31 Ekim 2015 Cumartesi

BÖBÜRLENME HASTALIĞIMIZ İLE BOŞA AKITTIĞIMIZ PARALAR

Biz hovarda bir milletiz. Hava atmayı çok severiz. Hatta bizim sırf hava atmak için yaşayanlarımız da var. Erkeklerimiz kendilerini “en” yakışıklı sanırken, kadınlarımız “en” güzel olduklarını düşünür ve o edayla ortalıkta arzı endam ederler. Sahip olduğumuz “en”leri sıralamakta hiç zorlanmazsınız; en iyi telefon bizde vardır, en akıllı biziz (alemi sersem sanırız), en güzel ve en şık biz giyiniriz, en kaliteli biz yeriz. “En” güzel bizim otomobilimizdir. Herkes “en” çok bize ilgi gösterir. “En” çok biz seviliriz. “En” çok biz severiz”. “En” esprili olduğumuz tartışılmazdır. “En” çok biz kızarız. “En” çok biz söveriz. Çünkü “en” haklı biziz. “En” büyük bizim tuttuğumuz takımdır. “En” güzel yada yakışıklı bizim sevgilimizdir. “En” çok biz kazanırız. Çünkü iş geçmişimize bakılmaksızın “en” yüksek ücretle “en” çok tercih edilen biziz. Kendimizi dev aynasında görmekten gözlerimiz kamaşır. Onun için düz yolda önümüzü görmeyiz. Ama “en” çok içip “en” az sarhoş oluruz. Yada sarhoş olmamıza rağmen “en” usta arabayı biz süreriz. Kazalar öyle demese bile “en” doğruyu bizden dinleyin, çünkü “en” doğru sözlü insan aransa bizden başka kimse çıkmaz. Sevişirken de, dövüşürkende “en” ateşli biziz. Dünyaya üretip sattığımız tek bir teknoloji ürünü yok ama “en” son teknolojiyi “en” çok biz satın alırız. Ayranımız yok içmeye ama atla gideriz... olsun, şan ve şeref olsun yeter (şan, şeref böyle nasıl oluyorsa artık).

Bu “en”lerimize devam edersek en kalitesiz eğitimde en çok üç kağıdı son zamanlarda “YÖK”üde soktuk. Memuriyet sınavından her tür okullara giriş sınavlarını yapan kuruluşumuz da olan (12 eylül kurumu olarak yüksek öğrenime vurulmuş bir kelepçe olması nedeniyle varlığını onaylamadığım) “YÖK” nerdeyse “yok” olmak üzere. Herhalde kendini yok eden milletler içinde harakiri yapan Japonlar hariç “en” başta biz geliriz. Üstelik Japonlar harakiriyle ölerek yok olurken  biz yaşarken yok olmayı “en” iyi beceren milletiz. Sonra ölürken imanlı ölmeyi umarız. Oysa kendimizi “en” başta olmak üzere herkesi kandırırken imanımız yerinde kalır mı dersiniz?     

Bir sabah her sabah yaptığım gibi saat 07:00’da radyoyu açtım. Haber ve spor radyolarını dolaşıyordum. Lig gelirleri açısından dünya ve Avrupa sıralamasıyla ilgili haberden söz edildi. Sabah gazetesinde verilen “Para Akıyor Ama Boşa” başlıklı haber, okuduklarınızı yazmama neden oldu. 

Haber şöyle:

LİG GELİRLERİNDE DÜNYA 7.'SİYİZ

“Deloitte, 2010-2011 futbol sezonu verilerini açıkladı. Avrupa Futbol Pazarı, yüzde 4 büyüyerek 16.9 milyar euroya ulaşırken, Türkiye gelir listesine dünya devlerinin hemen ardından hızlı bir giriş yaptı. İngiltere, İspanya, İtalya, Almanya ve Fransa, 8.6 milyar euro ile gelir havuzunun yarısından fazlasını alıp, Avrupa'nın “5 Büyükler”i olarak sıralanırken, Türkiye, 614 milyon euroluk Rusya’nın ardından 515 milyon Euro’luk bütçesiyle 7. sırada yer aldı.”

Yayın gelirleri bütün takımların iştahını kabarttı. Süper ligte sürekli yer alan takımlarla kent takımlarının çekişmesi bu gelirden kaynaklanıyor tabii. Birde 3 büyükleri ekleyin. Bu gelir için ne oyunlar döndüğünü gördük. Hatta takımın 4 yıllık gelirini kırdıranları yönettiği takımdan kaçarken daha yüksek makamla ödüllendiriyoruz bile. 

O haberin devamı da var; okuyalım mı?

ASLINDA 6. SIRADA AMA...

“Türkiye aslında 321 milyon dolarlık son ihaleyle yayın geliri açısından 5 büyük ülkenin ardından 6. sırada. Ancak Rusya Ligi kulüpleri ticari alandaki performanslarıyla buradaki açığı kapatarak Türkiye’yi geçiyor. Gelir sıralamasında Türkiye’yi 431 milyon Euro ile Hollanda takip ediyor. Avrupa’nın 5 büyüğünün gelirlerinde, tribündeki yüksek seyirci ortalaması ve Avrupa maçlarındaki başarılı performans büyük rol oynuyor.”

Şike soruşturmasında muhteşem buluş örneği verilerek gören gözleri kör sayan bir deyim uydurdular ya, hani şu; “teşvik teşebbüste kalmış, sahaya yansımamış”. Bu konu üzerine söylenecek çok söz var ama bizde her şeyi kılıfına uydurma ustalığımızla hukukuda kendimize benzettiğimizi, kuralları pek umursamadığımızı, böylelikle şike davasının düşürüldüğünü söylemekle yetinelim. O sözü konumuza göre söyleyecek olursak “her şey teşebbüste kalmış, sahaya kalite ve verimlilik yansımamıştır”. Sonuç olarak onca harcama boşuna yapılmıştır. UEFA boşa yapılan harcamalarla borç ödeyemez duruma düşen kulüplerimizi “fair play” dedikleri, Türkçesi “Dürüst Davranmama” cezasının sınırında tutuyor, boşuna mı?

Bakın haberin devamı bu dediklerimi doğrular niteliktedir. 

FIFA SIRAL AMASINDA İSE DÜNYADA KAÇINCIYIZ SİZCE?

“Türkiye yayın gelirinde 6’ıncı, toplam gelirde 7. sırada ama bu durum ne yazık ki saha performansına bir türlü yansımıyor. Türk takımları Avrupa Kupaları’nda belli bir aşamayı geçemiyor. Milli Takım ise üst üste iki büyük turnuvayı kaçırmış durumda. Bu yıl yapılan Euro 2012’yi de televizyon başından seyredip, başka ülkelerin attıkları gollerle heyecanlandık. Türkiye, İspanya’nın liderlik koltuğunda oturduğu FIFA sıralamasında 33. durumda bulunuyor.”

Bu ne demektir? Bu paraların boşa aktığını göstermez mi? Bu kadar gelirle dünya ve Avrupa ölçeğinde başarı var mı? Ben bir Beşiktaşlı olarak milli takımın dünya üçüncülüğünü ve Galatasaray’ın UEFA şampiyonluğunu bu gelirlerin içinden gelmediği için istisnai bir başarı sayıyorum. Uefa şampiyonluğunun üstünden onbeş, dünya üçüncülüğünün üstünden onüç yıl geçmesine rağmen başarıların arkası da gelmedi zaten.

Paranın boşa aktığını haberden aktaracağım son alıntıyla da görelim. 

PARAYI KÖTÜ YÖNETİYORUZ

“16 Kasım 2011 itibariyle UEFA Milli Takım listesinde 18'inci sıradayız. UEFA’nın kulüpler sıralamasında ise Türkiye 11. basamakta. Bu veriler, Türk futbolunda gelirlerin saha içi performansına yansımadığını açıkça gösteriyor.”

En başta ne demiştim?

Biz hovarda bir milletiz. Hava atmayı çok severiz. Hatta bizim sırf hava atmak için yaşayanlarımız da var.

Eskilerin “Böbürlenme” dedikleri, bugünün moda deyişiyle “Hava” uğruna paralar boşa akar; huyumuz kurusun.  



Yayın Tarihi: 30.10.2015

İNSANSI HER ŞEY BİR KÜLTÜR ÜRÜNÜDÜR 9

Yazımızın ilk bölümünde kültürün tarifini yapmış ve bir hikâye ile kültürümüzün bir parçası olan içki kültürümüze giriş yapmak istemiştim. Bir Yeşilaycı olarak kendine özgü kurallar içeren, amacım günümüzde festfood kültürüyle birlikte hızlı tüketim alışkanlıklarıyla giderek unutulmakta olan bu kültürü hatırlatmaktı. Kimi saçma gelebilir, kimide haklı bir saygıyı uyandırabilir. Her ne olursa olsun bizim kültürümüzün parçası. Unutulmamalı bence. Bu son bölümde amacıma ulaşıp ulaşamadığımı siz okuyucularımın takdirine bırakıyorum.

65. Büyük yudumlarla rakı içilmez.
66. Rakı sofrasında iş dedikodusu yapılır, iş konuşulmaz.
67. Küllüğe limon kabuğu, zeytin çekirdeği konmaz.
68. Tabağa, kâseye sigara söndürülmez.
69. Zırt pırt kadeh tokuşturulmaz.
70. Konuşurken rakı masasına vurulmaz.
71. Bardak boş bekletilmez.
72. Masanın her bir köşesi meze ile doldurulmaz.
73. Ağız şapırdatılmaz.
74. Çatal kaşık dişe değdirilmez.
75. Burun karıştırılmaz.
Bu onbir maddenin çoğu görgüsüzlüğün dik âlâsıdır. Sokak terbiyesi içinde yetişen kurallara uymayı sevmeyenlerin takındığı tavırlardır bunlar. Oysa kimi kurallar insanı diğer canlılardan ayırır. Hiçbir canlının insan kadar hassas olmadığını söyleyebiliriz. Her canlı hayatını sürdürebilecek şartların dışında davranamazken insan bu kurallarla imbikten geçmiş bir kişilik kazanarak var olmayı geliştirir. Kendine ayrı bir zenginlik katar. Bu zenginlik kültürel bir zenginliktir, amaç kendisinin ve karşısındakinin mutluluğunu arttırmaktır. Bunun için gürültü çıkarmaz, bunun için göze hoş gelmeyen şeyleri yapmaz. Bunun için sadelikte güzellik bulur. Bunun için varlığının sınırlarını görsel ve fiziki olarak çizer.

76. İzinsiz masadan tuvalete dahi kalkılmaz.
77. Şerefe vb. yeterlidir, kadeh tokuştururken yaratıcı olunmaz.
Kimi ağızlar sözcük üretmeyi bilir, kimileride sözcük üretme çabasıyla ne çamlar devirirler. Önemli olan amacın dışında sözcük üretmemek, üretici olmak uğruna şaklaban durumuna  düşmemektir. 

78. Garsona balık ayıklatılmaz.
79. Garsonun sırtına vurulmaz.
80. Personele hatır sormadan meyhanede oturulmaz.
Kalender insan bulunduğu makam ve mevki ne olursa olsun, karşılaştığı kişilerin makam ve mevkilerini gözetmeksizin herkesin hal ve hatırını soran insandır. Sadece rakı sofrası için değil, hayatın her döneminde, her anında bu geçerlidir. Kibir, kendini beğenmişlik, burnu büyüklük hoş şeyler değildir. Bunlara sahip kişilerde bu duygularını yenmelidirler.


81. Sofraya erken ya da geç gelinmez.
82. Rakı buzdolabının en alt rafından yukarı çıkarılmaz.
83. İçi görünmeyen kadehte rakı içilmez.
Temizlik görüntüsü elde başlar masada biter. Bardaktaki şeffaflık bardağın temizliğinin işaretidir. İçilendeki berraklıkta içilenin sağlıklı ve temiz olduğunu gösterir. Bunların tersi insana zevk vermez. Zor beğenen, eskilerin deyimiyle müşkülpesent, ayrıca aşırı titiz biri olmakta hoş değil elbette. Gene de temizliğin iç huzuru verdiği, zevk düzeyini arttırdığı hatırlanırsa temizliğin boş verilmeyecek bir konu olması nedeniyle müşkülpesent veya titizlik aşırılığa vardırılmadığı ölçüde bence gereklidir .

84. Masada farklı kadehler olmaz.
85. Masada farklı markalar olmaz.
86. Yerken ağız doldurulmaz.
87. Ağızda lokma varken konuşulmaz.
88. Boğaza, yeleğe peçete takılmaz, dize peçete konmaz.
89. Konuşurken çatal bıçak sallanmaz.
Curcuna görüntü insanın içini açmaz. Bu açıdan bakıldığında tıka basa dolmuş bardak ve tabak, üstünde el gezemeyecek kadar dolu masa gibi birbirinden farklı tabak, kaşık çatalda masa düzenine aykırıdır. İçilenlerin çeşitliliği de öyle. Yukarda andığım gibi bunlarda görgüsüzlüğe girer.


90. Hiçbir durumda ve fikirde ısrar edilmez.
91. Racon kesilmez.
92. Ukalalık, kıskançlık kaldırmaz.
Rakı sofrası ne tez hazırlama masasıdır, ne sorun çözme, nede delikanlılığın kitabının yazıldığı masa değildir. Çok bilmişlik ve kendini bilmezlik tartışmalara yol açtığından dolayı en azından masanın huzurunu bozar. Buna dikkat etmeyenlerde davet edilmez.

93. Rakı sofrası süslenmez.
Rakı sofrası ziyafet sofrası olmadığı için sade olmalıdır. Göz yoran her görüntü içilen rakının etkisini olumsuz yönde arttırabilir çünkü.

94. Loş meyhanede içilmez.
Loş yerlerde aynı etkiyi yapar. Bol ışıklı, neşeli ortamlar sağlanarak rakı sofrası kurulmalıdır. Amaç kendini unutacak kadar sarhoş olmak değil, muhabbeti koyulaştıracak kadar esrikleşmek’tir (yarı sarhoş olmaktır).

95. Yan masanın muhabbeti dinlenmez.
96. Başka masaya uzun bakılmaz.
Her masa bağımsız cumhuriyet gibidir. Meraklı Melahat olup başka masalarda ne konuşulduğu dinlenmez, ne yaptıkları gözlenmez. Herkes masasıyla meşgul olmalıdır.

97. Masadan kopuk muhabbet edilmez.
98. Çiftler el ele tutuşmaz, oynaşmaz.
99. Sallanan masada içilir, sallanan insanla içilmez.
100. Bunlar kendiliğinden olur, kasarak yapılmaz.

Bitirirken çok beğendiğim özdeyiş gibi bir sözle yazımızı bitirelim. “Bu meret öyle bir merettir ki, acıyla içilir, tatlıyla içilir, neşeyle içilir, ağlayarak içilir, kavunla içilir, peynirle içilir, ikisi birlikte çok güzel içilir, yemekle içilir, mezeyle içilir, suyla içilir, susuz içilir, sodayla içilir, şalgamla içilir.

Ama işte,
Bir tek salakla içilmez!...”


BİTTİ


Yayın Tarihi: 28.10.2015

İNSANSI HER ŞEY BİR KÜLTÜR ÜRÜNÜDÜR 8

Sözü buraya kadar getirdik. Bundan sonrasında kimi kuralların dışındaki kuralları yorumsuz görelim,

51. Garsona rakı doldurtulmaz.
52. Balkon sofrasında içmeyen çalıştırılmaz.
53. Sıcaksa buz konabilir, buz erimeden içilmez.
54. Rakıdan önce su, sudan önce buz konmaz.
55. Rakı sek içilmez.
Rakının özelliği içindeki anasonun ortaya çıkmasıyla kendini gösterir. Sek içilen rakıda anason görünmez. Ancak rakıya su katılırsa ayran kıvamını alır ve kendine özgü koku kazanır. Rakıya bunun için aslan sütüde derler. 

56. Rakıcı ota çöpe öpüşmez, habire takdir etmez.
Kendini bilmez içiciler biraz sarhoş oldularmı iç coşkularına hakim olamayıp abartılı sevgi gösterileriyle önlerine çıkan otu çöpü öperler. Karşısındakini övgüye boğarlar. Böyleleri güldürü programlarının vazgeçilmez örnek tipleridirler. Böyle bir rakı masası bırak kaç masasına döner sonunda.

57. İçerken serçe parmak havaya kaldırılmaz.
58. Rakı hızlı içilmez.
Keyif alınan şeyler yavaş yavaş sarf edilirse keyif verirler. Rakıda bir keyif maddesidir. Hızla alınan her içki gibi rakıda adamı çarpar. Maksat keyif almaktır, çarpılmak düşünülmemelidir. Gelgelelim otomobil sürücülüğümüzle rakı içme alışkanlığımız arasında nerdeyse fark yoktur. Birinde maksat hız sınırını, diğerinde de alkol duvarını aşmak. Yahu bu ülkede 50 km hıza sahip peugot mopedlerine 170 km hız yaptırdılar daha ötesi var mı? Otomobili eline geçiren kendini Brezilya’lı f1 yarışçısı Ayrton Sena zannediyor. Rakıyı hızlı içende mutlaka kendini Rambo hissediyordur. 

59. Rakı fondip yapılmaz.
Rakı keyif alınan şeyler listesinde bir madde olarak bir solukta dibine kadar içmek demek olan “fondip” yapmaya uygun değildir. Fondip yapmak içki yarışı yapmayı seven çeteleci içkicilerin işidir. Oysa rakının şakası yoktur, yarışa hiç gelmez. Ciddiyetle ve vekarla bütün törensel boyutuyla içilmeyi bekler.

60. Kerahet vaktinden önce rakı içilmez.
Kerahet vaktinin Türkçesi “iğrenme, tiksinme” olarak açıklanmış. Birde bunun açıklaması var fakat konumuzla ilgisi yok! İğrenme tiksinme vaktini geçince rakı içildiğini anlıyoruz, ama bununda kesin bir açıklaması yok! Bu gündüz müdür gece midir, belli değil. Biz buna boşluk vakti, yani rakı içilemeyen vakitler desek nasıl olur acaba? Boşluk vakti deyince iş saatleri ve aile için ayrılan saatleri mi anlamalıyız? Öyle olursa rakı içmek hayatın tek amacı sunucunu çıkarırız. Biz genede akşamın yorgunluk giderilen saatleri olarak algılasak daha doğru sonuca varmış oluruz sanırım. Saat kavramından yoksunlara sözüm yok tabii. Yalnız onlarda alkolizm batağına saplanmış kişiler olma tehlikesiyle karşı karşıyalar demektir. Keyif almak işi hayatı durduracak boyuta geldimi o keyif olmaktan çıkar, bağımlılığa girer. Bu açıdan balkıdığında kerahet vakti aşılmadan rakı içilmemeli tabii.


61. Büyük konuşanla rakı içilmez.
62. Çok konuşanla rakı içilmez.
63. Sessiz duranla rakı içilmez.
64. Şakadan anlamayanla rakı içilmez.
Bu dört konudaki kişiler sıkıcı kişilerdir. Büyük konuşanlar her şeyi abartan kişilerdir. Onlar için olağanlık geçerli değildir. Konu ne olursa olsun onları iknada edemezsiniz. Sizde bile bile ikna olmazsınız. Çok konuşanda çoğunlukla boş konuşur. Makine düzeneği halini almış bir konuşma biçimi insanı yorar. İnsanın enerjisini bitirir. Sessiz duranda telleri kopmuş keman gibidir. Olsada olurlar, olmasada olurlar. Eksiklikleri fark edilmez bile. Şakadan anlamamakda aynı derecde can sıkıcıdır. İnce espriler üreten şakacılar her yerde aranırlar. Ama şaka yapanlarda işi eşek şakasına vardırmamalıdır. Ne kişiliklere, ne sağlığa saldırı niyeti taşımamalıdır.



DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 26.10.2015

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlar. Bu satırları Cumartesi günü yazıyorum ve bugün hava bozuk! Hafiften çiseliyor. Bozuk havaları sevmem, yüreğime kasvet salıyorlar. Ben güzel havalar vurgunuyum. Umarım gazeteyi okuyacağınız gün (yani size göre bugün, bana göre yarın) gene hava aynı güzel olacak deniyor. Henüz yazdan çıktık, belki o sıralarda sıcaklardan piştik. Bugünleri bekleyende az değildir. Sanırım ben kış çocuğu değilim. Soğuk sevmeyişimin bir açıklaması yok çünkü. Güzel havalar; Orhan Veli’yi hayata bağlayan, aşık eden havalar.. güzel havalar; güneşli ve ılık havalar. Kelebekler larvalarını bırakıp terki diyar ettiler bir dahaki bahara kadar. Leyleklerde göç yolları üzerindeki yazı topladılar uzak diyarlara götürdüler. Sözün kısası önümüz kış. Derken bahar gene sökün edecek elbet. Hayat yeniden çiçek açacak. Bu döngü sonsuza dek sürecek böyle. Birazcık sabır. Savaş ve hastalıklar yerine onlar sınırları aşsın. Onlar dostluklar getirsin uzak diyarlardan. Biz insanların yapamadığını onlar yapsın artık. Bu pazarda gelenek haline getirdiğim Pazar yazılarımda gene şiire yer vereceğim.


Bugün sizlere M.Sunullah Arısoy’u tanıtacak, şiirlerinden seçtiklerimi sunacağım.  

Şairimiz M. Sunullah Arısoy 1925 yılında İstanbul Şile’de doğdu, 1988’de öldü. İstanbul Haydarpaşa Lisesi’nde okurken eğitimini yarım bıraktı. Bir ara Ankara’da bir bankada, daha sonrada Bilgi Yayınevi ile Türk Tarih Kurumu Basımevi’nde çalıştı. İlk şiirleri Varlık dergisinde 1950’li yılların sonunda yayınlanınca adı ünlendi. Önce Garip akımı ve İkinci Yeni etkisinde şiirler yazdı.

Şiirlerinde halk şiiri etkisi görülür. Bol bol halk şiiri temalarından da yararlanmıştır. 1960 sonrası kısa, karamsar toplumsal içerikli bir şiire yöneldi.
Biçim denemelerinden geri durmadı, buna bağlı olarak divan edebiyatına özgü gazel tarzında şiirler denedi. Özdemir Asaf'ta olduğu gibi kısa, keskin sözcüklerle özlü anlatıma dayalı şiirler yazdı. Roman ve uzun anlatı türünde eserleriyle, mizah türünde de yazılar yazmıştır.

Gelelim şiirlere..

...

ANLADIM DA

Geceleri yoksun
Yatağım boş
Sabahları da
Anladım da
Yüreğimden
Niye çıkıyorsun

M. Sunullah Arısoy

***  

BİR ÖYLE YOLCU

Yorgun bir yolcu
Güneye doğru
Güz güneşi altında
Biraz eskimiş
Kimi yeri unutulmuş
Hüzünlü bir şarkı gibi
Acıları suskunlukla sırtlamış
Göğüslemiş nice savaşımları
Yürüyordu.

Gördüm
Yorgun bir güzeldi
Gülümserken
Ve yürürken
Ve bakarken
Ve içerken
(Ne güzel içiyordu
Şiir yazıyordu sanki)
Ve hiç konuşmazken
Sanki unutmuş.

Sabah erden
Uyanan gökyüzüne baktı
Suskun gülümsedi
Dağlarda arandı
Gözleri
Suskun gülümsedi.

Ormanın neftiliğinde
Ve dağ başlarında
Derindi yitiriverecekti
Gözleri
Suskun gülümsedi.

Tavukları sevdi gözleri
Horozlara göz kırptı
Suskun gülümsedi.

Güneşi avuçlarca
Uzandı elleri
Mavilere bulandı
Suskun gülümsedi.

Yürüdü gitti
Gördüm
Bağışlayan gözleri
Kaldı ardında.

Yollar uzayıp gidiyordu
Yollarda yorgun bir yolcu
Görüntüsü gittikçe küçülüyordu
Da izlenimi büyüyordu
Gibime geldi.

Baktım
Yanımda yöremde
Bir büyük boşluk
Almış götürmüş birileri
Birileri bir şeyleri
Diyelim
Sızısını yüreğimin
Acımı, tutkumu, sevimi
Her bir şeyimi.

Biliyorum
Onun amacı iyilikti
Ondan aldı yükümü
Ama ben
Nasıl yaşarım şimdi
Böyle acısız, savaşımsız
Tutkusuz, sevisiz.

Bir sızı mı ki
İnceden ve derinden
Unutmak isterken
Ardından iz süren.

M. Sunullah Arısoy

***  

CAN GÜLLERİ

Gökte yıldızlar kırpışır, de ki üşür
Ceylan yüreğim benim, hop eder durur
Avcıdan değil benim korktuğum, deliden
Yol ortası can gülleri öpüşür

M. Sunullah Arısoy

***  

EYÜP

Hiç gitmemiştim, yıllar var Eyüp’e
Dedemin, bilmediğim mezarı Eyüp’tedir
Amcam Eyüp’te oturur
Çocukluğum Eyüp’te geçti benim
Bir “Şeyh Efendi” hatırlarım daima:
İnce ve solgun yüzlü ihtiyar;
İnce, uzun ve beyaz sakallı!

Evde kalmış yaşlı kızlar hatırlarım
Eyüp gelince aklıma
Öyle bir içine çekiliş, bir garip sessizlik!

Sabah erken uykulu gözlerle
Yine o garip sükun ve mütevekkil eda içinde
Fabrika yolunda kadın, erkek, genç, ihtiyar!
-Kimbilir kimdir, ekmeği düşünmüyorum
Diyen bahtiyar?-

Ve akşamüzeri, aynı kalabalık:
Aynı yorgun adımlar, yorgun ve sessiz
Karanlık yollara doğru, karanlık ve dar!

Garip bir korku hissediyorum:
Yollarında Eyüb’ün, evlerinde...
“Allah’a mı yakınlaştım?” diyorum;
Allah’a giden yol Eyüp’ten midir,
Nedir?

Evde kalmış yaşlı kızlar hatırlarım;
Öyle bir içine çekiliş, bir garip sessizlik!
Gün batışının hazin akşamları
Ve güvercinler gelir aklıma: bol ve ehli..
Genç işçi kızlar gelir, gizli aşkları gelir,
Küçük çocuğu evde kalmış genç kadınlar
Ve ömrü boyunca fakir, ömrü boyunca çilekeş
-Ama ne heybetli susup da bakışları vardır-
Erkekler!

Eyüp deyince, Allah gelir, ekmek gelir, ölmek
Gelir aklıma!

M. Sunullah Arısoy

***  

NEDEN

Bütün karanlıkları aştım da
Geldim sana takıldım
Işıktın
Neden karardın

M. Sunullah Arısoy

***  

OZANCA

Kimi acıları ozan
Kendi yaratır
Oturur bir güzel çoğaltır
Çoğaltan ozansa
Tartışmasız
O doğrudur

M. Sunullah Arısoy

***  

SABAH

Sabahı etmek zor
Bitmiyor ki bu geceler;
Çocukların bünyesi içindir, anladım
Vaktin sıkıcı uzunluğu.
Ya biz, bu uzun vakt-içinde
Karanlığında gecelerin
Nasıl yaşarız?

Bütün yeryüzü, bütün gökyüzü
En namuslu vaktini yaşar sabahları.

Aydınlıkla yıkanır
Sabahtır affeden
Geceler boyu hayasızca işlenen
Fenalık ve günahları.

Ağaçlar kırda, dağda, şehirde
Sabahları alımlıdır.
Yeşiline gönül verdiğimiz çimen
Koklayıp koklayıp da sevdiğimiz
Çiçeklerin her çeşidi.
Sabahları şebnemlidir
Hava sabahları saf
Biz, sabahları namuslu ve iyi.

Sabah olmalı, hep sabah kalmalı
Yeryüzü, iffetli bir gül kurusu ışığında
Bütün yaratıkları dünyanın
Sabahla sağ
Sabahlı dinç
Kardeş muhabbetleriyle selamlar birbirini.
Sabahın serinliği
Dalgalanmalı daima
Geniş ufuklarında dünyanın
Barış ve hürlüğün tek ümidi.

M. Sunullah Arısoy

***  

SENDİN EY AŞK


Güzle gelen sendin ey aşk, sıcacık!
Üzgün yeşiller arasında büyüyen...

Uykusuz ve sarhoş ve yılgın bir gecede
Sendin ey aşk, yaşamaya el eden!

Sendin ey aşk, habersizce gelişen çocuklarla!
Anılarımızda bir dizi, bitip tükenmeyen...

Sendin ey aşk öfkemde güzelleşen!
Sendin, geldim; yorgun içine giremediğim evren...

Durmadan öğüten, durmadan hem ince
Sendin ey aşk, sendin, o rüzgârsız değirmen!

Direncimde, sendin ey aşk, hem de en!
Sızar kan, acısız, uzanmaz, kesik ellerimden..

M. Sunullah Arısoy

***

Bu haftalıkta bu kadar sevgili okurlar. Haftaya sizleri sağlıklı ve neşeli bulmak ümit ve dileğiyle hoşça kalın!



Yayın Tarihi: 25.10.2015

İNSANSI HER ŞEY BİR KÜLTÜR ÜRÜNÜDÜR 7

Bu yazı dizimizle içkiye methiyeler düzmek amacında değilim. İçkiyle başı hoş olmayan bir Yeşilaycı olarak kültürümüzün bir yönüne dikkatleri çekmek ve buna vurgu yapmak istiyorum, o kadar. Yabancılardaki ayak üstü içme, azar azar, tadımlık, sık sık içme alışkanlığının tersine, sofrasıyla, sohbetiyle, kuralıyla bir içki geleneğimizin olduğunu göstermek niyetim. Önceki yazıdada değindiğim gibi Türk içki geleneği mesleki veya sosyal bir toplantı amacı taşıyabilir, ikili bir görüşme bir hasret bitirme niyetini içerebilir, bir başarı kutlaması veya bir başarısızlık tesellisi amacını güdebilir. Düğün veya benzeri özel gün sevincine yakınlarını dahil etme isteğide olabilir. Hatta bir sorun çözme görüşmesi gibi ciddi konuları kapsayabilir. Rakı içmenin kurallarını görmeye kaldığımız yerden devam edelim.

...

41. Rakı içilirken başka içki içilmez.
Rakının asaleti tartışılmaz ve hiçbir içkiyle kıyaslanmaz. Bunu yapan rakının adabını bilmiyor demektir. Bunun için bir başka içki içilmez, adıda geçmez.

42. Yolluk bir teki aşmaz.
Yola çıkacak kişinin rakı dahil hiçbir içkiyi içmemesi gerekir. Benim düşüncem bu. Ama rakı içme adabında yola çıkacak kişi bir tek atma hakkına sahiptir, daha fazla değil (kesinlikle karşı olduğum bir konu. Trafik erkeklik gösterisini kaldırmaz, şakası yoktur sonu ölümle biten kazalara davetiye çıkarmaktır bu).

43. Yolluk alınmışsa cila çekilmez.
Yolluk alan daha çok sarhoşluk hissetsin diye bira benzeri bir şey içemez. Ben cilayada karşıyım. Madem konumuz Türk içki kültürü, Alman icadı biranın bu kültürde ne işi var?

44. Biradan başka cila olmaz.
Yukarıda söyledim, sarhoş olmamak, esrikleşmek (kendinde ama başı dönen) gaye olan içki kültürümüze cila niyetini uygun görmüyorum. Onun için alman kültürü içkiye gene hayır diyeceğim.

45. Cila birası bir küçüğü geçmez.
Bu kuralı biraya kültürel farklılığımızdan dolayı yok sayıyorum. Cila ne demek yahu? Ayakkabı cilası mı bu?

46. Rakı sonrası kahve, şekerli içilmez.
Rakıdan sonra daha çabuk ayılmak için acı kahve içilirdi. Gene içiliyor herhalde. Şekersiz içilmesi bundan işte.

47. Kahve içilirken höpürdetilmez.
Kahve içmek kimilerince gürültülü bir iştir. Höpürdetmek, dil şaklatmak sanki kahve içmenin şanındandır. Oysa rakı sonrası içilen kahve sessiz bir tören gibidir. Tıpkı ilizyondan sessizce uyanmak gibidir rakı sonrası kahve. İçilir ve transtan çıkılır.

48. Rakı yalnız içilmez.
Yalnızlık hüznü arttırır. Hüzünle içilen rakı daha çabuk çarpar. Kendini bilen birkaç kişiyle içilen rakı insanın sadece kendisiyle yoğunlaşmasını önleyeceği için hüznün yerini neşe alabilir. Edilen sohbet hayatın her alanını kapsadığı için önemsiz gibi görünen konuların bile gün yüzüne çıkmasını, öğrenilmesini sağlayabilir (rakı içmeden bunlar olmaz mı diye sormayın o size kalmış, sohbet kültürünüze bağlı derim).

49. Rakı masası 4-5 kişiyi geçmez.
Fazla kalabalık ancak konferanslarda çekilir. Ordada konuşan kürsüye çıkıp kalabalığa hitap ettiği için herkafadan bir ses (kakafoni) çıkmaz çıkmasına ama karşılıklı konuşma (diyalogtan) yerine bir kişinin anlatımı (monolog) gerçekleşir. Rakı masasıda konferans verme amacı taşımadığına göre masada bulunan kişi sayısı bir elin parmaklarını geçmemelidir. Samimi sohbet ancak böyle sağlanır. Kaldı ki çağımızda dinleme alışkanlıklarıda giderek yok olduğu için sohbetlerde gürültü olmaktan kurtulamıyor artık.
Siz siz olun sofrayı şenlendirecek hoş sohbet insanlardan oluşan bir gruba sahip olmadan rakı içmeyin.

50. Garsona adı dışında bir şeyle seslenilmez.
İşi sululuğa vardıranlar samimiyeti birden bire kurabilenlerdir. Her şeyin bir alışma dönemi vardır ama kendilerini çok insan canlısı, çabuk samimi olabilmekle nitelendirenler herkese direk adlarıyla seslenirler. Hatta buna birde Ahmet’im Mehmet’im gibi sahiplik eki, yada Ahmet’çiğim Mehmet’çiğim gibi samimiyet eki eklerler. Oysa en doğalı hizmet veren kişilere sadece adlarıyla hitap edilmesidir.



DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 21.10.2015

İNSANSI HER ŞEY BİR KÜLTÜR ÜRÜNÜDÜR 6

Bu yazıyla yazı dizimizin 6. bölümüne erdik. Daha öncede belirttiğim gibi toplumsal kültürümüzün bir parçası olan rakı içme kültürünü anlattığım yazı dizimizle içkiye methiyeler düzmek amacında değilim. İçkiyle başı hoş olmayan Yeşilaycı olarak bir gerçeğe sadece ışık tutmak istiyorum, o kadar. Yabancılardaki ayak üstü içme, azar azar, tadımlık, sık sık içme alışkanlığının tersine, sofrasıyla, sohbetiyle, kuralıyla bir içki geleneğimizin olduğunu göstermek niyetim. Sanıldığının aksine amaçsız içilmez. Törensel bir yanı vardır. Türk içki geleneği mesleki veya sosyal bir toplantı amacı taşıyabilir, ikili bir görüşme bir hasret bitirme niyetini içerebilir, bir başarı kutlaması veya bir başarısızlık tesellisi amacını güdebilir. Hatta bir sorun çözme görüşmesi gibi ciddi konuları kapsayabilir. Bize has içki olan rakıyı içmenin kurallarını anlattığımız yazı dizimizi kaldığımız yerden sürdürelim.

...

32. Zırt pırt tuvalete gidilmez .
Rakı masasında kimileri sık sık tuvalet bahanesiyle masadan kalkar. Oysa muhabbetin tam koyulaşacağı anlar vardır, o bir türlü sağlanamamış olur. Aklı başında rakı içen buna özellikle dikkat eder.

33. Masada yellenilmez.
Afedersiniz ama kimileri rahatlamak amacıyla gaz boşaltmaktan kaçınmaz. Bu da kültürsüzlüğün işaretidir. Samimiyeti sululukla karıştıran çok var. Kültürlü kişilik oturmuş kişiliktir. Görgü kurallarına uymak nezaketin ve buna bağlı olarak kültürün izini taşır. Rakı sofrasında rakının dozu biraz kaçınca kültürsüzlük açığa çıkarak laubalilik başlar. Her şey hoş görülsün anlayışı hakim olur ki bunun sonu yoktur.

34. Masada geğirilmez.
Geğirmekte yellenmekten farkı olmamalı. Fakat her ülkede her ikisi farklı kabul görülür. Konumuz Türk içki kültürü olduğuna göre geğirmek yellenmek kadar vahim sonuçlar doğurmaz. Genede geğirmemek görgü kuralı gereği olarak kabul edilir.

35. Masaya müzisyen alınmaz.
Görgüsüzlüğün bir örneğide masaya müzisyen veya dansöz almaktır. Böyle yerlerde içilmemesi tercih edilmelidir. Müzik icra edilen yerler musikişinas dinleyicilerin rağbet ettiği yerler olması kültürün önemli bir parçasıdır. Müzik sohbetin ön plana çıktığı durumlarda arkada fon müziği olarakta yer alabildiği gibi, sadece müzik dinlenen, içkiyle müziğin etkisinin arttırılması amaçlanabilir. Eskiden Klasik Türk Musikisinin özel dinleyicisi makamları ve hangi makamın hangi makama bağlanabileceğini bilirdi. Kulak bozan hiçbir icraya ilgi göstermezdi. Bugün sofradan yürüyüşe, yürüyüşten sohbete kadar bir bozulmanın olduğunu görüyoruz. Ne şehirli ne köylü olan kalabalıklar her kenti koruya giren filler gibi çoraklaştırdılar. Her yerden zevksizlik fışkırıyor baksanıza. 

36. Azıcık uçulabilir ama yalan dolan olmaz.
Hikâyeler gerçekte olabilir, hayal ürünüde olabilir. Hayal ürünü asla yalana dolana sarılmamalıdır. Yalan söyleyende hemen belli olur. Hele yalanını takip etmeyip aynı konuyu herkese ve her seferinde farklı anlatansa tek celsede kırmızı kalemi üzerine yerdi.

37. Yüksek sesle konuşulmaz.
Her masa ayrı bir ülke gibidir. Yada ayrı bir apartman… toplu yaşamanın kurallarını bilmeyenler her yerde yüksek sesle ve gürültüyle konuşur. Oysa kültürü özümsemiş kişilerde görgü kurallarına uymamak bir utanç sebebidir. Kat komşularına saygı gösteren, karşı masayada saygı gösterir.

38. Kazak pantolonun içine sokulmaz.
Şekil şemalde çok önemlidir. Darmadağınıklık, yada özensiz düzenlilikte bir yerde aynı sıkıcılığı doğurur. Kimsenin göz zevkini bozmaya hakkı yoktur.

39. Çıplak, yarı çıplak durulmaz.
Alkol alan alkolun ciğerlerde oksijenle karşılaşmasıyla yanınca hararetlenir. O hararete dayanmak zorlaşınca soyunan mı ararsınız, üstüne kovalarla su dökünen mi? Son derece çirkin görüntülerdir bunlar. Böylelerinin rakı masasında yeri yoktur.

40. Şiir konuşulur, şiir okunmaz.
Şair ve şiirden konuşulur, ana tema üzerine fikirler beyan edilir. Bunu destekleyecek bir dörtlük veya bir mısra örnek verilir. Fazlası tahammülü zorlar çünkü. Amaç hoşça vakit geçirmek olunca kimseyi bıktırmamak şart olur.
  


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 21.10.2015

İNSANSI HER ŞEY BİR KÜLTÜR ÜRÜNÜDÜR 5





Yaşamı kapsayan her konuyu içine aldığını bilmeden kültürü anlamamız mümkün değildir. Cahil dediğimizde genellikle kültürsüzlüğü anlarız da kültürsüz dediğimizde yaşamı bilmekten ziyade Himalaya’ların yüksekliğini, dünyanın en çukur yeri mariana çukurunu, güneş sistemindeki yıldızları ve bunun gibi bir çok şeyi bilmemek olarak anlarız. Bunlar gibi nice bilgiye sahip olupta yaşamı üretemeyene ne demeli? Böylesi malumat furuşları (faraşlık çöp bilgi sahipleri) belki ilgi görürler ama kendilerine dahi faydaları dokunmaz. Onlar için bilginin kendisi önemlidir, bilginin asıl amacına boş verirler. Bunu gözeterek kaleme aldığım Türk içki kültürüne kaldığımız yerden devam edelim. Çünkü bu içki kültüründe bir edep bir tavır vardı. Bugün özlemini çektiğimiz bir çok davranışımızın hayatımızın her aşamasından çekildiğinin işaretidir bugün yaşadıklarımız.
 ...

23. Yüksek sesle şarkı söylenmez.
Farkındaysanız bir asalet, bir oturmuş kişilik davranışları aranır çilingir sofrasında. Etrafın rahatsız edilmemesi özellikle gözetilir. Bakmayın siz bugünkü toplum davranışına.. eskilerin adab-ı muaşeret dedikleri, bugünün söylemiyle “görgü kuralları” denen şey insan ilişkileri içinde aranan şarttı. Şehirlilik bunu kişilik olarak yansıtırdı insanlara. Hayatın herhangi bir evresinden farksız olan içki içme zamanları da şehirliliğin gereklerini taşırdı. Kabadayılığın ve serseri delikanlılığın hakim olduğu semtler şehirlilikten uzak bir güç gösteri yeri merkezi olma özelliğini hele içkili kişide daha çok gösterirdi. Şehirli kültür gürültüyü sevmediği gibi yüksek sesle konuşmak kadar, yüksek sesle şarkı söylemeyide sevmezdi.

24. Şarkı mırıldanırken el kol hareketleriyle desteklenmez.
Adam gibi tevazuyla, sözü ve makamı sindirilerek şarkı dinlenirdi. Bir müzisyen kadar Türk Müziği makamları bilinir, bir çalgının taksim yapmadan başka makama geçmesiyle kulak bozulmasının yaşandığını fark ederdi. İmbikten geçmiş şehirli kültürüne sahip bir kişidende şarkı mırıldanırken el kol hareketleri beklenmezdi.

25. El kol fazla hareket etmez.
El kol hareketleri adamlığa gölge düşürür korkusu vardı. Efemine tavrın göstergesi sayılırdı çokluk.. erkek dediğin içki sofrasında da jest ve mimiklerini en az seviyede kullanmak zorundadır.

26. Tartışılır, kalp kırılmaz.
Türk toplumu ateşli bir toplum oldu. Kimse kimseyi dinlemiyor. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma heveslisi çok. Hiç umulmadık zamanlarda umulmadık tartışmalar çıkıyor, sonucunda en yakın arkadaşlar birbirine kırılıyor. Oysa içki safrasında tartışma yüzeysel konularda geçer ve kalp kırılmasın diye özen gösterilir.

27. Herkes konuşur, monolog olmaz.
Herkesin söyleyecek bir sözü vardır. Anlatacak bir hikâyesi de... tek taraflı, nutuk atar gibi konuşma bu sofraların hiç hoşlanmadığı bir tutumdur. Öylesi bir kişi bir daha hiçbir yere davet edilmez.

28. Aynı anda konuşulmaz, söz kesilmez.
Günümüzde herkesin hikâyesi kendine çok önemli görünür, anlatmak için yer, sıra dinlemez.
En olmadık yerde, en olmadık zamanda konuşulan konuyla ilgili olsun olmasın paraşütü açılmamış yere çakılan paraşütçü gibi sözün ortasına düşer. Oysa eskiden kimsenin sözü kesilmezdi. Konuşan kişinin sözünü kesmek çok ayıp sayılırdı. Aynı anda konuşmakta öyle.. kuralıyla içilen rakı sofrasında da bu iki tipte konuşma biçimi makbul değildir. 

29. Masaya sigara dumanı üflenmez.
Rakı ile içilen sigaranın herhalde tadına doyulmaz. Onun için sigaraları ucuca ekleyen çoktur. Puntalama denir buna. İçilen sigaranın dumanı doğal nefes alıp verme sırasında vücuttan atılır, sofraya üflenmez. Sigara dumanını sofraya üflemek olacak şey değildir.

30. Bir rakı içilirken başka marka övülmez.
İnsanlarda ya gösteriş merakından, yada beğenmemezlikten kaynaklanan başka seçenek sunma arzusu vardır. En dost bildikleriniz arasında da olsanız bu yapılmaz, yapılmamalı. Sunulanı beğenmiyorsanız gitmeyin canım. Ama lafını ederek ortamın tadınıda bozmayın.
Herkes sizin beğendiğinizi beğenmek zorunda değil ki. Hatta muhalif olmasanız bile olan ortama saygı gereği içilen rakının yerine başka rakı markası övülmemeli bile.

31. Rakı masasında sessizlik olmaz.
Bir görevmiş gibi katılarak rakı masasında taş duvar gibi sessiz kalınmaz. Evet içmek, hele Türk içki içme kültüründe rakı içmek bir törendir. Rakı tören vakarıyla, taşkınlık çıkarmayacak şekilde coşkuyla, muhabbetle içilir.



DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 19.10.2015

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlar. Bu hafta bir kadın şair ve yazardan şiirler seçtim. 1901 yılında
Osmanlı İmparatorluğunun son dönem İstanbul’unda dünyaya gelen Halide Nusret Zorlutuna  10 Haziran 1984’te, Türkiye Cumhuriyeti İstanbul’unda vefat etmiştir.  Edebiyat çevremizde “Kadın yazarların annesi” olarak anılır. Hece ölçüsünde hamasi şiirleri ve günlük kullanılan Türkçeyle romanları vardır. Babası Erzurumlu Zorluoğullarından gazeteci Mehmet Selim, daha sonraki adı ile Avnullah Kâzımî Beydir. Ünlü gazeteci Süleyman Tevfik Özzorluoğlu ise amcasıdır. Edebiyat dünyasına doğan şairimizden sonra bir kızı ve bir yeğeni de yazarlığı seçmişlerdir. Romancı Emine Işınsu’nun annesi, Pınar Kür’ün teyzesidir.

Şairimizin babası Avnullah Kazimi Bey, 1908 yılında “Fedekeran-i Millet Cemiyeti” adlı bir siyasi parti kurup muhalefete başladığı için İttihat ve Terakki Partisi yönetimini kızdırır, yıllarca sürgün ve zindan hayatı yaşamak zorunda kalır. Daha sonra Avnullah Bey bir süre siyasetten çekilmeyi kabul edip Kerkük’e mutasarrıf olarak görevlendirilir ve ailecek Kerkük’e giderler. Şairimiz Kerkük’teki çocukluk yıllarını “Bir Devrin Romanı” adlı anı kitabında aktarmıştır.

I. Dünya Savaşı’nın başladığı sırada İstanbul’a dönülünce Halide Hanım Erenköy Kız Lisesi’ne devam etti. Bu okulda orta tahsilini yapmakta iken babasını kaybetti. Babasının ölümü üzerine yazdığı “Ağlayan Kahkahalar” adlı yazısı 1917 yılında Talebe Defteri adlı derginin yarışmasında birinci olup yayımlanınca edebiyat dünyasına adım atmış oldu.
Lise öğrenimini tamamladıktan sonra bir süre İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde eğitim gördü. Ekonomik koşullar nedeniyle çalışmak zorunluluğu doğunca Darülmuallimat sınavlarına girdi ve öğretmen olma hakkını elde etti. Öğretmenlik mesleğini çok sevdi ve kendisinin öğretmen olmak için yaratıldığı inancını her zaman ifade etti. İstanbul’da öğretmenlik yaparken bir yandan İstanbul Darülfünun’da Tarih Bölümü’ne devam etti, özel olarak İngilizce öğrendi.

...

ARZ-I HAL

Gecenin bir saatinde
Eşiğine varan bendim
Kuşlar yuvada, kurt inde
Karanlığı yaran bendim

Sabahları erken erken
Yürek hasretle yanarken
Firkatin bahçelerinden
Vuslat gülü deren bendim

Bendim semada dolanan
Bendim oraya ney çalan
Parmakların uçlarından
Nuru alıp veren bendim

Hayır! Hiçbiri değildim
Hepsi benim hayallerim...
Dolaşarak iklim iklim
Doğru yolu soran bendim

Seni buldum şahım seni
Tut elinden üftâdeni
Koma karanlıkta beni
Mevlana! Aman efendim

Halide Nusret Zorlutuna

***

BAYRAK MERASİMİNDE


“Hazırol!” emri... Selam... Sonra yürekler çarpar;
Genç göğüsler kabarır, ruhları kaplar da bahar.
Şafak üstünde gülerken güzelim “nazlı hilal”
Yükselir bir heyecan dalgası... yüzler al al

“Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır parlayacak,
O benimdir, o benim milletimdir ancak!”

Her çocuk bir koca aslan “o benimdir!” derken,
Ona can vermeğe hazır bir işaret etsen
Her yürek aşkına tutkundur ezelden ebede:
Şu küçük yavru, bu genç kız, o beyaz saçlı dede.

Onun aşkıyla erir kalpleri örten kara yas;
Bu kızıl gül dedemizden, atamızdan miras.
Ona gül rengini vermiş dökülen kanlarımız:
Sönmesin, ey yüce Tanrım, budur ancak varımız!

Halide Nusret Zorlutuna

***

BİR ÇOCUK VARDI

Yıllar yıllar öncesi..
Bir tatlı çocuk vardı:
Bülbül sesiydi sesi,
Gülüşleri bahardı!

Ümitti, emeldi o
Her şeyden güzeldi o
Dünyaya bedeldi o
Ve dünya ona dardı!

Derken bir koca dünya parçalandı birden
Dağılıverdi ortalığa
Yalandan dünyacıklar
Ortaklık darmaduman
Ortalık perperişan
Ortalık kırık dökük, yamru yumru, düğüm düğüm..

Nerde benim tatlı küçüğüm?
Hangi yalandan dünyada kaldı,
Hangi yalancı rüyaya daldı?.. 

Halide Nusret Zorlutuna

***

DUYUŞLAR

I

Yolda yuvarlanan bir taş
Karşıki yapıya doğru.
Ne taşıdır?... Anlamak zor .!
Hiç Anadolu kokmuyor.

Bu taş benim taşım değil

Önümde tabak tabak aş,
Bardakta renkli renkli su,
Kim pişirmiş, Kim kotarmış?
İçinde acep ne varmış?...

Bu aş benim aşım değil !

Bazı gözlerden akar yaş,
Benimseyemem doğrusu!
Belli yürekten akmıyor,
Benim içimi yakmıyor...

Bu yaş benim yaşım değil

II

Tövbe ! Yanılmışım meğer
Üstünde izim, sert eser.
Çocuğum, sen postunu ser
Bu yer Türk’ün öz vatanı.

Atalarım, kapısını
Açmış, yapmış yapısını,
Mühürlemiş tapusunu .
Bu yer Türk’ün öz vatanı

Kanla çizilmiştir sınır
Uzanan eli hemen kır!
Hak, hakikin yardımcısıdır.
Bu yer Türk’ün öz vatanı

Halide Nusret Zorlutuna

***

GEL BAHAR

Gel bahar, erit bu yolun karını,
Geçen seneleri anmayalım hiç
Dinle bülbüllerin şarkılarını
Güllerin kıpkızıl şarabını iç.
Bu dünya bir büyük meyhanedir, gel!

Gel bahar, gel bahar, yakınlarda gül!
Denize renginden armağan bırak
Ufuklarda gezin, semaya süzül
Sonra yavaş yavaş in, içime ak!
Gönlüm hasretinle divanedir, gel!

Halide Nusret Zorlutuna

***

GİT BAHAR

Çekil bu gölgeli yolda gezinme,
Bahar bakışların yine pek sarhoş.
Yanılıp gönlüme misafir inme.
Kapısı kilitli, mihrabı bomboş

Mabettir orası, meyhane değil...

Işıklar, kokular, sesler, çiçekler...
Ömrünün her günü bir başka düğün,
Bülbüller koynunda açtı çiçekler
Güller dökülürler göğsüne bütün!..

Gerçekten güzelsin, efsane değil:

Altınlı başında papatya niçin?
Sarı saçlarına pembe gül takın
Git bahar...Gönlümde ibadet için,
Diz çöken kızları ürkütme sakın,

Kalbime girme, o kaşane değil!..

Git bahar, git bahar ! Uzaklarda gül,
Denize renginden bırak hediye,
Ufuklarda gezin, semaya süzül...
Kalbime sokulma “Peymane!” diye,

Gördüklerin kandil, peymane değil!

Halide Nusret Zorlutuna

***

KUM SAATİ

Bir kum saatinde erimiş gibi,
Zaman parça, an parça parça.
Hangi zalim oktur delen bu kalbi?
Göğsümden dökülen kan parça parça.

Benim değil artık, yaşamıyor dün.
Doğar mı doğmaz mı beklediğim gün?...
Bu yalan dünyada ne var ki bütün,
Huzur parça parça, can parça parça.

Yaşanmamış ömre yan parça parça!...

Halide Nusret Zorlutuna

***

MUCİZE

Büyük kudretine pek çok inandım,
Seni ta içimden sevdim ben, Tanrım!
Gönlüme tecelli eyledin sandım;
Yavrumu bağrıma basarken, Tanrım!

Yüzü gülden pembe, güneşten parlak,
Gözlerinin nuru sendedir mutlak,
Onun çehresinde sana tapınmak
Eğer bir günahsa affet sen, Tanrım!

Gönlüme taktım da neşeden kanat,
Gözlerime doldu göklerin kat kat...
Her eserin güzel ve yüksek, fakat
Bu çocuk en büyük mucizen Tanrım! 

Halide Nusret Zorlutuna

***


YALNIZ

İncecikten bir kar yağar
Tozar Elif Elif diye
Karacaoğlan


Esen boz rüzgâr mıdır?
İncecikten bir kar mıdır?...
Elifimi hatırlattı bana birden

Elif akla gelir de öbürleri dururlar mı?
Sevgililer
Geldiler
Birer birer:
Bânu'm, Çağrı'm, Yağmur'um, Emrah'ım
Kuşattılar çevremi,
Kiminin kolları boynumda,
Kimi tırmanır dizlerime.
Birbirinden güzel, birbirinden tatlı.

Kim demiş ki yalnızım?...
Camların ardındaki rüzgâr mı, kar mı ?..
Kim bakar artık!
Güneşler doldu bomboş evime,
Gönlüm güneşe doğru kanatlı.
Sana sonsuz şükürler Allah'ım!...

Halide Nusret Zorlutuna

***

Özdemir İnce’nin şiirlerine yer verdiğim yazımı şöyle bitirmiştim:

“Bence ülkemizde yer alan her düşünceye saygı duymamız gerekir. Siyasi yelpazenin her kesiminden şair ve şiirlere yer vermemi bu açıdan değerlendirirseniz amacıma varmış olurum. Daha iyi bir gelecek için birbirimizi bilecek kadar dinleyelim. (...)”

Aynı düşüncelerle her yazımı bitirmek istiyorum. İnsanın bir fikri, savunduğu düşüncesi vardır. Ama o fikir veya düşünce tüm insanlığın mutluluğundan üstün olamaz. Onun için her görüşten sanatçıyla dirsek temasımız olmalı.


Hepinize sağlıklı, neşeli pazarlar sevgili okurlarım. Hoşça kalın!



Yayın Tarihi: 18.10.2015

İNSANSI HER ŞEY BİR KÜLTÜR ÜRÜNÜDÜR 4






Bu dördüncü yazıyla toplumsal kültürümüzün bir parçası olan içki içme kültürünü anlattığım yazı dizimizle içkiye methiyeler düzmek amacında değilim. İçkiyle başı hoş olmayan bir Yeşilaycı olarak bir gerçeğe sadece ışık tutmak istiyorum, o kadar. Yabancılardaki ayak üstü içme, azar azar, tadımlık, sık sık içme alışkanlığının tersine bir içki geleneğimizin olduğunu göstermek niyetim. Sanıldığının aksine Türk içki geleneği mesleki veya sosyal bir toplantı amacı taşıyabilir, ikili bir görüşme bir hasret bitirme niyetini içerebilir, bir başarı kutlaması veya bir başarısızlık tesellisi amacını güdebilir. Hatta bir sorun çözme görüşmesi gibi ciddi konuları kapsayabilir. Kuru kuruya içilmez, ille sofra gerektirir. Tek kişilik içme faslı bile mütevazide olsa sofrasız olmaz. Türk içki kültürü debdebeli bir sofra gerektiren ve ona bağlı olarak kuralları olan kültürdür. Bize has içki olan rakıyı içmenin kurallarını anlattığımız yazımıza devam ediyoruz.
...

11. “Hey!”, “hişt!”, “pişt!” gibi ünlemler kullanılmaz.
Argo dedikse de seslenme ünlemlerindeki saygısız argolardan söz etmedik. Bir kişinin adı bilinmiyorsa ona seslenmenin daha uygun biçimleri kullanılabilir.

12. Memleketi herkes meşrebine göre kurtarır karışılmaz.
Kimsenin siyasi görüşüne karışılmaz. Herkesin kendine göre kurtuluş reçetesi vardır. Herkes ülkesini kurtarmaya hazırdır, içki sofrasında buna tepki verilmez.

13. Yemek yenilmez.
Çilingir sofrası denen içki sofrasında yemek yenilmez. Ağzı tatlandırmakla birlikte alkolün etkisini hem azaltmak, hem uzatmak için yiyecekler hazırlanır.

14. Meze tırtıklanır, karın doyurulmaz.
Ufak parçacıklarla içkinin altını doldurmak için meze denen içki yemeği yenir. Amaç karın doyurmak değildir.

15. Şalgam suyu, soda, ayran, çay yanına konabilir, içine konmaz.
İçkinin yanına her türlü soğuk-sıcak içecek alınır. Alınan her içecek alkolün etkisini azaltır. Yalnız bu içecekler rakının içine su hariç konmaz. Su konunca anasonun rengi ortaya çıkarak rakı ayran görüntüsünü alır. Anasonun görüntü ve kokusunu sevmeyenler rakıyı sek içer. Sek içtikten sonra su, şalgam suyu, soda veya ayran içilir.

16. Kafaya vurup “lölölö!” demek gibi zevzek şakalar yapılmaz.
Şakalar rakı masalarının vazgeçilmezlerindendir. Fakat küçük şakalar yapılır. Algı düzeyi çok düşük şakalar olduğu gibi ağır şakalarda yapılmaz.

17. Masada kitap, dergi, hele laptop asla bulunmaz.
İçki masalarında amaç içki içmektir. Hiçbir yan konunun içki masasında yeri yoktur.

18. Zeki Müren de, Giuseppe Verdi de dinlenir;
Müzikte içki masalarının önemli figürüdür. İçki içenlerin kültür düzeyi dinlenecek müziği belirler. Bana sorarsanız içki sofralarının müziği Türk Sanat Müziğidir. 1940-1970 arasının besteleri tercih edilmelidir.

19. Varsa müzik duyulacak kadar açılır bağırtılmaz.
Müziğin hüznünde kaybolmamak, yada masanın ahengini bozmamak için konuşulanları duymaya engel olmayacak düzeyde ses açılmalıdır. Çilingir sofrası gazino ve düğün sofrası
Değildir.

20. Hüzün de neşe de eksik olmaz.
Kahkaha gözyaşının kardeşidir. Gülerken ağlanabilir, ağlarken gülünebilir. İçki sofrasında da hüzün ve neşenin olması çok doğaldır. Çünkü hayatın nabzı ordada atıyor. Üstelik daha da duyarlı olarak... 

21. Masada ağlanmaz.
İçki masasında ağlanmaz. Ağlayana çocuk musun sen denir. Sulu gözlere yer yoktur. Acımasızlara da vicdansızlara da o sofrada yer yoktur. 

22. Ağlayan çıkarsa konu değiştirilir, avutulmaz.
Ağlayanın seviyesine inip nedenini sorduğunuzu bir düşünsenize... o kafayla yakınmalar biter mi? İşin yoksa avutmaya çalış.




DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 16.10.2015

İNSANSI HER ŞEY BİR KÜLTÜR ÜRÜNÜDÜR 3

Yazımıza önceki bölümün sonunu vererek devam etmezsek bu bölüm güdük kalır.  
...

Hoca hikâyeyi anlatmayı bitirip durdu. Sonrada şöyle bir öğüt verdi.
Bir gün bir fabrikanın başına geçecek olursanız,
ürettiğiniz cansız nesneyi değil, onu üreten insanı yönetin.
Siz şişenin içindekinden hiç anlamayabilirsiniz.
Merak etmeyin onu üreten onu nasıl mükemmel yapacağını bilir.
İşte Tekirdağ Rakısının sırrı o şişeyi sahiplenip, içindekini efsane haline getirmesini bilenlerdedir.
*
İşin sırrı ürünü üretecek bilgiye ve tecrübeye sahip elemana sahip olmaktır. Buda yetmez bir eleman işini sevmeli ve işine sahip çıkmalı ayrıca. Hikâyeden çıkan sonuç başarının böyle elemanları bulup iyi yönetmeye bağlı olduğudur. Her üretimde olduğu gibi rakı üretimindede bu böyledir.

Şimdi gelelim rakı içmenin yazılı olmayan kurallarına…

1. Sarhoş olunmaz.
Kendinden geçecek kadar içip sarhoş olan makbul içici değildir. Ona uykucu denir hatta. Yada huysuz... öylesine hiçbir masada itibar edilmez.

2. Masada konuşulan masada kalır. Kayıt, not tutulmaz.
Masada konuşulan belki devlet sırrıdır, belki aile sırrı. Şurası kesin ki psikolojik rahatlamayı sağlar. Bunu başka yerlerde ifşa edenin adı dedikoducuya çıkar ve böylesinden kaçılır.  Normal hayattada böyle değil midir? 

3. Fotoğraf çekilmez. Dışarıdan çekene kızılmaz.
İçki içtiklerini belgeler gibi çekilen fotoğraflar içki içme adabına sahip kişilerce hoş karşılanmaz. Özellikle Türkçesine öz çekim dediğimiz selfi çılgınlığının anlayış görmesi beklenmemelidir. Sofra dışından birisinin hatıra çekimiyse kabul görür fakat özel poz verilmez. Orda doğallık geçerlidir.

4. Telefonla konuşulmaz. Çalarsa açılır, “Rakı içiyorum” denir, kapatılır.
Uzun konuşturan tarifeler sonucu cep telefonları ellerden düşmez oldu. Evden çıkan kızın ilk yaptığı telefona sarılmak. Minibüsten ineninde.. gençler sevgilileriyle, arkadaşlarıyla saatlere varan konuşmalarla kansere davetiye çıkartır oldular. İş görüşmeleride cep telefonlarıyla yapılıyor artık. Görgüsüzce, bağıra, bağıra konuşarak hemde. İçki sofrasında ortamı bozacak konuşmalara izin olmadığı gibi aynı sonucu vereceği için telefon konuşmalarınada izin verilmez. Ayıp karşılanır.

5. GSM'le oynanmaz: Sofra iPhone, Blackberry tanımaz.
Bir başka ayıpta gösteriş yapmak, yada masayı hafife alacak tavırlar sergilemektir. Çakmak, telefon, kalem gibi nesneleri masa üstünde fırdolayı döndürmek gibi, en pahalı markalı ürünleri masa üstüne bırakmak gibi..

6. Muhabbet esnasında biçem, izlek, imgelem gibi kelimeler kullanılmaz.
İster sanat edebiyat konusunda olsun, ister mesleki uzmanlık konusunda olsun, hiçbir konuda doktora tezi hazırlarcasına derin konuşmalar yapılamaz.

7. Kadınlar ruju silip oturur: Rakı bardağında ruj izi olmaz.
Kadın erkek giyim kuşam farkı hariç tavır bakımından cinsiyet farkı taşımamalıdır. Bunun işareti sayılan ruj rakı bardağında olmamalıdır. Olursa o masanın ağırlığına gölge düşer.

8. Düzgün konuşulur, lüzumsuz şirin olunmaz.
Konuşmalar belli olgunluk düzeyinde olmalıdır. Masayı şenlendirmek uğruna şirinlik yapmak olgun tavrı ortadan kaldırır. İşte bu olgunluk düzeyini düşürecek en hafif deyimiyle şirinliğe izin yoktur. 

9. Rakıda hızlı gidene karışılır, yavaş düşene karışılmaz.
İçki ağır ağır içilir. Hızlı içilirse etkisi çok çabuk ve çok yoğun görülür. Bunun için hızlı içene müdahale edilir. Yavaş içip çaptan düşene denecek söz yoktur.

10. Argo konuşulur, küfür edilmez.
Aşırı nezaket içenlerin sevmediği tutumdur. İçenler sokağın konuştuğu canlı dili kullanmaya bayılırlar. Argo da sokağın dilidir. Ama küfür aczin dilidir. Aczi lugatinden içki içen atmıştır.
Küfür edene bunun için hoş görü beklenemez.



DEVAM EDECEK

Yayın Tarihi: 14.10.2015

İNSANSI HER ŞEY BİR KÜLTÜR ÜRÜNÜDÜR 2

Yazımızın ilk bölümünde kültürün tarifini yapmış ve bir hikâye ile kültürümüzün bir parçası olan içki kültürümüze giriş yapmak istemiştim. Hikâyenin sonunu bu yazıda okuduktan sonra
Kendine özgü kurallar içeren, günümüzde festfood kültürüyle birlikte hızlı tüketim alışkanlıklarıyla giderek unutulmakta olan bu kültürü göreceğiz. Kimi saçma gelebilir, kimide haklı bir saygıyı uyandırabilir. Her ne olursa olsun bizim kültürümüzün parçası.Unutulmamalı bence.

Önceki bölümü hatırlarsanız üniversitede öğretim görevlisi Tekirdağ rakısıyla ilgili sorular sormuş, bir hikâye anlatmaya başlamıştı. Hikaye bu ya; Tekirdağ rakı fabrikasına pek suratsız bir müdür atanmış, hiçbir şeyi beğenmeyen tavrıyla herkesi korkutmuştu.

Kaldığımız yerden devam edelim. Hikayenin amacına bayılacaksınız.

*

Mühendis iki büklüm olmuş, sorduğuna soracağına pişman, sinmiş bir köşeye. Müdür buna daha da sinirlenmiş. Yanında artık varil mi, paket mi ne varsa tekme atıp devirmiş. Herkes korkmuş şaşırmış, kimseden ses çıkmamış.
Neyse ki müdür yardımcıları aklı selim adamlarmış. Ertesi gün kendi aralarında toplanıp“Fabrikayı nasıl düzeltiriz” diye plan yapmaya başlamışlar. Gördükleri her eksiği tamamlamışlar.
Birkaç ay içerisinde fabrika iki katı verimle şekilde çalışır hale getirmişler.
Sonunda müdürün yanına çıkıp “Gelin fabrikayı bir daha gezelim” demişler.
Bu sefer tüm birimler çok düzgün çalışıyor, hiç bir yerde sorun yok. Herkes pür dikkat görev başında.
Ama yeni müdür rahat durmamış. Paketleme yapılan alana gelince durmuş.
Paketlerden birini açıp, içinden bir rakı şişesi çıkarmış.
Kapağını açıp koklamış, koklayınca yüzünü ekşitip, rakıyı yere dökmeye başlamış.
Tüm amirler, usta başları, işçiler şok.
-Efendim neyi beğenmediniz? diye soracak olmuşlar.
-Bu rakının beğenilecek nesi var? diye kükremiş müdür.
Herkes sus pus.
Ertesi gün yine tüm fabrika panik. Müdür yardımcıları yine toplanmış, çağırmışlar usta başlarını sormuşlar
“Rakıyı nasıl iyileştiririz?” diye.
Biri demiş “Şebeke suyu kullanmayalım. Kloru fazla.”
Öbürü demiş “Anasonu çok keskin.”
Bir başkası demiş “Yaş üzüm kullanalım.”
Aylar boyu uğraşıp rakıyı yenilemişler. Yine müdürü alıp tekrar fabrikayı gezdirip yaptıkları yeniliklerden bahsetmişler. Paketleme yapılan yere gelince durup, bir rakı açıp ikram etmişler. Müdür durmuş. Önce şişeyi alıp evirip çevirmiş. Sonra sunulan bardağı alıp biraz içmiş. Tabi o içerken herkes pür dikkat bakıyor, ne diyeceğini merak ediyormuş. Sonunda yine yapacağını yapmış “Bu rakının nesi güzel?” diye bağırıp, elindeki şişeyi yere boşaltmaya başlamış.
Birden yaşlı bir usta başı dayanamayıp “Döktürmem ben sana rakımı” diye atlamış.
Müdürün elinden kapmış şişeyi.
Herkes şaşkın bakarken de usta başı, “Ne demek nesi güzel. Sen rakıdan anlamıyor musun?” diye bağırmış.
Etraftakiler bir yandan “Ne yapsak yaranamıyoruz” diye ustabaşına hak veriyorlar,
öte yandan müdür kızacak diye korkuyorlarmış.
Müdür ustabaşına bakmış. Herkes bağırıp çağırmasını beklerken o sakin sakin
“Ben rakıdan anlamam.” demiş.
“Ben insandan anlarım. Yaptığınız işi o kadar kötüledim, şimdiye kadar içinizden biri çıkıp sahiplenmedi.
Demek ki aslında kimse ortaya çıkan işi savunacak kadar beğenmiyordu.
Ama şimdi bu şişeyi çocuğunmuş gibi sahiplendin.” demiş.’
...

Hoca hikâyeyi anlatmayı bitirip durdu. Sonrada şöyle bir öğüt verdi.
Bir gün bir fabrikanın başına geçecek olursanız,
ürettiğiniz cansız nesneyi değil, onu üreten insanı yönetin.
Siz şişenin içindekinden hiç anlamayabilirsiniz.
Merak etmeyin onu üreten onu nasıl mükemmel yapacağını bilir.
İşte Tekirdağ Rakısının sırrı o şişeyi sahiplenip, içindekini efsane haline getirmesini bilenlerdedir.
*
İşin sırrı ürünü üretecek bilgiye ve tecrübeye sahip elemana sahip olmaktır. Buda yetmez bir eleman işini sevmeli ve işine sahip çıkmalı ayrıca. Hikâyeden çıkan sonuç başarının böyle elemanları bulup iyi yönetmeye bağlı olduğudur. Her üretimde olduğu gibi rakı üretimindede bu böyledir.



Yayın Tarihi: 12.10.2015

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlar. Bugün sizlere Hilmi Yavuz şiirlerinden sevdiğim birkaç şiir sunacağım. Önce şair ve yazar Hilmi Yavuz’u tanıyalım.

Şairimiz 14 nisan 1936 İstanbul doğumludur. Kabataş Erkek Lisesi’ni bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni yarıda bıraktı ve İngiltere’ye gitti. BBC Türkçe servisinde çalıştı. O arada Londra Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne bağlı University College Felsefe Bölümü’nde yarıda bıraktığı yüksek öğrenimini tamamladı. Türkiye’ye döndükten sonra çeşitli yayınevlerinde çalıştı ve kimi ansiklopedilerin çıkmasına görevler üstlenerek yardımcı oldu. Cumhuriyet, Milliyet, Yeni Ortam gazeteleri ve çeşitli dergilerde “Ali Hikmet” imzasıyla inceleme, eleştiri ve denemeleri yayınlandı. Mimar Sinan Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversitesinde eğitmenlik yaptı, Uygarlık Tarihi ve Felsefe okuttu. Yakın zamana kadar “Zaman” gazetesinde de kültür yazıları yazdı. Bilkent Üniversitesi, Türk Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyeliği (senior lecturer) yapıyor.

Şairimiz şiire lise yıllarında başlamış. İlk şiiri Kabataş Erkek Lisesi’nde edebiyat öğretmeni Behçet Necatigil yönetiminde çıkan “Dönüm” dergisinde yayınlanmıştır. Bu dönemde daha çok İkinci Yeni akımının etkisinde imgeci şiirler yazdı. Daha sonraki yıllarda dünya görüşü değişen Hilmi Yavuz bunu şiirlerinede yansıtmıştır. Bu dönemde gelenekçilikle çağdaş bir bakışı kaynaştıran, biçim ve özün dengelendiği özgün, yoğun ve yetkin bir düzey sergiledi. İslam mistisizmi, özellikle de tasavvuftan damıtılmış şiirle kendine özgü bir sözcük dağarcığı ve şiir dili geliştirdi.

...

AKŞAMIN YARISINDA

herkes öteki gibi duruyor... akşam
da durduğu yerde durmuyor artık;
yolcu yolu kuşatıyor durmadan;
kapanıyor 'Zaman' denen karanlık...

hiçbir şeyde yok gibi ve herşeyde var;
sıkışmış birileri ara yerde;
kalbim! durma yetiş eski yazlara!
nedense bir durgunluk var saatlerde...

herşey nasıl da bütündü bir zaman:
şimdi bahçe eksik, güllerse yarım;
kar yağar, hüzün bile yok... ve nerdesiniz,
âh, evet nerdesiniz, yok saydıklarım?

Hilmi Yavuz

***

AY DOĞAR

ay doğar
bir ay doğar umarsız gözlerinden
bir ay batar bedir allah
karanlıklar bir silâh kahrı gibi oturur yüreğime
iflah olmaz bir silâh

ya kara bir kırbaç gibi vur beni küheylânlara
ya beni öldür allah

dünyada
nerede olursa olsun dünyada
senin umarsız gözlerin
kanlı bir avuç zehir
bir de yangınlı yaz akşamlarıyla bir gelir
ya da

senin umarsız gözlerin
mahzun eşkiya ateşleridir
tutuşur rüzgârlı bayırlarda

Hilmi Yavuz

***

BEDRETTİN

mübalâğa akşam olur

güz, neftî dolaklarını kuşanır da gelir
yaprağın fetrete düştüğü zaman

sen ey yaz günlerini
top top ak çuhaya tebdil eyleyip
ve solgun bir gülümseme olarak
eğnine giyen şaman
buyur otur
şeyhim
samanyollarının ılık sedirine uzan
uzun, görklü ve sof
yüzünü bizden yana döndür
bize buğdayın ateşini
gözlerin timârını
ve hüznü vâridâtını anlat

elini elimize dokundurmadan

sen ki öldüğü yere
bir kök sümbül bırakır gibi
usulca sevdalar bırakan
ovaların ve kartalların musahibi

ne zaman diye sorma, ne zaman
yaprağın fetreti gülün kıyâmına
gülün kıyâmı ağacın isyanına
dönerse işte o zaman

mübalağa akşam olur
güz, neftî dolaklarını çıkarır da gelir

elini elimize dokundurmadan

Hilmi Yavuz

***

BİR YAZ GÜNÜ İÇİN ŞİİR

nerde o sarısabır, safran ve sarı sesi
akşamın? duymak sanki bir gülün
yolculuğu gibidir bahçeden sana doğru;
gelsin, bilsin ve sensin, yağdığın o yağmuru
alıp gidensin işte, daha ergin bir yaza...

bahçemde yer kalmadı, her taraf tıka basa
yaşlı yazlarla dolu... orda elbet o çölün
ortasında yabansı, ürkek ve sanki garip
bir şeyler duyuyorum... sesler, şeyler? ölünün
son gördüğü o gülü çağrıştıran, -nedense...

ben yine bahçemleyim, bu belki kendimleyim-
mi demek? Zaman ten'dir, eğer yazlar bedense...


Hilmi Yavuz

***


ÇİÇEKLİ DAĞ SOKAĞI

derindir arası güllerin
ve aşkın yakut dilinden
duyulur türküsü şiirin:
                -çiçekli dağ
                çiçekli dağ

aşklar anlatıdır yazın
onları bir sokağ
                ın
adıyla çağırır yolllarında:
                -çiçekli dağ
                çiçekli dağ

aynalar uçurumdur bakarsan
derin bağ
                larla
bağlanır acılarımız
                çiçekli dağ
                çiçekli dağ

ve sessizlik büyük ağ
                 larla çeker
yolcu denilen nehri
kimdir hüzün söyle söyle
                 çiçekli dağ?
  
Hilmi Yavuz

***

DOĞUNUN ÖLÜMLERİ

ölüm bir aşirettir doğuda

ayışığı gülden hoyrat
gölleri güzelden talandır
ve asi, durak bilmez ağıtlarıyla
uçsuz bucaksız turnalarını
kat kat gurbete dürmüş evvelbaharla
sevdası göçer olandır

ve bu nasıl bir serencâmdır
satılır umudu beye
hasreti bir meta gibi
                ve alınandır
ve tuzdan, bozkırdan ninnilerini
bir çığlık gibi mengeneden mengeneye
sokup çürüten rüzgârdır

türküsü ki eşkiyaya geniş
ve bir kekliğe dardır
ovası çelen bakışlı
ve bir fişekliğe dizilmiş
gibi omzu kuş nakışlı ağaçlarıyla
acıya pusu kurandır

ölüm bir aşirettir doğuda

Hilmi Yavuz

***


DOĞUNUN SON SÖZÜ

bir gece çölemerik üzerinde
bakır bir bilezik gibi hilali
gördü
        ezik çiğdemleriyle elazığ
        acı dağlarıyla ergani
dersim, pülümür, horasan
ibrahim talu'nun oğlunu gördüler
ve bir keçe kilimi andıran elleriyle
göğü bir beşik gibi sallayan
fatma'yı, zeynel'in ayali

kimse bizim sevdamızı anlatamadı
        ne memu zin hikâyesi
        ne de ahmede hâni
yaylalar kelepçeydi asi fırat'a
en büyük mahpushane dağlardı
ve dicle, fırat'ın helali
çoktandır akşam denen sanata
alışmış olmanın acısı
kavuşmuş olmanın hayali
        ile akardı
köpüğünü kanata kanata

bir gece diyarıbekir'den hozat'a
ayın kızıl bir karpuz gibi
çatladığını gördü
bir heybenin morardığını
ve ölümün bir zerdali
ağacı olup köpürdüğünü
nazif ergin, müfettiş-i umumi
muğlalı paşa
        ve vali

işte doğunun dünü, bugünü
yaşamış olmanın tuzu, ekmeği
ve yarını, acının düğünü
gibi duyursun bizlere
açmış bir yufka gibi umudu
türküleri yeniden yoğursun
közlesin ağıdı, melâli

Hilmi Yavuz

***

Bu haftalıkta bu kadar, güzel bir hafta sonu geçirmeniz dileklerimle...



Yayın Tarihi: 11.10.2015

İNSANSI HER ŞEY BİR KÜLTÜR ÜRÜNÜDÜR 1

Konuya girmeden önce yazımızın amacının daha iyi anlaşılabilmesi için kültür teriminin anlamına bir bakalım.
Kültür farklı anlamları olan bir terimdir.
İnsana ilişkin bir kavram olarak kültür, tarih içerisinde yaratılan bir anlam ve önem sistemidir. Bir grup insanın bireysel ve toplu yaşamlarını anlamada, düzenlemede ve yapılandırmada kullandıkları inançlar ve adetler sistemidir.
Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre ise, kültür (ekin, eski dilde hars) kavramının tanımı şu şekildedir:
“Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü.”

Yani insanların, dolayısıyla toplumların yaşadıkları süre içinde bütün hareketlerini yazılı veya yazısız kurallar haline getirmesine kültür diyoruz. Bu toplumsal hafızanın oluşmasının ana temelidir. Bunu bilerek baktığımızda her davranışın, her üretimin bir kültürünün olduğunu görürüz. İş kültüründen tutunda, yeme içmeye, yatma barınmaya kadar daha birçok konuyu içerir kültür konusu. Bütün bunlar birleşe birleşe toplumun davranış alışkanlıklarını oluşturur. Sevapta, günahta bu kültürün içinde barınır, akılda, akıldışılıkta... siz ne derseniz deyin, beğenin veya beğenmeyin yüzlerce yılda, belki de kalıtımsal bir yapı kazanarak binlerce yılda oluşur. Kimi şeylere şaşırmamamız bundan. Kimilerine şaşırıyorsak eski kültürden uzaklaştığımız sonucu çıkar. Yeni şeylere iyice alışmışız demek ki. Bilgisayar çağının insanları olarak eskiden yapıp bugün yapamadıklarımızı düşünürseniz bana hak verirsiniz. Bugün değişmeyen kültürel alışkanlıklarımızda vardır. Bize özgü içki kültürü böyle bir kültürdür.  

Bugün netameli bir konuyla kültürün birleşimine vurgu yapacağım. Fikren öyle katı bir Yeşilaycı olduğum söylenemez ama içkiyle başım hoşta değil. Yapay mutluluklara pek değer ve önem vermem. Dışarıdan alınan maddelerle vücudun geçirdiği kimyasal değişim sonucu gelen mutluluklar kısa sürelidir. Belki bir süreliğine büyülenmeyi sağlar ama büyü bitince gerçeklikten kopmuş olan insan tekrar gerçekliğin içine düşünce yapay mutluluktan eser kalmaz. Bir adım ötesi daha büyük mutsuzluktur. İşte bunun için Yeşilaycı tutuma sahibim. Bu açıdan netameli konu olan içki konusuyla kültür konusunu birlikte ele alırken bu kişisel yapım göz önünde tutulsun isterim. Çünkü öyle veya böyle her dönemde alkol tüketimi vardır. Hatta delikanlılığın şartı olarak bile görenler vardır. İçip ayakta kalamayan ve kendinden geçen delikanlıdan sayılmaz. “İçeceksen ağzınla iç şu mereti” boşuna denmemiştir.

Konumuz genelde Türk içkisi, özelde Tekirdağ Rakısı...
Türk içkisi öyle hafif meşrep bir içki değildir. Görgü kurallarından, yemek çeşitlerine, sofra adabına, içme miktarına kadar bir sürü törensel içeriğe sahiptir. Dünyanın hiçbir yerinde böyle kurallı içki alışkanlığı yoktur. Konumuz onun için hafife alınamayacak önemlidir.

Önce içiçe geçmiş iki küçük hikâyemizde var. Önce onu okuyalım.
*
Tekirdağ Rakısının sırrını bilir misiniz?
Birden hocanın sorusunu duyunca herkes şaşırdı.
Üniversitede, üretim yönetimi dersindeydik.
Konu 6 Sigma.
Dersin ortasındayız ve hepimizin içi bayılmış.
Ama rakı lafını duyunca bir anda uyandık ve herkes rakı hakkında bilgisini konuşturmaya başladı.
Biri “Yaş üzüm” diye atıldı.
Kimi “Tekirdağ’ın havasından” dedi.
Öteki “artezyen suyundan” dedi.
Bense “Tekirdağ Rakısı” nedir bilmediğim için ağzımı bile açmadım.
En sonunda hoca herkesi susturup anlatmaya başladı:
...

‘Tekirdağ rakı fabrikasına zamanında yeni bir müdür atanmış.
Müdür daha fabrikaya gelmeden, ne kadar suratsız bir adam olduğuna dair söylentiler ulaşmış.
Herkes yeni müdürün ne kadar geçimsiz, ne kadar sinirli bir adam olduğunu konuşur olmuş.
Müdür gelince ilk iş, tüm yönetim takımını toplanmış fabrikayı gezmeye başlamış.
Müdür gezerken tek bir laf bile etmemiş. Ama asık olan suratı asıldıkça asılmış.
Böylece söylentilerin doğru olduğu anlaşılmış.
Gezinin sonunda yeni yetme bir mühendis:
-Beğendiniz mi efendim? diye sorma gafletinde bulunmuş.
Müdür önce sert bir bakış atıp
-Ben bu fabrikanın nesini beğeneyim? diye kükremiş.



DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 09.10.2015

VANDALİZM, YANİ YIKICILIK, YADA UYGARLIK DÜŞMANLIĞI 5

Yazı dizimizin son bölümüne geldik. Geçen bölümde “Vandalizm”in psikolojik nedenlerini inceleyen Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı Öğr.Gör. Dr. Bora Boz ve Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı Yrd.Doç. Dr. Fatma Yücel Beyaztaş’ın çalışmalarından alıntılar yapmıştım. O alıntılara sonuç bölümüyle devam ediyorum.

“Sonuç
Vandalizm özellikle kent toplumunu yakından ilgilendiren genç nüfusta sıklıkla karşılaşılan toplumsal ve güncel bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Suç oranının bu gruplarda yoğunlaşma nedeni, adölesan dönemde meydana gelen hızlı emosyonel ve fizyolojik değişikliklere bağlanabilir.

Sivas’ta yapılan bir çalışmada, farik ve mümeyyizlik muayenesi için gönderilen kamuya zarar veren şiddet davranışlarında bulunan çocukların çoğunun ebeveynlerinden uzak oldukları belirtilmektedir. Eğitim ve ilgi, sevgi, şefkat gibi değerlerin verilemeyen yetişme çağındaki insanların suça eğilimli sosyal bir çevreye itildikleri düşünülebilir.

Batı ülkelerinde yapılan çalışmalarda, vandalizmin uygun eğitim ve psikiyatrik tedavi ile düzeltilebilir bir davranış olduğu belirtilmektedir. Bu kişilerin tedavisinin yanında, ailesiyle birlikte davranış eğitim programlarının düzenlenmesi gerekmektedir.

Sosyal katmanlar arasında derin farklılıkların olduğu, sağlıksız kentleşme sürecinin yaşandığı ülkemizde bu konunun ileride daha büyük sorunlara sebep olmadan, sözcük olarak bile çok iyi bilinmeyen vandalizmin varlığının kabul edilmesi ve ayrıca eğitim, pedagoji, psikiyatri, adli tıp gibi disiplinleri ilgilendiren bu konunun kapsamlı olarak araştırılması, çözüm önerilerinin gündeme getirilmesi gerekmektedir.”

Uzun süredir dünyadaki gelir adaletsizliğine dikkat çekiliyor ve kuzey yarım küreyle güney yarım kürenin gelişmişlik farkına vurgu yapılıyordu. Bugün kapitalizmin vardığı noktada bu daha da aşırılaşmış durumdadır. Her insanın insan hakları beyannamesine göre eşit yaşama hakkına sahip olduğu belirtilmesine rağmen üretimin insansızlaştırılması durumu kas gücüyle geçimi sıfırladığı için bu hak sözde kalmaktan öteye gidemiyor. Böyle bir durumda eski yunan ve eski roma demokrasileri hortlamaya başlamıştır. Yani yurttaş tanımı içinde olanlar ve olmayanlar. Yurttaş tanımına girenler demokrasiden faydalanabilirken yurttaş olmayanların, kul veya köle olanların bu tip demokraside adı bile geçmeyecektir. Burada yurttaş olmayanların yerine mal varlığının, mülkün değeri vardır. Günümüzde de böyle değerlerin baş tacı edildiğini söyleyebiliriz. Yazımızın ikinci bölümünde tekrar döneceğimi belirttiğim paragrafla yazı dizimizi bitirelim.

Artık mal mülk savaşlarla yok edilmiyor. Hatta canlı organizmaları yok eden, binaları olduğu gibi bırakan bir teknoloji bile geliştirdiler. Adına Nötron bombası denilen bu teknoloji şöyle açıklanıyor:

Nötron bombası füzyon  ilkesiyle çalışmaktadır. Nötron ışınları, binalar ve çevreye bir zarar vermemekle birlikte insan hayatı için kesin öldürücü tehlike içermektedir.
Nötron bombasının yaydığı tritiumun yaklaşık 13,32 yıl ömrü vardır. Bu aktivasyon, atom bombasına göre on kat daha fazladır.

İşte bu “Vandalizm”in vardığı sonucu fazlasıyla açıklamaya yeter. Burada durum tersine dönmüş, varlığa sahip olma isteği öne geçmiştir. Ama bir gerçek vardır, bütün canlılarla birlikte insansızlık. Bu insansız uygarlık özleminden başka bir şey değil tabi. İyide uygarlığı yaratan insan! O olmadan uygarlık olmaz ki!.. savaştığınız yerin yer altı varlıklarından başka yer üstü varlıklarına göz dikmekte neyle açıklanabilir? Hele hele organik bir canlının olmadığı yerde endüstriyel uygarlık, dört başı mamur bir uygarlık olur mu? Alın size bir başka “Vandalizm” biçimi daha.

(“Vandalizm”in bu son biçimiyle ilgili ek bir bilgi:
1963 yılında Amerika’nın Nevada kentindeki bir yer altı üssünde yapılan denemelerle başlayan süreç, Sovyet bloğunun yıkılması üzerine bitti. Böylelikle sona eren soğuk savaştan 10 yıl sonra nötron bombası 2003 yılında kullanımdan kaldırıldı. Şimdilik bu tehlike yok gibi. Fakat Amerika’yı tehdit edecek bir güç ortaya çıktığında bu bombanın ortaya çıkmayacağını kim iddia edebilir? Bu bombanın üretiminde epey yol alınmışken tekrar başlamak zor olmasa gerek.)


BİTTİ


Yayın Tarihi: 07.10.2015