29 Nisan 2013 Pazartesi

BİLDİĞİNİ VEYA BİLMEDİĞİNİ BİLEN İNSAN


“Bildiğini bilenin arkasından gidiniz. 
Bildiğini bilmeyeni uyarınız. 
Bilmediğini bilene öğretiniz. 
Bilmediğini bilmeyenden kaçınız.”

Konfüçyüs’ün bu sözünü açalım biraz. Bilme ve bilmemenin farkında olma veya olamama durumu etrafında dönen bu sözlerin açıklanmaya ihtiyacı var. Tahminime göre bu ihtiyacı karşılarsak Konfüçyüs’ün ne demek istediği daha iyi anlaşılacaktır.

İlk satırdan başlayalım. Kolay ve doğru anlaşılır bir satır.

“Bildiğini bilenin arkasından gidiniz.”

Bildiğini bilen bir koca kişi, bir bilge kişidir. Bilgisini bilir ve hiçbir şekilde bildiğini afralı tafralı biçimde sunmaz, göstermez. O bilgi ona sonradan yapıştırılmış gibi durmaz, tam aksine bilgiyle bütünsellik sergiler. Bilgisi kendisidir, kendisi bilgidir. İki hali birbirinden ayıramazsınız. Ayrılamayacağı bilgisinden, tutumundan, tavrından ve bütün bunları harmanlayarak bir yaşam oluşturmasından bellidir. Bilge kişilerin insanlık onurunu yükseltme kaygısından başka kaygısı olmaz. İşte bunların arkasından gidilmesi öneriliyor.

İkinci satıra gelince.. o satırda şöyle;

“Bildiğini bilmeyeni uyarınız.”

Öyle insanlar vardır, bildiklerinin bir toplamını almamışlardır. Neyi ne kadar bildiklerinin farkında değillerdir. Günlük sıkıntıların içinde veya eğlencenin doruklarında yaşayarak kendini kaybedenlerinde amaçları bilgileriyle orantılı olmayınca edindikleri bilgiler kişiliklerine, ordanda topluma yansımaz. İşte Konfüçyüs bunun farkına varmayanların uyarılmasını öneriyor. Bu uyarılma bilgi sahibinin daha ziyade cesaretlendirilmesi biçimiyle yönlendirilmelidir. Çünkü bilginin dışavurumu için çoklukla cesarette gerekir.

Üçüncü satıra bakalım.

“Bilmediğini bilene öğretiniz.” 
   
Öğrenme ihtiyacı bilme ihtiyacıyla başlar. İhtiyaç, uğraşılan meslekle ilgili temel bilgiler denilen öncelikli bilgilere sahip olunmadığında daha çok ortaya çıkar. Sonraki bilgiler mesleği daha ileri boyuta taşımak için mesleki yayınlardan veya mesleki deneylerden oluşan bilgilerden edinilir. Yaşamı elbette sadece mesleki bilgilerle sınırlayamayız ama mesleki bilgilerden de ayrı tutamayız. Çünkü meslek ve yaşam birbirinin ayrılmaz parçalarıdır. Onun için bir olay ve olgu ile birlikte özel zevk ve ilgiler kadar, belki de daha fazla mesleki bilgi, kesin ve doğru sonuca vardıracaktır. Bunun farkında olan konuyla ilgili bilgileri bilmediğini bilir. İhtiyacı olacağını da.. bu kadar bilgi, bilgiyi edinmek için yeterde artar bile. İşte bu durumda olanların elinden tutmak gerek.

Dördüncü satır kendimizi sakınacağımız kişileri söylüyor.

“Bilmediğini bilmeyenden kaçınız.”

En zoru bu grupta toplanan cahiller grubudur. Bunlar sizi anlamalarından vazgeçtim, sevmezler bile. Çünkü onların kıt akıllarıyla tabulaştırıp taptıkları cahillik öyle derin ve o kadar inatçıdır ki.. sizin bilgilerinizi tartışılır kılmadan rahat edemez. İçinde oldukları kavram kargaşasını görürsünüz ama siz ona gösteremezsiniz. Çünkü dolap beygiri gibi at gözlüklüdürler. Aynı yerde dönüp durdukları halde dünyayı dolaştıklarını zannederler. Bunlar tehlikelidir. Fanatikliklerinden adam bile öldürebilirler. Her tür fikrin yobazı bu gruptan çıkar. Bunların yanında durulmamalıdır.

Kısaca bildiğini veya bilmediğini bilenden korkmayın onlar insanlık onurunu yücelten veya yüceltmeye hazır insanlardır. En kötüsü bilmediği halde bildiğini zanneden ve bol kepçe lokantasından ücretsiz, nefis olduğunu zannettiği ama onmamış, pişmemiş, yağı tuzu eksik yemek dağıtır gibi fikir dağıtanlardır.



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 26.04.2013

İŞ BU OKU SAVUŞTURMAKTA..


“Ok yaydan çıktı”, “Kılıçlar çekildi” deyimleri bir konuda gelinen durumu anlatırlar. İki deyimde bir gerginliğin ortaya konması olarak algılanabilir. Bu algılamadan dolayı ilk bakışta aynı anlamda oldukları sanılsa da kesinlikle aynı anlamı taşımazlar. “Kılıçlar çekildi” deyimi; konuşma bitmiş dövüşme başlamış demektir. Oysa kılıç kınından çıkarıldığı gibi tekrar kınına sokulabilir. “Ok yaydan çıktı” deyimiyse geriye dönüşü olmayan bir yola girildiğini anlatır. Yaydan çıkan ok geri dönmez, ne olursa olsun rastladığı ilk hedefe saplanacaktır.

Hükümetin PKK ile terörü bitirme anlaşmaları yapması (barış demiyorum, çünkü barış görüşmeleri iki ayrı ülke arasında yapılır, bizimkisi ülkesine karşı ayaklanmış veya ayaklandırılmış bir unsurun terörden vazgeçirilmesinden başka bir şey olmamalıdır) tamda bu deyimlerle açıklanacak bir konuma girmiş bulunmakta.

Kimse iç kavgayı istemez ve istememeli. Öteden beri “en kötü barış, en kutsal savaştan iyidir” denir durur. Her ne bahasına olursa olsun insanı yaşatma görüşünü merkeze oturtan, insan hayatını kutsal sayan düşünceler, insanlık onurunu kirli savaşlardan korumayı amaçlamıştır. Bazen bu düşünce barışı korumaya yetmez. Yetmediği 1. dünya savaşıyla ortaya çıkan durumla görüldü. Galiplerin dayatmalarıyla gelen barış, ekonomileri felce uğratınca 2. dünya savaşını kaçınılmaz hale getirdi. “En kötü barış, en kutsal savaştan iyidir” sözü burada geçerli olamadı.

Bizim kurtuluş savaşımızda bu sözün pek geçer akçe olmadığını göstermez mi? Osmanlı savaş kaybedip silahsızlandırıldıktan sonra bir barış antlaşması imzalamıştı. O barışın şartlarına karşı çıkan, Osmanlı paşalarını ve halkı örgütleyebilen, kendiside bir Osmanlı paşası olan Mustafa Kemal Atatürk sonunda daha kabul edilir bir barış antlaşması yolunu açmıştı.

Bugün ülkemizin içinde bulunduğu durum “en kötü barış, en kutsal savaştan iyidir” sözüyle açıklanıyor. Allah aşkına kim kimle savaşıyordu? Biz kimseyle savaşmıyorduk ki.. gerilla olarak ordu olunmaz. Savaş ise orduların işidir. Gerilla savaş yapmaz, terör yapar. Bugüne kadar yaşadığımız PKK terörüydü. Terörle mücadele ise polis ve askerin işbirliğinde gerçekleşen bir iç güvenlik uygulamasıdır. Bu bütün dünyada böyledir. Ama Ortadoğu’ya ekonomik çıkarları için biçim vermek isteyen batılı ülkeler terör örgütünü kurtuluş savaşçıları olarak tanırsa iş böyle bir anlaşmaya gelir dayanır. Başkalarının gelip dayattığı antlaşmayla “en kötü barış, en kutsal savaştan iyidir” sözü kanıtlanmış mı olacaktır? Elbette hayır!

Gelgelelim “ok yaydan çıktı” ve hedefe varana kadar yol alacaktır. O hedef görülmeye başladı.

Geçenlerde Diyarbakır’da “Dünya Medeniyetler Kraliçesi” adı altında 21 ülkeden 22 güzelin katıldığı bir güzellik yarışması yapılacaktı. Zamanlamaya bakar mısınız? Akil insanlar vatandaşlarımızı yeni duruma ikna turları yaparken bir yarışmanın Diyarbakır’da yapılacak olması çok anlamlar taşımaz mı? Bakın 21 ülkeden 22 güzel katılmış, bu bir ülkenin 2 güzelle yarışması demektir. Peki hangi ülke 2 güzelle yarışıyor? Türkiye tabii. Ama öyle değil, bir güzelin adı Türkiye Güzeli iken, ikincisi “Diyarbakır Güzeli” idi. Bu ne demek; Diyarbakır bağımsızlığını ilan edip ülke mi oldu? Güzellik yarışmalarını bir et pazarı olarak görürseniz bu tür yarışmaları kepazelik olarak nitelendirirsiniz. Bu zamanda (PKK terörünü bitirme anlaşması sırasında) Diyarbakır’da yapılması, ayrıca bir Diyarbakır güzelinin olması da bu yarışmayı üç kez kepazeleştiriyor bana kalırsa.

Bu yarışma sanki bir şeyin ilanı gibiydi. Sessiz ilandı ve dikkatlerden kaçtı. Toplum olarak Kürt-Türk ayrımına gitmedik çok şükür ama birileri bunu yapmış bile.

Ya bu habere ne dersiniz?

“İsviçre’deki 60 değişik sosyalist parti, kitle örgütü, sendika ve değişik gruplardan oluşan 1 Mayıs komitesi, Abdullah Öcalan’a ulaştırılması için BDP’lilere Kürtçe, İngilizce ve Türkçe davetiye gönderdi. Davetiyede Öcalan’ın 1 Mayıs kutlamalarına katılması ve ‘başkonuşmacı’ olması istendi.

Rıfat Başaran’ın radikal.com.tr’de yer alan haberine göre, Hafta başında İmralı’ya gitmesi planlanan BDP Heyeti, Öcalan’ın davetiyesini beraberinde götürecek. Öcalan’ın burada okunması için bir mesaj göndereceği tahmin ediliyor.

1 Mayıs Tertip Komitesi adına davetiyeyi Anna Klieber ve Christian Diebold imzalı davetiyede, ‘Eğer bu savaşın tarafı olan aktörler soğukkanlı davranabilirlerse ve olabilecek provokasyonlara karşı barış iddialarından vazgeçmezlerse, onlarca yıldır sürmekte olan bu kanlı savaşın, önümüzdeki süreçte çözülebileceğine olan inancımız tamdır. Sizin barış için ortaya koyduğunuz perspektif ve çabalar, bu sürecin hayata geçme olasılığı ve kanın durmasının imkânsız olmadığını göstermektedir. Uzun soluklu politik mücadeleniz sayesinde edinmiş olduğunuz engin tecrübeleriniz 1 Mayıs alanındaki ilerici kitleler için büyük ilgi kaynağı olacaktır. Bu sebepten dolayı sizleri aramızda görmekten şeref duyarız’ dendi.”

Ülkemiz iş dünyasının kimi üyeleri de buna benzer sözler söylemişlerdi. Onlar bir yerden işaret almışlar mıdır bilmem, ama tatlı kârlardan mahrum olma kaygıları yüzünden acilen yeni duruma uyum gösterdiklerini çok iyi biliyorum.

Kısacası “kılıçlar çekilmiş, ok yaydan çıkmıştır”. Kılıçlar kınına tekrar konur hiç kuşkusuz. Ama ok hedefine mutlaka varır. İş bu oku savuşturmakta..



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 19.04.2013 
   

AĞIR ABİLİK DEĞİL AĞIRBAŞLILIK


Son zamanlarda gördüğümüz “ağır ağabeyliğin” aldatıcı tarafını hatırlatarak belirtmeliyim ki  pek sıklıkla göremediğimiz ağırbaşlılık eskiden olgunluğun işareti kabul edilir, ağırbaşlılık gösteremeyen olgunlaşmış sayılmadığından pek itibar görmezdi. Şakalaşmak, espri yapmak; ölçüyü aşmamak kaydıyla ağırbaşlılığa engel değildi. Bununda yeri ve zamanı vardı tabii. Öyle aklına her esen, her istediği yerde şakalar yaparsa bunun adı münasebetsizlik, yani laubalilik, yada günümüzde söylenen biçimiyle sululuk olmaktan kurtulamazdı. 

Peki ağırbaşlılık sadece daha az şaka yapar olmakla mı kazanılır?

Bu sorunun cevabını verirken “bütün davranışların insana yakışmayanları ağırbaşlılığı bitirir” diye kestirip atmak kolaycılığına düşmemek gerekir bence. Şaka ve espri hayatın tek düzeliğine yapılan küçük sıçramalar olmasına rağmen bunun sürekliliği dibe çakılmaksa; dövünme, her şeyden şikâyet, birini çekiştirme v.b şeyler nedir? Ağırbaşlılığa asla yakışmayacak insanın bu olumsuz davranış biçimleri pek sıklıkla karşımıza çıkıyor. Hatta bu tür davranışlar günlük, sıradan davranışlarımız olmuştur.

Her türlü felâket sonralarımızı, düğün dernek edenlerimizi şöyle bir gözlemleyin. Birinde saç baş yolanların, diğerinde sevinçle içi kabarmışların çıkardığı gürültüyü duyar, ortaya serilen curcunayı görürsünüz. İkisi de aynı kakafonide buluşmuşlardır. Oysa insan; acısınıda, sevincinide taşkınlığa yer vermeden kendi içinde yaşamalıdır. Daha fazla dövünme, daha fazla sevinç narası ve kendini yerin dibinde görme yada her şeyle övünme kimseye olgun ve ağırbaşlı insan görüntüsü kazandırmaz. 

Bir insan sadece gürültü çıkarmıyor diye de ağırbaşlı olur mu?

Jest ve mimiklerde ağırbaşlılığın göstergesidir. Bunlara birde toplum içinde sıra ve düzene uymakta gelir. Bunun için sakin olmak gerekir. En sakin olduğumuz zaman uyuduğumuz zamandır demeyin. Ben ağır başlılığı hiçbir şekilde eylemsizlik olarak göstermek niyetinde değilim. Uykuysa yarı eylemsizliktir. Günlük eylemlerimiz içindeyken de sakin olursak ortam huzuru sağlanmış, işler tıkır tıkır işlemiş olur. Bu kolaylığı kendimize ve toplumumuza neden kazandırmayalım? Bu emirle değil kendiliğinden oluşan bir iç disiplini getireceği için kesinlikle ağırbaşlılığı yüceltecek ve ona katkıda bulunacaktır. Bizde kuyruklarda çıkan kavgalara bakarsanız ne dediğimi anlarsınız. Ortaya çıkan manzara onur kırıcıdır. Oysa ağırbaşlılık onurlu insanlara özgüdür. Onurlu insan ticaretten hukuka kadar varan her alanda hakkına razı olmakla kalmayıp, başkasının hakkını kollayan koruyan insandır. Onurla kuşanmış ağır başlılık içten gelen ışık gibidir. Işığın kaynağı görünmez ama kendisi asıl ışık olup ışır.

Ağırbaşlılığı; tüketme çılgınlığı yaşayan toplumumuzun felâket anında gösterdiği davranışlarda aramayın. Kimse bir başkasının aynı şeye ihtiyacı olabileceğini düşünmüyor.
Varsa yoksa salt kendi ihtiyaçları.. üstüne üstlük stokçuluk bile yaparlar. Ellerinde olan bir şeyin ikinci, üçüncü, belkide onucusunu edinmeye çalışırlar. Çünkü onlara göre bugünün yarınıda var. Evet bugünün yarınıda var ve bu hep böyle sür-git gitmeyecek. Bütün felâketlerin en kötü zamanı ilk iki haftadır. Ondan sonra üretken ve organize olmayı başaran bir toplumda bir düzene girer. O zaman bu stokçuluk niye? Ağırbaşlılığın bir şartı da yetinme duygusunu geliştirmektir. Yetinme duygusunun olduğu yerde stokçuluk oluşmaz. Yetinme duygusu ağırbaşlılığın erdem kazanmış halidir.

Erdemli kişiler karşıtlarının karşısında böbürlenen bir büyüklenme tavrını benimsemezler. Tıpkı yetinme duygusu gibi alçakgönüllülük sonuçta ağırbaşlılığı besler. Onlar içleri doldukça eğilen buğday başakları gibidirler, en küçüklerine bile aynı tevazu ile yaklaşırlar. Yetenek ve ustalıkları onlara sorun öğrenirsiniz, çok çalışılarak elde edilmiştir. Çok çalışan bir toplumun; erdemli, dolayısıyla ağırbaşlı bireylerin eseri olduğunu bu kişiler hem söylerler, hem de söylemekle kalmayıp uygularlar.

Kimse kimsenin yerine geçmeye hevesli olmayıp, herkes bulunduğu yerde işini en iyi yaparsa kalitede artar. Erdem ve kalite birleştiği takdirde insanların arayışlarıda o yönde olacaktır. Ondan sonra korkmayın; ev ve dükkânların kapılarını açık bırakın. New York kentinde 5 dakikalık elektrik kesintisiyle yağmalanan market ve mağazalar gibi hiçbir dükkân yağmalanmaz. Yollarda trafik gürültü ve keşmekeşi olmaz. İhtiyacı olanın dışında kimse sol şeride geçip önündekini sollamaya geçmez.

Dahada iyisi ağırbaşlılığı zayıfı ezmemek olarakta tarif edebiliriz. Zayıfı ezmeyle ağırbaşlılık Nerde görülmüştür? Onun adı sinsiliktir. Sinsilik, asıl niyeti gizlemek için çok konuşmamak  ağırbaşlılığın içinde yer almaz. İkisi ayrı şeydir, birbirine karıştırmayalım. Zayıfı ezmemek, korumak ve kollamak erdemdir. Erdemde yukardada belirttiğim gibi ağırbaşlılığın önemli aşamalarındandır.

Erdemin içine özveriyi de koymayı unutmamalı. Özveri (fedakârlık); hiçbir kişisel yarar gözetmeden, belkide kendisinin göreceği zarara rağmen topluma yada kişinin kendisinden başka birisine yüksünmeden yaptığı işler veya ayırdığı zaman dilimiyle ortaya çıkar. Duyarlı insanlarda özveri çok vardır. Onlar başkasının yanmaması için ateşe yalınayak yürürler. Yalınayak yürürkende şikâyet etmezler. Ağırbaşlılıkla ilişkiside buradandır.

Karakterimizin temeli aile içindeki genetik yapıyı izlediği düşünülürse bize doğuştan hazır olarak verilmiştir diyebiliriz. Önce aile, sonra yakın çevre, sonra özel veya resmi eğitim kurumlarıyla devlet, karakterimize biçim verir. Bunların çok azı kendi seçimimizdir. Daha sonrada egemen grupların reklam veya siyasi propaganda çalışmaları da seçimlerimizi etkiler. Kısacası karakterimiz epey etkilere açık vaziyette oluşuyor. Eğer ülke politikaları kendine yeten, sakin, üretken, vicdani boyutu yüksek olması yönünde eğitmekse insanlarda o yönde gelişme gösteriyorlar. Yok eğer sorgulamayan, itaatkar, geçmişiyle (boş boş) övünen olması isteniyorsa da insanlarda öyle bir karakter kazanmış oluyorlar. İkisinde de ağırbaşlılık var olabilir. Konumuz olumlu insan modelini ortaya koymaktı. O takdirde sözünü ettiğim ilk eğitim modeli seçilmelidir. Herkes ne yapacağını bilmeli. Trafik kazasından depreme kadar karşılaşılan her türlü felâkette kendiliğinden bir refleks oluşturan toplumlar zorlukların üstesinden gelebilir. Burada sayamadığım daha birçok sebep aklı başında, ağırbaşlı insanı oluşturmanın şart olduğunu gösterir inanın. Bunun da yolu herkesin oybirliğiyle kabul edeceği gibi eğitimden geçer.

Eğitim herkese ağırbaşlılığı öğretirken mesleklere dağılmış ağırbaşlı insanlar sayesinde toplumsal seviye yükselecektir. Bunu en yaygın biçimde basın yayın dünyasında görürüz. Felaket veya kargaşa anında abuk subuk sorular sormayan, kimseyi rencide etmeden konunun can damarını topluma aktaran, aktarırkende hiçbir engele takılmayan bir görsel yada yazılı basın toplumun ihtiyacını ağırbaşlılıkla karşılamış olur.

Ağırbaşlılıkla ilgili son ekleyeceklerimle yazıyı bitiriyorum. Her insanın kalbinde (belki de tüm canlılarda) Allahın kendinden koyup yerleştirdiği bir vicdan yer alır. Vicdan, sadece yandaşına, sadece eşine-dostuna değil, hiç tanımadığı birine, tanıyor olmakla birlikte sevmediği birine de gösterilirse vicdan olur.

İşte ağırbaşlılık olarak anlattığımız kavramın etrafı bu kavramlarla doldurulmalıdır. Çünkü bütün bunlarla birlikte ağırbaşlı insan olarak (ağır ağbi değil) kâmil insan olunur. Kâmil insanların çok olduğu ülke insanlığa örnek olur. Böyle ülke var mı? Bir düşünün bakalım var mı? Size şu kadarını söyleyeyim ki böyle bir ülke var.




Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 12.04.2013


ABD ULUS DEVLETKEN BİZ NEREYE KOŞUYORUZ?


Hiçbir ülkenin nüfusu tek milliyetten oluşmaz. Savaşlarla kazanılan topraklardaki milletlerin eklenmesi, kaybedenin çekilmesiyle geride bıraktığı milletle ve başka ülkeye sınır kentlerde yaşanan afetler kadar, iç hesaplaşmalar nedeniylede oluşan göç dalgaları bu nüfusun tek milletten oluşmasına imkân vermez. 1950’lerden sonra buna çalışma şartları da eklenmiştir.
Bu daha çok gelişmiş ve hızlı kalkınan ülkelerin çalışan sayısının azlığından doğar. Nitekim 1960-1973 yılları arasında öncelikle Almanya’ya daha sonra diğer Avrupa ülkelerine ülkemizden işçi göçleri olmuştur. Bu işçilerin ilk gidenleri önce geri dönmek niyetindeyken birinci nesilden sonrakilerin nerdeyse tamamı o ülkelerde kaldılar. Artık oralarda 3.-4. nesil göçmenler yaşamaktadır. Atalarımızın “doğduğum yer değil, doyduğum yer” sözü sanki günümüz için söylenmiştir.

Bütün kıyamette bundan kopar zaten. Doymak bunun için önemli. Doymak karın doyurmakla başlayıp, konforlu hayata kadar uzandığı için görece bir kavramdır. Oysa ilk duyduğumuzda “doymak” sözcüğünden enerji açığımızın kapatılmış halini, yani açlığımızı gidermiş olmayı anlarız. Karın doyurmakla sınırlı kalmayıp, daha fazla konfor isteyenlerin ellerinde oluşan birikimle güç elde etmeleri sonucunda toplumda uçurumlar oluşmaya başlar. Açılan uçurumlar yüzünden toplumsal barış bozulmaya yüz tutar. Barışın bozulmasını isteyen dış güçler bir fırsatın oluşmasını ortada henüz hiçbir şey yokken bile sağlamaya çalışırlar. Fırsat doğduğunda da hiç kaçırmazlar. Din, mezhep ve millet farklılıkları bu yüzden çok kaşınır. İki yada daha fazla milletten oluşan ülkelerin ayrışması, kendi iradelerinden çok dünya egemenlerinin kazançlarına kazanç ekleme tuzaklarından başka nedir ki?

Eski Sovyetler Birliği gibi çok uluslu oluşumların ayrışmasının yanında ABD gibi federal birlikteliklerin varlığı bence çelişki olarak görünüyor. Dünyayı ayrıştıran ABD kendisi tekliğin görüntüsünü vermektedir. Oysa içinde o kadar çok ulus-millet barındırmaktadır ki..
310 milyon ABD’linin sadece 22 milyonu ABD’lidir. Ama o 22 milyon yönetimde söz sahibi değildir.

Aşağıdaki listede Amerika’da yaşayan milletleri ve nüfuslarını göreceksiniz.  

310 Milyonluk Amerika Birleşik Devletleri nüfusunu oluşturan halklar;
1--Almanlar; 50 Milyon
2--İrlandalılar; 38-40 milyon (İrlanda nüfusundan fazla)
3--İngilizler; 30 Milyon
4--Meksikalı; 25-28 milyon

Araya girmeme izin verin. Birinci sırada Alman nüfusunun oluşuna çok şaşırmıştım. Çünkü İngilizlerin çoğunlukta olduklarını sanıyordum. Oysa bırakın ilk sırada olmayı ikinci sırada bile değiller. Daha sonra düşününce 2. dünya savaşında Almanya’dan kaçan Alman Yahudilerinin bu sayıyı oluşturduğu kanısına vardım. Tabii kaçanların içlerinde Alman Hıristiyanlarda vardı. Savaş mağlubu bir ülkede olacağı bilinen bir durum bu. Öyle yada böyle çok önemli sayıda Alman nüfusu Amerika’da yaşıyor. İrlandalıların ikinciliği büyük bir ihtimalle İngilizlerle giriştikleri mücadeleler sonucudur. İngilizleri anlatmaya gerek yok! Meksikalıların dördüncülüğü yaşadıkları iç savaşlar, fakirlik ve komşu ABD ile sınırlarının olmasındandır.     

5--İskoçlar; 25 milyon (İskoç'ya nüfusundan fazla)
6--Amerikalı; 22 Milyon

Gene araya gireceğim. Altıncı sırada olan Amerikan yerli halkının içinde herhalde Kızılderililer de vardır. Yada tamamı onlar mı; Bilmiyorum. Eğer öyleyse yönetimlerde yer almayışlarının nedeni nedir sordunuz mu? Zencilerin uzun mücadeleler sonrasında aldıkları haklara karşılık Kızılderililerin hakları var mı? Bir takım eski belgesellerden izlediğim kadarıyla yok! Onlarda beyaz adama küsmüşler zaten. Beyaz adamın verdiği hiçbir şeye tenezzül etmiyorlar.

Bundan gerisi ABD’nin büyüklüğüne, zenginliğine kalkıp gelenler olduğunu sanıyorum.

7--İtalyanlar; 18 Milyon
8--Polonyalılar; 10 Milyon
9--Fransızlar; 10 milyon
10-Hollandalı; 6-8 Milyon
11-Norveçli; 5 Milyon (Norveç nüfusundan fazla)
12-Çinli; 4 Milyon
13-İsveçli; 4 Milyon
14-Filipinli; 3 Milyon
15-Rus; 3 Milyon
16-Hintli; 2.5-3 Milyon
17-Gallerli; 2 Milyon
18-Danimarkalı; 2 Milyon
19-Çek; 2 Milyon
20-Yunanlı; 2 Milyon
21-Koreli; 1.5 Milyon
22-Macar; 1.5 Milyon
23-Portekizli; 1.5 Milyon
24-Vietnamlı; 1-1.5 Milyon
25-Türk 300 bin
26-Ermeniler 500 bin kadar.

Bu listedeki milletler içinde nüfusu bir milyonun altında olanlar Ermeniler ve Türkler. Avrupa bizim insanlarımız için daha mı gözde yoksa?

Sözü nereye getireceğim. Bu 310 milyon ABD nüfusunun içindeki milletler Anayasalarından Amerikan ulusu lafını çıkarın diyebilirler mi? Resmi dilin dışında devlet dairesine bir dilekçe verebilirler mi? Böyle şeyler ancak bizim gibi ülkelerde olur. Her şeye alıştırıldığımız gibi buna da alıştırıldık. Sırada aklımıza gelmeyen daha neler vardır kim bilir.

Söylenen sözleri, verilen vaatleri boş verin, şu soruyu sormanın tam yeridir: ABD ulus devletken biz nereye koşuyoruz?



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.sakaryaanadolu.net 

  
Yayın Tarihi: 05.04.2013