dayadıkları bir devletin varlığı söz konusu olsa bile o devleti de kendilerinin emel ve arzularına göre düzenledikleri unutulmamalıdır.

Arkalarındaki bu yeni dünya düzeni denen şekle girmiş ve bunun öğütleyicisi ve uygulatıcısı bir güç olan devletle birlikte ulus devletlerin kurum ve kuruluşlarını ele geçiriyorlar. Ele geçirilen kurum ve kuruluş sayısı arttıkça  o ülkede belirsizlikler artıyor. Belirsizliğin artması demek güvensizliğin artması demektir. Her belirsizlik artışı da uluslar arası tekellerin daha çok yeri ele geçirmesine yardım eder.

Ulusal, dini ve geleneksel olan ne varsa onun karşısına bireyselliği kışkırtarak çıkıp, toplumsam dayanışma ve ulus (ister ulus deyin, ister millet deyin, bunlar ortak bilinç hareketidir) bilincini yok ederek kendilerinin varlıklarını sürdürecek ortamı oluşturmaktadırlar. Tekelci şirketlerin felsefeleri gereği sosyal devlet anlayışı bitirilmezse ilk etapta kapitalizmin belki yok olacağına değil ama ilerlemelerinin duracağına inanmaktadırlar.

Bundan dolayı bir olan, bütün olan her şeye karşıdırlar. Sağlık kurumu, emeklilik sigortası gibi kurumlar insanları birleştiren, geleceği için güvence olan kurumlardır, onun için bunları zayıflatırlar.

Sosyal emeklilik yerine bireysel emeklilik getirmek demek, bireyleri şirketlere bölmek demektir. Şirketler için en yüksek oranda kârlılık esas olduğuna göre, sigorta ve hastanelerde birey insan değil müşteridir. Bölünen birey ticaret metaı durumuna düşürüldüğü yerde milli veya ulusal hiçbir değer varlığını sürdüremez.
  

Yayın Tarihi: 14.01.2015

TAKLİT VE SAHTECİLİKTE İKİNCİYİZ 3

Haberlerini çokça duyduğumuz bu sahteciliği ne yazık ki gerektiği kadar cezalandırmıyoruz. Birde bunların arasında ihraç ettiğimiz ürünlerin üstünde zirai ilaç artıklarının bulunması üzerine geri yollananların ülke içi pazarlarda satıldığını düşünürseniz nasıl bir tehlikeyle karşı karşıyayız anlarsınız. Hatırlayın, ihraç ettiğimiz biberlerde zirai ilaç artığı ürün bulunduğunu belirten Almanya ürünlerin parasını ödememiş, malın iadesini isteyen satıcı firmaya “sen onu halkına yedirirsin” diyerek reddetmiş ve biberleri imha etmişti. Bu haberle ne çok utanmıştım bilseniz.. o firma benim kadar utandı mı acaba?

Uzmanlar gıda ürünlerini alırken şunlara dikkat edilmesini şart koşuyorlar:

1-Ambalajı iyice inceleyin
2-Raflardaki sıcaklığı kontrol edin
3-Son kullanma tarihini kontrol edin
4-Taze ürünleri seçin
5-Süt ürünlerinin tarihini kontrol edin. Açıkta satılanı almayın.
6-Oda sıcaklığında bekletilen yumurtaları almayın.
7-Kırmızı etin canlı ve parlak kırmızı, tavuğun ise parlak ve gri beyaz renkte olmasına dikkat edin.
8-Dondurucunun dolum çizgisinin altında kalanları almaya özen gösterin.
9-Konserve gıdaların seçimi: Kutuda tümsek oluşumu tehlikelidir.
10-Petekli değil süzme balı tercih edin. Aldığınız markayı sorgulayın, güvenilir olmasına dikkat edin.

Kozmetik ürünlerinin sahte olanları deri hastalıklarına yol açar. Onlar içinde uzmanlar şu önerilerde bulunuyorlar:

Bir dermatolog veya güzellik uzmanına danışın.
Ürünün etiketini iyice inceleyin.
Nelerden sakınmanız gerektiğini araştırın.
Toksik olmayan içeriğe sahip ürünlerin markalarını alın.
Satış döngüsünün fazla olduğu yerlerden alın.
Bakteriyel bulaşımın az olabileceği ambalajlarda olanları tercih edin.
Bakım ürünlerinin FDA veya AB standartlarına uygun olmasına özen gösterin.
Alerjik reaksiyon gelişme riskine karşı, ürünü sürmeden önce bir deri testi yapın.
Sentetik ürünlerin kullanımını azaltın, doğal ürünler kullanmaya çalışın.
İçlerinde birkaç etki yapabilen ürünleri tercih edin.


Sahtecilik biter mi? O kadar yaygın ki insan yaşadığı ortamdan korkar. Aşağıdaki listeye okuyunca siz, siz olunda korkmayın bakalım.

Beyaz eti klora batırıp taze görüntüsü veriliyor.
Ufalanmış peyniri jel ile birleştirilip yeniden kalıp peynir yapılıyor.
Dana kıymaya tavuk sakatatı katılıyor.
Yağ ve kemik külünden lahmacun yapılıyor
Sütün yağını alıp yerine margarin koyuluyor
Küflü kaşardan eritme peynir yapılıyor.
Tavuk dönerin içine tavuk derisi, bağırsak ve sakatat karıştırılıyor.
Kalitesiz bulgura boya katıp ayıp örtülüyor.
Hazır limon suyu içerisine su ve limontuzu katılıyor.
Kelle ve paçalar tıraş bıçağı ile temizlenerek tüketime sunuluyor
Tavuk kemikleri öğütülüp renklendirici katkı maddeleri ile salama katılıyor
Salam ve sosis içerisinde hayvansal atıklar katılıyor
Soya baharatla karıştırılıp sucuk imalatında kullanılıyor.
Dökme baharatlar arasına kurutulmuş ot-sap karıştırılıyor.
Helvanın içine beyaz susam yerine Sudan’dan ithal edilen ucuz siyah susam konuluyor.
Köfte ve dönere soya kıyması katılıyor.
Kakaolu fındık kremasında kakao yerine keçiboynuzu tozu, kakao yağı yerine margarin kullanılıyor.
Baklava ve kadayıfın içine fıstık yerine bezelye konuyor.
Tereyağına margarin ve patates karıştırıyorlar.
Şekerpancarı pekmezini üzüm pekmezi diye satıyorlar.
Reçelin içine az miktarda meyve, bol miktarda şeker şurubu konuluyor.
Şamfıstığına kurutulmuş bezelye karıştırılıyor.

Bu bölüme başlarken Almanya’nın aldığı biberlerde zirai ilaç artıklarının çıkması üzerine ödeme yapmayacağını bildirmesinin ardından malın iadesini isteyen satıcı firmaya “sen onu halkına yedirirsin” diyerek reddettiğini ve biberleri imha ettiğini, bu haberle çok utandığımı belirtmiş, “o firma benim kadar utandı mı acaba?” diye sormuştum. Hiç sanmıyorum. Çünkü para kazanma hırsı her şeyin üstünde. İster helâl kazanç deyin, ister dürüst ticaret deyin bu topluma acilen dürüst olma alışkanlığı kazandırılmalı, eskiden var olan bohçacı kadın satıcı mantığı bu toplumun üstünden kazılmalı. Takım taraftarlığına benzer şekilde şanlı geçmişimizle övüneceğimize (sözün burasında geçtikleri bağdan yedikleri üzümlerin parasını dallarına asan atalarımızın dürüstlüğünden söz ettiğimiz aklıma geliyor) gelecek kuşaklara kara bir yakın geçmiş bırakmamak için insan olmanın gereklerini kendimiz bizzat yapmalıyız.

Eskiler boşuna dememişler: “Ucuzsa vardır bir illeti, pahalıysa vardır bir hikmeti.” Bir malın fiyatı onun kalitesini de belirler. Ama kapkaççıların malı için aynı şey söylenemez. Dikkatli olmak gerek.  


BİTTİ


Yayın Tarihi: 12.01.2015

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Tilkinin dönüp dolaştığı yer kürkçü dükkânıdır deyimini, gidenlerin geri geleceğini bilenler kullanır. Aslında o söz bir sonu anlatır. “Tilki kürkü nedeniyle kürkçü dükkânına düşer.” Zalimce bir sondur ne yazık ki. Söylenegelen anlamıyla gerçek hiç örtüşmese de, bu deyimi bilinen biçimiyle, benim bugünkü ikinci kez “Orhan Veli Kanık” şiirlerini aktarmamada diyebiliriz. Neden ikinci kez Orhan Veli Kanık derseniz, Türk şiirinde bir dönüm noktası olduğu için derim. Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Anday’la birlikte şiirde süslü sözcükle şiir yazma geleneğini yıktılar. Bu türde yazdıkları şiirlerle “Birinci Yeni” akımı (ki bu akım başka şairlerle başka amaçlarla 2, 3 diye devam etti) adını aldılar. Bu akımla kafiye tamamen dışlanmadı ama serbest vezin daha çok önem kazandı. Günlük dille, günlük dertler olağan akışıyla dile getirilen bu şiirler, olağan üstü başarılı oldu ve çok sevildi. Kendi adıma söylersem, “hayal aleminden çıkarak, gerçeğe gerçekçi bakışla” bile şair olunduğunu gösterdiler. Sözü fazla uzatmadan sizi Orhan Veli şiirleriyle baş başa bırakıyorum.
...
ALTINDAĞ
Biri bir koca görür rüyasında:
Yüz lira maaşlı kibar bir adam.
Evlenir, şehire taşınırlar.
Mektuplar gelir adreslerine:
Şen Yuva Apartımanı, bodrum katı.
Kutu gibi bir dairede otururlar.
Ne çamaşıra gidilir artık, ne cam silmeye;
Bulaşıksa kendi bulaşıkları.
Çocukları olur, nur topu gibi;
Elden düşme bir araba satın alınır.
Kızılay Bahçesi'ne gidilir sabahları;
Kumda oynasın diye küçük Yılmaz,
Kibar çocukları gibi.
ORHAN VELİ KANIK
***
AVE MARİA
Rüzgâr tersine esiyor... Niçin?
Eski günler geri mi gelecek?
Kımıldıyor kozasında böcek
Bildiği hayata doğmak için.

Neden içimize doldu vehim?
Ah ümit, ümit yollar boyunca
Düşünmez miydi akşam olunca
Hacer’in kollarında İbrahim

Ve gemisinde Kleopatra?
Neden yine kaynaştı havalar?
Saadet mi getiriyor rüzgar
Dolarak erguvan atlaslara?

Elimize değen kimin eli?
Kimdir bu muammalarla gelen?
O mu helezonlara yükselen,
Saba ellerinin en güzeli?

Sesler mi çözülüyor derinde,
Nedir durup dinlediklerimiz,
Şarkı mı söylüyor Semiramis
Babil’in asma bahçelerinde?

Omzundan örtüler kaydı yere.
Kim bu, kim? alnımızdaki yazı:
Gözlerinde günahının hazzı
Gülüyor saz benizli bakire.
ORHAN VELİ KANIK
***
BAHARIN İLK SABAHLARI
Tüyden hafif olurum böyle sabahlar
Karşı damda bir güneş parçası,
İçimde kuş cıvıltıları, şarkılar;
Bağıra çağıra düşerim yollara;
Döner döner durur başım havalarda.

Sanırım ki günler hep güzel gidecek;
Her sabah böyle bahar;
Ne iş güç gelir aklıma, ne yoksulluğum.
Derim ki: "Sıkıntılar duradursun!"
Şairliğimle yetinir,
Avunurum.
ORHAN VELİ KANIK
***
BUĞDAY
Düzüldü uçsuz bucaksız alay,
Çıngıraklar çalar kapılarda.
Düzüldü uçsuz bucaksız alay,
Bak, son hasat başladı rüzgârda.

Okundan ayrılmak üzere yay,
Kuyuların ağzı genişledi.
Okundan ayrılmak üzere yay,
Korku ta kemiğime işledi.

Savruluyor gökyüzünde buğday,
Gölgeler uzaklaşıyor yerde.
Savruluyor gökyüzünde buğday,
Tanrım! tanrım! Bir deva bu derde.

Düzüldü uçsuz bucaksız alay,
Çıngıraklar çalar kapılarda.
Düzüldü uçsuz bucaksız alay,
Bak, son hasat başladı rüzgârda.

Undan bize de pay, bize de pay,
Koşun, buğday dağıtıyor Yusuf.
Undan bize de pay, bize de pay,
Çökmeden sonu gelmeyen küsuf.

Eriyecek tencerede kalay,
Çocuklar ağlaşmasınlar dağda.
Eriyecek tencerede kalay,
Yetişmeyecek Ömer imdada.

Altında aynı eğer, aynı tay;
Arayıcısı herkes bir sesin.
Altında aynı eğer, aynı tay;
Seferi aynı köye herkesin.

Artık kuruldu bu kervansaray,
Boşuna düşünür ihtiyarlık.
Artık kuruldu bu kervansaray,
Şimdi seslerle dolu mezarlık.
ORHAN VELİ KANIK
***

Bu şiiri bir yerden hatırlayacaksınız? Ama nerden? Bilin bakalım nerden? Sizi yormayayım bu şiir Levent Yüksel tarafından seslendirilen güzel bir şarkının güftesi olmuştu, oradan hatırlıyorsunuz, hatırladınız değil mi?

...

DEDİKODU
Kim söylemiş beni
Süheyla’ya vurulmuşum diye?
Kim görmüş, ama kim,
Eleni’yi öptüğümü,
Yüksek kaldırımda, güpegündüz?
Melahat’i almışım da sonra
Alemdar’a gitmişim, öyle mi?
Onu sonra anlatırım, fakat
Kimin bacağını sıkmışım tramvayda?
Güya bir de Galata’ya dadanmışız;
Kafalari çekip çekip
Orada alıyormuşuz soluğu;
Geç bunları, anam babam, geç;
Geç bunları bir kalem;
Bilirim ben yaptığımı.
Ya o, Mualla’yı sandala atıp,
Ruhumda hicranın’ı söyletme hikâyesi?
ORHAN VELİ KANIK
***
KUYRUKLU ŞİİR
Uyuşamayız, yollarımız ayrı;
Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi;
Senin yiyeceğin, kalaylı kapta;
Benimkisi aslan ağzında;
Sen aşk rüyası görürsün, ben kemik.
Ama seninki de kolay değil, kardeşim;
Kolay değil hani,
Böyle kuyruk sallamak tanrının günü.
ORHAN VELİ KANIK
***
DELİKLİ ŞİİR
Cep delik cepken delik
Yen delik kaftan delik
Don delik mintan delik
Kevgir misin be kardeşlik
ORHAN VELİ KANIK
***
Bu şiirlerin arkasından her zaman yaptığım şeyi, kendi şiirlerimi beğenilerinize sunuyorum.
...
82
Orkestralar darmadağın
Nefeslilere su kaçmış
Yüksek gerilim verilmiş tellerine gitarların
Yayları kırılmış yalıların
Klavyeler öksüz, çalan eller ölmüş
Senfoniler susmuş
Kakafoniye kaldı tüm meydanlar...

Aydın Göle
11 eylül 2003

(Kakafoni: uyumsuz ses, ses karmaşası)

***

83
Ne yerdeyim ne gökte kaç gündür
Artık mekânım yok, sığamam hiçbir yere
Sütler kesilmiş, ekmekler ekşimiş
Atlar koşmuyor, köpekler havlamıyor
Fareler kedi kovalıyor çatılarda
Tavşanlar saat başı doğuruyor kaygıyı
Dünyayı ele geçirecekler
Kadere dur diyemiyorum
Sürükleniyorum

Aydın Göle
11 eylül 2003

***

84
Gezdiğim her yer yabancı
Bir tanıdık yüz görsem boynuna sarılacağım
Memleketim ben sendeyim
Sen benden kaçıyorsun fersah fersah
Neden bu his canım, söyle neden
Sinem ateş ormanı, göremezsin
Sigaranı sinemden yakabilirsin
Dikkat et yüzün yanmasın
Başını dayama sineme, karışmam
Teselliler kâr etmiyor, ama sen tesellimsin
Senin varlığın tesellimdir canım
Sevda yorgunuyum
Çok yalnızım
Sende olmasan
Ne yapardım.

Aydın Göle
11 eylül 2003

***

85
Saki mey sun canânıma
O canân ki, yardan daha candır
Benden ayrı demleniyor, ama olsun
Canânıma sen gene mey sun
Bir tabakta meyve..
İçinde ille şeftalide olsun
İki küpe kiraz
Başı dönüyor biraz
Dili dolaşıyor
Gülmekten ölecek
Güldükçe güzelleşiyor, görmüyor musun
Maşallah de lütfen!..
Yıldızı düşük, aman nazara gelmesin
Eeee o kimin canânı
Yarışamam onunla, ne pis içiyor
Midesi mide değil, sünger mübarek
Saki, canânıma…

Aydın Göle
14 eylül 2003

...

Haftaya gene şair ve şiirlerle olmak dileğiyle, iyi pazarlar sevgili okurlar.



Yayın Tarihi: 11.01.2015

TAKLİT VE SAHTECİLİKTE İKİNCİYİZ 2

Önceki yazımızda taklit ve sahte mal üretiminde Çinden sonra ikinci sırada yer aldığımızı belirtmiş, sahte malların daha çok gıda sektöründe olduğunu vurgulamış ve bunlardan bir liste vermiştim. Bugün gıda ürünlerinin nasıl üretildiğinden söz edeceğim. Durum sandığınızdan daha kötüdür. Toplum olarak sınırlarda yaşadığımıza hükmedebilirsiniz. Ticaret toplumu olalım ama bunu sahtekârlığa vardırmadan olalım. Sahtekârlıkta, dürüstlükte bumerang gibidir. Eninde sonunda bize geri döner. Kötülüklerin geri dönmemesi için iyi ve dürüst insan olmayı kendimizden başlatalım. Olamayanları da devlet olarak cezalandırmaktan çekinmeyelim.


1-SİGARA:
Kuzey Irak başta olmak üzere komşu ülkelerden sokulan kaçak sigaralar oldukça tehlikeli. Çin’de üretilen sahte Tekel 2000 sigarasının içinden tahta tozu, küf, böcek ve böcek larvaları ile çok tehlikeli katkı maddeleri çıktı.

2-İÇKİ:
En yaygın sahtecilikten birisi alkollü içkide yaşanıyor. Birçok tehlikeli maddenin yanı sıra özellikle karışımda kullanılan metil alkol zehirliyor ve körlüğe neden olabiliyor. (En son olay yakınlarda olmuştu hatırlarsınız. Türkiye’ye gelen Rus turistler sahte rakıdan ölmüş, Rus hükümeti de Türkiye’den haklı olarak tazminat talep etmişti.)

3-KOZMETİK:
Saç dökülmesini engellediği iddia edilenler ciddi cilt hastalıklarına neden oluyor. Sahte parfümler ise akciğer ve böbreklerde ciddi rahatsızlıklara neden olabiliyor.

4-İLAÇ:
Kilo verdirdiği iddia edilen lahana çorbası kapsülü ve biber hapı gibi ürünlerin sahtesi yoğun. Sahte Viagra, borik asit, kurşun tabanlı boya ve çimento içeriyor.

5-ZEYTİN:
İçine katılmış küçük çam kozalaklarıyla çekirdeği yapılan koyun ve keçi dışkısı zeytin yağıyla hafif ateşte pişirilip, gıda boyası katıldıktan sonra zeytin soslarına bulandırılıyor.

6-PEYNİR:
Küflü kaşardan eritme peynir üretiliyor. Kaşar peynirine soya yağı ve margarin katılıyor. Ufalanmış peynir jel ile birleştirilip yeniden kalıp peynir yapılıyor.

7-SUCUK SOSİS:
Soya baharatla karıştırılıp sucuk imalatında kullanılıyor. Raf ömrünü uzatmak için gereğinden fazla nitrat katılıyor. Et yerine nişasta, tavuk derisi, zar, baharat ve tuz konuluyor.

8-TEKSTİL OYUNCAK
En yaygın sahtecilik oyuncakta. Kalitesiz ürünler bir yana, özellikle oyuncakta kullanılan boya, plastik vb. nedeniyle kanserojen etkiler görüldüğü kanıtlandı.

9-ZEYTİNYAĞI
Zeytinyağına kanola, fındık ve soya yağı karıştırılıyor. Atık yağ olarak anılan kullanılmış kızartmalık yağ tekrar karıştırılabiliyor. Tereyağına patates karıştırılıyor.

10-BAL
Nişasta, şekerkamışı, akçaağaç, darı ve mahua bitkilerinin çiçekleri, şeker pekmezi, hidrol, parafin katılıyor, düşük nem içeren ballara su ekleniyor.

Şaşırmadığınıza eminim. Çünkü her Allahın günü her yerde karşılaştığımız şeyler bunlar. Kimileride “alan razı satan razı, kime ne?” diyor. Oysaki bu beden ve bu can onlara emanet ve bu bedene ve bu cana iradelerine yenilmemek şartıyla iyi bakmak zorundalar, bilmiyorlar mı? Hangi açıdan bakarsanız bakın durum böyle.


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 09.01.2015

TAKLİT VE SAHTECİLİKTE İKİNCİYİZ 1

Ülkemiz sanayi geçmişi çok eski bir ülke değil. Cumhuriyetle birlikte devlet eliyle başlayan sanayileşme hareketi, 1960’larda özel sektöründe katkılarıyla hızlandı. Sözün kısası başlangıcından bu yana 80 yıllık, hız kazanmasından bu yana da 50 yıllık bir geçmişe sahip. İnsan ömrünce belki uzun bir süreç gibi görünebilir fakat millet ve ülkelerin varlık tarihleri ölçü alındığında bir bellek ve buna bağlı bir bilinç oluşturmaya yetmez. Bunun sonuçlarını her alanda görüyoruz. Ülkemizde kuraldan çok kuralsızlık hakimse bundan dolayı hakim. Köklü şirketlerimiz, bilinen ünlü markalarımız yok denecek kadar az. Batılı ülkelere baktığımızda bu tarihin bir bellek ve bir bilinç oluşturacak kadar eski olduğunu görüyoruz. Batılı ülkelerde insan yaşamının dokunulmazlığı da işte bu uzun süreçlerin yaşanmış olmasının sonucu.

Uzun gelişme süreçlerine sahip olmadığımız için, birde 1990’lı yıllarda tüketimin azdırılmasıyla birlikte, kolay para kazanmaya özendirme gibi çabalar sonunda sahtecilikler, dolandırıcılıklar arttı. Merdivenaltı üretimi denen yasadışı ticaret ne yazıkki çok yaygın.
Dünyada da böyle işlerle uğraşanlar çok. Hatta bu konuda anılabilecek ülkeler bile var. Bunların başında Çin geliyor.

Şu satırlara bakar mısınız?

“Avrupa Komisyonu Taklit Mallar Komitesi, OECD ve Dünya Gümrük Teşkilatı’nın araştırmalarına göre, dünyada hızla büyüyen sahte ve taklit ürün pazarı 1 trilyon dolara ulaşmış durumda. Sahte ve taklit ürünler küresel ticaretin yüzde 7 ila yüzde 10’unu oluşturuyor. 1990’lardan bu yana yüzde 400 artış gösteren bu yasadışı ticaretin 2020’de 2 trilyon dolara ulaşacağı tahmin ediliyor.”

Ne büyük ve ne iştah kabartıcı bir rakam değil mi? Sıkı durun bu satırların sürprizlerle dolu devamı var.

“Piyasanın yüzde 57’lik bölümünü Çin tek başına elinde tutuyor. İkincilik ise menşei (kökeni) bilinmeyen ülkelerde. Asıl çarpıcı olan ise Türkiye’nin yüzde 5 pazar payı ile bu illegal piyasanın üçüncü büyük ülkesi olması. Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı’nın (KOM) hazırladığı raporlara göre, Türkiye’de sahte ürün pazarı 6 milyar dolara yaklaşıyor. Taklit ve kaçakçılık da buna eklendiğinde pazar 15 milyar dolara kadar çıkıyor.”

Genel toplam içinde gösterilerek ikincilik sırası verilen üretildiği yer yazılı olmayan sahte ürünlerden sonra üçüncülüğü ülkemizin alması bu listeyi hazırlayanların bakış açısından kaynaklanıyor. Aslında Çinden sonra ikinci sıradayız. İkinciliği almayışımız belki dünya pazarına çıkmayan, iç pazarla sınırlı kalan, taklit veya sahte mallarımızın çokluğundan olsa gerek. 

Taklit veya sahte mallarımız gıda sektöründen ve şu başlıklar altında toplanıyor:

1-SİGARA
2-İÇKİ
3-KOZMETİK
4-İLAÇ
5-ZEYTİN
6-PEYNİR
7-SUCUK SOSİS
8-TEKSTİL OYUNCAK
9-ZEYTİNYAĞI
10-BAL

Bunların nasıl üretildiğini gelecek yazımızda görelim. Durum sandığınızdan daha kötüdür. Toplum olarak sınırlarda yaşadığımıza hükmedebilirsiniz. Ticaret toplumu olalım ama bunu sahtekârlığa vardırmadan olalım. Sahtekârlıkta, dürüstlükte bumerang gibidir. Eninde sonunda bize geri döner. Kötülüklerin geri dönmemesi için iyi ve dürüst insan olmayı kendimizden başlatalım. Olamayanları da devlet olarak cezalandırmaktan çekinmeyelim.


DEVAM EDECEK



Yayın Tarihi: 07.01.2015

DANIŞMANI ASLAN OLANIN

“Adı çıkmış dokuza, inmez sekize” diye bir deyimimiz var. Bu deyim; bir insan iyi veya kötü ne ile anılırsa anılsın, bunu kolay kolay değiştiremez anlamında kullanılmaktadır. Benimde adım “hikâyeci başına” çıkacak diye geçenlerde belirtmiştim ya, korkumdan değil, tek düzeli olarak anılmaktan çekindiğim için belirtmiştim. Fakat yapacak bir şey yok. Hikâye anlatmak gerekirse kaçacak değilim tabii. Eh madem öyle bende boşuna uğraşmadan, hatta bu deyimi pekiştirerek gene bir hikâye anlatmak istiyorum sizlere.

Bir Tavşan önüne bir daktilo almış, pata-küte bir şeyler yazıyordu.
Oradan geçen bir Tilki:
- Hey Tavşan, ne yazıyorsun?
- Doktora tezimi yazıyorum.
- Ha öyle mi, çok güzel, ne hakkında?
- Tavşanların Tilkileri nasıl yedikleri hakkında.
- Yok canım, olur mu öyle şey, hiç Tavşanlar Tilki yerler mi?
- Olur canım, gel istersen, sana ispat edeyim.
Beraberce Tavşanın yuvasına girdiler. Biraz sonra Tavşan tek başına çıktı ve
yine daktilosunun başına geçerek, pata-küte, daktiloyla dövüşür gibi bir şeyler yazmaya koyuldu.
Daha sonra oradan geçen bir Kurt, Tavşanı böyle harala gürele daktilosunun başında görünce merakla sordu.
- Hey Tavşan, ne yazıyorsun?
- Doktora tezimi.
- Ne hakkında?
- Tavşanların Kurtları yemesi hakkında.
- Yayınlamayı düşünmüyorsun herhalde, buna kim inanır?
- Gel istersen göstereyim...
Yine beraberce yuvaya girdiler. Tavşan biraz sonra gene tek başına dışarı çıktı. Gene daktilosuyla dövüşür gibi dikkat çekecek şekilde yazı yazmaya koyuldu.

Sonunda nemi oldu?

Ormanda nerdeyse yürüyen canlı kalmayana kadar bu hikâye sürdü tabi.
 
Biz bu hikâyeyi uzatmayalım, oyun bozanlık ederek Tavşanın yuvasına girelim. Ne gördüğümüzü merak mı ediyorsunuz?

Ne göreceğiz canım; bir köşede Tilkinin kemikleri... bir köşede Kurdun kemikleri...

Bir diğer köşede de Tavşanın doktora danışmanı ASLAN, kürdanla dişlerini temizliyordu. Bunu gördük.

Bu hikâyeden çıkacak ana fikir şu:

Doktora tezi yapmak için, tezin ne olduğunun önemi yok.
Konunun da önemi yok.
Önemli olan, tez danışmanıdır (Aslan benzetmesini ABD ile değiştirin).

Yazımın sonunda aklıma ister istemez şu soruda geliyor: Danışmanı “Aslan” olanın yarasız günü olur mu? 


Yayın Tarihi: 05.01.2015

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlar. Bu Pazar sizlere Tevfik Fikret şiirileri sunacağım. Osmanlı imparatorluğunun son dönem şairi olan Tevfik Fikret ulusçu, hümanist bir şairdir. Düşünceleri dönemin aydınlarını etkilemiştir. İdealist kişiliğiyle etkiledikleri arasında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’te vardır. Yazdığı şiirler manzum hikâyelerle örülüdür. Bugün okuyacağınız üç şiirle bunu fark edeceksiniz. Üçüncü şiirin konusu güncelliğini bugüne kadar yitirmedi. Bundan sonrada yitireceğini hiç sanmıyorum.

...

BALIKÇILAR
- Bugün açız yine evlatlarım, diyordu peder
Bugün açız yine; lakin yarın, ümid ederim
Sular biraz daha sakinleşir... Ne çare, kader

- Hayır, sular ne kadar coşkun olsa ben giderim
Diyordu oğlu, yarın sen biraz ninemle otur
Zavallıcık yine kaç gündür işte hasta

- Olur
Biraz da sen çalış oğlum, biraz da sen çabala
Ninen baban, iki miskin, biz artık ölmeliyiz
Çocuk düşündü şikâyetli bir nazarla: - Ya biz
Ya ben nasıl yaşarım siz ölürseniz

Hâlâ
Dışarda gürleyerek kükremiş bir ordu gibi
Döğerdi sahili binlerce dalgalar asabi

- Yarın sen ağları gün doğmadan hazırlarsın
Sakın yedek biraz ip, mantar almadan gitme...
Açınca yelkeni hiç bakma, oynasın varsın
Kayık çocuk gibidir: Oynuyor mu kaydetme
Dokunma keyfine; yalnız tetik bulun, zira
Deniz kadın gibidir: Hiç inanmak olmaz ha

Deniz dışarda uzun sayhalarla bir hırçın
Kadın gürültüsü neşreyliyordu ortalığa

- Yarın küçük gidecek yalnız, öyle mi, balığa
- O gitmek istedi; "Sen evde kal!" diyor...
- Ya sakın
O gelmeden ben ölürsem

Kadın bu son sözle
Düşündü kaldı; balıkçıyla oğlu yan gözle
Soluk dudaklarının ihtizaz-ı hasirine
Bakıp sükut ediyorlardı, başlarında uçan
Kazayı anlatıyorlardı böyle birbirine
Dışarıda fırtına gittikçe pür-gazab, cuşan
Bir ihtilac ile etrafa ra’şeler vererek
Uğulduyordu...

- Yarın yavrucak nasıl gidecek

Şafak sökerken o, yalnız, bir eski tekneciğin
Düğümlü, ekli, çürük ipleriyle uğraşarak
İlerliyordu; deniz aynı şiddetiyle şırak -
şırak döğüp eziyor köhne teknenin şişkin
Siyah kaburgasını... Ah açlık, ah ümid
Kenarda, bir taşın üstünde bir hayal-i sefid
Eliyle engini güya işaret eyleyerek
Diyordu: “Haydi nasibin o dalgalarda, yürü!”

Yürür zavallı kırık teknecik, yürür; “Yürümek
Nasibin işte bu! Hâlâ gözün kenarda... Yürü!”
Yürür, fakat suların böyle kahr-ı hiddetine
Nasıl tahammül eder eski, hasta bir tekne?

Deniz ufukta, kadın evde muhtazır... Ölüyor
Kenarda üç gecelik bar-ı intizariyle
Bütün felaketinin darbe-i hasariyle
Tehi, kazazede bir tekne karşısında peder
Uzakta bir yeri yumrukla gösterip gülüyor
Yüzünde giryeli, muzlim, boğuk şikâyetler...
Tevfik Fikret

***

BİR İÇİM SU
Güzel çoban, bir içim, bir yudum su testinden
Bugün sıcak yine pek, sanki ortalık yanıyor

Güzel çocuk senin olsun hayatım istersen
Niçin gözüm sana baktıkça böyle yaşlanıyor?

Güzel çoban, ne kadar tatlı söylüyorsun sen
Yalan da olsa içim doğru söyledin sanıyor

Güzel çocuk, bana bak, aldatır mıyım seni ben?
İçin bu yaşları boş anlıyorsa aldanıyor

Güzel çoban, bir içim, bir yudum su testinden
Bugün sıcak yine pek, sanki her yanım yanıyor

Tevfik Fikret

***

Sırada güncelliğini hiç yitirmeyen şiir var. Şair, doymak bilmez bir iştahla ülkemizi yiyenleri hikâye etmiş. Eski dil olduğu için yeni kuşak anlamakta zorlanabilir. Telaşa gerek yok! Öylede olsa şiirin tamamını anlıyoruz.

...

HAN-I YAĞMA
Bu sofracık, efendiler - ki iltikaama muntazır
Huzurunuzda titriyor - şu milletin hayatıdır
Şu milletin ki mustarip, şu milletin ki muhtazır
Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin

Efendiler pek açsınız, bu çehrenizde bellidir
Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı kim bilir
Şu nadi-i niam, bakın kudumunuzla müftehir
Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hak da elde bir...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı zi-safa sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin

Bütün bu nazlı beylerin ne varsa ortalıkta say
Haseb, neseb, şeref, oyun, düğün, konak, saray
Bütün sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay
Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin

Büyüklüğün biraz ağır da olsa hazmı yok zarar
Gurur-ı ihtişamı var, sürur-ı intikaamı var
Bu sofra iltifatınızdan işte ab ü tab umar
Sizin bu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanlı lokmalar...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı can-feza sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin

Verir zavallı memleket, verir ne varsa, malini
Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini
Bütün ferağ-ı halini, olanca şevk-i balini
Hemen yutun düşünmeyin haramını, helalini...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin

Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak
Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak
Bugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar sıcak
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı pür-neva sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin

Tevfik Fikret

***

Sırada bana ait şiirler var. Bugün şiirler değil, bir şiir sunacağım. İki hafta önce uzun olduğu için, kısa mesajla gönderilmemiş şiirlerden 81. şiiri öne almış, 80. şiiri bu haftaya bırakmıştım. Bugün okuduğunuz şiirler, biri dışında hepsi uzun olacak. Umarım sabrınızı zorlamış olmam.
...
80
Neden kalbim neden gamlısın
Her sabah güneş doğmuyor mu
Yağmur yağmıyor mu eylülle beraber
Sevdiklerin çok da, sevenin yok mu
Uzattığın ele el verenin yok mu
Sen geçmedin mi gök kuşağının altından hiç
Biliyorum garip kuşsun, yerin yurdun belli değil
Ordan oraya uçup durdun durmadan
Rüzgârlarla sürüklendin ordan oraya
Konacak dalın yok, biliyorum
Sürekli uçamazsın, kanadın yorulur
Şahinler kapar seni havada
Yerde darı arasan yılanlar yutar seni
Bir eli var sevdiğinin sıcak, şefkatli
Git avucundan iç suyunu
Sönmez içindeki ateş yalnızlıkla
Başını koy omuzuna
Bırak dökülsün iki inci tanesi gözlerinden
Tüm ilaçlardan şifalıdır, korkma ağla
Utanma erkeksin diye
Erkeksin diye kaskatı olmak mecbur rol değil
Sinema filminden çalınmış rol değil hayat
Doya doya, duya duya ağla
Bir damla göz yaşı asırların
Kinini ve kirini siler pir-ü pak olursun
Hiçbir şey son, hiçbir şey felaket değil
Ne batık şehirlerin üstüne
Yeni şehirler kuruldu, bilmez misin
Gidenler gitti, geri gelen yok
Sevgiler mi yeşeriyor mezarlarda
Yaslanacak bir omuz arama, o yanında
Sana senden yakın görmüyor musun
Candır, canandır o
Bir sana yanandır o
Lâkin o ketum, sözcük cimrisi biraz
Sevgi sözcükleri durur cebinde, hiç sarf etmez
Neden kalbim neden gamlısın
Bilmiyorsun belki ama çok şanslısın
Biliyorum adını duydukça ürperir titrersin
Gözlerinde nisan gökleri parlar hemen
Her sevgide neşe, ümit ve sevinç, hüzne bulanmıştır
Bu yüzden gözlerini ışıktan kaçırırsın

Aydın Göle
05 eylül 2003

***

Bu haftalıkta bu kadar. Hepinize huzurlu bir hafta sonu diliyorum.


Yayın Tarihi: 04.01.2015