31 Ağustos 2013 Cumartesi

MOZAİK DEĞİL EBRUYUZ

Yazmaya başladığım günden bu yana beni gören arkadaşlar konu sıkıntısı çekmiyor musun diye soruyorlar. Cevap olarak bende onlara “yaşadığın ülke Türkiye ise konular tükenmez” diyorum. Canınızın sıkılmasına bile fırsat bulamazsınız. Boş oturmanın, aylak aylak dolaşmanın can sıkıntısını bilirim. Kaldırım mühendisliğini bu yüzden icat etmedik mi? Alem bir milletiz, yaptıklarımız da elbette alemlik olacak. Şöyle etrafınıza bakın alemlikle nitelendireceğiniz çok şey bulacaksınız. Kimine gülersiniz kimine kızarsınız. Alemlik olayların içlerinde benim çok kızdıklarım da var çok güldüklerimde.. kızdıklarım arasında sanatçı tutumu gereği bilgece tavırla gösterilmek istenen -Sezen Aksu gibi rotasızlardan söz ediyorum-, kim sorarsa tarafsız ve insani duruş dedikleri alemlik durumlarda var. Biz bir mozaiğiz demiyorlar mı birde.. dünyada bir mozaik ona bakarsanız, ama herkes birbirini boğazlıyor.

İçerden dışarıdan onca uğraşanlara rağmen biz mozaik olmadığımız için, boğaz boğaza değiliz. Mozaik dağılmaya uygun bir birleşimdir. Dağıldığında da her rengi sağa sola saçılır. Oysa biz -Yılmaz Özdil’in dediği gibi- ebruyuz, ne yaparsanız yapın renkleri birbiri içine giren ve kaynaşan ebruyu ayıramazsınız. İçimizde kürt-laz, laz-arnavut, çerkez-boşnak, abaza-tatar gibi daha bir çok örnek gösterebilir, evlilik yapmamış kaç kişi vardır? Benim bir komşum çingene ile evliydi, bir arkadaşımın annesi laz babası çingene idi. Yeğenlerimden biri bir ermeni vatandaşımızla evli. Kardeşim laz anadan-kürt babadan doğma bir kız aldı. Bizim annemiz Arnavut, babamızsa Konya’dan Rumeli’ye giden Türk’lerdendir. Böyle bir karışım kaç ülkede var ki? Sonra kalkıp soruyorlar; bu ülkede Türk var mı? Evet kardeşim Türk var ve ben bir Türküm. Bütün taşıdığım renklere rağmen ben Türküm. Çünkü bu topraklar Türklükle yoğrulmuştur. Atalarımız üstünede İslamiyet’i katarak Türk zenginliğiyle yoğurmuş bu toprakları. Nereye giderseniz gidin bunun kokusunu duyar, bunun rengini görürsünüz. Ulu önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” sözüyle de belirttiği gibi istediği de bu değil miydi.? 

Önemli olan insan olmak! Millet ayrımı yapan insan ayrımı yapıyor demektir. Milletlerin sadece iyisi veya sadece kötüsü yoktur. Ama insanın iyisi ve kötüsü vardır. Biz ayırımı bu yönde yapmak zorundayız. Yoksa iyi özelliklerine hayran olacağımız bizden olmayan diye ayırdığımız insanlardan mahrum kalırız.

Bazı kesimlerce Türk olmak faşist olmakla eş görülür oldu. Şimdi Türküm demek ayıp karşılanıyor. Türküm demek faşistlik oluyorsa kürdüm demek olmuyor mu? Ezilen milletler bir takım haklara sahipmiş kimilerince.. onun için bir çeşit ayrılıkçı tavır denilecek davranışlar doğalmış. Böyle diyenler dünyada “ezilen” milletlerden hiç görmemişler de ondan böyle diyorlar. İmparatorlukların egemen olduğu eski dönemlerde, kentin meydanında yerel halkın atla dolaşmasına izin verilmezmiş. İngilizlerin Hindistanı sömürgeleştirdiğinde yaptığı buydu. Gene o dönemlerde yerel halk, egemen  halkın bırakın yöneticilerini, sıradan bireyinin bile önünden geçemezmiş. Durum böyle olursa o asli unsurlar yerel halka muhtarlık bile vermezler. Bizde ise cumhurbaşkanı bile olurlar. Bumudur ezilme?  Niye diğer unsurlar ezilme teraneleriyle vakit geçirmiyorlar? Çünkü onlar zenginleşmenin istemekle değil, ayrışmayla değil, çalışmakla ve üretmekle mümkün olacağını kabul etmişlerdir. Sonra onlar, ürettiği artı değeri vergi yoluyla bu vatandaşlarımızla paylaşmışlardır. Bumudur faşistlik?

Bir toplumsal dönüşümü başarıp henüz köylüleşemeyen bölge insanının birden bire kentli olacağını mı sanıyorsunuz? Şehirler ne kadar çağdaş görünümlü olursa olsun, halkın eğitim düzeyi yüksek değilse, kökeni henüz köylülüğe ulaşmamışsa asıl gelişmeden söz edilemez. İsterse bu halk en gelişmiş İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlere göç etmiş olsunlar.  Bu şekilde bir göçle şehirlilik bilincine sahip yerli halkta azınlık durumuna düştüğü için şehir kültür erozyonuna uğrar. Biliyor ve görüyorsunuz artık koca kentler birer köyden farksızdır. Epey oluyor, ulusal televizyonların birinde verilen bir haberde dört katlı bir binanın dördüncü katında inek beslediklerini görmüştüm. Onlara da bu davranışlarından dolayı hak vermiyor değilim. İnsan alışkanlıklarından kolay kolay vazgeçemez.

Başa dönecek olursak vergilerimizle yurdumuzun her yanının kalkınmasını sağlamaya çalışıyoruz. Bunda hepimizin, alt kimlik üst kimlik demeden, payı var. Biz hepimiz bu yurdun asli unsuruyuz. Yerel öğelerimizi kaşıyıp öne çıkaran bizim servetimize, doğal varlıklarımıza göz diken yabancılardır.

Ekonomik gelişmemiz sürdüğü sürece zenginleşiriz. Zenginleştiğimiz oranda dinlenilir olacağımızı unutmayalım. Zenginlikler ayrılıklardan değil en az çalışma kadar birlikteliklerden doğar.


Kimse bizim mozaik olduğumuzu söylemesin. Biz Mozaik değil Ebruyuz.


Yayın Tarihi30.08.2013

İKİ YAZI BİR KONU

1. Yazı: 
FUTBOLDA DÜNYA KUPASINA KATILMAYI KAÇIRIRSAK BİLE,
DÜNYAYI HER ALANDA KAÇIRMAYALIM

  
Sürekli yakınır dururuz, en küçük umutsuzluğumuzda ne olacak bu milletin hali deriz. Bizim adam olmayacağımız fikri kendi aramızda pek yaygındır. Oysaki içimizdeki cevherleri ortaya çıkarıp onları işlemek gerekir. Her ne kadar gördüğümüz tablo hoş almasa da bu bizi yanıltmasın. Ülkemizin gizil gücü (hani potansiyel denir ya, işte o) her şeyin üstesinden geleceğimizin garantisidir.

Bütün olumsuzlukların nedeni Asya tipi üretim tarzından kalma alışkanlıklardan kurtulamadığımız için kayıtlı ekonomilerin güdümünde kentsel dönüşümü yapamamış olmamızdandır. Her alanda tek adama oynamamız da bunu gösteriyor. Rahmetli Özal’ın cumhurbaşkanı olmasıyla Anap’ın bitmesi tesadüf değildir. Çünkü Özal ikinci adamı yetiştirmedi, tıpkı şimdi sayın başbakanın yaptığı gibi.. Sayın Deniz Baykal onlardan geri durabilir mi?  Onunda yanında yıllardır geleceği kucaklayacak ikinci adam olmaya aday birini görmedim, şimdide Kemal Kılıçdaroğlu’ndan da, Devlet Bahçeli’den de görmüyorum. Eski cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel’de kendinden sonrasını düşünmedi. Her alanda durum aynı. Tek adamlık kanımıza işlemiş. Geçen hafta A Milli Futbol takımımızın dünya kupasına katılma ihtimalinin epey azalması üzerine, önceki dünya kupasına katılma hakını kaybettiğimiz için istifa eden Fatih Terim tekrar milli takım antrenörlüğüne getiriliyor. Oysa aynı Fatih Terim milli takım antrenörlüğünden istifa edince tek adamlığın en çarpıcı örneklerini gördük. Arkasından gelecek bir selefi yoktu. Bu da bir ekolsüzlüğün, bir başıboşluğun işaretidir. Bu yüzden bizde her şey atamayla oluyor, yetiştirmeyle değil. 

Ekip oyunu dediğimiz futbol gibi bir oyunda tek adamlılık, değişik kimlik yapısının dışa vurumudur. Bu toprakların genel karakteri de ne yazık ki budur. Eskiden hiç değilse nezaket vardı şimdi o da yok! Son zamanlarda televizyon seyretmiyorum. Yiğit Bulut Habertürk televizyonundayken kendisinin sunduğu ve depremde erken uyarı konulu “Sansürsüz” adlı programda da bunu çok seviyesiz biçimde gördüm. Bilim adamı kimlikli iki jeologun birbirlerine karşı saygısı yoktu. Tahminler  üzerine akıl yürütülen bir konuda kimsenin ortak bir fikirde olması mümkün değilken biri diğerine ilkokul çocuğu muamelesi uyguluyordu. Bu ikinci adama tahammülsüzlüğün belirtisidir.

Bilim adamları böyleyse siyasetçilerden ne beklenmez ki?

Bütün gizil gücümüze rağmen dünyayla rekabet edecek kadar gelişemeyişimizin nedeni budur. Gelen başarı da bu yüzden sürekli olmuyor. Konuyu en belirgin ve herkesin anlayacağı konu olan futbola getirecek olursak son yirmi yılda bir kere dünya kupasına, iki kere Avrupa şampiyonasına katılmışız. Bir takımımız bir kere eski adıyla UEFA kupasını kazanmış. Toplamda bakarsanız çok şeyler yapılmış sanırsınız. Evet şimdi sözün burasında ne dediğinizi duyar gibiyim. Eskiden bunlar bile yoktu diyorsunuz biliyorum. Eskiden bunlar bile yoktu diye şimdi olanla yetinelim mi yani? Bizde geliştik diyoruz ya, yerimizde saymadık ki.. fakat çok dalgalı seyrediyoruz. Yani inişimiz çıkışımız çok. Neden bu kararsız gidiş? Neden bu kadar istikrarsızlık? Cevaplarını aradığım soru bu. Başından beri anlattıklarımda, bu sorunun cevaplarıydı.

Ya yetinme duygusuna çok çabuk sahip oluyoruz, yada kendimizi gereğinden fazla abartıyoruz. Herkes kendini en harika görüyor. Kimsenin gerçekleri görmeye tahammülü yok! Kimsenin yetkilerini paylaşmaya niyeti yok. Ne olursa olsun zamanla bu tarafımızda törpülenecektir. Şartlar devamlılığı gerektiriyor çünkü. Devamlılığı sağlayan ayakta kalacak ve başarılı olacaktır. Ülkeler içinde bu böyle, şahıslar içinde..

Futbolda dünya kupasına katılmayı kaçırırsak bile, dünyayı her alanda kaçırmayalım.


***   ***   ***
  
2.Yazı: 
DÜNYANIN HER YERİNDE USULSÜZLÜK, YOLSUZLUK VE HİLE YAPILIYOR

Dört beş sene kadar oluyor, gördüğüm bir video’yu hala unutmuş değilim. O kadar şaşırmıştım ki.. İsveçin uefa kupası kazanmış takımı IFK Göteborg’un Danimarkalı kalecisi Kim Christensen Orebro takımıyla yaptıkları maçta kale direklerini yerinden oynatarak kaleyi küçültürken kameralara yakalanmış. Bir süre sonra hakem kalenin daraldığını fark edince gidip direkleri yerine koyuyor, fakat kalecinin bunu yaptığını görmediği için kaleci maçı tamamlıyor. İsveç futbol federasyonunun kaleci Christensen’e kaç maç ceza verdiğini bilmiyorum.

Hile, adam kandırma sadece bize özgü bir olay mı sanıyordunuz? O zaman durun bitmedi, bir olay daha anlatayım.

Almanların iri yarı, boylu poslu Hıristiyan Demokrat bir başbakanları vardı. Almanlar başbakanlara şansölye derler. İşte o Şansölyenin adı Helmut Kohl’dü. Bu Helmut Kohl ne yapmıştı biliyor musunuz?  Örtülü ödenekten parti kasasına para aktarmıştı. İktidardan düştükten sonra bunu kanıtladılar. Sonucun ne olduğu konumuz açısından pek önemli değil. Bizim açımızdan önemli olan bu yolsuzluğun yapılmış olması..

Şunu demeye çalışıyorum: hile, adam kandırma,  nüfus kullanma, idareyi kötüye kullanma dünyanın her yerinde var. Hem bunun için ülke olarak zengin olmak yada fakir olmak önemli değil. Her türlü durumda kolay yoldan bol kazanç edinmek isteyen her ülkede bolca insan var. kabul ediyorum; böyle hızlı değişimlerde yolsuzluk artar. Bizde yolsuzluğun fazla olması bu yüzden. İşsizlik arttıkça, gelir düzeyi düştükçe yolsuzlukların arttığı da bir gerçektir.

Sözün kısası dünyada neler oluyor neler.. kimse kendini kötü hissetmesin. Bir gün bu ülkede gelişmiş ülkeler katına yükselince bu tip rahatsız edici olayların bittiğini göreceksiniz. Ne tek adam olma yarışı kalacaktır, ne her alanda adam kayırma, ne yolsuzluk nede hile..



Yayın Tarihi28.08.2013 

OSMANLI VE ÇOK SESLİ MÜZİK

Geçenlerde kent parkta geziyordum kulağıma uzaklardan hafif, yumuşak, ruh okşayan orkestral ezgiler geldi. Kulak kabarttım. Sesler beni havuzlara doğru çekti. Fıskiyeler altında Chaykowsky’nin “Kuğu Gölü” bale müziği çalıyordu. Sonra Vivaldi’ye, daha sonra Mozart’ın “5. keman konçerto”suna geçtiler.

         Ülkemizde de çağdaş müzik adıyla çok sesli müzik denemelerinde bulunulmuştur. Bizde de anıt değerinde bir “Çeşme Başı” bale süiti vardır. Müzik toplumsal değişimleri en güzel ve en belirgin biçimde gösterir. Ülkemizin çeşitli evrelerde yaşadığı değişimleri sadece müzikle dahi görmemiz mümkündür.

         Osmanlının son zamanında klasik müzik müzisyeni bir İtalyan vardı sarayda ve paşa ünvanıyla anılıyordu. Bu kimdi biliyor musunuz? 21.08.13 çarşamba günkü yazımda belirtmiştim, okuyanlar bilir; “Donizetti” Paşa! O yazıdan bir paragraf aktarıyorum.

“İlk yenilik hareketlerine kalkışan genç Osman bu uğurda kurban olunca, 2. Mahmut buna engel olduğunu düşündüğü yeniçeri ocağını ortadan kaldırmakla işe başlar. Yeniçerilik kalkınca mehteranı da gereksiz görerek yerine müzika-i hümayun’u kurar ve başına dönemin ünlü İtalyan müzisyeni Gaetano  Donizetti’nin kardeşi Guiseppe Donizetti’yi getirir. Paşa ünvanını alan Donizetti orkestrası’nın 1829 yılında rami kışlası’nda verdiği konser sultan 2. Mahmut’un ayakta alkışlarıyla son bulmuş, 1831 de bandosuna mahmudiye marşı’nı çaldırarak ilk Osmanlı madalyasını alan Donizetti, Sultan Abdülmecid tahta çıkınca onuruna mecidiye marşını bestelemiştir. Daha sonra Osmanlı sarayına ilk operayı da sokmuştur. Prens ve prenseslere piyano dersleri de vermiş ve onlara klasik batı müziğini öğretmiştir.”

         Gördüğünüz gibi bu İtalyan müzisyen Çok Sesli Türk müziğinin ilk temellerini atması için 2. Mahmut tarafından getirtilmişti.

         Cumhuriyetle birlikte sosyal değişim amacıyla müziğinde değişmesi öngörülmüştü. Adnan Saygun’lar, Ulvi Cemal Erkin’ler, Cemal Reşit Rey’ler böyle doğdular. Yani bir kesimin tu kaka ederek küçümsediği ve çamur atmaya bayıldığı çok sesli müzik sadece bu rejimin “marifeti” değildir. Gördüğünüz gibi bu işin bir öncesi de vardır.

         Bu müzik türü batıda da aristokrasi (soylular) ve sonrasında yükselen burjuvazi (kent soylu) sayesinde gelişmiştir. Asya tipi üretim tarzının egemen olduğu doğu toplumlarında burjuva sınıfı gelişmediği için, halk gelenekleri ve kültürü (çok uzun süre, hatta denilebilir ki teknoloji çılgınlığı bu ülkeleri de sarana kadar) değişmemiştir. 

         Osmanlı’da İstanbul’un fethinden sonra Bizans’ın yerleşik kültürü reddedilmeden üstüne Türk İslam kültürü eklenip, sanat musîkisi dediğimiz saray müziği, yani halkın müziğinden ayrı bir üst düzey müziği oluşmuştur. Bu o zamanın Türk Klasik müziğidir. Bu gün bu müzik “Klasik Türk Musîkisi” adıyla anılıyor. Cumhuriyet bu kültürü devralmış, yanına halk türkülerini katarak bunu çok sesli harmanlayıp sunmak istemiş, fakat işin kültürel yanından çok, ticari kazancını düşünen Unkapanı tarzı cahil tüccar prodüktörler nedeniyle halka yayılmamıştır. Bence bizde burjuvazinin gelişmemiş olması, modernleşme ve yenileşmekte istenen seviyede olmamızı önlemiştir.

          Uygarlık sadece batıya özgü değildir. Her coğrafyanın uygarlığı üretim ve paylaşım arasındaki süreçlerle var olur. Bu süreçlere kentleşme olgusunu eklemezsek her şeyi anlatmış olamayız. Teknolojik gelişmeye bağlı olarak bir kültürün oluştuğunu da göz ardı edemeyiz. Bu dini yaşayışları da ister istemez etkiler. Siz ne kadar değişmez kabul etseniz de inanışları değil elbette, ama yaşayış biçimlerini tüm direnmelere rağmen değiştirecektir. Bu Osmanlıda bile böyle olmuştur. Birde Osmanlı bu kadar hızla değişen gelişen teknolojilerle karşı karşıya değildi. İşin bu yanını düşünecek olursanız, söylediklerimi önemsersiniz.

         Önümüzde örnek olarak duran sanatçılar popüler, yani genel geçer kültürün sanatçılarıdırlar. Bu sanatçıları ölçü alıp adam gibi kültür tartışması yapılırsa hata olur. Tıpkı tarihi, gazetecilerin değil tarihçilerin yazması gibi. Gazeteci sadece tanıklık eder, ama çoğu kez neye tanıklık ettiğini dahi bilemez.  

         Sanat tarihini belirleyen toplumun zevk ve düşüncesini ileriye götüren yeniliklerdir. Bunlar batıda çok bilinen isimlerle söyleyecek olursak Mozart, Beethoven v.b sanatçılarsa, bizde de Itri, Dede efendi, Sadullah Ağa, Cumhuriyetle birlikte Münir Nurettin Selçuk, Adnan Saygun, Ulvi Cemal Erkin’dir. Batıda nasıl bu örneklerin arasına Elvis Presley, Madonna alınmıyorsa bizdede Sezen Aksu, Orhan Gencebay bu örnekler arasına alınmazlar. Kaldı ki ülkemizden örnek olarak andığım kişiler tarz oluşturmuş özel iki isimdirler.

         Ülkemizde bir ara sığ bir Fazlı Say tartışması çıkmıştı hatırlar mısınız? Neden sığ diyorum, adamın ülkenin geleceğinden duyduğu korkuyu dile getirip çekip gitmekten söz etmesi üzerine toplum tarafından bilinmeyen müzik yapan, kimsede CD’leri bulunmayan adam olarak yabansılanmış, yaptığı müzik küçümsenmişti. Fazlı Say’ın söyledikleri tartışılabilir, o başka bir konu. Söz ettiğim konudan bakıldığında Fazlı Say’ın herkesin edinemediği kültürün en üst düzey temsilcisi olduğu görülür.

         Bu müziği icra eden ve üreten sanatçılar mutlaka bu ülkenin müziğini bu çağla buluşturacaklardır. Popüler kültürün temsilcileri olanlar bir yönüyle (çok sesliliğe gidişin müziği olan müziklerle) farkında olmadan bu hizmette bulunmuşlardır. Ama o kadar, daha fazlasını yeni yetişen genç beyinlerden beklemek gerekir. Kalıpçı değil özgür müzikler artık olmalıdır. Bunu kesinlikle prodüktörlerden beklemiyorum. Bu internet çağında al satçılıktan başka bir şey olmayan prodüktörlük bitmelidir. Bunların beğenilerini değil, toplumu gelişmiş beğeni düzeyine taşıyacak sanatçıların, esas üretmek istedikleri eserlerini görmek istiyorum.

          Çeşitli uygarlıkların olduğu dünyamızda Çin ve Japonya dahi kendi müziğine çok sesliliği çoktan getirdiler.

         Son söz: Türkiye kendine özgü çok sesli müziği çoğaltmak zorundadır.


Yayın Tarihi26.08.2013


ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 12

    İstanbul’daki teyzem Amerika’dan gelen teyzemi ve eşini bize getirmişti. İstanbul’daki  teyzem benden 6, Amerika’dan gelen teyzem 4 yaş büyük. Eşi kendisinden 3 yaş küçük. Bu durumda iki teyzem ablam gibilerken Amerikalı teyzemin eşi arkadaşım gibi olmaz mı? Teyzem safkan Arnavut, Türkçe çok az anlıyor, ama hiç konuşamıyor. Eşi de Arnavut fakat Makedonya’da iken çevresinde çok Türk varmış. Konuşarak rahatça anlaşabiliyoruz. Çok küçük yaşta önce İtalya’ya, oradan Amerika’ya gitmiş. Ahşap evler yapma konusunda uzmanlaşmış. Senelerce o işi yaptıktan sonra, şimdi yaşlılar köyünde kalorifer, elektrik, su tesisatları bakım ve onarım işinde çalışıyormuş. Et alış verişi yaptığı kişiler Karaçay Türkleriymiş. Sonra arkadaş olmuşlar. Türkçesini bu arkadaşları sayesinde unutmamış, hatta daha da geliştirmiş.

         Karaçaylılar hakkında hemen bilgi araştırdım. Gözünü sevdiğim interneti önüme bilgileri seriverdi.
         “… (…) 1828 yılına kadar Rus idaresine tabi olmadılar, bu tarihten sonra Karaçaylılar Çerkeslerle birlikte 1862 yılına değin Ruslarla çarpıştılar. 1864’de Karaçay’ı da kapsayan Çerkesya’nın Rus istilasına uğraması sonucu, büyük bir göç olayı (deportasyon) yaşandı. Rusların Kafkasya’yı işgali sonunda 1880’li yıllardan itibaren zaman zaman Karaçay-Malkar halkının bir bölümü diğer Kafkas kabileleri ile Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldı. Bugün bu göçmenlerin torunlarından yaklaşık 25 bin Karaçay-Malkarlı Türkiye’de, 2000 civarında Karaçay-Malkarlı ise Suriye’de, bir kısmı da ABD’nde yaşamaktadır…”

İşte sen gel bu Karaçaylı Türklerden biri olarak teyzemin eşiyle arkadaş ol! Dünya gerçekten çok küçüldü. Gelecekte misket diye cebimizde taşır mıyız acaba?


         Neyse canım bu günde şiirlerle yazımızı sürdürelim.

         Geçen haftaki şiirlerde sözünü ettiğim komşu kızlarımla ilgili şiirlerle başlayalım.


AKROSTİŞ

Güneşli tarlaların nazlı gelinciğisin
Üşürsün her rüzgârla öyle durma incinirsin
Lakin üzülme hayat uzun, bir gün sende sevinirsin
Cana can katan gülüşlerinle bil ki çok güzelsin
Ah!.. bir de gönül verdiklerin seni ölesiye sevsin
Nasılda çiçekler açar saksıda, bahar gelir, karlar erisin

Kadınsın ama çok erkekten daha erkeksin
Alışkın olmayanlar seni nerden bilsin
Ben biliyorum ya yeter, sen sözünün erisin
Al sevgimi kardeşim, kalbinde yer etsin

                                                 Aydın Göle
                                                    29.03.97

         Akrostişi bilen bilir. Bu akrostiş ilk ve son oldu. Bir daha akrostiş yazmadım. Kolay bir şey değildir. Üstü kapalı geçiyorum, bilen neden üstü kapalı geçtiğimi fark edecektir. Burada bir bayanın adını afişe etmek düşüncesinde olmadığım için böyle davranmak zorundayım. Beni anlamanızı rica edeceğim. 


         İçlerinde belki de en güzeliydi. Yüzüne bir perçem düşürürdü. Kıvır kıvır saçları gece kadar karaydı. O üç kız kardeşin ortancasıydı. Ben ona favorim derdim. İşte ona özel yazdığım şiir:

KÜÇÜĞÜM

Güvercin kanadı ellerinle
Cıvıl cıvıl bir keman gibi sesinle
Yüzüne düşürdüğün bir tutam perçeminle
Yüreğimde yer ettin küçüğüm
Sen miydin yoksa serap mıydı gördüğüm

Mahpusta değiliz, tutsakta
Gün gelip bu günleri unutsakta
Sevenlerine hayat sensiz kördüğüm
Ben seni unutamam küçüğüm
Sen miydin yoksa, şakayık mıydı gördüğüm

Uzun uykusuz geceler kavuşurken güne
Ve masallar, senli masallar başlardı gene
Yüzüne düşürdüğün bir tutam perçemine
Bakarken bir günümün, olmasını isterdim bir sene
Bir çiğ damlası saflığındaydın küçüğüm
Sen miydin yoksa, gökkuşağı mıydı gördüğüm

                                                 Aydın Göle
                                                   13.04.97 


         Şimdi sırada bizim biriciğimiz, iki ağbinin tek kızkardeşi, benim her şeyim Nurşen’ime yazdığım şiire geldi.

AZDIR MUTLU GÜNLERİN SAYISI

Bahçeleri gülerle donatır, güllerin ayıdır, unutma mayısı
Salıncakta sallanan sarışın güleç yüzlü çocuktur kayısı
Sırça köşkte yaşasan bile azdır mutlu günlerin sayısı
Karasız uçuşan kelebeklere bak, kalmaz gönlünün kaygısı

Ben senin yiğitliğini severim
Yıldıramaz seni sorunların en zorlusu
Kırk ordu çıksa karşına savaşmazsan bileklerimi keserim
Evimizin duvarlarına sinmiş teninin kokusu
Sen iste yeter, ayaklarına baharları sererim

Haşarı, çilli kız çocuklarıdır manavlarda çilekler
Yaklaştıkça yanına kokusu artarak gelir
Anlaki yaz geliyordur, biraz sonra kapımızı çalacak
Sen o zaman tadına varırsın hayatın ancak
Gökten üç elma düşsün sana, gerçekleşsin masallardaki dilekler
Kerevetine ben çıkayım bir rahat sedir
Yorgun gönlüm belki biraz dinlenir
Sırça köşkte yaşasan bile azdır mutlu günlerin sayısı
Leyleklere, kelebeklere bak, gider gönlünün kaygısı

                                                           
                                                Aydın Göle
                                                  15.04.97


         Bizim gerçekten bir kelebeğimiz oldu. Zarif ipek kanatlı, sarışın lacivert gözlü bir kelebeğimizdi biraderimin kızı. İlk olarak 40 günlükken İstanbul’dan getirdiler. Görür görmez eridim. Sırtüstü uzandım, onu göbeğimin üstüne yatırdım, karnımı birkaç kere salladım uyudu. Yandım tutuştum, ne sıcak bir bebekti, sanki ateşten toptu. Bu şiiri yazdığımda o üç yaşındaydı, bayram için gelmişlerdi.

ÖMRÜME ÖMÜR KATTIN

                                         Miniciğim Filiz’ime

Sarı saçlarına hangi çiçeği takayım
Çiçekler senin kadar güzel değil bebeğim
Sen bir su damlasısın seni nasıl tutayım
Hayatıma usulcacık, teklifsiz giriverdin nazlı kelebeğim
Sen uç keyfince ben ardından bakayım
İste senin için dünyayı yakayım
Ömrüme ömür kattın nazlı kelebeğim

                                                 Aydın Göle
                                                   18.04.97


         Küçücük ama anlamı büyük bir şiir. Zaman içinde ne çok değişiriz. Hatta bu değişimle en yakınlarımıza bile yabancılaşırız. Çağın en büyük hastalığı yalnızlaşmadır. Gelecek kuşaklar doğadan koparak bunu daha çok yaşayacak ve korkarım insan olma özelliklerini yitirecekler.





Unutuldu ne varsa uzaklarda geçmişimiz
Kısraklar dolu dizgin ve çamurlu toynakları
Gidiyoruz yarınlara, yorgunuz, geçmiş içimiz
Arkamızda bıraktık nice uygarlıkları
Kah uyuyarak, kah farkına varmadan
Nice gözler yaşardı bu ayrılıklardan
Nasıl biter, kim bitirir bu dostlukları

                                                 Aydın Göle
                                                   11.06.97


         Pazartesi günkü “DOSTLUK BÜLBÜLÜ” başlıklı yazımda okuyacağınız şiiri konu gereği koymuştum. Şiirlerimi yazdığım bu günde bu şiiri yazmasam olmazdı. Rahmetli arkadaşımla 7 sene Tüvasaş lokalinde çalışmıştık. Adını koyduğum şarkıcı Cemre Coşkun’un birlikte çalıştığımız bir işte yetişmekte olan bir şarkıcıya mikrofon vermemiz üzerine yaptığı kaprisine kızan dostum müziği bıraktı. O gün dolduruşa gelerek havalarda uçan, kim sorarsa dostumuz Coşkun Cemre, anamızdan emdiğimiz sütü burnumuzdan getirmişti. Bu olay üstüne bu şiiri yazdım.

                                         ERDOM’A

Ne büyük kalbin var bedeninde
Dünyaları taşırsın misket diye cebinde
Karıncanın ayak sesini duyarda yol verirsin
İnanamam senin bu gidişine

Ya sen Mevlana’sın Şems-i Tebriz-i ben
Her nasılsa yollarımız bir yerde birleşti
Dikenleri batsa da elimize, gül kokladık
Dostluğumuzu büyüttük, kadifelere sardık sakladık

Çok ayrılıklar vardır bahar rüzgarları gibi
Hafif bir ferahlık getirir
Çok ayrılıklar vardır yangın yeri gibi
Ağır bir kasvet bırakır içinde
Şimdi o ağır kasvet benim içimde

Ya ben Mevlana’yım Şems-i Tebriz-i sen
Her nasılsa yollarımız ayrılıyor burada
Gene gül koklayacağız dikenleri batsada
Ve gece inecek sessiz uykuya dalacağız 
                  ebediyete uyanacağız sonrada
Dilerim Allahtan arkadaşım olursun orda da
                                               
                                                 Aydın Göle
                                                  23.06.1997



İyi pazarlar sevgili okurlar.



Yayın Tarihi25.08.2013

“IMF SİZCE NEDEN GELDİ” ADLI ESKİ BİR YAZIMIN ÜSTÜNE

Bugün sizlerle 7.10.2009 tarihinde yayınlanan yazımı paylaşacağım sevgili okurlar. O yazıda geçen konular bu gün ülkemiz için geçersiz gibi görünsede, işin temelinde dünya sisteminin egemenler lehine yürütülüyor gerçeği vardır. Bu egemenler dünyası çıkarları elverdiği zaman, elverdiği kadar ve elverdiği biçimde iktisat ve teknoloji yoksulu fakat kaynak zengini ülkelere sıcak savaşa girişmeden, krediler açıp borçlandırarak kendilerine bağımlı hale getirirler. Bununda adı “küreselleşme (globalleşme)”dir

*

         Gazetecilikte bir kural vardır; bunu bilmeyen gazeteci olamaz denir. Bir köpek bir adamı ısırırsa bu haber değildir. Ama bir adam bir köpeği ısırırsa bu bir haber değeri taşır. IMF’nin ülkemize geldiği haberi kendileriyle çok sık birlikte olmaya alıştığımız için pek önemli bir haber değeri taşımıyor. Bu defaki gelişleri çok ilginç. Bu yüzden başlarken andığım gazetecilikteki haber değeri kuralı içine girdiğini düşünüyorum.

         Konumuza girerken bu IMF neymiş bir görelim mi?

         Uluslararası Para Fonu (International Monetary Fund) (IMF), 1944 yılında uluslararası para sisteminin esaslarını belirleyen Bretton Woods Anlaşması gereğince kurulmuş ve 1 Mart 1947’den itibaren fiilen çalışmaya başlamıştır. Merkezi Washington’dadır. Bu bile onun amacını belirtmeye yeter.

         Uluslararası para yetersizliğini gidermek için para akışını sağlayacak bir kurum olarak oluşturulan Uluslararası Para Fonu’nun gerçekleştirmeye çalıştığı amaçları şöyle gösterilir:
         1: Uluslararası ticaretin gelişmesini sağlamak üzere ülkelerde tam istihdam üretim seviyesine ulaşılması. (kimin istihdamını derseniz, gelişmiş ülkelerin istihdamını tabi ki, buralarda her tür harcamaya karşı çıkılırken istihdamın sağlanmasına izin verilir mi? Verilen  ise en az iş gücüyle en çok mal üretimidir.)
         2: Gelişme hızlarının artırılması. (bu gelişme borç ödeyebilir bir gelişmeden başka şey değildir.)
         3: Sabit kur sisteminin gerçekleştirilmesi ve kurlarda istikrarın sağlanması.
         4: Tek yönlü devalüasyonların imkânlar oranında önlenmesi. (tek yönlü devalüasyonu kim yapabilir, elinde mal fazlası olan elbette. Elinde mal fazlası olan ülke mal eşittir para demek olduğu için IMF’ye zaten ihtiyaç duymaz ki.. borçlu ülkeler elindeki mallar ucuza satılsın diye enflasyon yapmak zorunda bırakılır.)
         5: Ödemeler dengesi sorunlarının çözümüne yardımcı olmak için üye devletlere kredi verilmesi ve ticari serbestliğe kavuşturulması. (Ticari serbestlik konusu ihracat değil ithalat serbestliğidir. Çünkü onlar daha kolay satış yapacakları şartları isterler.)                                                                                       
         6: Kararlı Kur politikası ile ulusal para politikaları arasında eşgüdüm kurarak, kambiyo piyasalarına istikrar kazandırılması. (Burada da en kolay ve en hızlı biçimde elde ettikleri kazancı ülkelerine, kasalarına aktarma amacı vardır.)

         Bildiğiniz gibi IMF sadece ödeme güçlüğü çeken ülkelere sürdürülebilir borçlanmaya devam etmeleri için para verir. Bunun için de kemerleri sıkma ve yatırımları azaltma önerilerinde bulunur. Devlet harcamaları düşürülerek ek vergiler yoluyla artması düşünülen vergi gelirleriyle dış borçların ödenmesi istenir. İstekleri uygulanmazsa dilim dilim serbest bıraktıkları krediler verilmez olur.

         Bunun ilk görünen işareti reel gelirlerin azalmasıyla geçim zorluğudur. Ben en az 42 yıldır bunun yaşandığını biliyorum. Ya sonrası.. sonrası bu gün gelinen durumdur. Elde avuçta ne varsa sat öde.. artık devletin elinde satacak bir şeyde kalmadı. Sıra Türk girişimcilerinin ellerindeki para yapar işletmeleri satmaya geldi. Yabancı ortaklı Türk şirketleri dönemi dahi bundan sonra geride kalabilir. Bunlar devletin elindeki kaynaklar kadar çok ve zengin değildir ne yazık ki.. bir tanesi bir demir çelik, bir zirai donatım, bir vagon fabrikları, bir Telekom yada bir et ve balık etmez. Çünkü bunların kasalarında paraları, muhasebe kayıtlarında alacakları, üstüne üstlük işletmelerinden daha çok arazileri vardı. Onlar bu borcu ödemeye yetmedi düşünsenize.

         Geçenlerde gelen IMF Başkanı Khan’a yıllardır biriken eziklik duygusunun eseri olarak Bilgi Üniversitesi'ndeki panel sırasında Birgün Gazetesi editörü Selçuk Özbek ayakkabı fırlattı ve bir kişide pankart açtı. Irakta Muntadar Al-Zeidi'nin ABD Başkanı Bush'a ayakkabı fırlatma eyleminin kötü bir kopyası olan bu eylem sonunda IMF başkanı Khan “biz bir yere çağrıldığımız için gideriz, çağırmayında gelmeyelim” dedi. Bu söz her şeyden daha yaralayıcı bence.

         Dostlar IMF bu defa neden gelmiş biliyor musunuz? Haberin şaşırtıcı tarafına geldik işte. Şimdiye kadar harcamaları kıs, ücretleri düşür, vergileri arttır diyen IMF bu defa piyasa hareketlensin, tüketim artsın diye kredi verecekmiş. Son zamanlarda bir reklam kampanyası başlatıldı. “Bir çiçek alın, alış veriş olsun para dönsün” denen reklamlar televizyonlarda gösterime girdi. IMF bunu yapmaya çalışıyor. Fakat o, çiçek ve sakız almamız için kredi açmıyor. Daha çok buz dolabı, daha çok bilgisayar, daha çok LCD tv, daha çok otomobil satın almamızı sağlayarak gelişmiş ülkelerin ekonomik durgunluğu aşmaları için bizi borçlandırıyor.

         Bunun sonunda 2010 yılında görece bir ferahlama olacaktır. Bu bizi kandırmasın! Kanarsak kredi kartı mağdurları arasına gireriz. Bundan sonra eski ücretlerle iş bulunamayacağı için, bırakın eski ücretleri, ücretlerin ayrıca yarı yarıya düşürülmek istendiği bir dönemde kredi kartı borcu ödenmez, ödenemez. Şimdi devletleri borçlandırma dönemi bitti. Kredi kartlarıyla kişiler borçlandırılıyor. Unutmayın ki kredi kartları uluslar arası borçlandırma kartılarıdır. Siz sadece kişisel borçlanmıyorsunuz. Kredi kartı kullanıcıları yüzünüzden artan borçlarla, kredi kartı kullanmayanlarda aynı sıkıntılarla yüz yüze kalacaklardır.

         Yukarıda dediğim gibi 2010 bir kısa ferahlama dönemi olacak, bunun sonunda sonbaharda erken genel seçimlere gidilecektir. Bu gidişle hiçbir hükümet 2011 yılını göremez. Bunu bilen başbakan IMF ile anlaşırsa, ki anlaşacağını düşünüyorum, erken seçimi bekleyin derim.

*

O yazı burada bitiyor. Sayın başbakanın IMF ile anlaşmadığını biliyoruz. Dolayısıyla sevinerek belirteyim ki yazıdaki öngörüm gerçekleşmemiş oldu. Buna rağmen (başka etkenlerde dahil olmak üzere) geçinme endekslerinde de bir düzelme de kaydedilmedi.

Ücretler yetersiz zamlarla, olması gereken gerçek değerlerinden epey gerilere düştüler. İşte burada küreselleşmenin sonuçlarını görüyoruz. Yazının sonuna doğru; “Şimdi devletleri borçlandırma dönemi bitti. Kredi kartlarıyla kişiler borçlandırılıyor. Unutmayın ki kredi kartları uluslar arası borçlandırma kartlarıdır.” Demiştim. Hatta tüketici ve yatırım kredileri de ödemelerde kredi kartlarının içinde yer almaktadırlar. Bu duruma bakarsanız devletin borçlanmasına gerek kalmaz. Devleti borçlu fakir halk yerine, halkı borçlu fakir devlete dönüşmek üzereyiz. Yunanistan’da bu yüzden batmıştı. Tüketim çılgınlığı “küreselleşme” ile yaratılmış bir canavardır. Bu borçlar bu yüzdendir unutulmasın. 


Yayın Tarihi23.08.2013

SON OSMANLI ÜSTÜNE

Cumhuriyet kurulmasaydı birkaç sene önce vefat eden son Osmanlı şehzadesi Ertuğrul Osman belki padişah olarak vefat edecekti. Cumhuriyetin kuruluşunu içine hiç sindirememiş olanlar hanedanlığın kaldırılmasını fırsat bilerek saltanata kutsallık atfederek Osmanlının geçmişinin gölgesinde varlık bulmaya çabalamış ve bunda da başarılı olmuştur. Oysa Osmanlı padişahları evliya değil hükümdardılar. Taşıdıkları halifelik ünvanı da onlara papalığın Hıristiyanlık liderliği gibi bir islam liderliği kazandırmaz. Çünkü onlar için halifelik saltanattan başka bir şey değildir.

Halifelik peygamber efendimizin vefatının ardından gelen dört halifeden sonra dinsel birleştirici makamı olmaktan çıkmış bir saltanat makamı olarak hanedanlıklara görece güç katmıştır. Oysa halifelik, hanedanlık dışı olması gereken risalet makamı olmalıydı, babadan oğula geçmemeliydi. Bunları bilmeden cenazeye gelen bir çok kişi bunlara şeyhler de dahildir, merhum Ertuğrul Osman beye sembolik anlamlar yüklemişlerdir. Aslında içerden bakılacak olursa Ertuğrul Osman bey’in hiçte tahmin etmedikleri kadar modern olduğu görülürdü. Siz ne kadar sembolik anlamlar yüklerseniz yükleyin gerçek durum budur.

Belki bu söylediklerime inanmadınız, belki de sizi ikna edemedim. Peki bir olayı hatırlayalım o zaman. Bunu da bize Ahmet Hakan söylesin.

“İskenderpaşa Dergahı’nın Şeyhi Prof. Esat Coşan öldüğünde, cenazesinin Süleymaniye’ye defni söz konusu olmuştu. O zaman bu girişime en sert tepki Osmanlı Hanedanı’ndan geldi.
Osmanlı Ailesi’nin Türkiye’de yaşayan en yaşlı temsilcisi Neslişah Osmanoğlu, aile adına hazırladığı ve dönemin başbakanı Ecevit’e göndermeyi planladığı dilekçede “Süleymaniye Mezarlığı tarikat mezarlığı oldu... Alakasız kişiler buraya defnediliyor. Eğer Esat Coşan buraya gömülürse, büyük büyük dedemiz Kanuni Sultan Süleyman ile büyük büyük annemiz Hurrem Sultan’ın mezarlarını Süleymaniye’den çekeriz” diyordu.
Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Esat Coşan’ın Süleymaniye’ye defnedilmesiyle ilgili kararnameyi veto edince dilekçe Ecevit’e gönderilmedi...
Bunun üzerine Neslişah Osmanoğlu, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e teşekkür mektubu yazdı.
Mektupta şöyle deniliyordu:

“46 senelik iktidarı boyunca devleti sadece akıl, mantık ve bilim çizgisinde idare etmiş olan ceddimiz Kanuni Sultan Süleyman’ın inşa ettirmiş olduğu Süleymaniye Camiinin haziresinin son zamanlarda umumi mezarlıktan da öte bir ‘tarikat mezarlığı’ haline getirilmesi, büyüklerimizin hatıralarını muazzep eder (azap verir) bir hal almıştır”.

Mektup teşekkürle bitiyordu:

“Gösterdiğiniz haklı ve doğru tavırla Süleymaniye Haziresi’nde ebedi uykularını uyuyan cedlerimizin ruhlarını huzura kavuşturduğunuz için zat-ı devletlerinize ailemiz adına şükranlarımızı ve teşekkürlerimizi takdim ediyoruz”.

Gördüğünüz gibi durum hiçte sanıldığı gibi değil. Cumhuriyetin getirdiği hayat tarzını hanedan çoktan benimsemiş ve uyum göstermişti. Bunun temellerini ilk yenilik hareketlerinde de görebiliriz. İlk yenilik hareketlerine kalkışan genç Osman bu uğurda kurban olunca, 2. Mahmut buna engel olduğunu düşündüğü yeniçeri ocağını ortadan kaldırmakla işe başlar. Yeniçerilik kalkınca mehteranı da gereksiz görerek yerine müzika-i hümayun’u kurar ve başına dönemin ünlü İtalyan müzisyeni Gaetano  Donizetti’nin kardeşi Guiseppe Donizetti’yi getirir. Paşa ünvanını alan Donizetti orkestrası’nın 1829 yılında rami kışlası’nda verdiği konser sultan 2. Mahmut’un ayakta alkışlarıyla son bulmuş, 1831 de bandosuna mahmudiye marşı’nı çaldırarak ilk Osmanlı madalyasını alan Donizetti, Sultan Abdülmecid tahta çıkınca onuruna mecidiye marşını bestelemiştir. Daha sonra Osmanlı sarayına ilk operayı da sokmuştur. Prens ve prenseslere piyano dersleri de vermiş ve onlara klasik batı müziğini öğretmiştir.

Değişim eğitimde de gerçekleşmiştir. Medreselerin yerini mekteb-i sultani almış, idadiler kurulmuş bu gün ki mülkiyelileri oluşturan Galatasaray tarih sahnesine çıkmıştır.

Herkesin kendine göre bir Osmanlısı var. Oysa son Osmanlı 2. Mahmut’tan beri değiştiği için eski Osmanlı değildir.

Bu vesileyle Merhum Ertuğrul Osman beyi anmışken kendilerine Allahtan rahmet diliyorum. Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti devletlerinin bekası için terini ve kanını akıtan bütün devlet büyüklerimize de..



Yayın Tarihi21.08.2013

GEL DE ŞAŞMA!

Şaşırmak ve hayret etmek “cehalet ana”dan doğma kardeş duygulardır. Bilgiyi sevgili edinmemiş bir “cehalet ana” sanal analık yaşar. Analığı gerçek analık olamaz. İdrak etme, anlama, kavrama zorluğu çektirecek bir cahillikten söz etmiyorum. Öyle bir cehalet, rahmi olmayan bir kadının ana olamayacağı gibi, sanalda olsa ana olmaya aday bile değildir. Anlaşıldığı üzere, şaşırmak veya hayret etmek için bile bir ön bilginin olması gerekir. O kadar bilgisi olmayan kişi, şaşırmak veya hayret etmek yerine daha çok korku duyar. Doğa olayları ve ani gelişen bir durum buna örnek olabilir. Kısacası hiç bilmezsek korkarız, az bilirsek şaşar veya hayret ederiz.

Bazen de sosyal olaylar bizi şaşırtır. Bu konuda uzman olsak bile sıklıkla karşılaşılmayan her durum bizi hayrete sürükler. Örnek olarak “Parayla seks yapan eşine dava açtı” şeklinde bir haber duysanız şaşırmaz mısınız? Önce eşlerden birinin diğerini aldattığını düşünüp boşanma davasını açanı haklı görürsünüz. Bende öyle sanarak bu haber başlığını geçtim. 3. sayfa haberlerine pek itibar etmem.

Bir ara bilgisayarımda “Milliyet Haberci” programı kuruluydu. Daha sonra kullandığım antivirüs programı o programın virüslü olduğunu uyarmaya başlayınca bilgisayarımdan kaldırdım; milliyet gazetesi el değiştirince programı internet sitesinden kaldırmışlar. O program bu haberi adeta gözüme gözüme sokmuştu. Bende mecburen okumuştum. Meğer öyle değilmiş. Meğer para karşılığı seksi eşiyle yapıyormuş hanımefendi. Şimdi gel de şaşırma, “haydaaa” deme! Haber gül gibi katmer katmer açıldıkça şaşkınlığımda katlandı. Nerdeyse küçük dilimi yutacaktım. Olay Türkiye’de olan bir olaydı. Davacı beyefendi 82, davalı hanım 56 yaşındaydı.


Bana gelen haberi aynen aktarıyorum.

“Gazete Habertürk'te Cemal Doğan imzası ile yer alan habere göre, 5 yıllık karısının, yatağa girmek için her seferinde 40 TL istemesine dayanamayan koca mahkemeye başvurdu. Duruşmada eşinin, cinsel ilişki için kendisinden sürekli para istediğini belirten 82 yaşındaki koca Süleyman P. “Bir keresinde param yoktu, 20 liraya razı ederek yatağa girebildim” deyince, hâkim ve duruşma salonundakiler şaşkınlığa uğradılar. Süleyman P ile 56 yaşındaki eşi Amina P. duruşmaya avukatları olmadan geldiler.

Koca Süleyman P. evliliklerinin başlangıçta imam nikâhlı olduğunu, son 1.5 yılında ise resmi nikâh yaptığını belirterek, şunları söyledi:“Ancak kendisi, sürekli olarak kendi odasında yatmaya başladı. Yatağıma gelmek için benden para istiyordu. Her girişinde ben de mecburen para veriyordum.” İlk eşinden 5 çocuğu bulunan Süleyman P.’nin bu sözleri, salonda büyük şaşkınlığa neden olurken, izleyenler gülmemek için kendilerini zor tuttu.
Hâkim Mustafa Ateş, “Tam anlamak için soruyorum, nasıl yani, karınız cinsel birliktelik için para mı istiyor” diye sormak zorunda kaldı. Bu sırada hemen karşısında duran eşi Amina P.’nin gülmesine de iyice sinirlenen koca Süleyman P. ise “Evet hâkim bey. Son olarak iki kez 40’ar TL verdim. Hatta bir keresinde param yoktu, 20 TL’ye razı ederek yatağa girebildim” karşılığını verdi.”

Eskilerin “kırkından sonra azanı teneşir paklar” sözü aklıma geldi. Uygun olmayan durumu belirterek sonunun iyi olmayacağını işaret eden bir sözdür. Bu amcamız iki kere kırkını aşmış, iki yılda fazlası var.

Şimdi şaşırma nedenimi anladınız mı? Yaşama dair isteklerinde azalma olmaması ve yaşama bağlılığı aslında övgülük bir durum. Aynı zamanda sağlık işaretidir de. Bunların hepsi bir arada kaç kişide olabilir? İşin bu tarafından görürsek duruma iyimser bakmış oluruz. Ne kadar iyimser baksakta ortada bir gariplik var. Garipliğin nedeni bence yaşlılıktır. Çünkü yaşlılık tıpkı çocuklukta olduğu gibi bencilliklerin saklanmadığı dönemdir. O bencillikle doğal olarak utanmada ortadan kalkar. Kaç genç insan, utanmadan böyle bir nedeni anlatabilir ki? Bırakın anlatmayı, böyle bir şeyi teklif bile edemez. Çünkü bu teklif sonrasında kadına hakaret etmekten toplumun tepkisiyle karşılaşacağı kesindir. Böyle bir kişiyi düşünebilir misiniz?



Yayın Tarihi19.08.2013 

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 11

        Çevre kirliliği endişesiyle yazılmış bir şiirle daha karşınızdayım sevgili okurlar. Romantizm çevre felaketiyle yaşanmaz. Oysa romantizmi yaşamak her insanın hakkı. Parklar bahçeler ve kırlar insanın bütün gerilimini alır. Zaten giderek doğa dışı bir varlık durumuna dönen insan, etrafında hiç doğa olmazsa tamamen yok olur. Şiir bu dilekleri anlatıyor.

Ay görünmüyor geceden
Kim söndürdü yıldızların ışığını
Korkuyorum şu karanlık göklerden
Elimde maviden eser kalmadı
Hangi göğün altına gideyim
Yarimin dudağını nerde öpeyim
Gidecek başka yerimiz yok
En güzel, en son duraktayız
Bu telaş neden, niye ayaktayız
Ağlasak bu gökler altında gülsekte
              Bir mavi gök çekelim başımızın üstüne
              Ay gülsün bir yandan
                               Yıldızlar göz kırpsın 
                                                          çapkınca

Ay gizlenmiş
                    Yıldızlar saklanmış bir yerlere
Şöyle uzanıp çimenlere
                    Yarin dudağını öpmek istiyorum                                                                       
                                                 
                                               Aydın Göle
                                                 19.05.92


****


         Ne amaç taşırsa taşısın, adına ne denirse densin, silahlı her hareket terördür. Bununla ömürlerini tüketenler yok ettikleri canları düşünmezler. Onlar için önemli olan varılacak hedeftir. İnsan o konuda basit bir malzemeden başka bir şey değildir. Ölümlerde malzeme zayiatıdır. Bu şiiri Engin Ardıç’ın satırlarından çıkardım. Gerçekten çok güzel tespitlerdi, hayran oldum ve bu şiirde kullandım. (Engin Ardıç farklı düşünen ve farklı yazan bir yazar. Hiçbir fikrine katılmıyorum. O kendinden başka kimseyi beğenmez. Fakat fikrine uygun çok güzel tespitler yapabiliyor.)  Şiiri okuyunca sadece silahlı değil silahsız örgütlenme biçimlerinde de varılan aşırılıklarla kişiliklerin yok edilip tek model insan oluşturma ihtiraslarını göreceksiniz. Sanki fabrikada bir mal imal edeceklerdi.

Ne hayatlar feda edilmiş onca zaman
Kimse fark etmemiş giden yılları
Silahlı mücadelede teori hesapları
İnsanlar gönyeye çekildi durdu 
                                     değişimi anlamadan
Ve bireyleşemeyen insancıkların 
                                     toplumculuk çıkmazları
Ve toplumculuk altında saklı-örtülü, 
                                     bencillik-liderlik kavgaları
Ben sizi tanıyorum; 
        siz çocuk oyunlarında da mızıkçıydınız
Şimdi arkadaşlarınız size –HAİN- diyor
Şimdi örgüt sizin şirketiniz
Artık size kimse güvenmiyor
Siz uyku kaçırmayı bilirsiniz
Siz eski gevezeliklerin çırağı
Elinizde silahlarla ne hayatlar tükettiniz
Oysa bir uçağın pilot kabinine girseniz, 
                             yutulan mesafe ve zamanları görseniz
Anlardınız muhakkak 
                              hayatlarınızın boşa gittiğini
                                                  
                                                   Aydın Göle
                                                       19.05.92 


***   ***   *** 

İnsan sevince ne çok şey anlatmak ister sevdiğine ama anlatamaz. Ne söylese biraz eksik söylenmiş gibi gelir. Bu şiirde söylenenlerden daha çok söylenemeyenleri ve seveni anlamamak üzerine yazıldı.

Sesimde sevdamın heyecanı var
Seni sevdiğimi söylemeden anlayabilir misin
Söylediklerim değil, söyleyemediklerim daha önemli
İlk gördüklerinle karar verme; tanı
Sesimde sevdamın heyecanı var
                                            Aydın Göle
                                               19.05.92

***   ***   *** 

         Eylül ayı bereket ve bolluk ayıdır. Fakat gel gelelim bereket ve bolluğuna rağmen biraz hüzün saklar içinde. Güzel havaların sonu olduğu için midir acaba? Yaz bitiyordur, kısa yaz aşkları da. Tabi bu sözünü ettiğim lise çağlarını yaşayanlar içindir. Bizim yaşımızda olanları da iş güç telaşı sıktığı için yaz tatili bitsin istenmez, bu da gevşemiş gönüllere yeni prangalar vurmak gibi gelir. Yaz bitimi eylül ayını bu açıdan değerlendirin haklılığıma karar verirsiniz. Ayrıca eylül renklerin çıldırdığı aydır. Her renge mutlaka kızıl bulaşır bu ayda. Bunun içinde kendinizi tutamaz ve duygu fırtınaları yaşarsınız. Bu kısacık şiir için çok laf ettim. Buyurun şiiri okuyun.


İçimiz dışımız eylüle bulaşmış bir kere
Güneş son sıcaklıklarını gönderiyor
Yağan hüzündür yağmurla
Yaz bitti kısa sevdalarla
Bir kenarda mırıl mırıl uyuyorlar
Tatlı tembellikle ev kedileri

                                         Aydın göle
                                          19.05.92

***   ***   ***   

         Şiirdeki kardeşler komşu kızlarımdır. Öyle güzellerdir ki, bakmaya kıyamazsınız. Şimdi türbanlılar. Böylede giydiklerini çok güzel yakıştırıyorlar. Şiirde de dediğim gibi gülmeleri çok meşhurdu. İçlerinden büyük olanı evlenince balkonlarındaki gülme senfonileri kesildi. Minik tavşanlar gibi benim ellerimde büyüdüler. Ne oyunlar oynadık hep beraber. Bütün mahalle çocuklarını toplarlar yanıma gelirlerdi.  


ÜÇ KIZ KARDEŞ

                                              G.N.B’lere

Üç kızkardeştiler üç ayrı nefes
Üç ayrı nefes üç ayrı ses
Üçü yalnız bir gülüş, aynı gülüştü
O üç gülüş, masum bir öpüştü
Bir bebeğin annesini öpüşü gibi
Güldüklerinde neş’eyle ağız dolusu
Siz, siz olmaktan çıkardınız
Bir ak güvercin olurdunuz
Maviliklere kanat çırpardınız
Tül bulutlar gibi hafif
Yer çekimine inat, özgür
Sonsuzluğa uçardınız
Yolunuza yıldızlar mı çıkardı
Şimşek hızıyla akan kor ateşli göktaşlarımı
Yoksa bir gül veya karanfil
Sarı sarı, yeşil yeşil
Çiçek çiçek, yaprak yaprak
Bir yol açılır önünüzde
Gülmeyin desenizde
Onlar yüzyıllarca gülebilirdiler

                                             Aydın Göle
                                               30.12.96 

***   ***   ***

         Aşağıdaki şiir çok sevdiğim ve beni çok sevdiğine inandığım bayana yazılmıştı. Eşide dostum olan bu bayan dostumla geçen yıla kadar çok iyiydik. Ne olsa bana danışır sorardı. Şimdi canıma kastı varmış. Neden biliyor musunuz? Üç kardeş şiirindeki G.N.B kardeşler ve M.T ile aynı arsa üzerinde evlere sahibiz. Buralarının hisseli arsalar olması nedeniyle durum kolay çözülemeyecek kadar sorunlu. Eski sahipleride Suudiarabistana göç etmişler. Beş yıl önce doğal gaz kapısına geldi ama içeri alması için belge istendi, ondada olmadığı için alamadı. Bütün sorun ondan sonra başladı. Gerçi doğalgaz aboneliği için istenen maliklik belgelerindeki ahretlik şartlar şimdi yok ve o da daha sonra doğal gaz abonesi oldu. Nasıl üzgünüm bilseniz. Bunu çözmek için uluslar arası temaslar kurarak kişilere ulaştık. Ama işler yavaş ilerliyor. Onunda sabrı hiç yok. Şiirde ki gibi bu dostumun her şeyi büyük. Öfkesi de.. anlayış bekleyip sevgisini sınamasını istemekten başka çare yok. Ben hala beni sevdiğine inanmak istiyorum. 


MERASİM BANDOSU


                                                                   M.T’ye

Öfkesi büyük, inadı büyük
Neşe’esi büyük, feryadı büyük
Yüreği büyük, şefkati büyük
Dileği büyük, ümidi büyük
Soyu büyük,
Boyu küçüktü.
Yıldızlara ulaşamazdı
Ama bulutsuz gecelerde
Yıldızlardan gözlerini alamazdı
Her yıldız çocuk bahçesindeki kızlardı
Ve durmadan ve ona hep göz kırparlardı
İçinde bitmeyen bir yaşam coşkusu
O yürüdükçe yürüyordu ardından merasim bandosu

Her şeyi bilirdi, neyi bilmediğini merak ederdim
O koşa koşa soluksuz, ben telaşsız giderdim
Bende yaprak kıpırdamıyordu
O mevsimleri yaşıyordu saat, saat
İsyanını bastırırdı itaat duygusu
O yürüdükçe yürüyordu ardından merasim bandosu

                                          Aydın Göle
                                           14.03.97

***   ***   ***

         Bu şiir yukarda sözünü ettiğim şiirdeki dostumun eşi olan dostuma yazıldı. Onun kadar çalışkan bir insan görülmemiştir. Bana dört yoldaki dükkânında rahmetli Erdinç dostumla birlikte motorlu bir engelli arabası yaptı. Gören hayran kalıyordu. Şimdi çektiği hastalık yüzünden tedavi görüyor. Kendisine ve eşine sağlık diliyorum. Allah yardımcıları olsun. Çocuklarını çok güzel yetiştirdiler. Saygılı ve efendi. Babaları kadar her konuda mahirler. Orman mühendisi olanı neye el atsa çok çabuk öğreniyor. Ben ona müzik konusunda biraz yardımcı oldum, o bire bin katarak ilerledi. O gitar çalıp söylerken dinlemeye doyamıyorum. 

         İşte bu iki eş ve benim dostum olan kişilere yazdığım şiirlerle bu haftaki yazımı bitiriyorum. İyi pazarlar sevgili okurlar.


YÜZ BEYGİRLİKTİ GÜCÜ

                                                        İ.T’ye

Yüz beygirlikti gücü
Sırtında olmasa da hörgücü
Deve gibi inatçıydı
İnadından dağlar titrerdi
Allaha ibadet eder gibi çalışınca
Ancak dururdu, acıkınca
Sohbete mi sevdalıydı, sigaraya mı
Sevişir gibi keyifle konuşur ve dakika başı sigara içerdi

Yüz beygirlikti gücü
Sırtında olmasa da hörgücü
Deve gibi sabırlıydı
Sabrı taşmaya görsün
İşte o zaman önüne çıkan yaşamasın ölsün
Demirler tunçlar erirdi öfkesinden

Yüz beygirlikti gücü
Gözü, kartal gözü kadar keskindi
İğne deliğinden deveyi geçirirdi
Otomobiller onun için kibrit kutusu
Cebinden çıkarırsa şaşmam doğrusu

Yüz beygirlikti gücü
Ama yorulunca
Ağzında ekşi sulu bir yonca
Yorgun atlar gibi uyurdu
Ancak o zaman dertlerini unuturdu
Unutmazsa; günlerce somurturdu

                                          Aydın göle 
                                           22.03.97 


İyi pazarlar sevgili okurlar. Haftaya görüşmek dileğiyle hoşça kalın.


Yayın Tarihi18.08.2013