30 Haziran 2011 Perşembe

İKİ HİKÂYENİN DİLİNDEN

ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE

Bugün sizlere yorumsuz iki hikâye anlatacağım. İlkini yıllar önce sabah gazetesindeki köşesinde Çetin Altan’dan okumuştum. İkincisini e-posta ile sevgili kankardeşim Şenay Demircioğlu bir ay kadar önce göndermişti. Çetin Altan’dan okuduğum hikâyeyi ben yeniden yazmış olacağım. Konusu benim olmasa da anlatımı bana has bir hikâye olacak.

Hikâyemiz şöyle:

***

1. Hikâye

Başarılı ve zengin genç işadamı Şemsettin limuziniyle bir parkın önünden geçerken bankta oturan genç bir adamın hareketlerini yıllar öncesinde kalmış Rasim arkadaşına benzetir. Şoföre durmasını söyler. Limuzininden inip parka girer, banktaki adama yaklaşır. O adam arkadaşı Rasim’in ta kendisidir.

“Beni tanıdın mı?” der Rasim’e.

Rasim Şemsettin’e şöyle dikkatlice bir bakar. Kısacık bir an geçer üstünden ve Rasim’de Şemsettin’i tanır. Birbirlerine sarılıp kucaklaşırlar. Öyle ya, çocuklukları, ilk gençlikleri birlikte geçmiş; ilkokul, ortaokul ve lise öğrenimlerini bir sınıfta görmüşlerdi. Birbirlerini nasıl unutsunlar?

Uzatmayalım. İki eski arkadaş geçmişten, özlemden söz ettikten sonra şimdiki durumlarına gelirler. Şemsettin Rasim’e ne iş yaptığını sorar.

Rasim:

“İşsizsim, girdiğim bütün iş yerleri iflas etti. Ben iş tutayım dedim, az sermaye ile işi çeviremedim. Şimdi günlük işlerde amelelik yapıyorum.”

Rasim bu kez arkadaşına ne iş yaptığını sorar.

Şemsettin:

“Şansım açıkmış dostum, Allah’ta yürü ya kulum dedi. Hangi işe el atsam o iş değer kazanıyor. Borsada bütün şirketlerim en kârlı şirketlerin başında geliyor.”

Rasim arkadaşı adına sevinirken kendisinin şansızlığına üzülür. Bunun sonucu olarak bir an derin bir sessizlik olur.

Durumu fark eden Şemsettin arkadaşına;

“Artık üzülme, benim şirketlerimden birinde müdür olarak çalışırsın. Senle karşılaşmamız iyi oldu. Bu Pazar bir balo veriyorum. Bütün jet sosyete orda olacak. Sende gel. Hem ulaştığım zenginliği görürsün. Ertesi günde başarılı olacağına inandığın alanda iş yapan şirketlerimden birini seçer orda işe başlarsın.”  

Rasim’in boynu bir kere daha bükülür. Baloya gidecek takım elbisesi yoktur. Olacakları tahmin eden Şemsettin giderken Rasim’in cebine bir çek yaprağı bırakır. Üstünde yazılı olan rakam Rasim için servettir.

Efe’m konuyu uzattık kusura bakmayın.

Rasim Grand tuvalet Şemsettin’in malikânesine gider. Daha semtine girdiğinde şaşırır kalır. Sur gibi kalın duvarlı, belki yüz futbol sahası büyüklüğünde bahçesi olan dev gibi bir binadır malikâne. Kapıda isim listesiyle misafirleri kabul eden korumalar vardır. Rasim’in heyecandan dizleri titrer. Malikânenin balo salonuna alınır. Salon o kadar büyüktür ki nerdeyse üç futbol sahası içine sığar. Daha malikânenin semtine girişte şaşkınlıktan küçük dilini yutan Rasim yutmaya küçük dil bulamaz. Çok kalabalık bir davetli gurubu bir birine çarpmadan dolaşmaktadır. Bir köşede envai çeşitte yiyeceklerle donatılmış açık büfe vardır. Garson kızlar isteğe uygun içki dağıtmaktadırlar.

Bizim Rasim ne bulursa yiyip içerek salonda dolaşırken bir yandan da kulağına klasik batı müziği çalınır. Sesin geldiği yöne gider. Salonun bir köşesinde Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası eşliğinde dünyanın iki meşhur tenoru Pavarotti ve Carusso sevimli, şirin şarkılar söylerler. Bir ara Pavarotti sahnedeyken Rasim Carusso’ya yaklaşır. Biraz kırık dökük İngilizcesiyle birazda işaretlerin yardımıyla Pavarotti’nin ne güzel şarkı söylediğini anlatır. Carusso’nun yüzü buruşur. Öküz sesi çıkartır. Yani Carusso Pavarotti için, ne güzeli canım, öküz gibi bağırıyor demek istemiştir. Biraz sonra Carusso ile Pavarotti yer değiştirirler. Rasim bu kez Pavarotti’ye gene  kırık dökük İngilizcesiyle ve gene işaretlerin yardımıyla Carusso’nun ne güzel şarkı söylediğini anlatır. Pavarotti’nin tepkisi Carusso’nunkinden farklı değildir. Onunda yüzü buruşur. O da öküz sesi çıkartır. Rasim kendi kendine “sanatçı kaprisi” diyerek oradan uzaklaşır.

Şemsettin bu esnada konuklarını ağırlamakla meşguldür. Bir ara iki eski arkadaş buluşurlar. Şemsettin arkadaşının gelmiş olmasına sevinir.

“Nasıl buldun malikânemi? Çok kocaman değil mi? Soğuk ve sıcak yemekleri beğendin mi? Salonun bir köşesini Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasına ayırdım. Onlar Pavarotti ve Carusso’ya da eşlik ediyorlar, dinledin mi ikisini?” diyerek soru yağmuruna tutar.

Rasim her şeyi çok beğendiğini, gördükleri karşısında küçük dilini yuttuğunu söyler. Pavarotti ve Carusso için ise;

“Öküz gibi bağırıyorlar”

Deyince, Şemsettin;

“Yahu onların biri Pavarotti, diğeri Carusso, dünyanın en ünlü tenorları. Nasıl öküz gibi bağırıyorlar dersin. Sen müzikten anlamıyorsun, belli” diyerek Rasim’e kızar.

Rasim; 

“Yok yok yanlış anlama, ben demiyorum, kendileri diyor.” Der.


 ***      

2. Hikâye

Bir inek, bir beygir, bir eşek, dağılıp insanların ne yaptıklarını öğrenmeye ve beş yıl sonra buluşmaya karar verdiler. Her biri başka yöne yola çıktılar.

Beş yıl sonra buluşma yerine önce inek ile beygir geldi. İkisi de perişan bir haldeydiler. İkisi de zayıflamış, dişleri dökülmüş, kamburları çıkmış, adeta çökmüşlerdi. 

Beygir sordu: “Nedir bu halin inek kardeş?..”

İnek iç çekerek anlattı: 

“Bu insanlar merhametsiz. Beni durmadan birbirlerine sattılar. Alan sütümü sağdı. Bir inek daha varmış, onu yanıma koyup çifte koştular, aç bıraktılar. Canımı zor kurtardım be kardeş...”

Sonra beygir anlattı: 

“Benim de ağzıma bir demir parçası geçirdiler, ağzımı açamadım. Üzerime bindiler. O indi öbürü bindi, o indi öbürü bindi... Binmedikleri zamanlar zincire vurdular... Belim çöküp de onları taşıyamaz bir hale geldiğimde arkama kocaman bir araba bağladılar, bu sefer birçoğunu birden taşımaya başladım. Ben onları taşıdıkça kırbaçladılar. Canımı zor kurtardım yahu inek kardeş...” 

Ve uzaktan eşek gözüktü.

Eşek; ıslık çala çala, taşlara tekme ata ata geldi. Mutluydu.

Şişmanlamıştı, tüyleri parlıyordu, gözlerinin içi gülüyordu, üzerinde lacivert takımlar vardı. 

İnek ile beygir, “Nedir bu halin, neler oldu” diye merakla sordular, eşek anlattı: 

“Bir memlekete vardım, birisi bağırdıkça insanlar onu alkışlıyordu.
Ben de yüksekçe bir yere çıkıp bağırdım. Benim bağırmamı bilirsiniz, duyan benim yanıma koştu, duyan koştu. Onlar geldikçe ben daha çok bağırdım...”

“Sonra?..” 

“Sonra beni bir yere seçtiler...” 
“Yani sen bir yerin başı mı oldun ?..” 

“Evet... Bir şey yapmama gerek kalmıyordu, ben bağırdıkça onlar ‘Memleket seninle gurur duyuyor’ diye alkışladılar. Yiyecek birçok şey vardı. Ben ise yedim ve bağırdım, yedim ve bağırdım...” 

“Pekiii... Senin eşek olduğunu anlamadılar mı?...”

Eşek yanıtladı: 
“Yarısı anladı, ama diğer yarısına anlatamadı...”




Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com

GERİSİ NE GAM


ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE

Seçimler bitti sonuçlar alındı. Herkesin konumu dört yıllığına belirlendi. Sadece belirlenemeyen CHP’nin ne olacağı.. seçim sonrasında “başarılıyım, başarılı değilsin” tartışmalarına kendini iyice kaptıran CHP kafasını kuma soka dursun bölgemizde ve dünyada ilginç şeyler olmaya devam ediyor. Bunlardan biride bu sıralar yazılarımada konu olan yabancı basında çıkan yazılarda geçen “Osmanlı” konusuydu. ABD’nin haftalık Newswek dergisi bu haftaki sayısında  Niall Ferguson imzasıyla yayımlanan “Orta doğunun Bir Sonraki İkilemi” başlıklı yazısında “Osmanlılığın Yeniden Doğuşu” vurgusuyla gene ülkemizi konu edinmiş.

Büyük devletler çok daha ileriyi görüp tasarlamalarıyla büyük olmuşlardır. Toplumdaki her sesin duyulması sağlanarak büyük aklın ortaya çıkmasıyla gerçekleştirme imkânı buldukları tasarıları onların bugünkü büyüklüklerinin sebebidir. Büyük aklı ortaya çıkarırken tasavvurlarını saklama gerekliliğini düşünmezler bile. Hatta sesli düşünmekten büyük keyif alıyorlar. Newswek dergisisinin bu haftaki yazısı da böyle bir sesli düşünme ürünü.

“ABD’nin Büyük Ortadoğu’daki askeri varlığını azaltması konusunda, Cumhuriyetçi başkan adayları ile Başkan arasında mutabakat bulunduğu, hiç kimsenin cevaplamak istemediği sorunun ise ABD’nin buradan çekildikten sonra neler olacağı.” Yazıda, bu duruma ilişkin üç muhtemel senaryodan söz edildi. İlki “Mutlu senaryo”, ülkelerin ardı ardına Batı demokrasisini kucaklaması, ikincisi “kabus senaryosu”, ya iç savaş ya da İslami devrimin ortaya çıkması denilirken, üçüncü muhtemel senaryonun ise “yeniden canlanmış bir Osmanlı İmparatorluğu” olduğu belirtildi.

Yazı devamında Osmanlı İmparatorluğu’nun 17’inci yüzyıla kadar elde ettiği topraklar ve kapladığı geniş coğrafyadan söz edilerek, sonraki iki yüzyılda ise İmparatorluğun Balkanlar ve Kuzey Afrika’daki topraklarının büyük bölümünü kaybederek, “Avrupa’nın hasta adamı” haline geldiği ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında ise sona ererek, ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu anlatılıyor. Yazıda, yakın zamana kadar Türkiye’nin AB’ye katılıp katılamayacağı, hatta ne zaman katılacağı sorusunun sorulduğu, Türklerin ülkenin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün hedef gösterdiği gibi bakışlarını tereddütsüz şekilde Batıya sabitlemiş göründüğü, “ancak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın göreve geldiği 2003 yılından beri bu görüşün değiştiği” savunuluyor.
Başbakan Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde okuduğu bir şiirden dolayı hapse atıldığı hatırlatılan ve şiirden alıntılar yapılan yazıda, “Açıkça görülüyor ki Erdoğan’ın arzusu, Türkiye’nin sadece agresif bir Müslüman değil, aynı zamanda bölgesel bir süper güç olduğu Atatürk öncesi döneme dönme yönünde” olduğu özellikle vurgulanıyor.

“Başbakan Erdoğan’ın laikliğin kaleleri yargı, basın ve ordu karşısında kendi gücünü muhtemelen artıracak şekilde anayasayı değiştirmeye yönelik çabası, İsrail’in Gazze’de ‘devlet terörizmi’ uyguladığı yönünde giderek dozunu artırdığı eleştirileri, Arap Baharının sunduğu fırsatlardan istifade etmeye dönük, Suriye’yi ağır biçimde eleştirmesi, İran’ı kontrol altına alma çabası ve kendisini rol model olarak tanıtması gibi becerikli manevralarının bunu gösterdiği” şeklinde yorumlanıyor.

ABD Başkanı Barack Obama’nın ilk ziyaretlerinden birini Türkiye’ye yapmasının tesadüf olarak görülemeyeceği kaydedilen yazıda, AK Parti’nin son seçimleri kazanarak üçüncü kez art arda iktidara gelmesinin de sürpriz olmadığı belirtilerek, “Ancak yine de Erdoğan’a daha yakından bakmaya ihtiyacımız var. Çünkü Erdoğan’ın, Türkiye’yi, Kanuni Sultan Süleyman’ın hayran kalacağı şekilde dönüştürmeyi hayal ettiğinden şüphelenmek için iyi nedenler bulunmakta” deniliyor.

Başbakan Erdoğan’ın, seçimden sonra yaptığı “balkon konuşması”nda, “İstanbul kadar Saraybosna kazanmıştır; İzmir kadar Beyrut kazanmıştır; Ankara kadar Şam kazanmıştır; Diyarbakır kadar Ramallah, Nablus, Cenin, Batı Şeria, Kudüs, Gazze kazanmıştır” sözleri örnek olarak gösterilen yazıda, Erdoğan’ın liderliği altında istikamet Ortadoğu’da yeni bir Osmanlı (Müslüman) imparatorluğu şekline bürünürse, bir sürpriz bizi bekliyor olabilir” yorumuyla sona eriyor.

Batılı ülkelerin Libya’daki iç karışıklığı gündeme geldiğinde birleşmiş milletler vasıtasıyla “kendi halkına soykırım uygulayan devletlere müdahale” kararı (beş daimi üye tarafından ittifakla olmasa bile veto edilmeyerek) yürürlüğe girdiğinde varmak istedikleri hedefi görmüştüm. Bu yazı ne kadar haklı olduğumu gösteriyor.  CHP bu dönemde değilde ne zaman faydalı olacak? Siz seçim kaybettiniz sadece, oysa bütün bir halk olarak hepimiz vatan derdindeyiz. Gerisi ne gam?



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 27.06.2011 


İNSANIN BOZUK PUSULASI: BENLİK 2

Geçen Cuma günü, yani 17.06.2011 tarihinde yayınlanması gereken bu yazı e-postanın azizliğine uğradığı için yayınlanamamış. Gazetemizin arşivine baktığımda fark ettim. Bir devam yazısı olmasa üstünde durmazdım. Fakat ilki yayınlanan yazının ikincisi de yayınlanarak son bulması gerektiğini düşündüğüm için elde olmayan bu durumdan dolayı siz okurlarımdan özür dileyerek bugün yayınlıyorum.

***

İnsanın gelişmesi hayat denen sürekli değişimin bir parçası olmasına bağlı. Bunuda benlik dediğimiz şey sağlıyor. Yazımızın ilk bölümünde “Biz evrensel bir güce sahip insandan söz ederken, insanın benliği yüzünden yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu savunanlar kadar, bu benliğiyle var olduğunu savunanlarda var. Bence iki görüşünde haklılık payı inkâr edilmemeli” demiş ve benliğin ortaya koyduğu bugünkü insana ait çelişkileri göstermeye çalışmıştım. Kaldığımız yerden devam edelim.

İnsan her konuda daha çok uzmanlaştı. Şimdi bir konuyu daha derinlemesine inceliyor. Bu incelemeye bağlı olarak olumlu sonuçlar almaktadır. Fakat uzmanlaşmaya bağlı olarak sorunlar azalmamış ne yazık ki daha çok artmıştır. Bir örnek istenirse sağlık konusu örnek verilebilir. Tıbbi gelişmeler sonucu her hastalığın daha çok ilacı bulunmuştur, hastalıkların tedavi imkânları artmıştır. Gelin görün ki çevresel şartlar, üretimdeki yapay maddelerle bugün insanoğlunun daha az sağlığı var. Bir çok eski hastalıktan kurtulmuşken çağın hastalıkları denebilecek hastalıklarla boğuşması yüzünden sağlığı eskisi kadar (belki de daha çok) tehlikededir.

Kalabalıklaşan dünyada yalnızlaşması insanı mutsuz etmektedir. Çareyi alkol ve sigara tüketmekte aramaktadır. Hıristiyan dünyasında papazla günahlarından arındığını düşünen insan bugün papazın yerini alan psikologlara servetler ödeyerek alkol ve sigara ile birlikte ruhunun sıkıntılarını çözmeye çalışmakta. Günümüz insanların daha az güldüklerini görüyoruz. Daha hızlı araba kullananların, çok çabuk öfkelenenlerin temelinde bu mutsuzluk aranılsa yanlışlık olmaz sanırım.

Kimse insanın doğa varlığı olduğunu düşünmüyor. Düşünmediği için doğal davranmıyor. Doğal davranmamak için kendini zorluyor. Her insanın kendi içinde biyolojik bir saati var. Bunu en çabuk ve en kolay uykunun gelme zamanlarıyla anlayabiliriz. Uçakla kıtalar arası yolculuk yapanlar bilirler; gidilen yer gün ortası olmasına rağmen uyku sanki gecenin yarısıymış gibi bastırır.  Değişen yaşam biçimi insanın yatağa girme vakitlerini çaldı. Artık çalışanlar dışında güneşin doğuşunu gören yok. Şimdi uykulardan yorgun kalkılıyor.

İnsan okumaya zaman ayırmaz oldu. Okumak zahmetli iş, şimdi onun yerini seyretmek aldı. Herkes sadece televizyon seyrediyor. Ne öğreniyorsa ordan öğreniyor. Bütün bilgileri ambalajlanmış konserve bilgiler. Bunun üstüne bir “ben” oturtuluyor ki, aman Allah! Zalim bir insan, karakteriyle herkesi dehşete düşüren insan farkına varmadan kendi sonunu hazırlıyor. Oysa insan okusa ve şükretse ilkel benliğinden kurtulurdu.

İnsan benliğini doyurmak için sahip olduğu eşya sayısını önemsiyor. Başarısını buna bağlıyor. Çünkü yeni dünya düzeninde başarı tek gösterge. Başarılı olamayanın yaşama şansı yok. Bakın bütün insanlar yarış atıdır artık. Öyle bir koşudalar ki, nefes almaya fırsat bulamıyorlar. Nefes alabilseler ne uğruna başarı elde etmeye çalıştıklarını soracaklardır mutlaka. Görecekleri şeyse bütün bilinen insani değerlerinin kaybından başka bir şey değildir.

Uzayan ömürle birlikte hayatına yıllar katmayı beceren insanlara, yıllarına hayat katıp katmadıkları sorulsa kim hayat muhasebesinden olumlu cevap alır? Hiç kimse! Aya giden insan komşusuna eşine dostuna gitmiyorsa bu muhasebenin cevabı hiç olumlu olur mu?

Şöyle etrafınıza bir bakın. Ne çok konuşan var değil mi? Fakat dinleyen yok! İletişim eksikliği yaygın. Karşılıklı konuşma öncelikle bir insanın başka bir insana saygısı gereğidir. Saygı başkasının yaşama hakkını tanımakla başlar. Sonrada başkasının kendi kendisini üretmesine ve anlatmasına fırsat vermekle devam eder. Kimsenin kimseye tahammülü olmayan bir dünyada elbette kimse kimseyi dinlemeyecek, herkes kendi konuşup kendi dinleyecek, sonunda neden konuştuğunu unutup, yorularak susacaktır.

Bir zamanların Amerikalı komedyeni  George Carlin’in dediği gibi “Zaman artık, hızlı hazırlanan ve yavaş sindirilen yiyeceklerin; büyük adamlar ve küçük karakterlerin; yüksek kârlar ve sığ ilişkilerin zamanıdır.”
  
Kendisini felâkete sürükleyen benliğinden kurtulan insan kolayca mutluluğa ulaşabilirdi. Halâ daha ulaşma şansına sahip. Her şeye rağmen henüz hiçbir şey için geç kalınmış değil. Yeterki insan gelişmeyi olumlu yöne çevirmekte istekli ve kararlı olsun.


BİTTİ


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi.: 24.06

KÜRESEL BİR DÜNYA İÇİN ONURUM BEDEL Mİ

Seçimlerinden bir hafta kadar önce “CHP’ye oy verilmesini” isteyerek, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın daha önce kendi iktidarının devamı için yabancı basının benzer yayınlarına sessiz kaldığını unutup, konu “CHP” olunca tepki gösterdiği The Economist dergisinin son sayısındaki başyazısında konu ülkemizdeki seçimlerdi. Kazandığı  3. seçimi “ezici zafer” olarak tanımlayan dergi, Başbakanın şimdi artık “çatışma” değil “uzlaşma” araması gerektiğini belirtti.

Hatırlıyorsunuz değil mi, seçim çalışmaları sırasında başbakan gittiği illerin meydanlarında The ekonomist’in bu yazısıyla “CHP”yi vurmaya çalışmıştı. Aynı günlerde The New York Times bu durumu belirten bir yazı yayınlayarak seçimlerden sonra tek partinin egemenliğinde bir anayasa çıkarılmasının olumsuzluğunu belirtmiş, uzlaşmayı gerektirecek, toplumun her kesimini kapsayan bir anayasa yapabilecek meclis aritmetiğinin gerektiğini vurgulamış, seçim sonuçları tamda böyle bir ortamı doğurmuştu. İstenen şey “CHP”yide Büyük Ortadoğu Planının içine çekmekti.

The Economist’in ortaya çıkan yeni durum hakkındaki son yazısına dönelim.

Başbakan Erdoğan’ın her seferinde oy oranını arttırarak ardı ardına üç kez seçimi kazandığını belirten dergi, “Arap Baharı çalkantıları arasında Türkiye, Müslüman dünyasında laik bir demokrasinin cesaret verici örneğini veriyor” yorumunu yaptı.

Seçim sonuçlarının, AKP’nin beklediği seviyede, yani üçte iki oya ulaşamadığı için de “cesaret verici” olduğunu savundu. The Economist, “bugünkü seçim sonuçlarının aksi olsaydı Başbakan Erdoğan başkalarının görüşlerini dikkate almadan, bir uzlaşma aramadan, düşlediği anayasayı çıkarmaya çalışabilirdi” görüşünü dile getirdi.

Bu satırları okuyan her vatansever mutlaka içinden yabancıların içişlerimize burunlarını sokmalarına kızıyordur. Küreselleşme aldatmacasıyla gelinen nokta bu. Onlara, önerilerde bulunarak içişlerimize karışmak yetmez, belki  daha ilerisini bile düşünür ve uygularlar.

Devam edelim.

İngiliz dergisi başyazısında, “AK Parti’nin üçüncü dönemi konusunda kaygı verici unsurun, partinin laik cumhuriyeti ‘İslamlaştırmaya’ çalışması değil, Sayın Erdoğan’ın otokratik eğiliminin doğrultusunda hareket etmesi” yorumunu yaptı.

Önümüzdeki dört yılda bazı zorlukların, Başbakan Erdoğan’ın “eleştirilere daha az hoşgörülü” olmasına sebep olacağını, ekonominin “fazla ısındığı”na, cari açığın GSYH’nın yüzde 8’i gibi çok yüksek bir düzeye tırmandığına, işsizliğin halâ yüzde 11 civarında olduğuna işaret ederek ekonomiyi yavaşlatmak için alınması gereken önlemlerin “popüler olmayacağını” belirtti.

The Economist, “Dış politikada gidişat muhtemelen daha çetin olacak” görüşünü dile getirirken bölgedeki halk ayaklanması ve şiddetin Türk diplomasisi için “test” oluşturacağını savundu. İsrail ile ilişkilerin çok soğuk olduğunu, AB müzakerelerinin adeta durduğunu belirten dergi, “Erdoğan her iki cephede ilerleme sağlayacaksa, geçmişe göre daha uzlaşmacı olmalı” şeklinde yazdı.

Seçimlerden epey önce başkanlık modeli ortaya atılmıştı biliyorsunuz. Artıları eksileriyle bu yönetim şekli ülkemizde yıllardır tartışılır durur.

Başbakan Erdoğan için “en büyük test”in anayasa olmayı sürdürdüğünü belirten dergi, bu konuda Erdoğan’ın iki şey yapması gerektiğini savunarak bunların; 1:“Fransız stili güçlü bir başkanlık hırsından vazgeçmek”, 2:“Türkiye’nin en ciddi sorunu olan, 15 milyon Kürt ile ilişkiler sorununu çözmek için yeni bir çaba harcamak” olduğunu belirtti.

Güçlü bir başkanlık için “Bu, Türkiye gibi fazla merkezileşmiş bir ülke için kötü fikirdir ve muhtemelen başka hiçbir parti bunu kabul etmez” diyen dergi, Erdoğan’ın yeni bir anayasa yapma ihtiyacının olduğuna göre “şimdi BDP’ye dönerek şiddetin bitmesinin karşılığında daha çok azınlık haklarını ve yetki devri sağlamalı, cezaevindeki PKK lideri Abdullah Öcalan ile konuşmak demekse bile” diye yazdı. The Economist, başyazısına şu sözlerle son verdi:
“Sayın Erdoğan, dördüncü defa aday olmayacak, bu nedenle gözleri cumhurbaşkanlığında. Bunun yerine, daha çok tarihteki yerini düşünmeli. Sağlam liberal bir anayasa ve Kürtlerle anlaşmayı içeren bir miras, kendisine, Atatürk’ün yanında, modern Türkiye’nin en büyük insanları arasında bir yer sağlar.”

Başbakanın bu yazıya tepkisi ne olur bilmiyorum. Seçim sırasında böyle bir yazı kendisine ne sağlardı bilinmez. Ama şu kadarını söyleyeyim; bütün bunlar hiç hoşuma gitmiyor. Küresel dünya için ben onurumu bedel olarak ödeyeceğim, bu görünüyor.





Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
 Yayın Tutanapım:22.06.2011

BU TOPLUM LİDERLERİNDEN İLK KEZ DAHA ÖNDEDİR

Bir haftayı henüz geride bıraktık. Bir hafta önce yeni vekillerimizi belirlemiş, hükümeti kurma yetkisini AKP’ye ve lideri, aynı zamanda son 8 senedir başbakan olan Recep Tayip Erdoğan’a bir kez daha 4 yıllığına vermiştik. Liderlerin gittikleri il ve ilçelerde yaptıkları seçim konuşmalarını biliyorsunuz, çok acımasız ve çok seviyesiz tartışmalara sahne olmuştu. Bu tür tartışmalar eskiden olsa toplumda gerginliklere yol açar hatta kavga sebebi bile olabilirdi. Sanırım seçmende batılı ülkelerin seçmenleri gibi düşünme tarzı oluştu artık. Liderlerin gittiği illerde gene kalabalıklar meydanları dolduruyor. Gene seçim arabaları ile yapılan seslendirme çalışmaları ortalığı yıkıyor. Fakat bu seçimde ben sade vatandaşta bir sessizlik gördüm. Öyle eskisi gibi ne olacak halimiz diye konuşan yoktu. Televizyonlardaki tartışmaları kahvelere taşıyanı da görmedim. Vatandaş bu tartışmalardan bezmiş gördüğüm kadarıyla.

Bu tip tartışmalar seçmenin fikrini değiştirmez. Seçmenin fikrini verilen vaadlerin tutulabilirliği, yani gerçekçiliği, ülkeyi kalkındıracak projelerin sunumu değiştirir. 1950 model demokrasiyi geçtik artık. İnönü-Menderes-Bölükbaşı ile başlayan tartışma biçimi 1970’lerde Demirel-Ecevit, 1980’lerde Demirel-Özal, 1990’larda Tansu Çiller-Mesut Yılmaz, 2002-2010 arasında da Baykal-Erdoğan ile sürdü. Şimdide aynı üslubun Erdoğan-Kılıçdaroğlu ile devam edeceğe benzediğini görüyoruz. Sorarım size, seçmenin olgunlaştığı dönemde liderlerimizin de olgunlaşması gerekmez mi? Bir takım konular böyle tavırlarla gerçeği göstermek için yapılıyor denemez. Öylede dense, derinde yatan gösterildiğinden çok farklı gerçeklik vardır. Yoksa bu gürültülerle o mu gizlenmek isteniyor? İnternet çağında hiçbir şey gizli kalamaz ki.. gerçi 22 ağustoslada başlayacak olan internet filtreleriyle bununda çaresine bakılmış olunacak. Konuyu saptırmayalım. Bunu başka bir yazıda inceleriz.

Nedir gizlenen (gizlenen değilse de, en azından açıkça dile getirilmeyen), gerçekler nelerdir peki? Neler olacak? Siz hiç seçim meydanlarında yeni sivil anayasa sözü duydunuz mu? Kürtlere anayasal vatandaşlık adı altında verilmek istenen hakları dile getiren oldu mu? Hem hükümet, hem muhalefet bundan hiç söz etti mi? Projeyse konu, işte proje bu! Hem de dış destekli proje. Baksanıza diğer projelerle ilgili yabancı basından övgü veya yergi içeren veya yorumsuz bir tek satır yer almazken yeni anayasa tartışması ile ilgili çarşaf çarşaf inceleme yazısı yayınlanıyor. İnceleme yazılarında bu kadarla da kalınmıyor, önerilerde bile bulunuluyor. 2023 yılında kutlayacağımız cumhuriyetimizin 100. kuruluş yıldönümünde bugünkü yapıdan neler kalacak? Anayasal vatandaşlık nedir? Azınlıklara ne gibi ayrıcalıklar getirir? Bunun sonucunda üniter yapı değişir mi? Bütün bunlarla birlikte Türklük unutulacak yada unutturulacak mı?

Bu soruların cevabı da bu yazının konusu değil. Bizim konumuz seçmen olgunlaşırken liderlerinde olgunlaşmasının gerektiğidir. İnanın toplum liderlerin önünde gidiyor. İlk kez bunu görüyorum. Eğer liderlere kalsa ülkeyi toz duman götürürdü. Siyasi konuşmalara bakın, seçim konuşmalarına bakın bunu göreceksiniz.

Yeni dönem millet vekilleri ve kurulacak hükümet vatana ve millete hayırlı olsun. Hiç unutmasınlar ki, tarih boyunca liderini takip eden bu millet ilk kez bu seçimlerde liderlerinden daha öne çıkmıştır. Yeni sivil anayasa tartışmaları sırasındada toplumun liderlere liderlik yapacağına inanıyorum. Sonunda tüm toplum katmanlarının mutlu olacağı ortak aklımızın eseri bir anayasanın yapılacağını umuyorum.




Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 20.06.2011 

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 85

Merhaba sevgili okurlar. Bu hafta sizlere benden bir yaş daha genç bir şairi tanıtacak ve şiirlerinden seçtiklerimi sunacağım. Şairimiz Adnan Özer1957’de Tekirdağ’ın Gazioğlu köyünde doğmuş. Liseyi Batman’da bitirmiş. 1979’dan beri İstanbul’da yayıncılık yapıyor. İstanbul Devlet Güzel sanatlar Akademisi’nin şiir yarışmasında birincilik kazandı. Tekirdağ yöresinin halk söylenceleri, türkü ve tekerlemelerine modern şiir yöntemleriyle yaklaştı. Son dönemlerdeki şiirindeki içerik ve kelime dağarcığıyla, doğu kültürüne, metafiziğe, İsmet Özel’dekini anımsatan benmerkezci bir başkaldırı yöntemine yöneldiğini görülüyor. Adnan Özer bir dönemin ünlü şairleri Neruda, Paz ve Pesao’nun şiirlerinide Türkçeye çevirerek dilimize kazandırdı.
Şimdi sizleri Adnan özer şiirleriyle baş başa bırakıyorum.


DIŞARDA TAŞLAR

zamanın ve güneşin beslediği miskin bıldırcınlar,
erimiş kanatlar ve ayaklar,
rüzgarın uzun takvimi,
yitmiş kayıt çizgileri
en uzun ömürlü ağaçlarda.

Gel bana,
ömrüm kısa,
gün boyu toprağın sıcak mıknatısıyla
kurumuş, bedensiz bir gömlek gibi.
Sar göğsümü, sıvan sırtıma,
sen kaynamış sütün ince kabuğu,
inandır beni kendine
hem ağzından çıktı bir kere
'seviyorum' sözü
boşlukta başı dönen küçük bir nar fidanı gibi.

ADNAN ÖZER
  
***

GİZLEDİKÇE AŞK
  
Kışın soğuk balıktan günlerini sayıyorum ağımda.
O yaza hiç dönülmeyecek!
O başlatılmamış, o varsayılan ortasında yaşanmış sevda
yakılmamış bir mum gibi aklımda.
Kesik ağzıyla suları eğrilten
boğaza karşı durup da
oraların kuşu yalıçapkınını hecelemiştik
beyaz bir yelkenli gecesiyle sulara.

Kışın vurgusu açık, bağımsız bir ses,
esiyor bize değmeden, bizden almadan
hiç uğramadığımız bir yerlerden doğruca.
Uçuyor cinsiyetin kindar ağzıyla.
İbret olsun diye savuruyor
uzaklara bir meddücezir haritasını.
Ne uzanma, ne geri çekiliş;
biz varsayılanın ortasında
iki içine işleyen zaman,
iki uyurgezer nokta.

Şimdi sen bile bu şiir için
çeperleri kapanmış, kendi başına bir ses,
kışın soğuk balıklardan takviminde
sadece kendine dökülen bir yapraksın.

Yalıçapkını yeni bir sözcüğe uçuyordur şimdi
bilmediğimiz bir lugatta.


ADNAN ÖZER

***

KIRLARA VEDA

Gözyaşlarının gücü vardı eskiden
ırmak yüklü adamlardır, tuz katarlarının ardınca giden
gölgemizde damlaların bıraktığı izlerden
açılırdı hayal, tuzun sudan bukağısı çözulurken

Utanır arınırdık şehirde fazla kalmak suçundan,
akıl danışırdık yağmura, nasıl döneriz
evlerimize doğru yollarından,
nasıl fener yapıp kemiklerimizden, tütsüleriz
gecenin mor arılarını çıkınca kovanından.

Çoraksa gece, saçlarda yıldız, gözlerde yine yağmur,
sarı bir zaman dilimi gibi fenerler
(mum yanar, yağ dolanır, mumyalar toprağı çamur)
kandaki yaralar gibi gülün ağrıttığı dikenler,
ardımızdaki yoksul ve yerli bir söylenti...

Böyle yürürdük ateşli ekinler gibi menzilsiz,
Yoktu buğdaya un olmaktan ötesi
bulgur çeken kadınlardan doğduk ya biz;
güneşi taşta sırmalayan o kırıntı bilgeleri,
aya bakan sundurmalarda çatlak topkulu annelerimiz,
sıcak bağımsız, güleç mısırımız, dindar soğan tilmizleri;
topuklar, ah o topuklar ve kerpici terkedişimiz.

Kızıl toprak ve iri saman, yani Allah'ın harcı
gözyaşlarının gücüyle eskiden
serin eviçlerine sarı bir mahremlik sunardı,
yağmur bir dua gibi geçerdi pencerelerden,
yetim insan toprağın vicdanıyla doyardı.
Demem o ki, gözyaşlarının gücü vardı eskiden.

ADNAN ÖZER

***

KİNE EZ?
  
Bir devir aşk diye beni doğurdu
Aldı bedenimi Mağrip sıtmalarından
Nil diplerinden söktü ruhumu

Sisli denizlere açıldım bir zaman;
ne altın ne meyve,
yad olsun keşfettiğim kıyılar
Zamanın hayatla içlendiği çöllerde
bir çadırım olsun yeter
Ne göreceğim aynalarda
çağ bütünüyle yanılsama
İşkenceye alınıyor eşkalim:
Şehre yeni bir şamata
Gün gelmiş süslü satraplar ünlenmiş
kaç defa ay doladıysa göğsümü
kaç defa bulut püskürdüyse ağzım;
hileli bir rakam düşürdüler sorguçlarından
kadınlar, müziği halka sayan

Ey halk! Ey halk! diye çağırdığım
zaman haritasında körfezler gibi çekilen
hayale dalan rüzgârın önüne
sergiler ve dut yaygıları açan
insanlık eğrileri, ketenpere çömezleri

Yandım daha çağlasında bademin
Bahçeler gözüme yeni bir şöhret
özürün bir köşesinden öbürüne
kenar otu oldum, bir fiy û care
ben oldum, ben oldum
ben oldum da ne buldum Temmuz'un kınnabında
giderek lâl kafiye
göllere vehmedilen gül dolaklı şadırvanda
ama yine "gülün ölüm çağında".

ADNAN ÖZER

***

MAKEDON GÜZELİNİ ARAYAN ÇİNGENE

Anız yangınları sıçramıştı
Yaban güllerine

Başakçılara sordum
Sordum sordum sordum durdum

Tirşe gözyaşları düşüyordu
Cam göbeği göğsüme

Göçen avcılara sordum
Sordum sordum sordum durdum

Keten tarlasından geçtim
Soluk soluğa

Ahlatçılara sordum
Sordum sordum sordum durdum

Sazlı çatakta dolandım
Yeşil yareler içinde

Taraşçılara sordum
Sordum sordum sordum durdum

Yâr seni sordum
Onbaşılar kollarımı bağlıyordu

Uzakta taliga yollarında
Tekirdağın hanları yanıyordu

Hasanağa deresi Ergeneden
Karanfil sapları yolluyordu

Bohçacılara sordum
Yemen illerinden ipeklilere
Şam boncuklarına

Yâr seni sordum
Sordum sordum sordum durdum


ADNAN ÖZER


***


SENİ SEVİYORUM...

Seni seviyorum
çağladıkça coşan su
estikçe dellenen rüzgâr
ekildikçe anaçlaşan toprak
öğütler bunu bana

seni severken
türküden türküye geçer ırmak
toprak yaz yağmurlarıyla oynaşır
öğle tozlarıyla dolanır rüzgar ufku
adınla uyarırlar beni

seni seviyorum
bağda çillenen salkım
dalda allanan meyva
öttükçe kendini tüketen kabakçı kuşu
öğütler bunu bana

seni severken
yaz güneşi şehvete boğar bahçeyi
kükürt adetleriyle solar bağ yaprakları
ballı incirde yaşar -bin bir cilveli- aşklarını
turunç gerdanlı kuşlar
haberler getirir sağdıçlarım
gül kurusu mektuplar

seni seviyorum
hayra yorulan düşler
ceviz sandıkta bekârlığının gül suları
taş yastıklarda Zümrüdüanka kuşları
öğütler bunu bana
  
ADNAN ÖZER

***

Her şeyin sonunun olduğu gibi bu yazınında doğal olarak bir sonu var. İşte o sona geldik bile. İçinizi yeşertecek mutlu bir hafta sonu diliyorum dostlar. Haftaya gene şiirlerle buluşmak üzere..


  
Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 24.06.2011

İNSANIN BOZUK PUSULASI: BENLİK 1

Hayat hiç yerinde durmaz, hep hareket eder. Kimi zaman geri, çokluklada ileri gider. Gidiş gelişler sonucu bir değişim yaşanır. Sürekli değişim evrenin kuralıdır zaten. Yer kürenin tek idrak sahibi olan insan, yaşadığı gezegenin hareketiyle birlikte ürettiği hayatın vardığı hızdan başı dönerek zaman zaman duraklar. Ama zaman dediğimiz ikili (insan ve yer küre olarak beliren) hareket bu duraklamaları affetmez, duraklayanı hayatın dışına atar. Atmasa bile oldukça gerilerde bırakır.

İnsanın kendi dışında gelişen hareketlere müdahale etme gücü, yaşadığı gezegen olan yerkürede bile, geçmişine oranla epey yol kat etmiş olmasına rağmen, oldukça sınırlı. İnsanın evrende güç olarak varlığını derecelendiremezsiniz. Güç olma çabasını hiç vermiyor da diyemezsiniz. O konuda yarattığı kaynaklardan bir miktar ayırarak denemede bulunuyor. Kendi iç sorunları daha fazla kaynak tükettiği için şimdilik bundan fazlası beklenmemeli. Yaşadığı yer kürenin hareketlerine müdahale etme gücüne sahip olduğu kadar (bu hareketlerden doğan) sorunlara çare bulması elbette yetmez. Ya iç sıkıntılarına ne demeli? Çağımızın insan üretimi çelişkilerinden doğan, gene insan iç sıkıntılarının oluşturduğu sorunla karşı karşıyayız. Bunlar öyle kolay aşılır şeyler midir? Aşıldığı zaman insan benliğide aşılmış olmaz mı? Peki insanın benliği aşılmalı mıdır? Biz evrensel bir güce sahip insandan söz ederken, insanın benliği yüzünden yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu savunanlar kadar, bu benliğiyle var olduğunu savunanlarda var. Bence iki görüşünde haklılık payı inkâr edilmemeli.

İnsanın benliğiyle geldiği durumu görerek değerlendirelim.

İnsan çoğaldıkça barınma ihtiyaçlarıda arttı. Daha önce bomboş olan arazilerde seyrek olarak alçak yapılar, daha sonra yeryüzü yetmezmiş gibi gökyüzünü de işgal ederek yüksek binalar yapan insanın sabrının azalmasını ne ile açıklamak mümkündür? Ne kara, ne deniz, ne hava, hiçbiri insana yetmiyor. Tüketmek üzere kurgulanmış sanki. Her yeri tüketiyor.

Ulaşımda üretilen taşıt kadar çok ve daha geniş oto yolları yaptı. Fakat bağnazlıkları aşamadığı için daha dar bakış açılı olmaktan kurtulamadı. Bunun uğruna kendi türünün kanını bile akıtmaktan çekinmeyen tek tür olduğu söylenebilir. Kurduğu sistemler bağnazlığı kutsallaştırdığı için dışına çıkması mümkün görünmüyor. Sistemleri kendisi kurmuş olmasına rağmen sistemin düzenini sağlamakla yükümlendirdiği, gene kendi türünün temsilcisi insanın buyurgan olmasına hiç ses çıkarmıyor. Ses çıkarmadığı (çıkarmak istese de çıkaramadığı) buyurganlar onları istediği gibi güdülendirebiliyorlar.

Kendilerine biçilen bir değer var. Adına “para” demişler. Onun yerini “hesap” denilen paranın asla görünmediği havada uçuşan “rakamlar” alıyor. Üretim ve hizmet sektörü diye ikiye ayırarak adlandırdıkları çalışma alanlarında, harcadıkları bedensel/zihinsel güç ve ömürlerinde tükenen zamanların karşılığı olarak kendilerine bunlardan belli miktarlarda veriliyor. Her geçen gün bu miktarlar karmaşık hesaplar sonucunda artıyor. Bunları gene onlara dönecek şekilde daha çok harcıyorlar. Sahip oldukları şey, her geçen gün insanlıklarından kaybettiklerinin yanında çok önemsiz sayılır. Üstüne üstlük kendilerine açılmış hesapta rakamlar büyüdükçe satın aldıkları şey nicelik olarakta azalmakta. Çünkü her şey hızla değişiyor. Her değişimin değeri çok fazla olduğu için hiç bir şeye yetişemiyor. Alın size bir mutsuzluk nedeni.

20.yy başında sanayi devrimiyle birlikte  toprak işçiliğinden fabrika işçiliğine geçen insan ilk olarak aile kurumunda büyük değişim yaşadı. Aile kurumu kalabalık bir gurubu çağrıştırırken değişimle birlikte anne baba ve çocuklarla sınırlanır oldu. Aileler küçüldükçe konutlar tam tersine büyüdü. Büyüyen konut aile içi iletişimsizliği getirdi. Herkes odasında kendi dünyasını yaşıyor. Teknolojide buna katkıda bulundu. Şimdi hiç kimse bir televizyona bağlı değil. Nerdeyse her evde çocuk sayısı kadar bilgisayar var. Cep telefonları başlı başına bir facia. Eski konutlara oranla şimdiki konutlarda çok araç gereç var. Ama kimsenin birbirini dinlemeye vakti yok. Nasıl olsun ki? Ona kendini her şeyin en üstünde tutma ve görme fikri aşılanıyor. Reklâmlardan tartışma programlarına kadar böyle bir fikir bombardımanıyla karşı karşıya kalan bu insan kendisinden önceki kuşaklardan daha eğitimli olmasına rağmen dar görüşlülükten ve bağnazlıktan kurtulmuş değil. Her konuda çok bilgisi var ama bu bilgiyi eşyanın ve olayların insanlar üzerindeki egemenliğini kıracak kadar kullanamamakta. Kısacası günümüzde her mahallede milyoner var, mahalleyi geçtim, koca kentlerde bile bilge kişi nerdeyse yok.


DEVAM EDECEK




Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 15.06.2011

14 Haziran 2011 Salı

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 84


Merhaba sevgili okurlar. Bu sabah bir seçim sabahına uyandık. Bir aydır süren propaganda çalışmalarından yorulan kulaklarımızda seslerden kurtuldu çok şükür. Seçim sonuçları ne olursa olsun ülkemize iyilikler, güzellikler getirsin dilerim. Dileklere sevgi katılırsa bir anlamı olur düşüncesiyle, köşemi şairlerin sevgi hallerini anlattıkları şiirlere ayırdım.

İlk şairimiz Ahmet Telli şiirinde “konuğum ol” diyor. “Geceyi uzatalım(...)/sözün çubuğunu yakarak.” Gecenin tadına sohbetle varıldığını bu güzel mısralarla vurgulamış. Bu şiiri ilk kez bugün okudum, daha önce bilmiyordum. Ahtapotun kollarınca beni sardı. Gelin şiirin ve şairinin (bu köşedeki diğer şair ve şiirlerinin de) konuğu olalım. Sonra bize gideriz. Bir acı kahve sunmak isterim sizlere.

...

Konuğum Ol

Bir akşam konuğum ol
oturup konuşalım biz bize
Anıların çubuğunu yakıp
uzatalım geceyi biraz
Geçmişe bir el sallayıp
yaşanan günleri konuşalım
ve günlerin üstüne çöken
dumanlı, isli havaları
Kendimize daha az zaman
ayırsak da olur geceden
Çünkü boğulabilir insan
yalnız kendini düşünmekten
Kapağı açılmayan kitaplar
unutulmuş aşklar gibidir
Kitaplardan söz edelim
ve onların gizli kalmış

sessiz tadlarından
Sabaha doğru perdeyi
aralayıp ufka bakalım
ve bir çocuk gibi
hayretle seyredelim
güneşin kızıllığını
Konuşulmadan kalan
daha çok şey vardı
diye düşünerek çıkalım
güneşle kucaklaşan balkona
Üşütmesin sabah serinliği
Bir bardak demli çay
burukluğu gibi kalsın
gecenin ve sabahın tadı
yaşasın anılarımızda
Konuğum ol, oturup
konuşalım bir akşam
ve uzatalım geceyi
sözün çubuğunu yakarak

Ahmet Telli

***

Sevip kavuşamayanların halini hiç düşündünüz mü? Hele birde başka kişilerle evlenenleri.. böyle arkadaşlarım oldu. İçlerinde sevdasıyla ölenler bile var. Başkasıyla evlenen kimileri evlendiği kişiyide sevdiler. Bir yanları hep sızladı. Behçet Necatigil bu durumun şiirini yazmış.

...

Gizli Sevda

Hani bir sevgilin vardı
Yedi sekiz sene önce,
Dün yolda rastladım
Sevindi beni görünce.

Sokakta ayaküstü
Konuştuk ordan burdan,
Evlenmiş, çocukları olmuş
Bir kız, bir oğlan.

Seni sordu
Hiç değişmedi, dedim,
Bildiğin gibi...
Anlıyordu.

Mesutmuş, kocasını seviyormuş,
Kendilerininmiş evleri..
Bir suçlu gibi ezik,
Sana selâm söyledi.

Behçet Necatigil

***

Sevgilerini söylemekten çekinen sözcük cimrisi insanlardan söz eden bu şiirle Behçet Necatigil sevgileriniz bilinmedikçe değersizdir demek istiyor. Çok haklı! Sevgileriniz kalbinizden bırakın dilinize aksın. Kalbinde sevgi saklayan bahçesinde çiçek bakıp kimseye vermeyen gibidir. Hatta bahçesine bile sokmayan kişiden farksızdır.

...

Sevgilerde

Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.
Bitmeyen işler yüzünden
Siz böyle olsun istemezdiniz
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı
Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telaşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.
Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vakit olmadı

Behçet Necatigil

***

Aşkı besleyen özlemdir. Bu çağda hiç bir şeyi özlemeye gerek görmüyoruz. Onun için aşklarda uzun sürmüyor. Ümit Yaşar Oğuzcan bu şiirinde aşka özlemini ne güzel anlatmış.

...

Önce Aşk Vardı

Önce aşk vardı sen yoktun o zaman
Denizlerde ufuklar gibi sonsuz
Sevişmek vardı yalansız korkusuz
durmadan, yorulmadan, hiç usanmadan
Önceden aşk vardı sen yoktun o zaman

O zamanlar akşamlar vardı öyle serin
Mağara vardı aşkla aydınlık
Sevgiyle doğar, sevgiyle yaşardık
Ortasında bitmeyen uzun gecelerin
O zamanlar akşamlar vardı öyle serin

Vahşi büyük otlardı yatağımız
ve tek örtümüz ılık bir rüzgârdı
O zaman bambaşka yağmurlar vardı
yağardı gökten
üstümüze yıldız yıldız
vahşi büyük otlardı yatağımız

Adamlar vardı aşktandı yürekleri
Kadınlar vardı her zaman aşka hazır
Elleri vardı saçlarımıza hazla uzanır
Ya topukları, incecik ayak bilekleri
Adamlar vardı aşktandı yürekleri

Şimdi sen varsın ama o aşklar yok
O eski ilahlar yok taptığımız
Düşlerimizde çığlık çığlığa yalnızlığımız
Artık o yıldızlar, o geceler, o rüzgâr yok
Şimdi sen varsın ama o aşklar yok

Ümit Yaşar Oğuzcan

***

Ahmet Ümit bu şiirini okuyana kadar tanımadığım bir şairdi.Batarak kirpiklerime kadar gümüşten denizlere” mısrasıyla vurgun yedim. Gözyaşının muhteşem tasvirine bakar mısınız? Ayrılmanın ve kavuşmanın hallerinin anlatıldığı şiirde bu mısra kavuşma sevinciyle göz yaşına boğulmayı çok güzel vurguluyor.

...

İsimsiz Bir Aşk Şiiri

Senden her ayrıldığımda
Çılgınca dalgalanan bir insan denizinde
Annesini yitiren bir çocuğun
Ürkek hüznü çöker yüzüme.
Seninle her karşılaştığımda
Sabah kırağısıyla yıkanan çiçeklerin
Cemresi vurur gözlerime.
Seni tam bulduğum anda yitirmenin korkusu
Tam yitirdiğim anda bulmanın sevinci,
Seni treni kalkan bir yolcunu telaşı,
Seni ilk öyküsünü bitiren genç bir yazarın hevesi
Seni kayaları parçalayarak akan bir ırmağın deliliği,
Seni güneşin tembel bakışları altında
Uzanan başakların dinginliği,
Seni bayramlık için para biriktiren
Küçük bir çırağın sabırsızlığı,
Seni bilmem hangi zalim kurşunun
Kırdığı kanadına söz geçiremeyen
Göçmen kuşun çaresizliği,
Seni zorlu yıllardan sonra karşılaşan
Kavga arkadaşlarının neşesiyle,
Batarak kirpiklerime kadar gümüşten denizlere
Vur emriyle aranan bir kaçakmışsın gibi
Taşırım can evimin en saklı yerinde...

Ahmet Ümit

***

Öyle sıkıntısız, hatta mutlu sayılabilecek zamanlarmızda vardır. O zaman havanın güzelliğinide, çocuk oyunlarınıda fark ederiz. Kuşların dilinden bile anladığımızı söyleyebiliriz. Bütün insanlar kardeşimizdir o zamanlarda. Ne güzeldir sevmek. Vasiyetimiz bile cömerttir seversek. Sadece unutulmamaktır fiyatımız. Cahit Sıtkı Tarancı şiirinde bunları anlatmış.

...

Bugün Hava Güzel

Bugün hava güzel,
Bugün içim içime sığmıyor.
Annemden mektup aldım,
Memlekette gibiyim.
Allaha çok şükür karnım tok;
Elimi uzatsam kahve fincanı dudaklarımdadır.
Kuşlar kaçmıyor benden;
Bir güvercin kanadında okşuyorum
Göklerin maviliğini.
Serçelerin cıvıltısıyla siniyor içime
Ağaçların yeşilliği.
Bulutların ipek gölgesi
Çocukların yüzünde hışırdıyor.
Çember çeviriyorum çocuklarla beraber
Elime çember almadan.
Düşüncelerimi nura gark eden güneşe sor,
Bu Nisan rüzgârı da şahadet eder,
Bütün insanları kardeş biliyorum,
Cümlenin sağlığına duacıyım.
Şayet ölürsem,
Helalleşmeye vakit kalmadan,
Hatırdan çıkarmayın beni;
Dünyaya benden selam olsun,
Her nefes alıp verişiniz.

Cahit Sıtkı Tarancı

***

Şimdi gelin bize gidelim. Bir acı kahvemi içerseniz beni mutlu edersiniz. Buyurun…

...

91

Gece 23.05 suları

Tavşan gibi ürkek

ve bıyıklarım titreyerek

Yalnızlığın şarkısını söylüyorum

boş sokaklara.

Beni dinleyen kaldırım taşları.

Arabamın yükü iki kat ağır, hüzünden.

Varsın bende olsun hüzün.

tebessümün eksik olmasın yüzünden.

Bir damla sevinç var yüreğimde

o senden, senin yüzünden.

Sarhoş olamıyorum.

Aydın Göle

22 eylül 2003

***

92

Eğer dünya bir daha kurulursa

İçinde mutlaka sen,

Sevincimde üzüntümde yanımda sen

Mutlu olacak biri varsa o da mutlaka sen

Çınar ağaçları kadar hak ederek olmalısın

Fakat ne müşkülün varsa söylemezsen

Öte dünyada beni tanıma.

Her ahval ve şeraitinde ben olmazsam

Nerde kalır kardeşlik

Aydın Göle

24 eylül 2003

***

93

Hep sevgililer var şarkılarda

Hani dostluk, kardeşlik

Yaşanan sadece iki kişilik

Kardeşliğimizi yıldızlara yazacağım

Yıldızlar kadar çok olmak için.

Görüp gökyüzünde çokluğumuzu

Fısıldaşacaklar birbirleriyle bütün bakireler

Kıskançlıkları efsanemizi yazacak

Efsanelerden kırlangıçlarla gelseler

İnanamazlar gerçekliğimize

Berat gecesi sevgimizin

Beratını istiyorum Allah’tan

Aydın Göle

24 eylül 2003

***

İyi hafta sonları dileğiyle hoşça kalın sevgili okurlar.

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com

Yayın Tarihi: 12.06.2011

ENGELLİLERİN İLÇE SEÇİM KURULUNDAN RİCASI

Pazartesi günü yayınlanan yazımda, ilçe seçim kuruluna, yapılacak seçimlerde engelli ve yaşlıların rahatça oy kullanmaları için önerilerde bulunmuş, kendilerinin bu konuda yardımlarını istemiştim. Okuduysanız hatırlarsınız. Engellinin halinden en iyi engelli anlar diyerek bana destek veren, yazının bir kere daha yayınlanmasını isteyen e-postalar aldım. Bugün anlayışınıza sığınarak, bir kere daha engelli ve yaşlıların sözcülüğünü yapacağım.

***

Önümüzdeki Pazar günü ülkemizde genel seçimler yapılarak halkın iradesine bir kez daha başvurulacak. Madem rejimimize demokrasi rejimi demişiz, demokrasinin şartı olan halkın iradesine başvurmaktan daha doğal ne olabilir? Gerçi demokrasi sadece oy vermekten ibaret değildir. Bu yanıyla yetinmek demokrasiyi eksik tanımak demektir. Demokrasi aynı zamanda karar mekanizmalarına halkın otoriterler kadar etkin biçimde doğrudan katılmasını sağlamaktır. Şimdiki şekliyle demokrasi temsili olmaktan öteye gidemeyecek, tıpkı bugüne kadar olduğu gibi demokrasilerin değil oligarşilerin ve lider/krasilerin doğmasına yol açacaktır.

Öylede olsa sandık sandıktır. En azından içinde yenilenmek için bir ümit barındırır. Halkın oy vermeye gitmesini başka türlü açıklayamayız yoksa.

Halk iradesinin doğru şekilde belirlenmesi için engelli ve engelliler kadar yaşlılarında oy kullanmaları gerekmektedir. Bugüne kadar yapılan seçimlerde üst katlarda bulunan sandıklara erişemeyen engelli ve/veya yaşlı vatandaşlarımızın oylarını kullanabilmeleri için sandık başkanının gözetimiyle oy sandığı aşağı indirilirdi. Bu durum iki taraf için, yani hem engelli ve/veya yaşlı, hemde görevliler için işkenceye dönüşmekteydi. Bir kabinde değil, açıkta, herkesin gözü önünde oy vermek durumunda kalındığından dolayı, kullanılan oya müdahale olmasa bile oyun gizliliği esası ortadan kalkmış oluyordu. Oysa demokraside gizli oy açık sayım vardır. Bunun tersi suçtur. Suça hoşgörü gösterilmemeli, suçun işlenmesini engellemek için uygun ortamlar kurulmalıdır.

Her okulun bir bahçesi bulunmaktadır. Değneklerle yürüyerek veya tekerlekli sandalye, yada akülü araçlarıyla gelecek vatandaşlarımızın rahatça içeri girebilecekleri portatif, zeminden yüksek olmayan mekânlar yapılabilir. Bir veya gerekirse birden fazla oy sandığı, rahatça girilen oy verme kabinleri konularak gizli oy verilmesi sağlanabilir.

Vatandaşlık görevini herkes yerine getirmek ister. Bir engellide, bir yaşlıda bu ülkenin vatandaşıdır. Onlarda kendilerinin böyle görüldüklerinden emindirler fakat, karşı karşıya kaldıkları şartlar ve tavırlar kendilerini üzmektedir. Üzüntülerini dindirmek için ilçe seçim kurullarının bu seçimlerden başlayarak oy verilecek her bölgedeki mekânlarda bir engelli oy verme bölümünüde kurmaları gerekmektedir.

İLÇE SEÇİM KURULUNDAN ENGELLİ VE YAŞLILAR ADINA (bende bir engelli olduğum için özellikle ve ısrarla) BÖYLE BİR KOLAYLIK BEKLİYORUM.

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com

Yayın Tarihi: 10.06.2011


GELECEĞİN GÖRÜNÜMÜ VE SUNUMU

Ak Partinin 8 yıllık iktidarı döneminde Türkiye’nin rolleri değişti mi diye sorulsa ilk cevabım evet demek olurdu. Fakat evet demek her şeyi anlatmaya yetmeyeceği için mutlaka açıklama yapma gereği duyardım. “Önceleri Türkiye kökü ve gücü doğuda olupta yönünü batıya çevirmiş ülkeydi, şimdiyse gücünü batıdan alıp yönünü doğuya çevirmiş ülkedir” derdim. Orta doğu ülkelerinin ülkemizi böyle gördükleri muhakkaktır. Aslına bakarsanız her iki biçimiyle de eksik bir ülke tanımı yapmış olurduk. Olması gereken kendi köklerinden güç alarak yönünü belirlemiş ve çevresindeki ülkeleri gittiği yöne götüren ülke olmaktı. Çünkü biz bu coğrayada yüzyıllarca zorba ve zalimce davranmadan uzak yakın birçok ülkeyi himayemize alıp onlara “büyük ağabey” olmuşuz. O ülkelerin halkı üzerinde yöneticileri istemeseler bile bir etkimiz var. Son uygulamalarımıza verdikleri tepkilerle bunu açıkça belli ediyorlar. Balkanlardan orta doğuya, orta doğudan Kafkaslara kadar, durum aynıdır.

Geçenlerde bu etkiden söz eden bir yazı New York Times gazetesinde yayınlandı. Oradaki saptamalar çok ilginç. O yazıyı olduğu gibi sizlere aktarmak istiyorum.

***

ABD’nin saygın gazetelerinden New York Times (NYT), Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleriyle vizeleri kaldırarak “Ortadoğu Ticaret Bölgesi”nin oluşumunu teşvik ederek ve popüler kültürünü bölgeye ihraç ederek bölgeyi yeniden bütünleştirmeye çalıştığı” yorumunu yaptı.

New York Times’ın, “Türkiye, Araplar’ı Birleştirmeye Yardımcı Olabilir mi?” başlıklı yorum yazısında, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun görüşlerine de yer verildi. Davutoğlu’nun Türkiye’nin bölgedeki vizyonuyla ilgili olarak tarihin normalleşmesinden söz ettiğini yazan haberde Davutoğlu’nun, “Türkiye’nin hiçbir sınırı doğal değil, neredeyse tümü suni. Elbette bu sınırlara ulus-devletlerin sınırları olarak saygı duymalıyız ama aynı zamanda da doğal devamlılıklar olduğunu anlamalıyız. Bu yüzyıllardır bu şekilde olmuştur” dediğini kaydetti. Gazete, Davutoğlu’nun bölgeye yönelik vizyonunu “bölgedeki tarihi ve doğal çevrenin yeniden yaratılması” olarak tanımladığını da belirtti.

(Bu görüşe bende katılıyorum. Çünkü biz her ülkeden daha çok bu coğrafyayı tanıyoruz. Üstelik bu coğrafyanın halkıyla tarihsel ve duygusal bağımız var. Arapları birleştirmek konusu bu bölünmüşlük içinde öyle kolay değil. Bu ülkeler var olmalarını bölünmüş olmaya borçlu oldukları sürece ülke halklarının birleştirici yanlarının olmasına rağmen birleşeceklerini ummuyorum. Amerika’nın bölgeye demokrasi ihraç masalıyla ülkelerin yönetimleri değişse bile sonucun değişmeyeceğini düşünüyorum. Kaldı ki bir değişim gerçekleşse de, değişim kendi dinamikleriyle olmayacağı için alınan sonuç bizim istediğimiz biçimde olmayacaktır. A.Göle.)

Türk milliyetçiliğinin Türkiye’nin bölgede rol oynamayı hak ettiği anlayışını taşıdığını da yazan gazete, Türkler’in bunu emperyalizm olarak değil, bölgeyle barışçıl bir ortaklık olarak gördüklerini bildirdi.

Haberde “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ekibinden akademisyen Yusuf Yerkel”in “Yaklaşık 100 yıldır suni sınırlar, suni kültürel ve dini sınırlarla birbirimizden ayrıydık, şimdi Ürdün’e, Suriye’ye ve Lübnan’a vizeleri kaldırarak ulusal sınırları kaldırıyoruz. Türkiye 20. yüzyıldan beri uygulamada olan Ortadoğu’da geleneksel politika anlayışına meydan okuyor” şeklindeki görüşüne de yer verildi.

(Ülkemizin uzun yıllar orta doğuda hiçbir olaya taraf ve hiçbir ülkeyle yandaş olmama politikası İngiliz casusu Edward Lawrence’ın Arapları Osmanlı’ya karşı kışkırtıp ayaklanmalarını sağlaması sonrasında Arapların Türk askerini arkadan vurmaları sonucudur. 2. dünya savaşından sonra iyice karmaşık hale gelen orta doğuda yansızlık ülkemizin esenliği için şarttı. Bugün tersini savunarak o politikaları eleştirmek, o günleri bilmemek demektir. A.Göle)

Bölgedeki son gelişmeler kapsamında da Türkiye’nin bütünleşmiş bölge vizyonuna sadık kaldığına işaret eden gazete, “Türkiye, Suriye ve Irak’ı birbirine bağlayan demiryolu hattının geçen yıl yeniden açıldığını, Gaziantep ile Halep arasında hızlı trenin başlayacağını, Kuzey Irak’taki doğal kaynakların Türkiye’nin enerji kaynaklarını çeşitlendirme ve Türkiye’den Orta Avrupa’ya giden boru hattını besleme açısından stratejik öneme sahip olduğunu ve Türkiye, Suriye, Ürdün ve Lübnan arasında serbest ticaret alanının oluşturulmasına karar verildiğini” yazdı.

(İşte haberin bu bölümü gücümüzü göstermesi bakımından çok önemli. Lider ülke başka türlü olunmaz. Sanayileşme çabalarımız bütün orta doğu ülkelerinden daha eski ve uzak ara ileride olduğu için bizim tecrübelerimiz daha fazla. Buda bizi, kendi içimizde yaşadığımız soruna bağlı bölünme endişeleriyle çelişkili görünsede ayrıcalıklı bir konuma getiriyor. Bundan sonrası gelecek iktidarların tutumuna bağlı. Fakat kim iktidar olursa olsun gelecek bu temel üstünde zorunluluk taşıyorsa bu politikalardan vazgeçemeyecektir.)

Haberde Türk popüler dizilerinin Arapça dublajla Arap ülkelerinde gösterildiğini ve dizilerin yıldızlarının posterlerinin Irak’ta onbinlerce sattığı da belirtildi. Türk iş adamlarının vizelerin kalkmasıyla genel olarak bölgeyle ticaretlerini son derece fazlalaştırdıklarını, hatta Suriye ile iş yapan bazı Türk işadamlarının bu ülkeyle ticaretlerini on kat artırdıklarını söylediklerini de yazan gazete, hafta sonlarında Suriyelilerin Gaziantep’te otelleri doldurduğunu da bildirdi.

***

New York Times gazetesinde yayınlanan yazı bu kadar.

Yerelden küreselliğe nasıl varılır dense Tv dizilerimizi gösterirdim. Yakın çevremizdeki ülkelerde çok izlendikleri haberlerini sıklıkla duyuyoruz. Türk yaşayış kültürünü ihraç etmenin en kolay yolu dizilerimizle sağlanıyor. Dinsel yakınlığımızda bu kültürün kabul edilmesini kolaylaştırıyor. Ticaret anlaşmalarının sonucunda iş adamlarımızda ilişkilerimizi arttıracaktır. Geçenlerde bir arkadaşım Müslüman ülkelerde iş adamları arasında “TUZ” adında bir dayanışma örgütü kurulduğunu, dünyanın hangi ülkesinden olursa olsun Türk ve Arap ülkeleriyle iş yapacak yabancıların bir Müslüman iş adamıyla bu örgütten referans almadan iş yapamayacağını söyledi. Bütün bunlar adım adım ve işin kuralına ugun, öyle bodoslama değil, sessiz sakin ve bilgiyle yapılıyor. Gelecekteki Türkiye’yi şimdiden kurma çalışmaları bunlar.

Politik çekişmeler gündemimizde çok yer tuttuğu için bunları göremiyoruz. Seçim propagandaları seviye bakımından tozu dumana kattı. Bırakın tüm bunları. Seviyesizlik içinizi karartmasın. Ülkemizde iyi şeylerde oluyor. Eksik olan Geleceğin Görünümü ve Sunumu. Umarım bu sunum aşırıya vardırılmadan ve Amerikan politikalarına kurban edilmeden hedefine varır.

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com

Yayın Tarihi: 08.06.2011


ENGELLİLERİN İLÇE SEÇİM KURULUNDAN BEKLENTİLERİ


Önümüzdeki Pazar günü ülkemizde genel seçimler yapılarak halkın iradesine bir kez daha başvurulacak. Madem rejimimize demokrasi rejimi demişiz, demokrasinin şartı olan halkın iradesine başvurmaktan daha doğal ne olabilir? Gerçi demokrasi sadece oy vermekten ibaret değildir. Bu yanıyla yetinmek demokrasiyi eksik tanımak demektir. Demokrasi aynı zamanda karar mekanizmalarına halkın otoriterler kadar etkin biçimde doğrudan katılmasını sağlamaktır. Şimdiki şekliyle demokrasi temsili olmaktan öteye gidemeyecek, tıpkı bugüne kadar olduğu gibi demokrasilerin değil oligarşilerin ve lider/krasilerin doğmasına yol açacaktır.

Öylede olsa sandık sandıktır. En azından içinde yenilenmek için bir ümit barındırır. Halkın oy vermeye gitmesini başka türlü açıklayamayız yoksa.

Halk iradesinin doğru şekilde belirlenmesi için engelli ve engelliler kadar yaşlılarında oy kullanmaları gerekmektedir. Bugüne kadar yapılan seçimlerde üst katlarda bulunan sandıklara erişemeyen engelli ve/veya yaşlı vatandaşlarımızın oylarını kullanabilmeleri için sandık başkanının gözetimiyle oy sandığı aşağı indirilirdi. Bu durum iki taraf için, yani hem engelli ve/veya yaşlı, hemde görevliler için işkenceye dönüşmekteydi. Bir kabinde değil, açıkta, herkesin gözü önünde oy vermek durumunda kalındığından dolayı, kullanılan oya müdahale olmasa bile oyun gizliliği esası ortadan kalkmış oluyordu. Oysa demokraside gizli oy açık sayım vardır. Bunun tersi suçtur. Suça hoşgörü gösterilmemeli, suçun işlenmesini engellemek için uygun ortamlar kurulmalıdır.

Her okulun bir bahçesi bulunmaktadır. Değneklerle yürüyerek veya tekerlekli sandalye, yada akülü araçlarıyla gelecek vatandaşlarımızın rahatça içeri girebilecekleri portatif, zeminden yüksek olmayan mekânlar yapılabilir. Bir veya gerekirse birden fazla oy sandığı, rahatça girilen oy verme kabinleri konularak gizli oy verilmesi sağlanabilir.

Vatandaşlık görevini herkes yerine getirmek ister. Bir engellide, bir yaşlıda bu ülkenin vatandaşıdır. Onlarda kendilerinin böyle görüldüklerinden emindirler fakat, karşı karşıya kaldıkları şartlar ve tavırlar kendilerini üzmektedir. Üzüntülerini dindirmek için ilçe seçim kurullarının bu seçimlerden başlayarak oy verilecek her bölgedeki mekânlarda bir engelli oy verme bölümünüde kurmaları gerekmektedir.

İLÇE SEÇİM KURULUNDAN ENGELLİ VE YAŞLILAR ADINA (bende bir engelli olduğum için özellikle ve ısrarla) BÖYLE BİR KOLAYLIK BEKLİYORUM.

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 06.06.2011

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 83

Merhaba sevgili okurlar. İki haftalık aradan sonra bir tatil gününde şiirlerle gene karşınızdayım. Tatil gününüze renk katacağına inandığım şiirler seçtim bu gün. Şairimiz; sinema filmlerine konu olmuş, bestelere ilham vermiş “FAHRİYE ABLA” şiirinin şairi Ahmet Muhip Dranas. Şairimizin şiirlerini okuyunca, gelenekseli yıkmadan çağdaş olunabileceğini göreceksiniz. Şiirler o kadar bizdendir ki “Fahriye abla” şiirini okurken gözlerimiz eski bir hatırayla yaşarır. Hepimizin bir “Fahriye Ablası” mutlaka vardır. Kendimize bile itiraf edemediğimiz, yüreğimizi yakan ilk aşkımızdır o. Çocuksu duygularla böyle sevdiğimiz kaç kişi vardır ki.. Topu topu üçü beşi geçmez. Ama biri mutlaka “Fahriye Abla”dır.

Şimdi sizi şairimizin şiirleriyle baş başa bırakıyorum.

...

1939

Bin dokuz yüz otuz dokuz:
Karanlıkların içinde
Ölülerle yaşıyoruz.

Puslu havayı

AHMET MUHİP DRANAS

***

BÜYÜK OLSUN

Ben büyük şarkıları severim; büyük olsun,

Deniz gibi, gökyüzü gibi her şey ve mahzun.

Seviyorsam seni aşk ölümsüzdür gönlümce,

Aşıksam kadınım değil tanrıçasın, ece.

Denizler yolculuğa çağırır durur da beni

Gitmem düşünerek geri döneceğim günü.

Ben büyük rüzgârları severim; büyük olsun

Aşkım da, özlemim de hepsi, her şey ve mahzun.

İnsan bir yanınca Kerem misali yanmalı,

Uykudan bile mahşer gününde uyanmalı.

AHMET MUHİP DRANAS

***

FAHRİYE ABLA

Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar,

Kapanırdı daha gün batmadan kapılar.

Bu, afyon ruhu gibi baygın mahalleden,

Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın, sen!

Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen

Gözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınla

Ne güzel komşumuzdun sen, Fahriye abla!

Eviniz kutu gibi bir küçücük evdi,

Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi;

Güneşin batmasına yakın saatlerde

Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede.

Yaz, kış yeşil bir saksı ıtır pencerede;

Bahçende akasyalar açardı baharla.

Ne şirin komşumuzdun sen, Fahriye abla!

Önce upuzun, sonra kesik saçın vardı;

Tenin buğdaysı, boyun bir başak kadardı.

İçini gıcıklardı bütün erkeklerin

Altın bileziklerle dolu bileziklerin.

Açılırdı rüzgârda kısa eteklerin;

Açık saçık şarkılar söylerdin en fazla.

Ne çapkın komşumuzdun sen, Fahriye abla!

Gönül verdin derlerdi o delikanlıya,

En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya.

Bilmem şimdi hâlâ bu ilk kocanda mısın,

Hâlâ dağları karlı Erzincan'da mısın?

Bırak, geçmiş günleri gönlüm hatırlasın;

Hâtırada kalan şey değişmez zamanla.

Ne vefalı komşumuzdun sen, Fahriye abla!


AHMET MUHİP DRANAS

***

KAR

Kardır yağan üstümüze geceden,

Yağmurlu, karanlık bir düşünceden,

Ormanın uğultusuyla birlikte

Ve dörtnala dümdüz bir mavilikte

Kar yağıyor üstümüze, inceden.

Sesin nerde kaldı, her günkü sesin,

Unutulmuş güzel şarkılar için

Bu kar gecesinde uzaktan, yoldan,

Rüzgâr gibi tâ eski Anadolu'dan

Sesin nerde kaldı? kar içindesin!


Ne sabahtır bu mavilik, ne akşam!

Uyandırmayın beni, uyanamam.

Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına,

Allah aşkına, gök, deniz aşkına

Yağsın kar üstümüze buram buram...

Buğulandıkça yüzü her aynanın

Beyaz dokusunda bu saf rüyanın

Göğe uzanır - tek, tenha - bir kamış

Sırf unutmak için, unutmak ey kış!

Büyük yalnızlığını dünyanın.

AHMET MUHİP DRANAS

***

KÖPÜK

Oyun bitti ve her şey yerini buldu.

Akşamla ebedi kızlar anne oldu.

Aynalara bakma, aynalar fenalık;

Denizi, sonsuz olanı düşün artık.

Bir gün beni hatırlayabilirsin ancak,

Güzelsem soyabilirsin çırılçıplak;

Oradayım hep ben, orada, derinde,

Gemilerin ihtiyar köpüklerinde.


AHMET MUHİP DRANAS

***

SERENAD

Yeşil pencerenden bir gül at bana,

Işıklarla dolsun kalbimin içi.

Geldim işte mevsim gibi kapına

Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.

Açılan bir gülsün sen yaprak yaprak

Ben aşkımla bahar getirdim sana;

Tozlu yollarından geçtiğim uzak

İklimden şarkılar getirdim sana.

Şeffaf damlalarla titreyen, ağır

Koncanın altında bükülmüş her sak.

Seninçin dallardan süzülen ıtır,

Seninçin karanfil, yasemin zambak...

Bir kuş sesi gelir dudaklarından;

Gözlerin, gönlümde açan nergisler.

Düşen öpüşlerdir dudaklarından

Mor akasyalarda ürperen seher.

Pencerenden bir gül attığın zaman

Işıkla dolacak kalbimin içi.

Geçiyorum mevsim gibi kapından

Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.

AHMET MUHİP DRANAS

***

TESTİ

Dolu bir testiydim ben,

Başaşağı ettiniz beni;

Eh, boşalıverdim derken...

İyi mi ettiniz yani?

Sevgiler vardı içimde

Ezgiler vardı, iyilikler...

Boşaltıverdiniz, hem de

Düşürüp kırmaktan beter.

Hoş, yine bir testiyim ben,

Yine varım ama bomboş.

AHMET MUHİP DRANAS

***

YAŞARKEN

Ağaçların daha bu bahçelerde

Bütün yemişleri dalda sarkıyor;

Umutların mola verdiği yerde

Geceler bir nehir gibi akıyor.

Baksan bir uzaklık var hangi yana,

Hangi eşyaya dönsen boş bir ayna;

Varmak istediğim uzak limana

Gemiler beni almadan kalkıyor.

Gelmedi gün daha, çalmadı saat,

Daha uçurmuyor beni bu kanat;

Sabırsızlanma, ey kapımdaki at!

Güneş daha gözlerimi yakıyor.

AHMET MUHİP DRANAS

***

Haftaya şiirler ve şairlerle gene görüşmek üzere hepinize mutlu hafta sonları diliyorum.

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com

Yayın Tarihi: 05.06.2011