28 Aralık 2010 Salı

SAYIN SÜLEYMAN DİŞLİ’YE TEŞEKKÜR VE ENGELLİLERE MÜJDELİ BİR HABER 1

Merkez belediye başkanı sayın Süleyman Dişli beyefendiye engellilere tekerlekli sandalye ve akülü araba getirmeye devam ettiği için hem şahsım hem tüm engelliler adına çok teşekkür ederim. Sadece araç getirse bile razı olacakken, ayrıca bu araçların tamiri için bir atölye açması bizleri çok sevindirmişti. Dolayısıyla sayın başkanın bu davranışı her türlü övgüye lâyık. Bitirmekte olduğumuz 2010 yılının başından beri engelli araçları tamir atölyesindeki eleman ve servis araçlarının azaltılması konusunda kendilerini eleştirdiğim sayın başkana bu faaliyetlerinin süreceğini tahmin etmeme rağmen, bu faaliyetlerin sürmesi için ricada bulunuyorum. Engellilerin ayağı oldunuz sayın başkan. Allah sizlerden razı, işlerinizde yardımcı olsun.

Bu yaz ağustos başında akülü arabam gazetemiz Anadolu’nun önünde birden bire bozulmuştu. Merkez belediyesinin açtığı engelli araçları tamir ve bakım atölyesinin ustası Harun ustadan Allah razı olsun. Arabamı aldılar, tamir işi uzar düşüncesiyle geçici olarak bir akülü araba verdiler. Arabam bütün çabalara rağmen tamir olamadı. Beyni yanmış. Geçici arabayla 5 aydan fazla idare ettim. Bu arada yurt dışındaki bir gurup hayır sever vatandaşımız bir tır dolusu akülü araba göndermişler. Harun usta ilgili yerlere durumumu bildirip gelen arabalardan bir araba almamı sağladı. Şimdi arabama kavuştum.

Dünya engelliler gününü 21 gün önce kutladık. Yani üstünden öyle çok zaman geçmedi. O gün Türkiye Sakatlar Derneği Adapazarı Şubesi ve Sakarya Ortopedik Özürlüler Derneği olarak ortak bir çalışma yaptık. Bu günün anlam ve önemine uygun olarak çeşitli ortamlarda ortaya konan engelli sorunları ve çözüm önerileri ile kamuoyundan beklediğimiz ilgiyi gördük.

Daha bir çok yönü aksasa da en azından engelliler kaderleriyle baş başa bırakılmıyorlar artık. Buna örnek olarak 32 evlerde ikamet eden Murat (soyadı bende saklı) adlı üyemizi gösterebilirim. Bozulan akülü arabasının bakım ve onarımı için ilgili yerlerin, telefonlarına cevap vermediği gerekçesiyle başbakanlığa mektup yollamış. Başbakanlıktan valiliğe, valilikten büyük şehir belediyesine, büyük şehirden merkez belediyesine bağlı olan Makine İkmal Dairesi özürlü araçları tamir atölyesine talimat verilerek akülü arabanın bakım ve onarımı yaptırılmış. Buradan anlaşıldığı gibi başbakanlık engellileri kaderleriyle baş başa bırakmıyor.

Engellilerin bitmek bilmez bir çilesi vardır; o da sağlık kurulu raporlarıdır. Her konuda ayrı rapor istenmesinden bıkmıştık. Devamlılık gösteren engelliliğe verilen raporda engelliliğin devamlı olduğu belirtilmesi durumunda yeni rapora gerek yok deniyor. Ayrıca engellilik tanımıda değişiyor. Evvelden bütüne bakılırken şimdi bir konuda engelli olmak yetiyor. Bundan sonra yüzde elli engelli olma durumu bile ağır engelli sayılmaya engel değil. Bu konuda bir düzenleme yapılmış. Aşağıda bu konuda 23 aralıkta yayınlanmış haberi sizlerle paylaşmak istiyorum. Eğer sizi ilgilendiren bir konuysa bu yazıyı isterseniz kesin saklayın, belki bir gün gerekebilir.

***

Engellilerin sağlık kurulu raporu alma çilesi bitiyor. Özürlülük Ölçütü, Sınıflandırılması ve Özürlülere Verilecek Sağlık Kurulu Raporları Hakkında Yönetmelikle, engelliler 20 iş günü içerisinde raporlarını alabilecekler.

Yönetmeliğin getirdiği yeniliklerle ilgili açıklamalarda bulunan Özürlüler İdaresi Başkanı Bekir Köksal, “Özürlülük Ölçütü, Sınıflandırması ve Özürlülere Verilecek Sağlık Kurulu Raporları Hakkında Yönetmelik”le engelliler için çok önemli yenilikler getirildiğini ifade etti. Bu yönetmelikle verilen özürlü sağlık kurulu raporlarının, özürlülere verilen pek çok hak ve hizmetlerden yararlanması için esas belge niteliğinde olduğunu dile getiren Köksal, yönetmelik çıkmadan önce sağlık kurulu raporu alımında yaşanan sıkıntılar yüzünden bazı engellilerin kendileri için sağlanan hak ve hizmetlerden yararlanamadığını belirtti.

Maliye, Sağlık, Çalışma ve Sosyal Güvenlik ile Milli Eğitim bakanlıklarının da işbirliğinde hazırlanan yeni yönetmelikle bu sorunların ortadan kaldırılmaya çalışıldığını anlatan Köksal, yönetmelikte “üm vücut fonksiyon kaybı oranı” yerine “özür oranı” kavramının getirildiğini söyledi. Tüm vücut fonksiyon kaybı oranı nitelendirmesinin, uygulayıcılar arasında çeşitli zorluklara yol açtığını ve yanlış algılamalara neden olduğunu kaydeden Köksal, uygulamalardaki farklılıkların ortadan kaldırılması için “özür oranı” kavramının getirildiğini vurguladı.

DEVAM EDECEK

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com

Yayın Tarihi: 27.12.10


***************************************************************

SAYIN SÜLEYMAN DİŞLİ’YE TEŞEKKÜR

VE ÖZÜR,

ENGELLİLERE MÜJDELİ BİR HABER 2


Sayın Merkez Belediyesi Başkanı Süleyman Dişli bey ve sevgili okurlar, bu başlıkta gördüğünüz yazı Çarşamba günü bitecekti. Yazıyı verdiğim Salı günü internet bağlantısı bozulduğu için uzun süre gazetemizin taslağı hazırlanamadı. Bu işlem baskıya girileceği saatlere kadar sarkınca bazı bölümler denetlenemedi. Bu yüzden Çarşamba günü çıkan gazetemizin köşemdeki yazı başlığı ile içeriği farklı oldu. Bu aksaklıktan dolayı hem şahsım, hem gazetem çalışanları adına, kabul edilmesi ricasıyla, sizlerden özür diliyorum.

Pazartesi günü yayınlanan yazımızda Merkez Belediyesi Başkanı Sayın Süleyman Dişli’ye akülü araç getirmeye devam ettiği için teşekkür etmiştim. Kendilerine bu konuda var olan gönül borcumuzu ödemek mümkün değil. Engelliler, başkanın sayesinde toplumla iç içe oluyorlar. Engelliler ve şahsım adına bir kere daha teşekkür ederim. Pazartesi günkü yazımızı bitirirken engelli raporları konusunda yapılan düzenlemelerden söz ederek bu konu sizi ilgilendiriyorsa yazıyı kesip saklamanızı önermiştim. O yazıyı bütünlüğü bozulmasın düşüncesiyle en başından vererek size sunuyorum.

***

Engellilerin sağlık kurulu raporu alma çilesi bitiyor. Özürlülük Ölçütü, Sınıflandırılması ve Özürlülere Verilecek Sağlık Kurulu Raporları Hakkında Yönetmelikle, engelliler 20 iş günü içerisinde raporlarını alabilecekler.

Yönetmeliğin getirdiği yeniliklerle ilgili açıklamalarda bulunan Özürlüler İdaresi Başkanı Bekir Köksal, “Özürlülük Ölçütü, Sınıflandırması ve Özürlülere Verilecek Sağlık Kurulu Raporları Hakkında Yönetmelik”le engelliler için çok önemli yenilikler getirildiğini ifade etti. Bu yönetmelikle verilen özürlü sağlık kurulu raporlarının, özürlülere verilen pek çok hak ve hizmetlerden yararlanması için esas belge niteliğinde olduğunu dile getiren Köksal, yönetmelik çıkmadan önce sağlık kurulu raporu alımında yaşanan sıkıntılar yüzünden bazı engellilerin kendileri için sağlanan hak ve hizmetlerden yararlanamadığını belirtti.

Maliye, Sağlık, Çalışma ve Sosyal Güvenlik ile Milli Eğitim bakanlıklarının da işbirliğinde hazırlanan yeni yönetmelikle bu sorunların ortadan kaldırılmaya çalışıldığını anlatan Köksal, yönetmelikte “tüm vücut fonksiyon kaybı oranı” yerine “özür oranı” kavramının getirildiğini söyledi. Tüm vücut fonksiyon kaybı oranı nitelendirmesinin, uygulayıcılar arasında çeşitli zorluklara yol açtığını ve yanlış algılamalara neden olduğunu kaydeden Köksal, uygulamalardaki farklılıkların ortadan kaldırılması için “özür oranı” kavramının getirildiğini vurguladı.

Eski yönetmelikteki “Ağır özürlü” kavramının da değiştirildiğini anlatan Köksal, “Yeni düzenlemeyle yüzde 50 oranında özür oranı olan kişilerin de ‘ağır özürlü’ olarak kabul edilmeleri sağlandı” dedi.

Özürlü sağlık kurulu raporu vermeye yetkili hastanelerin belirlenmesinin de doğrudan Sağlık Bakanlığı’na bırakıldığını ifade eden Köksal, bu konudaki değişikliklerin de internet üzerinden duyurulmasının sağlanacağını dile getirdi. Köksal, engellilerin ihtiyaç duymaları halinde yeni yetkili hastanelerin kolayca belirlenebilmesi ve kısa sürede ilgili kurumlara duyurulmasının sağlandığını kaydetti.

Raporlarda fotoğraf bulunma zorunluluğunun da 7 yaştan 15 yaşa çıkarıldığını anlatan Köksal, “Nüfus cüzdanlarında 15 yaşından büyükler için fotoğraf yapıştırılması zorunluluğu bulunduğundan, bu düzenleme ile özürlü sağlık kurulu raporları arasında paralellik oluşturuldu” diye konuştu.

Kurumların talep etmesi halinde engellinin çalıştırılamayacağı işlerin niteliğinin belirtilmesinin de hükme bağlandığına işaret eden Köksal, engellilerin istihdam alanlarının belirlenmesindeki yanlış anlamaların giderilebileceğini bildirdi. Köksal, şöyle konuştu.

“Yeni yönetmelikle engellinin özür durumunun zaman içinde değişme ihtimali olduğu durumlarda engellinin içinde bulunduğu durumunu esas alan özürlü sağlık kurulu raporu verilmesi zorunluluğu hükme bağlandı. Böylece engellilerin hak ve hizmetlerden yararlanması için aylarca beklenmesinin önüne geçilmiş oldu. Ayrıca özürlü sağlık kurulu raporlarının başvuru tarihinden itibaren 20 iş günü içerisinde sonuçlandırılması zorunlu oldu. Böylece engelliler bu kadar kısa bir sürede sağlık kurulu raporu alabilecekler.”

Engellilerin özel eğitim almaları için daha önce yüzde 40 oranında özürlü olmaları zorunluluğu bulunduğunu anlatan Köksal, yapılan düzenlemelerle yüzde 20 oranında özrü bulunan çocukların da özel eğitimden yararlanabileceklerini belirtti.

Kullanım amacına uygun olarak düzenlenmiş ve sürekli raporlara sahip engellilerden kurumlarca yeniden rapor istenmesinin de önüne geçildiğini bildiren Köksal, ayrıca engellinin istediği sayıda rapor nüshası alabilmesinin sağlandığını söyledi.

Yönetmelikle raporlarda yer alan engellilerle ilgili bilgilerin elektronik ortamda Ulusal Özürlüler Veritabanına aktarılmasına ilişkin sistem geliştirilmesi çalışmalarının da hükme bağlandığını bildiren Köksal, bu çerçevede engellilere ilişkin çalışmaların daha düzenli yapılabilmesinin, bilgilerin ulusal özürlü veri tabanında doğru biçimde yer almasının ve Türkiye’de doğru istatistiki verilerin oluşmasının önünün açılabileceğini ifade etti.

Düzenlemeyle ilk kez özür grubunun uzman hekimlerce tespit edilmesi hükmü getirildiğini ve Sağlık Kurulu Raporunun arka yüzünde özür gruplarına yer verildiğini dile getiren Köksal, şunları kaydetti.

“Bu durum ülkemizdeki özürlü vatandaşların özür gruplarına göre sınıflandırılması ve özür gruplarına göre politikalar doğru bir şekilde geliştirilmesini sağlayacak. Ayrıca ‘Özür Oranları Cetveli’nde de çeşitli özür durumlarında özür oranı arttırıldı. Böylece özürlülerin lehine önemli değişiklikler yapılmış oldu. Önceki yönetmelikle getirilen sistemlerin uygulayıcıya açıklamalı örneklerle desteklenmesi yapılmamıştı. Bu nedenle özür oranlarında önemli düşmeler olduğu Başkanlığımıza özürlülerle çalışan sivil toplum örgütleri tarafından iletilmişti. Uygulamada yaşanan bu sorunların çözümlenmesi için yönetmelikte yer alan bölümlere açıklamalar, ek tablolar ve örnekler getirilerek sistemin daha anlaşılabilir ve algılanabilir hale getirilmesi sağlandı. Özürlü sağlık kurulu raporu içeriğinde yer alan tüm bölümlerde özellikle özürlü vatandaşların yoğun olarak sorun yaşadıkları ‘göz, ortopedi, kulak-burun-boğaz’ bölümlerinde özür oranlarında özürlüler lehine değişiklikler yapıldı.”

***

Sözünü ettiğim müjdeli haber buydu. Gördüğünüz gibi sağlık kurulu raporu alma konusunda epey kolaylıklar getirilmiş. Bakalım uygulama nasıl olacak. Dilimizde bir deyiş var: “Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır” deriz. Burada da çeşitli yorumlar ve ona göre uygulamaları olacaktır. Ama yiğitler artık en uygun biçimde yoğurt yesinler artık. Öyle değil mi?

Sağlık kurulu raporu alma konusunu “ENGELLİLERE MÜJDELİ HABER” başlığıyla veren haberin ardından Sabah Gazetesinde Cemalettin Gürsoy’un “Özürlüye ‘sürgün’ yasası” başlıklı yazısı yayınlandı. O yazıya göre engelliler yasasında yapılan düzenlemeler sağlık kurulu raporu kadar engelliye kolaylık sağlamıyor. Hatta hak kaybından söz ediliyordu. O yazıyı da gelecek yazılarda sizlere sunacağım. Bu habere bağlı olarak engelli millet vekili Lokman Ayva’nın büyük çabaları sonucu torba yasası adıyla anılan yasa taslağından engellilerin hak kaybına uğramamaları için engellileri ilgilendiren bölüm başbakanın talimatıyla dün çıkarıldığını belirterek yazımızı sonlandırıyorum.

BİTTİ

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 31.12.2010 cuma


ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 67


Merhaba sevgili okurlarım. Bu Pazar Aşık Veysel’den 3 şiirle başlamak istedim. Ünlü ozanımız vefat ettiğinde 17 yaşındaydım. Onun sesiyle ve onun türküleriyle mayalandım. Her biri ayrı bir gerçekçiliği ve gizli bir hüznü taşırdı. En ünlü türküsü herhalde KARA TOPRAK’tı. Orda kestirme yoldan “topraktan geldik toprağa gidiyoruz” denmiyor. Toprağın gerçek dost olduğu vurgulanıyor. Şu mısralar bunu bakın ne güzel anlatıyor: Yüzün yırttım tırnağınan, elinen/ Yine beni karşıladı gülünen. Sizi böyle kim karşılar, söyler misiniz? İşte toprak bu kadar dosttur, yardır. Topraktan uzaklaştığımız ölçüde insanlığımızı kaybediyor muyuz acaba? Görünen ne yazık ki o!..

… … …

ANAMA

Dokuz ay koynunda gezdirdi beni
Ne cefalar çekti ne etti Anam
Acı tatlı zahmetime katlandı
Uçurdu yuvadan yürüttü Anam

Anaların hakkı kolay ödenmez
Analara ne yakışmaz ne denmez
Kan uykudan gece kalkar gücenmez
Emzirdi salladı uyuttu Anam

Doğurdu beni Sivas ilinde
Sivralan Köyünde tarla yolunda
Azığı sırtında orak elinde
Taşlı tarlalarda avuttu Anam

Ben yürürdüm Anam bakar gülerdi
Huysuzluk edersem kalkar döverdi
Hemen kucaklayıp okşar severdi
Çirkin huylarımı soyuttu Anam

Çocuğudum Anam bana ders verdi
Okumamı çalışmamı ön gördü
Milletine bağlı ol da dur derdi
Vatan sevgisini giyitti Anam

Tükenmez borcum var Anama benim
Onun varlığından oldu bedenim
Kimi köylü kızı kimisi hanım
Ta ezel tarihte kayıtlı Anam

Veysel der kopar mı Analar bağı
Analar doğurmuş ağayı beyi
İşte budur sözlerimin gerçeği
Okuttu öğretti büyüttü Anam

AŞIK VEYSEL

***

DOSTLAR BENİ HATIRLASIN

Ben giderim adım kalır,
Dostlar beni hatırlasın.
Düğün olur, bayram gelir,
Dostlar beni hatırlasın.

Can bedenden ayrılacak,
Tütmez baca, yanmaz ocak,
Selam olsun kucak kucak,
Dostlar beni hatırlasın.

Açar solar türlü çiçek
Kimler gülmüş, kim gülecek
Murat yalan, ölüm gerçek,
Dostlar beni hatırlasın.

Gün ikindi akşam olur,
Gör ki başa neler gelir,
Veysel gider, adı kalır
Dostlar beni hatırlasın

AŞIK VEYSEL

***

KARA TOPRAK

Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sadık yarim kara topraktır.
beyhude dolandım, boşa yoruldum
Benim sadık yarim kara topraktır.
Nice güzellere bağlandım kaldım
Ne bir vefa gördüm ne fayda buldum
Her türlü istediğim topraktan aldım
Benim sadık yarim kara topraktır

Koyun verdi, kuzu verdi, süt verdi
Yemek verdi, ekmek verdi, et verdi
Kazma ile dövmeyince kıt verdi
Benim sadık yarim kara topraktır

Adem'den bu deme neslim getirdi
Bana türlü türlü meyve bitirdi
Her gün beni tepesinde götürdü
Benim sadık yarim kara topraktır.

Karnın yardım kazmayınan, belinen
Yüzün yırttım tırnağınan, elinen
Yine beni karşıladı gülünen
Benim sadık yarim kara topraktır

İşkence yaptıkça bana gülerdi
bunda yalan yoktur herkes de gördü
Bir çekirdek verdim, dört bostan verdi
Benim sadık yarim kara topraktır.

Havaya bakarsam hava alırım
Toprağa bakarsam dua alırım
Topraktan ayrılsam nerde kalırım
Benim sadık yarim kara topraktır.

Bir dileğin varsa iste Allah'tan
Almak için uzak gitme topraktan
Cömertlik toprağa verilmiş Hak'tan
Benim sadık yarim kara topraktır.

Hakikat istersen açık bir nokta
Allah kula yakın, kul da Allah'a
Hakkın gizli hazinesi toprakta
Benim sadık yarim kara topraktır.

Bütün kusurumu toprak gizliyor
Melhem çalıp yaralarım düzlüyor
Kolun açmış yollarımı gözlüyor
Benim sadık yarim kara topraktır.

Her kim ki olursa bu sırra mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Gün gelir Veysel'i bağrına basar
Benim sadık yarim kara topraktır.

AŞIK VEYSEL


Aşık Veysel 3 şiiriyle anlatılacak bir ozan değildir. Şimdilik sizlere Aşık Veysel’den tadımlık şiirler sundum. Gelelim kendi şiirlerime.. bu hafta ayrılıkla biten bir sevdanın ardından sığındığım limanım kankardeşime yazdığım şiirlere devam ediyorum.

… …. ….

251/29

Her başlangıç sevince uçurur yürekleri

Her kırlangıç hasrete uçar

Ben Babil’den gelen yolcuyum

Adım ebabil, yani kırlangıç

Hiçbir şey son değil, her şey başlangıç

Seni aradığım için canım, köşe bucak

Ha kondu ha konacak uçuyorum

Görsen, sanki kalbim duracak

Gücüm kalmadı dayanacak

Birazdan yıldızlarda susacak

Beni bana bırakma kendimi sevmiyorum

Aydın Göle

18 nisan 2003

***

30

Ben bulamadım bana göre sevgi

benim için atan yürek

Beni aklından çıkarmayan yok

Kimsenin derdi değilim

Olsam, belki hayat

Cebi mavi misket,

Saçları rüzgarda,

Sarışın çocuk olurdu

Koşardı yalın ayak dağda bayırda

Yatardı sırtüstü göğe bakıp çayırda

Bana göre bulamadım sevgi

Şimdi yolum kahkaha tozlarına çıkar

Tozutmuş yalnızlıklara

Gömleği deli giydim sevdaya

Gözlerim uzak, kayıtsız

Ve ayıpsız bakar.

Yorgun kaldırımlardaki

Mecalsiz ışıklara

Romanlar yazıyorum sayfalar dolusu

Başı sonu olmayan, polisiye

Ne çok isterdim ölesiye sevmeyi

sevilmeyi ölesiye

Görmek istiyorum ölmeden

görmeden ölmemek…

kendimi;

salıncaktaki çocuk kadar

mutlu…

Bulamadım kankam, bana göre yürek

Ne savaşlar kazandık

Bir kadeh rakıda boğulduk

Sen uzak durma bana, ayrılığı yasak say

Sav yasakları, yada beni başından,

ta en başından…

Beklet sonbaharı kapında şimdi bahar var

Bekletme beni küçük, küçücük kediyim

Sesim cılız

Kimse duymaz

Sesim aç sana

Beni bekletme, kapıyı açsana

Bulamadım bana atan yürek

Bana göre sevgi

Aydın Göle

19 nisan 2003

***

31

Kim çaldı kelimelerimi

Yoksa bir yerde mi unuttum

Yolda dalgın düşünceli

Yürürken mi düşürdüm

Sen biliyor musun, gördün mü

İçinde hayat vardı, sevgi vardı

Lüzumsuz ayrıntılardan kurtulmuş

Onlar mı gitti dersin, sevda gidince

Akvaryumdan çıkmış balık mıyım

Hayata yabancı.

Yazamıyorum, konuşamıyorum

Kalbim gene aynı dilde atıyor

Gene seviyor yaprağı, suyu, kediyi

Birde güneşi

En çokta seni kankam, en çokta seni

Aydın Göle

24 nisan

***

32

Yaşamak için bir kuru ekmek

Bir bardak su

Bir yudum sevgi

Yeter!

Yeter ki kalpler sevgiye atsın

Bırakalım ölüler huzurla yatsın

Biz dostluğa kardeşliğe

Sevdaya koşalım

Aydın Göle

24 nisan

***

33

Bana bir şey söyleme

Kaybettiğim beni arıyorum

Gölgemi rahat bıraktım

O da çılgınlar gibi ışığa sevdalıymış

Ben karanlığı giyince ışıkla gitti

Ne zaman elimi duaya kaldırsam

Bütün duaları unutuyorum

Şeytanın işi yok, benle uğraşıyor

Henüz teslim olmadım

Senden güç alıyorum bir tanem

Bugün böyle diye yarını yok edemem

Halâ umudum var yarınlardan

Sen yanımda oldukça kankam.

Elde avuçta varsın hiçbir şey kalmasın

Kalbimiz var bizim

Sevmeyi bilen, sevince çok seven

Sefaletimizdeki zarafeti seviyorum.

Aydın Göle

24 nisan

***

Bu haftalıkta bu kadar. Haftaya pazara isterseniz gene buluşalım. O zamana kadar sağlık ve esenlik dileriyle hoşça kalın.

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com

Yayın Tarihi: 26.12.10

ESKİDEN GARDIROP ATATÜRKÇÜLERİ VARDI 1 ve 2


ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE

Geçen hafta büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ü olur olmaz biçimde anlatan yazarları vererek 1970’lerde Atatürkçülüğü şeklen alıp fikrini es geçenlerle bugünkü Atatürk karşıtlarının bir farkının olmadığını göstermeye çalıştığım iki bölümlük bu başlıktaki yazının ikinci bölümünü, atamıza söylenen sözleri ben söylüyormuşum düşüncesinin doğacağı çekincesiyle, yazı kurulumuz yayınlamama kararı almıştı. Bugün o iki yazıyı birleştirip, sözü geçen yazarların kendi gazetelerinde açıkça yazdıkları bazı aşırı sözleri eleyerek sizlere tekrar sunuyorum.

Gardırop Atatürkçüleri kavramını dilimize rahmetli Bülent Ecevit kazandırmıştı. CHP’nin ortanın solunu temsil ettiğini belirterek yeni bir politika uygulayınca daha sağda yer alan birkaç gurup CHP’li 1969 ve 1971 yılları arasında istifasıyla kurulan parti ve onun başkanı rahmetli Turhan Feyzioğlu’na ve ondan sonra gelen benzer düşüncedeki kişilere söylenmiş bir sözdü. Askeri darbelere karşı çıkan Bülent Ecevit’e karşılık bu görüşteki parti askeri iktidara bakan vermiş, daha sonra içlerinden birinin başbakan seçilmesini onaylamıştı.

Gardırop Atatürkçülüğün tarif şöyle: Sadece kravat, papyon takmayı, batılılar gibi giyinmeyi Atatürkçülük sayan kişilere Gardırop Atatürkçüsü denir. Gardrop Atatürkçüleri, batılıların giysilerine, yaşantılarına özenirler, ama batıdaki gibi gerçek çok partili, çoğulcu özgürlükçü demokrasiye, söz, düşünce ve örgütlenme özgürlüğüne, bilime, tekniğe, çağdaş kurumlara karşıdırlar. Ayrıca tam bağımsızlıkta pek önemli değildir onlar için. Eee Atatürkçülükten geriye ne kalır o zaman? Tabiî ki koskoca bir hiç.. bugünkü liberal aydınlarında AB ve ABD eksenli bağımlılığını karşılıklı bağımlılık adıyla önemsizleştirmesi bu hiçliğin bana kalırsa görüntüsüdür.

Sözün burasında bir ara verelim. İzniniz olursa bu konuyla ilgisiz gibi duran bir konuya girelim. Kaynağını 13 haziran 2003 tarihli Vakit gazetesi olarak doğrulattığım bir yazıya yer vermek istiyorum. Bugüne uyarlanarak internetten ileti ile bana yollanan böyle bir yazının bu gazetede yayınlanması da ayrıca ilginç.

Aşağıda okuyacağınız yazının kaynağını ararken kısaltılmış adı CFR olan iki konuya rastladım. Biri deniz ve nehir taşımacılığının şartnamesi, diğeri yazımızı ilgilendiren konuydu.

CFR ne demekti, CFR’nin amacı neydi aşağıya alıntı yaptığım yazıdan örneklerle görelim önce:

***

CFR, 21 Temmuz 1921’de New York’ta kuruldu. Kuruluşunda Yahudi kökenli Walter Lippmann’ın önemli rolü oldu. 2. Dünya Savaşı’nda çok önemli bir rol oynadı. Foreign Affairs adlı ünlü dergi bu örgütün yayın organıdır. Bu dergi vasıtasıyla dünya kamuoyu üzerinde bir politik yönlendirme yapmaya çalışmaktadır. Görünüşte CFR’nin çalışmalarının pek gizli olmadığı ileri sürülür. Gerçekte ise son derece gizli çalışmaktadır.

CFR’nin açık okunuşu “Council of Foreign Relations” yani “Dış İlişkiler Komitesi”dir. Gizli Dünya Devleti’nin en önemli organlarından biridir.

Soros Vakfı vasıtasıyla dünya ülkelerinin geleceği için Gizli Dünya Devleti’ne hizmet edecek yöneticiler yetiştirmeye çalışan Yahudi kökenli George Soros ABD’nin CFR üyesi ünlülerinin başında gelir. CFR’nin Türkiye’den de üyeleri mevcuttur.

Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de adımlarını atarken, küresel çete, başından beri olduğu gibi, sadece AKP’yle yetinmedi. CHP, MHP ve SP içindeki kollarınıda güçlendirdi. Ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel operasyonları ELİTLER eliyle yönetti. BASIN YAYIN ve ÜNİVERSİTELER’de darbeleri CFR yaptı. Aydınların ve yöneticilerin bu kadar rahatlıkla gözüken ülke tasfiyesindeki çabalarının nedeni CFR işgalidir.

Bunlara muhalefet edecek olanları Kanada’da beslenen hahamların ve benzerlerinin ‘iddialarıyla’ hapise tıkdırdı. TSK’yı önce NATO’yla zehirledi, ardından diğer CFR uzantılarıyla sızma operasyonuna tabii tuttu.

Şimdi ‘YEPYENİ’ bir anayasa yolda!

CFR federasyon anayasası istiyor! Vazgeçilmezi ‘başkanlık sistemi’

CFR, gizli ve açık örgütleriyle üzerinde çalıştığı, ‘İstanbul merkezli yakın Doğu federasyonu’ ve ‘Diyarbakır merkezli Ortadoğu federasyonu’ operasyonunda adım adım ilerliyor.

Birkaç ay sonra, 2011’de Türkiye daha sıkışık bir gündemle yaşayacaktır.

‘Zaman daralıyor’ …

Bunlar ‘boş laf’ olarak niteleyenler 2011 de olacaklara hazır olsunlar. İsteyenler yaşamlarını uyuyarak geçirsinler.

Günlük yaşamınızda yakın çevrenizi dışlayarak, kişisel kârlar peşine düşerek, sizlere sunulan Televizyon Lunaparkının eğlencesi içine düşerek, sıkıştığınızda bankalara güvenerek (ki ben bu borçlanmanın çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Farkındaysanız kredi kartlarının kullanımı düştü fakat şişen borçları yeniden yapılandırma adı altında daha uzun zamana yayarak, daha çok borçlanma demek olan kredi ile borç ödeme dönemi başladı) asıl önemli olanı son günlerini yaşadığınız Cumhuriyet değerlerini sonsuz korumacı güç olarak sanarak uyurken; toplumsal tepki hakkınızı rahatınızı bozmasın diye kullanmazsanız CFR kapınıza zararlıdır mührünü kazıdığında uyanmak bir işinize yaramayacaktır.

***

Yazının CFR ile ilgili bölümü böyle sona eriyordu. Aynı yazı günümüzde özgürlükler adı altında ilkesizliği ilke edinen Ahmet Altan’ın yazdıkları üstüne yazarın kendi düşüncesini katarak devem ediyordu. Asıl sıkıntı bundan sonra başladığı için kimi yerde (...) işaretleriyle yazıya sansür koyacağım.

***

Ahmet Altan’ın 4 Kasım 2010 tarihli Taraf gazetesindeki “CHP” başlıklı yazısından bir bölüm:

“2010 yılında ‘Atatürk ilke ve inkılaplarına’ bağlı bir parti Türkiye’de hayatiyetini sürdürebilir mi? / Bence, kendini ‘Atatürk ilkeleriyle’ tarif eden hiçbir partinin yaşama şansı yok. /

(…)

Altan’ın bu satırlarını okurken, 6 yıl önce yazdığım bir yazıyı hatırladım.

“Mustafa Kemal, Mustafa Kemal’e karşı!” diye bir yazı...

Yeri gelmişken biraz kısaltarak yeniden ‘tedavüle’ sokmak isterim:

Farklı durumlarda –hatta bazen aynı durumda- birbiriyle yüzde yüz çelişen tavırlar almış bir siyasetçiyi ideolog olarak kabul edemeyiz. Pragmatizm başlı başına bir ideolojiyse, tamam. Değilse, Kemalizm de ideoloji değildir. Mustafa Kemal’in filanca tavrını, icraatını, inkılâbını benimsediğinizi söyleyebilirsiniz, ama kendi kendinizle çelişmeyi göze almadan “Ben Kemalist’im” diyemezsiniz.

Nedir Kemalizm?

(…)

Kemalizm’i laik bir ideoloji olarak görüyorsanız, Reis-i Cumhur Mustafa Kemal’in Elmalılı Hamdi Yazır’a Kur’an tefsiri yazdırmasını ve devlete bağlı bir diyanet işleri başkanlığı kurdurmasını nasıl izah ediyorsunuz?

(…)

Bir görüşe göre ‘Mustafa Kemal ne yaptıysa Anadolu topraklarını kaybetmeyelim diye yaptı; yeri geldi Batı’ya meydan okudu, yeri geldi Batı’ya taviz verdi; tavırları çelişkili de olsa aynı amaca matuftu, dolayısıyla bir tutarlılıktan söz edilebilir.’ Meseleye bu zaviyeden bakıldığında, Kemalizmin pragmatizmden başka bir şey ifade etmediği, bir ideoloji veya doktrin olmadığı, Anadolu topraklarını korumaya matuf konjonktürel manevralardan meydana geldiği, hatta konjonktüre göre manevra yapmayı ‘ilkeleştirdiği’ görülecektir.

Öyle ise, “Mustafa Kemal’in yolu”nu takip edenler, yeri ve zamanı geldiğinde –ki çoktan gelmiştir-, “Ülkemizin selameti için Mustafa Kemal’i aşmalıyız” diyebilmelidirler. (Gerçek Hayat, 7 Mayıs 2004)

***

Bu yazıyı okuduktan sonra CFR’lere dönmeye gerek var mı? Eskiden Gardırop Atatürkçüleri ABD darbecileri ve Sovyetçiler vardı, şimdi ABD lehine çalışan CFR’ciler ve Sorosçular var. Şimdi daha çetrefilli, daha zorlu sorunlarla boğuşuyoruz. En baştada Atatürk hakkında olur olmaz sözler söyleyerek akılları dumura uğratıyorlar. Dumura uğrayan aklın ülke yararına bir şey düşünmesi engellenmiş, böylelikle bir devleti oluşturan sebeplerin ortadan kalkması sağlanmış olur.

Bu sorunlar gündem oluşturmak için oluşturulmuş sorunlardır. Sorunlar bir taraftan giderek derinleştiyse sorunun ciddiyetinden değil, siyasetçilerin basiretsizliğinden ciddileşmiştir. Baş örtüsüde böyle bir konu. Bakın Gardırop Atatürkçülüğü deyimini siyasi söylemimize kazandıran Bülent Ecevit 1980 sonrasında nasıl anlatıyor.

Ecevit’in 27 Aralık 1981 tarihli mektubu “Başörtüsü konusu” başlığını taşıyor:

“Arayış hâlâ elime geçmediği için son sayıda bu konuya değinildi mi, bilmiyorum. Değinilmediyse bence hiç değinilmesin.
Başörtüsü ile uğraşmanın gereksiz olduğuna inanıyorum. Gardırop Atatürkçülüğünün tipik bir örneği... Zaten ondan da dönüş yapacaklardır.
Olsa olsa Atatürkçülüğün başörtü yasaklanarak kanıtlanamayacağı belirtilebilir.
Atatürk’ün irticaa karşın da büyük güvence olan- partisi kapatılmış, vasiyeti çiğnenmiş, yeni bir ulusal kültür oluşuma katkı için kurduğu kurumlar ortadan kaldırılıyor. Atatürk’ün her türlü dogmacılıktan uzak bilimci yaklaşımı bırakılıyor; tüm bunların günahı, başörtü yasaklamakla örtülemez.
Kaldı ki bazılarının farkında olmadığı bir gerçek var: Atatürk kadınların kılığına kıyafetine hiç karışmamıştır. O konuda hiç yasa çıkarmamış, herhangi bir zorlamaya da gitmemiştir. Özendirme yoluyla ve zamana, gelişmeye bırakarak bu sorunun çözümünü daha uygun bulmuştur. Bu da sanırım Atatürk’ün kadınlara karışmayı Türk gelenekleri açısından uygun görmemiş olmasındandır.
Kadınlara her hakkı ve özgürlüğü tanımıştır, her olanağı sağlamıştır, ama ne giyeceklerine müdahale etmemiştir.
Kaldı ki, başörtüsü ile ilgili bir sorun varsa, bu sorunu başörtüsünde değil (…) Bu konularda devlet dine saygı ile çağdaş bilimsel yaklaşımı daha çok bağdaştırıcı bir yol izlese, böyle bir sorun ya kendiliğinden sona erer ya da sakıncasız boyutlara iner.”

İşte Gardırop Atatürkçüleri bunu görmezler. Sorun çok daha büyük ve çok daha tehlikeliyken başörtüsüne takılmak başka türlü açıklanamaz (keşke yazıyı hiç bölmeden verebilseydim. O zaman asıl gerçek daha iyi anlaşılırdı. Ne yapalım ki yerel gazete olmanın kaderi bu. Bizde elimizdekiyle yetinerek son noktayı koyalım).

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com

Yayın Tarihi: 24.12.10

TELEVİZYON HABER MUHABİRLERİ 2

Yazımıza televizyon muhabirinin hatası üzerine köşe yazarlarının yorumlarıyla devam ediyoruz. SABAH Yazarı Yüksel Aytuğ’un köşe yazısıyla başlayalım.

“Çok talihsiz anlardı. Hem Kanal D Ana Haber için hem de muhabir Özay Erad için... Erad, Şile’de kaybolan minik Berat’ın evindeydi. Mikrofonu uzattığı annesi isyandaydı. Devlet yetkililerini göreve davet ediyordu. Acılı ve endişeli anne, sırayla herkese uzun uzun sitem etti, yardım istedi. O sırada muhabir Erad’ın yüzü endişe ile gerildi. Ardından, odada bulunan Berat’ın kardeşinin dışarı çıkarılmasını istedi. Anneye dönerek, “Ben de bir anneyim. Ama şimdi bu haberi nasıl vereceğimi bilemiyorum. Bir son dakika gelişmesi oldu. Bana kulaklığımdan bildiriyorlar. Ormanda bir çocuğun cesedi bulunmuş. Jandarma ekipleri şimdi o bölgeye gidiyorlar” dedi. Anne feryat ederek, koltuğa yığıldı. Sinir krizi geçirmeye başladı. Bir süre sonra muhabir Erad, telaşla düzeltme yapmaya koyuldu: “Yok, hayır, çocuk cesedi değilmiş. Canlı yayındayız, ben yanlış anlamışım. Çocuk cesedi değil, çocuk sesi bulunmuş. (O da ne demekse?) Ceset değilmiş, hayır, hayır...” Ve canlı yayında odayı panik havası kapladı. Kimi kamerayı kapatmaya çalışıyordu, kimi kendini yerden yere atan anneyi sakinleştirmek için çırpınıyordu. Stüdyoya geri dönüldüğünde spiker Serdar Cebe hiçbir yorum yapmadan büyük bir soğukkanlılıkla sıradaki habere geçti. Bir süre sonra Şile’deki eve yeniden canlı bağlantı yapıldı. Muhabir Özay Erad perişandı: “Bu bir canlı yayın, tabii ki hepimiz Berat’ın bulunması için uğraşıyoruz. Ben de bir anneyim. Kulağıma gelen bilgiyi yanlış anlamışım. Buna sebebiyet verdiğim için çok özür diliyorum. Ormanda Berat’ın kıyafetleri bulunmuş. Ben yanlış anladım. Özür diliyorum...” Neyse ki daha sonra Berat sağ salim bulundu ve canlı yayında şoka uğrayıp sinir krizi geçiren anne bu acının ardından büyük bir mutluluk yaşadı... Peki ya annenin ya da aile fertlerinden birinin kalbi, o acı habere dayanmasaydı? Tamam, ortada kötü niyet yok. Ama bir anneye canlı yayında, kameralar önünde evladının öldüğü haberini verme hakkını ve yetkisini size kim verdi? Orada psikolog, doktor var mı? Böyle bir riski nasıl alırsınız? Bu muhabirler, editörler böyle konularda hiç mi eğitim almazlar? Peki ya canlı yayında bir annenin yıkılışını milyonlara izlettireceksiniz de ne olacak? Kahrolsun böyle rekabet. Yerin dibine batsın böyle habercilik. Olmaz olsun böyle acemilik... Umarım bu acı tecrübe, başta Kanal D Haber Merkezi olmak üzere tüm haberci dostların kulağına küpe olur...”

Her yazar başka açıdan olayı değerlendirmiş. SABAH Yazarı Şengül Balıksırtı bakın bu konuda neler yazmış

“Üç yaşındaki Berat’ın öyküsüne televizyonlarda ya da gazetelerde rastladınız mı bilemiyorum. Ben televizyonda izlediğimde Berat bayram ziyareti için gittiği Şile’nin bir köyünde 28 saattir kayıptı. Berat’ın annesinin feryadını izlerken, ekranda “Bir çocuk sesi duyuldu” altyazısı belirdi. Sonra muhabir, annesinin yanında oturan Berat’ın kardeşinin odadan dışarı çıkarılmasını istedi. Ve onun çıkışını sağladıktan sonra “Bu durum bir anneye nasıl söylenir bilemiyorum ama ormanlık alanda bir çocuğun cansız bedenine rastlanıldı” dedi. Ve Berat’ın annesi çığlıklar atıp kendini oradan oraya atmaya başladı. Saniyeler geçmeden, haberi sunan muhabir, “Pardon, pardon... Bir çocuk sesi duyuldu” dedi. Böyle bir şey olabilir mi? Oldu işte. Hemen yayın kesildi. Birkaç dakika sonra aynı muhabire yeniden bağlanıldı. Ve muhabir yine defalarca özür dileyerek “Kulağıma gelen sesi yanlış anladım” dedi.

Ama özrü yanlış bilgi verdiği için diledi; başka bir şey için değil. Neyse ki birkaç saat içinde Berat bulundu. Çocuk sağ salim yuvasına kavuştu. Ben yıllardır haber izlemiyorum. Haber kadar ekranda haberciler tarafından yaşatılmaya çalışan heyecan da insanın üzerinde klastrofobik bir etki yaratıyor çünkü. En küçük haber bile haberden daha büyük hareketlerle anlatılıyor, önemliymiş hissi veriliyor, yaygara koparılıyor. Nitekim Berat’ın haberlerinin öncesinde de bir muhabir Başbakan’ın İstanbul’daki evinin önünden canlı yayındaydı. Bir heyecan bir heyecan. Tamam habercilerin böyle bir dili var ama her haber de böyle heyecanla anlatılmaz ki. Neymiş? Başbakan cami açılışından sonra evine gitmiş ve bir daha da görünmemiş. Ses tonlarına falan bakınca bir şey oldu zannediyorsunuz. İyi ki de izlemiyorum haberleri. İnsanın sinir sistemi arıza çıkarır çünkü.

Ama haberciler şu konuyu bir tartışsınlar bakalım; habercinin canlı yayında bir anneye evladının öldüğü bilgisini vermesi gerçekten habercilik midir? Etik midir? Reyting midir? Ve de haber her türlü hayatın önüne geçer mi? Berat’ın annesine hayatının şokunu yaşatan muhabir arkadaşımızın bir iş kazası yaşadığını kabul edelim ve şuna şükredelim; Berat iyi ki bulundu, iyi ki yaşıyor, iyi ki annesinin sıcak kollarında yine...”

Binlerce kilometre uzaklarda olmasına rağmen, iletişim ve ulaşım araçlarının sayesinde dünyanın iyice küçüldüğü düşünülürse bu olaydan haberdar olan köşe yazarlarına şaşırmamak gerek. Bunlardan biride RADİKAL Yazarı Cüneyt Özdemir:

“Berat’ın anasının başına gelenleri Vietnam’ın başkenti Hanoi’de bir otel odasında izledim. 3 yaşındaki Berat, anası ile Şile’de bayram ziyaretine gitmiş. Kaybolmuş... Ortalık yangın yeri. Malum, bayram nedeniyle ortada doğru dürüst bir haber de yok. Medya üzerine atlıyor. Birinci günün sonrasında bütün medya Berat’ın akıbetini merak ederken Kanal D anahaber ekipleri olay yerinde canlı yayında annesinin yanındalar.

Muhabir Özay Erad heyecanla olayı anlatırken kulağına yanlış bir haber fısıldanıyor. Özay Erad önce Berat’ın ağabeyini soğukkanlılıkla odadan çıkarttırıyor. Annesine bile dönmeden kameraya bakarak Berat’ın cesedinin bulunduğunu, köylülerin olay yerine gittiğini söylüyor.

Anne yanında delirirken Özay Erad şefkatle kolunu annenin omzuna uzatıyor. Ağlamamak için kendini zor tutuyor. Gerçi sonra bir çocuk sesi duyuldu diye düzeltiyor ama çok geç... Anne çığlık çığlığa acıyla kendini yerlere atıyor. Bağırtılar, çağırtılar akrabalar yetişiyor, ekran kararıyor, alelacele anchorman Serdar Cebe’ye geçiliyor.

Bir televizyonculuk kazası deyip geçmeden önce bir duralım ne dersiniz?
O annenin çığlığı taa buradan duyuldu arkadaşlar.

Meseleyi basit bir muhabir hatasına bağlayıp üzerini itinayla kapatabiliriz ama yapmamalıyız. Televizyonun bu yapay dilini kırmanın, yıkmanın hepimiz için zamanı geldi.

Televizyonda cinayet çözenlerin de prime–time’da acı pazarlamaya kalkanların da reyting için bir haber bülteninde olmadık dümenler çevirmeye kalkanların da alacağı çok ders var. İşe bir soru sorarak başlayabiliriz.

“Çocuğu kayıp bir ananın gözünün içine bakıp çocuğunun cesedinin bulunduğunu milyonlarca kişinin huzurunda söylemeye hazır mısınız gerçekten?”

O zaman, o ananın patlattığı çığlığa da hazır olmalısınız. Şaşırmak yok! Haberin yanlış çıkması skandal değil. Neyse ki Berat birkaç saat sonra canlı bulundu. Asıl skandal o çocuğun ölü bulunmasıydı.

Cümleten geçmiş olsun!”

Gelelim son söze: O muhabir bayanın dediği “bende bir anayım” cümlesine sığınarak bir anneye evladının ölüm haberi doğru bile olsa verilmez. Bu sizin işiniz değil. Hele canlı yayında aşama aşama, can çekiştire çekiştire haber hiç verilmez. Yarışma programlarındaki gibi izlenmeyi arttırma uğruna gerilim arttırmak çabası ile habercilik yapılmaz. Önce insanın muhatap alındığı unutulmamalı. İzleyicide, mağdur durumda olanda bir insandır.


BİTTİ

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 24.12.10

TELEVİZYON HABER MUHABİRLERİ 1

Televizyon muhabirleri hakkında ne düşünürsünüz? Onlar hakkındaki düşünceniz olumlu mu, olumsuz mudur? Bana sorarsanız kendileriyle ilgili hiçte iyi düşünceler beslemiyorum. Hele canlı yayınlarda bol açıklamalarla vakit öldürmeleri yok mu? Bir konunun tanıtımında özellikle hata örtmeye yönelik yaptıkları açıklamalar iyice klişeleşti, iyice konuşma tarzına dönüştü

Bir çırpıda anlatılması gerekenleri akılları taksit taksit çalıştığı için bolca “eeee” yada “iiiii” ile süsleyerek taksit taksit anlatıyorlar. Kişiselleştirmeden örnek verebilirim. Diyelim ki gazetemizin önünden canlı yayın yapılacak, yer tarif edilir önce değil mi? Şöyle tarif ediyorlar:

“Büyükgeçit sokağındayız, Bakkallar durağı Büyükgeçit sokağı, Yeni cami yönünde, altgeçit bittikten sonraki ikinci sokak, yani bakkallar durağındaki otelin önünden içeri girilen Büyükgeçit sokağındayız”

Böylesi berbat kişi ve yer tanıtımından sonra uzmanlık soruları gelir. Hayret ederim, nasıl bulurlar o soruları? Çok çalıştıkları belli canım. Soruları yağmur gibi sormak ve cevapları dinlememek meslek gereğidir herhalde. Bazen verilen cevap arasında her nasılsa duydukları bir kelime veya bir cümleye takılıp konudan uzak, yeni, dahiyane bir soru daha sorarlar. Bu sadece muhabirlerin yaptığı bir şey değil, açık oturum yöneten anlı şanlı habercilerinde yaptığı bir şeydir. Canlı yayına kim çıksa böyle bir durumda sinirlenir. Cevabı alıp kamu oyunu aydınlatmak niyetinde olmadıkları o kadar bellidir ki, çıkan sonuçtan hiç rahatsız olmazlar.

İş kazaları da olur, canlı yayının kesilmesine bile yol açabilirler. Kurban bayramında böyle bir canlı yayın rezaleti yaşandı. Bayram süresincede gündemden düşmedi. Olay neydi, önce onu hatırlayalım.

KanalD Haber Muhabiri Özay Erad’ın canlı yayında imza attığı inanılmaz skandal, köşe yazarlarının da tepkisini çekti. Şile’de kaybolan 3 yaşındaki Berat’ın annesiyle canlı yayında konuşan muhabir, kulaklığına gelen yanlış bilgiyi anneye aktarınca olanlar oldu.
Çocuğunun bulunması için devlet yetkililerini göreve çağıran annenin sözlerini kesen muhabir, “Ben de bir anneyim. Ama şimdi bu haberi nasıl vereceğimi bilemiyorum.
Bir son dakika gelişmesi oldu. Bana kulaklığımdan bildiriyorlar. Ormanda bir çocuğun cesedi bulunmuş. Jandarma ekipleri şimdi o bölgeye gidiyorlar” dedi. Bunun üzerine
minik Berat’ın annesi sinir krizi geçirdi. Özay Erad, kısa bir süre sonra yaptığı hatayı düzeltmeye çalışarak “Yok, hayır, çocuk cesedi değilmiş. Canlı yayındayız,
ben yanlış anlamışım. Çocuk cesedi değil, çocuk sesi bulunmuş” dese de olanlar olmuştu. Hem ses bulunmaz duyulur. Yoksa ses yerinde duran bir maddemidir? Ne zamandan beri böyle olmuştur bilen var mı? Bu bile başlı başına bir gaftır, oysa bundan büyük bir gaf işlenmişti. Nerdeyse ailenin kalp krizi geçirmesine sebep olunacaktı.

Kanal D Ana Haber bültenini sunan Serdar Cebe, bir sonraki akşam yayında tüm Türkiye'den özür diledi. Cebe, “Dün gece çok talihsiz bir canlı yayın kazası yaşadık.. Muhabirimiz, kulağına gelen bir anonsu yanlış anlayarak bir çocuk cesedi bulunduğunu söylemişti. Muhabirimiz daha sonra hatasını düzeltti ama söz ağızdan çıkmıştı bir kere. Bu canlı yayın kazası nedeniyle başta Berat’ın annesi, ailesi olmak üzere tüm Türkiye’den özür dileriz” dedi..

Bir annenin, canlı yayında, kameralar önünde yaşadığı bu inanılmaz yıkım köşe yazarlarının da tepkisini çekti. İşte Gazete HABERTÜRK Yazarı Murat Bardakçı, Sabah yazarları Yüksel Aytuğ ile Şengül Balıksırtı ve Radikal yazarı Cüneyt Özdemir'in konuyla ilgili yazdıkları:

HABERTÜRK Yazarı Murat Bardakçı:

Yayına çıkan oyuncu internetten gelen herşeye inanacak kadar saf, konu hakkında etraftan görüş almaya çalışan muhabir de söyleneni idrak edemeyecek derecede sağır yahut anlayışsız ise, ortaya böyle şeylerin çıkmasına hiç şaşmamak gerekir!

Televizyoncusu on küsur senelik ses kaydını “Atatürk’ün sesi” zanneden konuğuna tek lâf etmez... Canlı yayın muhabiri “Çocuk sesi duyulmuş”u “Çocuk cesedi bulunmuş” diye anlayıp kaybolmuş yavrucağızın annesini krizlere sokar... Sonra, gafını düzeltmek için bulunan sanki düşürülmüş bir anahtar yahut cüzdanmış veya Türkçe’de “ses bulmak” gibisinden bir söz varmış gibi “Afedersiniz, çocuk cesedi değil, çocuk sesi bulunmuş” diye kıvırır... Gazetenin muhabiri de muhatabının söylediğini başka tarafından anlayıp “Aynı plâk onda da varmış” diye yazar...

DEVAM EDECEK

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com

Yayın Tarihi: 20.12.10


ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 66

Merhaba sevgili okurlar. Şiir dünyadan kaçışımızdır aslında. Katı gerçeklikten düşsel olana kaçış. Bir çeşit arınma biçimi. Bu gün sizlere bir dönemin “birinci yeniciler” diye adlandırılan, süslü kelimelerden arındırılmış şiirde yazılabileceğini gösteren akımın kurucularından, Orhan Veliden şiirler seçtim. Çok kişinin bu şiirleri bildiğine eminim. Ardından bana ait şiirleride bulacaksınız. Keyif alacağınızı umarım.

... ... ...

AÇSAM RÜZGÂRA

Ne hoş, ey güzel Tanrım, ne hoş
Mavilerde sefer etmek!
Bir sahilden çözülüp gitmek
Düşünceler gibi başıboş.
Açsam rüzgara yelkenimi;
Dolaşsam ben de deniz deniz
Ve bir sabah vakti, kimsesiz
Bir limanda bulsam kendimi.
Bir limanda, büyük ve beyaz...
Mercan adalarda bir liman..
Beyaz bulutların ardından
Gelse altın ışıklı bir yaz.
Doldursa içimi orada
Baygın kokusu iğdelerin.
Bilmese tadını kederin
Bu her alemden uzak ada.
Konsa rüya dolu köşkümün
Çiçekli dalına serçeler.
Renklerle çözülse geceler,
Nar bahçelerinde geçse gün.
Her gün aheste mavnaların
Görsem açıktan geçişini
Ve her akşam dizilişini
Ufukta mermer adaların.
Ne hoş. ey Tanrım, ne hoş,
İller, göller, kıtalar aşmak.
Ne hoş deniz deniz dolaşmak
Düşünceler gibi başıboş.
Versem kendimi bütün bütün
Bir yelkenli olup engine;
Kansam bir an güzelliğine
Kuşlar gibi serseri ömrün.

ORHAN VELİ KANIK

***

ANLATAMIYORUM

Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.

ORHAN VELİ KANIK

***

BEDAVA

Bedava yaşıyoruz, bedava;
Hava bedava, bulut bedava;
Dere tepe bedava;
Yağmur çamur bedava;
Otomobillerin dışı,
Sinamaların kapısı,
Camekânlar bedava;
Peynir ekmek değil ama
Acı su bedava;
Kelle fiyatına hürriyet,
Esirlik bedava;
Bedava yaşıyoruz, bedava.

ORHAN VELİ KANIK

***

CIMBIZ


Ne atom bombası

Ne Londra Konferansı

Bir elinde cımbız,

Bir elinde ayna;

Umurunda mı dünya!

ORHAN VELİ KANIK

***

Bu günkü yazıma başlarken kendi şiirleimede yer vereceğimi belirtmiştim. Şimdi sırada onlar var. Bugün sizlere sunacağım şiirlerin çoğunu kan kardeşime yazdım. İçlerinden sadece bir tanesini 250/25 sayılı şiiri kendisine göndermiştim. 250 sayısı mesajlarla sevdiklerime yolladığım toplam şiir sayısını, 25 sayısıda kankardeşime yazdığım şiir sayısını gösterir

...

22

Gecelere bir nöbetçi yetmiyor

Yıldızlar dağılıyor kimileyin

Yada ay gizleniyor bir yerlere

Gönüllü nöbetçiyim kederlere

Yalnızlıktan korkuyorum

Aydın Göle

1 nisan 2003

***

23

Bütün madenleri yuttum

Ağzımda kalay ve bakır tadı kaldı

Dünyayı kalaylıyorum

Sabah sabah bu ne deme

Öfkem var, çıldırıyorum

İhaneti bilirsin ya

Akbabalardır onlar

Ölmemi bekliyorlar

Koparmak için etimi, sabırsızlar

Can kankam

Aydın Göle

3 nisan 2003

***

24

Kanaryamsın şakıyan

Renklerin ne güzel, ne parlâk

Nerden aldın ipek tüylerini

Gökkuşağı seni görse kararır

Sesini duysa sararır çiçekler

Sesin sevdanın şen sesidir

Kimden öğrendin bu şarkıları

Ben değilim sadece

Sana meleklerde vurgun

Bu gönül ki ezeli yorgun

Kaç bıçak yarası aldı sevdalardan

Bilmiyorum

Hayatı senle seviyorum

Sığındığım limansın yaralarıma

Her şeyden çok seni seviyorum

Çekme hiç ellerini ellerimden

Can kankam


Aydın Göle

3 nisan 200

***

250/25

Su olup akmalı kelimeler

Sevgiyle dolmalı yüreklere

Yıkamalı, ferahlatmalı

Beslemeli, hayat vermeli

Su kadar aziz olmalı

Aziz sohbetler etmeli

Su olup akmalı kelimeler

Başından aşağı döktüğün

Bardağa koyup içtiğin

Su olsun kelimelerim sana

Can kankam

Aydın Göle

7 nisan 2003

***

26

Rüyalar yok oldu uykularımdan

Uykular terk etti gecelerimi

İşten değil çıldırmak yalnızlıktan

Yalnızlıklar vurdu zamanlarımı

Saatler mecalsiz tik-taklarda

Yataklarda kan revan yatıyor yelkovan

Akrep çoktan can vermiş kıpırdamıyor

Saç diplerime sızdı karanlık

Dilimde adın ağlıyor, yar..

Biliyorsun ben gene senim

Sense kimsin, tanımadığım..

Kim öpüyor dudaklarını

Kolların kimi sarıyor

Ne çabuk unuttun beni

Öptüğüm dudakları benden çaldın

Hani benimdi, hani sen benimdin sonsuza dek

Unuttun değil mi

Yeşil değil bahar Bursa’da

Bu gönül seveni bulsa da kanar mı sensizliğe

Kıskanıyorum sevenleri

Ayarım bozuk

Akortsuz gitarım, bir telim kopuk

Bahar ezgileri çalamıyorum

Aydın Göle

8 nisan 2003

***

27

Eğer küllenmişse ateşe, elleme

Soğuk ateş senide alır içine

ve bir daha yanar

Sinsidir, haindir, kurnazdır

Sen su olsan nafile

Yeni ateş yak ateşinden

Sana bu gerek

Aydın Göle

9 nisan 2003

***

28

Birden bire vurdu yüzüme yalnızlığım

Ben daha önce yalnız değil miydim

Soğuk ve ıslak, sanki yağlı bir yılan kadar

Yüreğim sızladı eskisinden beter

Aydın Göle

14 nisan 2003

***

Sevgili okurlar hepinize keyifli pazarlar dilerim. Haftaya buluşmak dileğiyle..

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com

Yayın Tarihi: 19.12.10


İSTESELER, (bu hastalık biter) AMA İSTEMEZLER.


ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE


Hükümet yanlısı olduğu için tarafsız yayın yapmadığını düşündüğüm Star Gazetesinde 13 aralık 2010 gününde çıkan haberi gördüğümde kanser hastalığı üstüne şimdiye kadar çıkan haberlerden biri diye düşündüm. Yakın zamanda sevdiklerimden 6 kişi kansere yakalanmış bunlardan dördünü kaybetmiş diğerlerinide kaybedeceğim korkusunu taşıyan biri olarak bu haberi okuyunca umutlandım. Nasıl umutlanmazsınız ki.. kanser hastalığı şeker hastalığı seviyesine düşürülüp ölüm sebebi olmaktan çıkarılıyor. Ama bunada engel olacaklarından korkuyorum. Kim mi engel olacak? Kanser hastalığını sözde (eskiler güya derlerdi, halk dilinde kim sorarsa, yada sözüm onada denirdi, şimdi kimi konularda küçümsemek için söylenen biçimiyle sözde deniyor) tedavi edici metotlar geliştiren ilaç ve tıbbi araç gereç üreten firmalar tabii.

Satar Gazetesindeki haber daha sonra televizyonların ana haberlerinde de genişçe yer aldı. İzleyenler hatırlar. Şimdi gelin o haberi okuyalım.

***

Kanseri yaşanabilir kılıyor...

Dünyaca ünlü Prof. Mustafa Camgöz, kansere farklı baktı ve yok etmek yerine ‘yaşanabilir’ bir hastalık haline getirmeyi başardı.

Kemoterapiyi tarihi gömen yeni nesil ilaç ‘hap’ şeklinde ve ucuz olacak.

Dünyanın saygın kanser araştırma merkezlerinden biri kabul edilen Londra Imperial College Kanser Araştırma Merkezi Başkanı Prof. Mustafa Camgöz, kanserin dağılmasını önleyici, solid tümörlerin yayılmasına son verecek yeni nesil bir ilaç geliştirdiklerini, gelecek yıl klinik deneylere başlayacaklarını açıkladı.

Star Gazetesi’ne konuşan Prof. Camgöz, “Kanser hastalıklarında ölüme yol açan ana neden kanserin yayılmasıdır. Bizim hedefimiz de tümörleri yok etmek yerine yayılmasını önlemek. Böylece kanseri ölümcül hastalık olmaktan çıkarıp, ‘birlikte yaşanabilir’ bir kronik hastalık haline getirmeyi hedeflendik. Bu yeni nesil ilaçlarla kanser, diyabet, astım, kalpte ritim bozukluğu gibi ciddi, ancak ‘birlikte yaşanabilir’ hale gelebilecek” dedi.

Kanserin yayılmasını önleme fikri üzerinde 12 yıldır çalıştıklarını anlatan Prof. Camgöz, tekniği şöyle anlattı: Önce mekanizmayı keşfettik, sonra bunu ilaçla nasıl kontrol edebileceğimiz üzerinde çalıştık. Benim nöroloji uzmanlığımla onkolojiyi birleştirdik. Bu bize kanserin yeni bir resmini çizdi. Yayılan kanser hücrelerinde ‘hiperaktif’ elektrik sinyalleri geliştiğini gördük. Sara hastalığında vücut nasıl kontrolden çıkarsa, kanserde de benzeri hareketler gördük. Hiperaktif hücreler etraflarını sindirip yayılıyorlar. Bulduğumuz ilaç bu hiperaktiviteyi bloke ediyor, tümörlerin yayılmasını durduruyor.

Prof. Camgöz, “Yeni nesil ilaçlar, 40 yıldır çalıştığım Imperial College’da geliştirildi ve patentlendi. Yeni ilaç toksik değil ve kemoterapi gibi öldürücü etkisi yok. 5 yıl içinde de tesirlerini göreceğiz. Hap şeklinde olacak yeni kanser ilaçları pahalı olmayacak” müjdesini verdi.

Lefkoşa doğumlu 58 yaşındaki Prof. Mustafa Camgöz, 1970’te eğitime başladığı Imperial College’da fizik okudu, ardından biyofizik ve biyo-tıp doktorası yaptı. 1995’te Nöro-biyoloji profesörü olan Camgöz, ‘kanser biyolojisi’ alanında da profesörlük aldı. 40 yıldır Imperial College’da araştırma yapan Prof. Camgöz, prostat ve meme kanseri tedavisine yönelik buluşlarıyla adını duyurdu.

***

Dünyanın kanını emen en önemli iki sektör var. Biri temizlik alanındaki deterjan üreticileri, diğeri sağlık alanındaki kanser hastalığı için üretim yapan ilaç ve tıbbi araç gereç üreticileri. Bunlar çok büyük sektörlerdir. Dünyaya hitap ederler. Oysa bunlara seçenek oluşturacak buluşlar yapılmıyor değil. Örnek olarak temizlik alanındaki uzay endüstrisinin buluşları gösterilebilir. Uzay araştırmaları sırasında su kullanımının sınırlı olması, deterjansız ve kuru temizleme önem kazandı. Burada deterjan yerine bakteri kullanılıyor. Bakteriyle çevre kirliliğininde önüne böyle mümkün olacağı düşünülüyor. Denizlerdeki kirlilik bu yolla giderilmeye çalışılıyor.

Kanser hastalığı için yapılan buluşlarsa günlük buluşlar gibi çabuk unutuluyor. Bizlerse her şeyi zaten unutmaya eğilimliyiz. Kanser hastalığına çare diye çıkan her haber bizi umut yorgunu yapmaktan öteye gitmiyor. Binlerce yıldır varlığı bilinen bu hastalığa çare bulunamamasını aklım almıyor. Bu çağ öyle bir çağ ki, nerdeyse varlığın sırrı çözülüyor. Bir hastalığın bitirilememiş olması bana inandırıcı gelmiyor. Herkesteki yaygın kanıya göre kanser endüstrisi diye başlı başına bir endüstri var. Onlar isteseler her şeye çözüm bulurlar. Ama devletler, sosyal güvenlik kuruluşları en büyük alıcı olduğu için onlar bu gelirden olmak istemiyorlar.

Onun için diyorum ki; İSTESELER, (bu hastalık biter) AMA İSTEMEZLER.

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 17.12.10