31 Aralık 2013 Salı

FUTBOL; ASLANIN KEDİYE BOĞDURULDUĞU OYUN

Bazı kelimeler vardır ki anadilinden çevrildiğinde kimse için bir anlam taşımaz. Futbol böyle bir kelimedir. Türkçeye de çevrilmedi değil hani. Peki kaç kişi Türkçesini biliyordur ki? Bilenlerde kullanmıyor. Bende bilenlerden olmama ve Türkçe konuşmayı savunmama rağmen futbol kelimesi yerine “ayak topu” demiyorum. 

Futbolu sevmeyen çok azdır. Futbolu sevdiği halde anlamayanda  çok azdır. Neden böyledir? Çünkü seyirlik oyunlar içinde en kolay anlaşılan oyunlardan biridir. Bu yönüyle kimse yönetildiği anayasaları bilmezken futbolun yasalarını dinlerin kutsal emirleri gibi bilirler. Kimse yurttaşlık bilincinde değil, ama herkes bir takımın tribün amigoluğunu çok iyi yapıyor. Ne yaman çelişki. Hatta taraftarın takıma katkısı oranında taraftar olduğu bu kesimlerce çok sık vurgulanıyor. Yani onlara göre bir takım hakkında konuşabilmek için, o takıma duyulan gönül bağı yeterli değil.

Seyirlik oyunlar endüstriyel bir sektördür aynı zamanda. Spor malzemelerinden tutunda yayın haklarına kadar ne varsa seyirlik oyunları besler. Futbol spor endüstrisi bakımından belkide en başta yer alır. Reklam gelirleri, yayın gelirleri, iddia ve spor toto-loto gibi oyunlardan gelen isim hakkı gelirleri, ayrıca ürün gelirleriyle birlikte stat gelirlerini de katarsanız ortada ne büyük  bir ekonominin olduğunu görürsünüz. Bizde bu gelirlerden aslan payını alan üç büyük kulüptür. Diğerleri “Süper Ligde” aldıkları başarı oranında gelir alırlar.

Şehir takımları eğer diğer liglerdeyseler kendi kendine gelir getirecek icatlar yaparlar. En kolay yolu otopark işletmeciliğidir. Bunun için şehir koca bir otopark yapılır. Kaldırım kenarlarına araba bırakmak şehir takımına yapacağınız ufak bir katkıyı gerektirir. Yani modern dilencilik hizmet diye sunulur. Bu paralarda otopark bekçilerine gider. Bekçilerden artan paradan, arada başka paylaşanlarda olduğu için kulüp kasasına pek azı girer.

Bugün Amerika denince aklınıza ne geliyor? Özgürlük anıtı mı, gökdelenler mi? Sinema endüstrisi mi, müzik endüstrisi mi? Ragbi, yani koruyucu zırhlara bürünerek oynanan Amerikan futbolu mu, basketbolu mu? Epey okurumun basketbol diyeceğine inanıyorum. Peki neden basketbol dünya çapında bir spor olmuştur?

İki nedenle:

1: Yoksul zenci çocuklarının burs alıp okumalarını sağlayan spor olduğundan büyük bir nüfusa hitap ettiği için.
2: Artistik, dolayısıyla seyirlik yönünü daha da arttırıcı kurallar koyup bu sporu satılabilir bir ürün haline getirildiği için.

Amerikalılar satılacak şey icat etme konusunda oldukça başarılılar. Sporda bundan nasibini alıyor elbette. Basketbol sporunu dünyaya hitap edebilecek spor haline getirmeleri yayın yoluyla oldu tabii. Bu gün Chicago Bulls, Orlando Magic,  Atlanta Hawks, Charlotte, Utah Jazz, Minnesota, L.A Lakers gibi basketbol takımlarının adını meraklısı biliyorsa bu yüzden biliyor. Bizde bile NBA adlı özel bir spor televizyonu var.

Konumuz futboldu, unutmuş değilim. Amerikalılarca basketbolun, nasıl satılabilir ürün yapılıp dünyaya pazarlandığını göstererek bizim Süper Ligimizin de aynı mantıkla ticari bir ürün haline getirilmekte olduğunu vurgulamak istiyorum.

Fifa; 4 yılda bir Dünya Kupası, Uefa; her yıl Şampiyonlar Ligi ve Avrupa Ligiyle birlikte 4 yılda bir Avrupa Şampiyonaları adlarında ticari organizasyonlar düzenlemektedirler. Bizde bu konuda ilk adım Cine5 kanalıyla atılmıştı. O yıllarda Galatasaray’ın uygun şartlar ve yerinde transferlerle Uefa ve Süper Kupayı kazanmasına giden süreçte tek üstün takımlı ligin doğmasına, şehir takımlarının üç büyüklerle arasında gelir olarak var olan uçurumların derinleşmesine neden olmuştu. Bir ara şimdi yurt dışında olan Uzan’ların Teleon kanalı Türkiye Birinci Ligi maçlarının yayınını almıştı. Taksitleri ödemedikleri için şartlar gereği ellerinden yayın hakları alındı. Daha sonra yayın haklarını kazanan Digitürk, bu açığı kapatıp maç yayınlarının daha çok satılabilmesi amacıyla Süper Ligde rekabeti arttırmıştı. Bunun arasına “İddia” oyunu da girince eskiden bin yılda bir alınan sonuçlar artık olağan hale geldi. Son yıllarda “Aslanın Kediye” boğdurulduğunu görüyoruz. Acaba kediler azmanlaştı mı, ne dersiniz?  

Bunda üç büyük kulübün başkanlarınında etkisi çok büyük. İktidarlarını kaybetmemek uğruna verdikleri mücadeleler, yaptıkları yanlış transferler, bilip bilmeden her işe soyunmaları bu sonucu doğurmuştur.

Süper ligimizde kimin şampiyon olduğu takımların kendilerini ilgilendirmeli. Bizim gibi izleyiciler; bir Hollanda, bir Danimarka, yada bir İrlanda izleyicileri gibi futbola eğlence olarak bakabilmeyi öğrenmelidir. O zaman futbolumuzdaki büyük dönüşüm zevkli hale gelecektir demeyi çok isterdim. Gerçeği bu ama ülkemizde her şey birbirinin içine girdiği için ve her şeyi laçkalaştırmaya bayıldığımız için diyemiyorum. Bu konuda UEFA ve FİFA ayar verici olmasa zaten bize ait olmayan dünyanın en sevdiği bu seyirlik oyunu çok daha fazla kendimize benzetirdik. Uluslar arası alandaki yarışma kurallarını belirleyen bu iki dünya kuruluşu bize olmamız gerekenleri hatırlatmaktadır. Hatta olamıyorsak bunu zorla yaptırma gücüne de sahiptir. Kimse bu kuruluşlara “bu bizim bir içişleri sorunumuzdur” diyemez.

Yarışmacı lig yapalım derken vardığımız yer şikeci lig olmuştur. Çıkarılan yasaları da (futbol ekonomisi çökmesin savıyla) uygulamayınca ceza alması gerekenler cezalandırılmadığı için kıyamete kadar sürecek lekeyi taşımak zorunda kalmışlardır. Önümüzdeki dönem bu cezanın verilmediğinin UEFA’ca kanıtlandığı dönem olacaktır.


Yayın Tarihi:: 30.12.2013

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 29

Merhaba sevgili okurlar. Gene bir Pazar günü, ama bu kez yılın son Pazar günün ekonomi ve siyaset gibi sıkıcı konulardan uzak biri uzun, beş şiirimle sizlerle birlikte olmanın mutluluk ve keyfini yaşıyorum. İlk şiirim, çoğunlukta olan kısa şiirlerimin tersine biraz uzunca bir şiir. Kendini beğenmiş bir bayana yazılmıştı. Baksanız öyle olduğunu  söyleyemezdiniz. Çok sıcak çok samimi görünüyordu. Meğer sevenlerine zalimleşiyormuş.
….    ….    ….

Sen buz dağısın hayatıma çarpan, kayıtsız..
Nerden çıktın geldin volkanıma?
Buz dağımı yürür, yoksa volkanik dağ mı sevdaya
Yoksa sevda yüce bir dağ mı, yücelerine ulaşılmayan
Buz dağlarını da, volkanik dağları da boş gezdiren

Dağlar yürür sevgilim sen yürümezsin
Evet ben zor yürürüm, ayaklarım felçli,
Yüreğim çocuksu yüreğiyle sana koşuyor,
Dizleri paramparça, dizleri kan içinde.
Sen istersen sevme beni
İstersen “deli” de benim için
İstersen inanma sevdiğime
Allah katına gitti çığlıklarım
Allah ve ben biliyoruz gerçeği
“O” şahit uykusuz gecelerime ve yazdığım şiirler

Sen üzülme sevgilim!
İstersen mışıl mışıl uyu
İstersen zamanla oynaş
İstersen kendinle seviş
Soğuk aynalarda öp dudaklarını uzun uzun
Saçlarını tara dalgın ve melül bakarak kendine
Dudaklarını kırmızıya boya
Kırmızı gül olsun dudakların
Mor eteğini giy beyaz bluzunu üstüne
Beyaz pabuçlarını pembe ayaklarına
Beyaz küçük bir çanta al eline
Başına mor bir şapka koy, hafif yana devrik
Her günün bayram nasılsa her günün seyran
Seni duyanda, seni görende sana hayran
Çık gez kaldırımlarında caddelerin
Trafik keşmekeş olsun geçtiğin her yerde
Sen aldırma, boş ver, zaten bu sana yetmez mi?
Ne önemi var, mühim olan sensin sana.
Birde bana, birde bana..
Ben seni seviyorum
Ben seni seviyorum
Sen buz dağısın hayatıma çarpan
Ben sönmüş volkandım
Şimdi içimin gürültüsüne dayanamıyorum.

Aydın Göle
04.02.2002

***   ***   ***

Yıl 1992. Bir konser için solistim Recep Coşgun’un evinde prova yaptık. O çalışmanın bir yerinde mola verdik. Mola sırasında Coşkun çay çörek hazırlarken o dönemin en güzel orglarından Yamaha PSR 6300 ile doğaçlama yapıyordum. Bir ara Coşkun koşarak içeri girdi, ne çaldığımı sordu. “Hiiç, öyle seslerle oynuyordum” dedim. Bana “baba” der. “Baba gene aynı biçimde o seslerle oynasana” dedi. Unutmamışım, seslerle aynı şekilde oynadım. “Bunu kaydet!” dedi, orgun üstündeki kayıt bölümünü açtım, 52 metronom sayılı çok düşük tempo ve slowroc ritmiyle kaydettim. Beste olmuştu, fakat sözü yoktu. Kaç kere “Şuna söz yazda programlarımızda okuyalım baba” dedi, yazdığım hiçbir sözü içime sindiremedim ve o beste öyle kaldı.

Bir yaz gecesi beni ziyarete geldi. “Sen uyu uyu” dedi. Bir şarkı söylemeye başladı. Duymamıştım ama yabancı da gelmiyordu hani. Hele nakarat bölümü.. “Bu senin bizim evde yaptığın besten değil mi?” diye sorunca fark ettim. Doğru söylüyordu, nakarat bölümü, Coşkun’un sayesinde beste arşivime eklediğim bestemle nerdeyse aynıydı. Söylediği şarkı pop müziğinde kendine özgü yeri olan Yaşar’ın “Aldanırım”  şarkısıydı. Aradan dokuz sene geçmiş ve böyle bir parça sevilmişti. Sevineyim mi üzüleyim mi bilemedim. Bir sene sonra aşağıda okuyacağınız sözler çıktı.  Böylece beste tamamlandı.
....    ....    .... 

Giderken demiştin ki bana sen
Gün gelip döneceğim
Dönmedin aylardır bilki hasretinden
Sonunda öleceğim

Ben seni severken
Ben seni özlerken
Gelmeni beklerken hep
Sen beni ağlattın
Sen beni aldattın
Gelmedin yanıma hiç

Hayatım kurulu hep ve hiç üstüne
Bunu nasıl çözeceğim
Gelmezsen beni ne çok sevdiğini
Ben nerden bileceğim

Böylemi sürecek bu sevdamız
Böylemi sonsuza dek
Söyle bir tanem söyle ömrümüz
Özlemle mi bitecek

Aydın Göle
07.02.2002

***   ***   ***

Bugünkü ilk şiirde bahsettiğim sevgiliyi konu alan bir şiir daha. Evet o sonsuz nişanlı ve hep nişanlı kalacak. Özlemini çektiği şeyler için uygulamada bir şey yapmıyordu. Bir şey yapmamakta ona göre bir şey yapmaktı.

....    ....    ....

90
Sonsuz nişanlı
Her sevdiğiyle
Sonu gelmez aşklarının
Bir şimşir tarağı var
Birde uzun kapkara saçları
Deler gibi uzun ve yeşil bakar
Tövbeler olsun dudakları
Korkarım öptüğü yeri yakar

Aydın Göle
10.02.2002

***   ***  ***

Burada kendimi anlatıyorum. O zaman 46 yaşındayım. Ne melankolik halim vardı bilseniz. Veremli gibi sarı ve solgun bir gözlükle dünyaya bakıyordum. Eskiler vereme ince hastalık derlermiş. Evet çok inceltiyordu, doğru. Birde sevdalıysa.. ben mi? Yok canım benim kilom yerindeydi, hatta fazlası vardı. Sevdalıydım yalnız.
….    ….    ….

91
Adam biraz çirkince
Yaşı da hayli geçkince
Boyu kısa elleri kalınca
Ak düşmüş saçlarına
Hem birazda tombulca
Seni sevdi, seviyor delice
Yüreği biraz burukça
Yalnızlık yaşıyor çoğunca
Ne fark eder sevince
Yalnızlık sevdanın yurdu

Aydın Göle
10.02.2002

***   ***   ***

Nasıl bir sevgi istediğimi anlattığım bir şarkı sözü. Bestelenemedi gitti. Bu günde bu şarkı sözüyle sizlere veda edeceğim.  
….    ….    ….

92
Al beni ısıt beni
İster öp ister yut beni

Sıtmalar denizindeyim
Küçük bir teknedeyim
Hem ıslandım hem üşüdüm
Ben senin izindeyim

Al beni ısıt beni
İster öp ister yut beni
Önce sarıl boynuma
Sinende uyut beni

Çorbanda kaşığın olayım
Kız senin aşığın olayım
Kalbindeki tahtı ver
Senin sarmaşığın olayım

Al beni ısıt beni
İster öp ister yut beni
Önce sarıl boynuma
Sinende uyut beni
 ...

Hepinize mutlu bir hafta diliyorum. Yeni yılın ilk pazarında görüşmek üzere…


Yayın Tarihi29.12.2013

32. GÜN ve ERTUĞRUL ÖZKÖK

Azıcık televizyon izleyen, şöyle böyle gazete okuyanlar arasında bile Mehmet Ali Birand’ı tanımayan var mıdır? Allah rahmet eylesin Türk basınında önemli simalardandı. Bir ara ne haber programlarını izledim, nede yazılarını okudum. Bunların arasında ünlü haber programı, Mehmet Ali Birand klasiği 32.gün adlı programını da boşlamıştım. Ölenin arkasından konuşmak kültürümüze göre ayıptır ama belirtmeden geçemeyeceğim; onun basmakalıp yasak savma türü sorularından bıkmıştım çünkü. Doymuş adam profilinin tipik örneğiydi benim için. Başarıya aç değildi en azından. Birde yağdanlıkları hiç sevmem. Mehmet Barlas kadar olmasa da her devrin adamı olmak konusunda oldukça tecrübeliydi. İktidarların dümen suyuna girmeye meraklı, AB için can vermeye yemin etmiş bir fanatikti. Üstüne üstlük birde konuşma özürlü.. siyasette konuşmacı olarak Mesut Yılmaz ve Deniz Baykal ne ise M.A.Birand’da oydu. İşinin gereği olarak  tek silahı konuşmak olmasına rağmen son derece kötü konuşurdu.

2010 yılı mart ayının başında rastlantı sonucu Kanal D ana haberin sonunda M.A.Birand’ın 32. günle ilgili duyurusunu dinlemiştim. Gece 01:00’de Hürriyet Gazetesi yazı işleri eski müdürü Ertuğrul Özkök’ün konuk olduğu programı seyretmek için uykusuz kalmayı göze almıştım. Dolaylı ve dolaysız baskılar ile görevden ayrılmak zorunda kalan bu tecrübeli gazeteciyi izlemek ilginç olabilir diye düşünmüştüm. Tamda düşündüğüm gibi oldu. Gerçekten ilginç bir 32. gün seyrettiğim ve seyredeceğime ilişkin düşüncemde yanılmadığım için seviniştim.

Ertuğrul Özkök darbeci generallerin olduğuna inanıyordu. Bunlar yargılanmalı diyordu. Adalettin sağlanması için de yaşla kurunun ayrılması gerektiğini söylüyordu. Ergenekon davasının sulandırıldığını, emekli generallerin darbe yapmalarının mümkün olmadığını belirtiyordu. Zamanında darbe hazırlığı yapmış bile olsalar, bugün soruşturulmalarının çok yersiz olduğunu ekleyerek, “o zaman genelkurmay başkanı olanların bunu gizleyerek suça ortak olduğunu düşünüyorum” diyor ve neden onların soruşturulmadıklarını soruyordu. Sizce de çok yerinde bir saptama değil mi?

Kendimi bildim bileli darbeleri onaylamıyorum. Bugünkü Ergenekonculuk oyunlarının Amerika’nın taraf değiştirmesiyle oynandığını düşünüyorum. Önceleri komünizme karşı desteklediği ve eğittiği ordumuzu, komünizm ortadan kalktığı için terk ederek, yeni dünya düzeni dedikleri düzeni kurmak için kendilerine bağlanabilecek yeni müttefikler oluşturarak ülke içinde ordu ile iktidarı karşı karşıya getirdiğini düşünüyorum.

Ertuğrul Özkök kürt açılımı konusunda da fikrini belirtirken “kürt açılımı sırasında, sınırda acilen kurulan mahkemelerle ülkeye giren teröristlerin zafer çığlıkları atmaları Türk’ün gururunun kırılmasına sebep oldu” diyordu. Mehmet Ali Birand kürt gururunu sorunca da apo’nun idam edilmeyerek kürt gururunun kırılmasının önüne geçildiğini belirtiyordu. Ona göre, şimdi önemli olan Türk gurunun nasıl tamir edileceğiydi?

Bu bence hala önemli bir sorudur. Ülkemizin şimşek hızıyla değişen gündemine rağmen gelinen noktada kendini aldatılmış, terk edilmiş, aşağılanmış hisseden çok insan vardır.

Türk gururu kimin umurunda? Baksanıza, 21 martta tüm Türk dünyasında ve Türkiye’de kutlanan nevruzun kürt siyasetçileriyle bir kürt direniş gününe indirgendiği gösterilerde Türk bayrakları olmadan yapılan kutlamaları, roman açılımında roman vatandaşlarımızın Türk bayrağına gösterdikleri bağlılığı örnek göstererek eleştirdiği için, kürt açılımına zarar verdiği gerekçesiyle bir bakan, dış ilişkilerden sorumlu başbakan yardımcısı devlet bakanlığı görevinden alınmış Türk gurunun düşünülmediği gösterilmişti.

Ertuğrul Özkök Türkiye’nin ekonomisinin de kötü etkilenmemesi için hiçbir zaman ekonomik manşetler atmadıklarını, hükümete Türk basınının bu konuda yardımcı olduğunu, belirterek şunları söyledi. “Demokrasi tarifi konusunda derin görüş farklılığımız var, en başında kendileri biat kültüründen geldikleri için eklemlenmeyenlere tahammül gösteremiyor. Oysa kent ve cumhuriyet bireyi olarak ben ve benim gibiler itiraz kültüründen geldiğimiz için, eklemlenmeyi kabul etmeyerek, demokrasiyi bireyleşebilmenin çok önemli teminatı olarak görüyoruz” dedi.

Daha ne denilebilir ki..



ürün� J � k X� �� bileği öp anlayışı vardır. Görme engelli bir yarışmacının lafazanlığını yarışma sonunda kazananı tebrik etmeyişiyle de gördük.bütün güzel sözleri yarışmaya devam etmesine verilen izin kadarmış. Elenirken kimseyi tebrik etmemişti çünkü. Oysa 12 yaşındaki çocuk yarışmacı 3. olarak elenirken kalanları tebrik ederek erdemin ne olduğunu göstermişti.


Böyle yarışmalar halk oyuna sunulunca sulandırılmış oluyor. Acun yarışma birincisine verilen ödülü halkın gönderdiği sms’lerle halka ödettiği için ortaya çıkan ucube bir sonuçtur.

Sonuç olarak kelimeyi bitişik yazarsak “Yeteneksizsiniz” olumsuzlamasının, ayrı iki kelime olarak yazarsak “Yetenek Sizsiniz” belirlemesinin çıktığı bir yarışmadan yetenekler kadar kendini yetenek sananları da çoook gördük. Bu yarışma devam ettiği sürece daha çoook göreceğimizden eminim.

Yayın Tarihi27.12.2013 
  

YETENEKSİZSİNİZ, YETENEK SİZSİNİZ

Acun Ilıcalı’nın yabancı kanallardan görüp devşirdiği yarışmalarla ününe ün kattığını bilmeyen var mı? O yarışmalardan biride “Yetenek Sizsiniz Türkiye” yarışmasıdır. Bu yarışmalar günlük gerilimlerden bunalan insanların zihin boşalmalarını sağladığı, sabun köpüğü programlardır. Bu yanıyla bu tip programların bir faydası olduğu söylenebilir. Çünkü iktidarlar toplumu ayrıştırıp birbirinden kopararak taraf durumuna düşürürken derin çelişkilerle beslenir. Derin çelişkilerse toplumun ortak paydasını yok eder. Bu zihin boşaltma anları olmasa toplumun bir arada olması nerdeyse mümkün olamayacaktır.

Toplumsal barışı bu programlara bağlamakta yanlıştır. İçerik olarak kişisel mücadeleden başka bir şey vermeyen, beklide fazladan gösteri dünyasına yeni yüzler kazandıran bu programların katılımcılarına da bakarak ne kadar boş işlerle uğraşıldığını görmek mümkündür. Sanki bütün toplumun tek gayesi burnunun üstünde kürek, sandalye v.b şeyler taşımaktır. Sanki bu tip yarışmalarla en olmadık matematik sonuçlara ulaşmak için profesör olmaya gerek yok tezi işlenmektedir. Bu yanıyla ülke eğitim programları gereksizdir izlenimi verilerek kaldırılmak istenmektedir sanki.

Bir çoğumuz dünyanın kırılan en çılgın rekorlarının toplandığı “Guiness” rekorlar kitabını duymuşuzdur. Orda da böyle boş uğraşların onaylandığını görürüz. Dünyanın böyle konulara ilgisi büyük.

Yavuz Sultan Selim’e vezirleri, bir adamın hüneri olduğunu söyleyerek huzura kabul edilmek istediğini bildirirler. Yavuz bütün cevvalliğiyle o adamın huzura getirilmesini buyurur. Adam huzurda bir çok temennalardan sonra yapacağı şeyin dünyada bir başkası tarafından yapılmadığını ve bunu padişaha sunmaktan büyük onur duyduğunu söyler. Yavuz adama ne yapacağını sorar. Adam cevap vermek yerine gösterisini icra etmeye başlar. Bir dikiş iğnesini yere saplar. Kendisi on metre geriye gider. Karşıdan bir ip atarak iğnenin kulağından geçirir. Bu hüner karşısında herkes şaşkınken Yavuz Sultan Selim; “Bu adama tiz yüz altın verile, böyle boş işle milleti uğraştırdığı için yüz değnekte vurula” der.

Acun Ilıcalının yaptığı programlara hep bu gözle baktım. Bir şey yapıyor görünüp hiçbir şey yapmıyor olmak bu olsa gerek. Başarısız mı buluyorum diye sorarsanız, hayır derim, asla bunu demiyorum. Buradan bir şey daha ortaya çıkıyor. Başarıda göreceleştiriliyor bu sayede.

Hazırlanış ve sunum başarılı, ama ortaya çıkan şeyin içi boş.

Oldum olası yarışmayı sevmem. Benim düşüncemin ne kadar kabul edilir bir düşünce olduğunu kanıtlama derdinde değilim. Yarışmayı kaybedersem bu düşüncem veya ortaya koyduğum şey yaşamayacak mıdır? Yada yarışmayı kazanırsam ne kadar haklıyımdır? Diğer şeyleri baskılamış örtmüş olmam mı? Peki seçici kurullar neye göre beni değerlendirecekler? O kurul beni değerlendirecek bilgi birikimine sahip midir?

Sanat ve bilim yarış atı değildir. Yarış atları sahibine ve binicisine kazandırırken sanat ve bilim topluma kazandırır. O yaygınlaşma özelliği taşır. Yaygın olarak varlığını ve yararlılığını sürdürür. Özellikle sanatın yararlı olmak gibi bir amacının olması zorunluluğu da yoktur.

“Yetenek Sizsiniz Türkiye” yarışma programından başka bir sonuçla daha karşılaşıyoruz bence: O da engelli ve çocuk istismarıdır. Hatırlarsanız ilk “Yetenek Sizsiniz Türkiye” yarışma programında görme engelli bir yarışmacıyı tanımıştık. Daha sonraki yıllarda yapılan yarışmalarda da engelli veya çocuk yarışmacılar görmeye devam ettik. Burada kimilerinin derecelere girmesi yarışmacının halk tarafından acıma hisleriyle mümkün olmuştur. Bir yarışmacının darbuka çalarak ağzıyla yaptığı bağlama sesinden başka dişe dokunur gösterisi olmamasına rağmen bu yere gelmesinin başka bir açıklaması olamaz.

Bir çok yetenek; org çalan, detone sesle şarkı söyleyen küçük çocuk veya engelli yarışmacı yüzünden oralara gelememişti. Bir engelli olarak bu durumdan hep utanmışımdır. Anayasaya sokulan engelliler için pozitif ayrımcılık bumu? Bize sirk maymunluğu yapmak konusunda mı pozitif ayrımcılık uygulanacak?

Bu bizim kültür anlayışımızı da göstermiyor mu? Burada engelliler istismar edilmiştir bana göre. Ayrıca Türk kültüründe bükemediğin bileği öp anlayışı vardır. Görme engelli bir yarışmacının lafazanlığını yarışma sonunda kazananı tebrik etmeyişiyle de gördük.bütün güzel sözleri yarışmaya devam etmesine verilen izin kadarmış. Elenirken kimseyi tebrik etmemişti çünkü. Oysa 12 yaşındaki çocuk yarışmacı 3. olarak elenirken kalanları tebrik ederek erdemin ne olduğunu göstermişti.

Böyle yarışmalar halk oyuna sunulunca sulandırılmış oluyor. Acun yarışma birincisine verilen ödülü halkın gönderdiği sms’lerle halka ödettiği için ortaya çıkan ucube bir sonuçtur.

Sonuç olarak kelimeyi bitişik yazarsak “Yeteneksizsiniz” olumsuzlamasının, ayrı iki kelime olarak yazarsak “Yetenek Sizsiniz” belirlemesinin çıktığı bir yarışmadan yetenekler kadar kendini yetenek sananları da çoook gördük. Bu yarışma devam ettiği sürece daha çoook göreceğimizden eminim.

Yayın Tarihi25.12.2013 

3G ÜSTÜNE GECİKMİŞ BİR YAZI

Hiç kuşatıldığınızı düşündünüz mü? Kuşatılsanız kendinizi nasıl hissederdiniz? “Suçlu değilim ki neden kuşatılayım? Ne devletle ne kişilerle alacak verecek davam var.” Demeyin. Kuşatılmanız için suçlu olmanıza gerek yok ki.. ilkinden başlayalım. Siz bir havayla kuşatılmış olmasaydınız nefes alamazdınız. Sonra görmediğiniz yararlı veya zararlı mikroplarla kuşatılmış durumdasınız. Bu kuşatılma olmasaydı yenilenme olmazdı. Duymadığınız ses ve görmediğiniz ışıkla da kuşatılmış olduğunuzu biliyorsunuz değil mi? Algı boyutumuz insan olarak sınırlı. Bu yüzden çevremizde bizi kuşatan her şeyi göremiyoruz. Her alanda alet kullanma sebebimizde bu. Onun için kendimizin yaptığı bizi kuşatan pek çok şeyde var.
Radyo-tv, cep telefonu, kablosuz internet şimdilik anmak istediklerimdir. Bunların hepsi hayatımızın vazgeçilmez birer parçası olmuşlardır. Günlük hayatın dışında, mesleki araçlarda vazgeçmek imkansız olanlarda var. Örnek vermek gerekirse tıptaki ultrasonografi, kırtasiyecilikte kullanılan fotokopi, yazılı bilgileri iletme aracı faks gibi araçları örnek verebilirim. Bunların yararları tartışılmaz. Fakat yaydıkları zararlı ultraviole ışınlar bizi kuşatırlar.
Radyo-tv ve telefon vericileri nerdeyse her mahallede artık. Bunlar yaydıkları manyetik dalgalarla insan sağlığını kitlesel olarak etkiliyorlar. İsteseniz de istemeseniz de  o dalgalar sizi kuşatıyor. Evlerimizdeki tv, bilgisayar, kablosuz internet, kablosuz ev telefonu, cep telefonu bu konuda en çok kullanılanlar olduğu için en zararlı araçlardır.
Teknoloji düşmanı olduğumu sanmayın. Bugün gelinen noktada teknoloji olmasa ben bu felçli halimle dört duvar arasında ömür çürütürdüm herhalde. Teknolojiden ihtiyacımız oranında yararlanalım. Onu hayatımızın putu olmaktan çıkaralım. Yoksa o bizi yaşarken hayatın dışında tutacak. Tamamen ruh ve beden sağlığıyla ilgili konudan söz ediyorum. 
Elime bir araştırmanın sonuçları geçti. Orda 3G telefonlarıyla ilgili olumsuzluklar sıralanmıştı. Biraz gecikmiş bir konuda, henüz kullanımı çok pahalı olması sebebiyle yavaş yaygınlaşan bu teknolojiden söz etmek gerekir diye düşünüyorum.                                                               
3G ile ilgili araştırma sonuçları hakkındaki yazıyı aşağıya olduğu gibi aktarıyorum.
***   ***   ***
İsveç’te, 3G’de bulunan 3 UMTS sistemini test etmişler. İnsan vücudu üzerinde çok önemli zararları olduğunu görmüşler. Bu ateşi elinize almayın, geleceğinizi yakmayın! Prof. Dr. Selim Şeker anlatıyor.

            3G geldi! Reklâmlar aracılığı ile ortada bir bayram havası var… Reklâm sloganı “merak etmiyor musun” diyor. Biz merak ediyoruz ama geleceğimizi! Sağlık sorunları göz önüne alındığında kazandıracak mı, yoksa kayıplar mı artacak?

            Tehlikeli Oyuncak” kitabının yazarı, Boğaziçi Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği Bölüm Öğretim Üyesi Prof. Dr. Selim Şeker sorularımızı yanıtladı.

            3G ne anlama geliyor?

            "3G, kablosuz sistemlerin yani hücresel ağ sisteminin en gelişmişi. Önceden tanıdığımız 1G ve 2G’ye göre çok büyük yenilikleri var. Şu ana kadar sesli iletişim aracı olarak kullandığımız cep telefonunda, artık görüntü, bilgi aktarımı, sayısal veriler, TV, faks, internet, medya haberciliği gibi büyük iletişim kolaylığı getiriyor."

            Çevre ve insan sağlığı üzerinde ne gibi etkileri olacak?

            “Bu sistemde iletişim aracı olarak kullandığımız, bir odayı dolduran bütün elektrik aksamını bir telefona soktular. Maalesef para kazanırken çevre ve insan sağlığını hiç düşünmüyorlar. Bu teknoloji ile beraber bugüne kadar 1 baz istasyonu olan yerde, 9 tane baz istasyonu olacak! Yani baz istasyonu sayısı çok artacak. İngiltere’de 3G ile beraber baz istasyonu sayısı 50.000–70.000 civarında artış göstermiş.  

            Daha çok baz istasyonu; daha çok radyasyon, daha çok manyetik kirlilik demek! 3G hem insan hem de çevre sağlığı açsından büyük riskler içeriyor.

            İsveç’te, 3G’de bulunan 3 UMTS sistemini test etmişler. İnsan vücudu üzerinde çok önemli zararları olduğunu görmüşler.

            TV istasyonunda çalışan kişiler, çalıştıkları ortama girince bir ağırlık ve baş ağrısı hissederler, yoğun stres yaşarlar. Bunun sebebi o istasyonda bulunan alıcı ve vericilerdir.

            Bazı alışveriş merkezlerine giren insanlar da rahatsızlık duyarlar, rahat nefes alamazlar, kalp hastaları daha fazla rahatsız olur. Bunun sebebi de o alışveriş merkezinde bulunan baz istasyonlarının sebep olduğu kuvvetli radyasyondur.

            2G’nin DNA’yı olumsuz etkilediği, kansere sebep olduğu birçok ülkede yapılan bilimsel araştırmalarla kanıtlandı. Bu araştırmaların çoğunu Tehlikeli Oyuncak kitabımda açıklamıştım. Eylül ayında Hayy kitap’tan yayımlanacak ikinci kitabımda da son araştırmaları açıklayacağım!”

            Çocukların geleceğini nasıl etkileyecek?

            “
Baz istasyonuna ilk 300 m mesafede oynayan çocukların, diğer çocuklara oranla %500 daha fazla kanser olma riski taşıdıkları yine bilimsel araştırmalarla kanıtlandı. Okul, hastane, park gibi alanların çevresinde kesinlikle baz istasyonu ve yüksek gerilim hattı bulunmaması gerekiyor. Bizim ülkemiz maalesef bu konuda da gariplikler ülkesi! Birçok hastane, park ve okul çevresi baz istasyonları ile çevrili.

           
Anne ve babalar cep telefonunu çocuklara ödül olarak kesinlikle vermemeli! Çünkü bu ödül değil, onların hayatından sağlıklarını çalan ölümcül bir alet!

Dikkat edin baz istasyonlarında örümcekler yaşamaz, kuşlar da çevresine yuva yapmaz! Elektromanyetik kirlilik hayvanları ve doğal hayatı da çok olumsuz etkiliyor. Yeni sistem doğal hayatı tehdit ediyor!"

            Hangi hastalıklarda artışlar görülecek?

            “Kalp ameliyatı geçirmiş olanlar İstanbul gibi büyük metropollerde yaşayamaz hale gelecek.

            Alerji vakalarında büyük artışlar gözlenecek. İsveç’te yapılan bir araştırmada 3G sisteminin gelmesinin ardından alerji vakalarından büyük artış gözlenmiş.

            Almanya’da yapılan bir araştırmada da çocuklarda erken ergenlik ve obezite, kadınlarda menopoz sorunlarında artışlar ortaya çıkmış.”

            Peki, hem çevre hem de insan sağlığını korumak için çözüm ne?

            “Cep telefonlarının mümkün olduğunca az kullanılması gerekiyor. Çünkü sağlığa tamir edilemeyecek derecede büyük zararlar veriyor. Mevcut sistem insanları korumuyor.

Sigara konusunda devlet ve toplum çok geç uyandı ama artık büyük hassasiyet gösteriliyor. Çok geç olmadan cep telefonu konusunda da aynı hassasiyetin gösterilmesi gerekiyor. Bunun için, sivil toplum örgütlerine, devlete ve özellikle telefon kullanan vatandaşlara büyük görev düşüyor.”

***  ***   ***
            Okuduklarınızı daha öncede duymuştunuz. 2G olarak tanımlanan klasik cep telefonlarına servis yapan baz istasyonları içinde bu sözler söylenmişti. Şimdi 3G ile bu tehlike 9 kat artıyor. Bu çılgın kullanımı GSM şirketleri çok kötü biçimde özendiriyor. Rekabette artınca uzun görüştürmekten tutunda, çok mesaj göndermeye kadar çeşitli tarifelerle gençleri  avlıyorlar. Bunlara cep internet paketlerini de ekleyin tehlikenin ulaştığı boyutu bir düşünün. Ne kadar düşünürseniz düşün asıl tehlikeyi genede hayal edemezsiniz. İşte bundan dolayıdır ki bu tarifelerle az öncede de dediğim gibi gençleri avlıyorlar. Adı üstünde GENÇ! Gençlikte her şeyi abartmaya ve büyütmeye uygun karakterin olması doğası gereğidir. İhtiyacı kadarını değil, hep daha fazlasını istemeleri bu açıdan bakılırsa normal görülür. İşte bunu iyi etüt eden pazarlamacı ve reklamcılar kime ne tür ürün satacaklarını iyi biliyorlar. Hem dünyayı hem ülke gençliğini izleyen GSM şirketleri çok seçenekli ve cazip tarifeleri sunuyorlar. Bu tarifelerden biri olan 30 kontöre 10.000 mesaj ne demektir hiç düşündünüz mü? Bunun sonucu olarak gençler yataklarında, tuvaletlerinde, hatta banyolarında bile telefonlarından ayrılmazlar. Aldıkları radyasyonu bir düşünsenize. Ayrıca sadece sağlık değil, ahlaki değerlerde bozulmaktadır. Bunun için evli bay ve bayanlar evliliklerini uzun sürede bitirmek zorunda kalıyor. Daha da kötüsü bu uğurda cinayetler bile işlenebiliyor.
Yayın Tarihi23.12.2013

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 28

Merhaba sevgili okurlar! Eni konu soğuklar bastırdı. Kıi kendini gösteriyor. Zemheri aylarındayız nede olsa, şaka değil. Eskiden kışlar daha sert geçerdi. Yerde metreyi bulan kar olurdu. Sanayileşmenin ardından dünyadaki ısınmayla birlikte ülkemiz de ısındı. Bu yüzden eski kışlar yok artık! 

Gene şiirlerin arasına girmeyeceğim. Önce şiirleri okuyun, daha sonra ekleyeceğim notlarla  şiirlerin açıklamalarını yapacağım. 

….    ….    ….

79
Yıldızların gözyaşlarından 
yani çiçeklerden bir buket 
derledim
Kalbimi kattım içine
Kuşanıp sevgimi, 
hiçbir şey giymeden içime
Kapına geldim yalınayak


Aydın Göle
24.11.2001

***   ***   ***

82
Günün aydın olsun
Gönlün zengin olsun
Kafan dinç olsun
Ruhun genç olsun
Yüreğimde çağlayan sevgimle
Yüreğine talibim
Bin yıl geçse vazgeçmem
Mahmur gözlüm vazgeçmem

Aydın Göle
24.11.2001

***   ***   ***

84
Kış kapıda
Hava da kar kokusu
Elimde bir roman
Kulağımda müzik çalar
Aklımda sen
Kışı karşılıyorum
Senin hayalin bile güzel

Aydın Göle
01.12.2001

***   ***   ***

85
Gecen hayırlı
Uykun huzurlu
Yarınların ümitli olsun
Meleklerin kanadında
Dudağım dudağında
Pamuk gibi uykular diliyorum
Sana yarim

Aydın Göle
02.12.2001

***   ***   ***

86
Nede çok korktum ölümden 
Gündüzlerimi kararttım
Karanlıkta gelir diye
Işıklar açık yattım
Sende yoktun ki yanımda
Olsan elini tutacaktım

Aydın Göle
21.12.2001

***   ***   ***

87
Gecenin saklayan kolları
Seni kem gözlerden 
ve acı sözlerden
Korusun!
Yok hafifliğinde 
ipek kumaş gibi 
sarsın yumuşacık

Aydın Göle
21.12.2001

***   ***   *** 

88
Geceler tülün
Gündüzler gülün
Günlerin kölen
Yılların şölen
Olsun!
Umutla yat
Mutlu kalk yataklardan

Aydın Göle
01.02.2002

***   ***  ***

89
Sana iyi geceler
Bana çözümsüz bilmeceler
Sana tatlı uykular
Bana derin kuyular
Sana özgür uçaklar
Benim yüreğime paslı bıçaklar
Azdır
Sevdalar oldukça

Aydın Göle
02.02.2002

***   ***  ***

HASRETİNİ NASIL ÇEKEYİM

Güneşi sevdim ışıklar içindeyim
Geceleri sorma bana nerden bileyim
Ya sen gel bana, ya çağır geleyim
Böyle hasretini ömür boyu nasıl çekeyim

İste için için duman duman tüteyim
İste senin için ateşe yürüyeyim
Bir canım kaldı iste vereyim
Söyle hasretini nasıl çekeyim

Aydın Göle
04.02.2002

***   ***   *** 

NOTLAR:

Numaralı şiirlerin kısa mesajla yollanmış şiirler olduğunu biliyorsunuz artık. İşte bunlardan bir demet daha:
79: Bu şiirde sevginin kazanılan bir duygu olduğunu anlatıyorum.
82: Bu şiirle günaydınla birlikte iyi dileklerimi sundum.
84: Kış mevsimine uygun şiirde sevgilinin hayalinin her şeyden güzel olduğunu anlattım.
85: Gece duası ve dileği şiiridir. 
86: Ölüm herkes için korkunçtur. Elimizi tutan bir sevgili olsa ölmeyeceğimizi sanırız. İnanan insan için ölüm vuslata ermekten başka bir şey değildir. Bir gün herkes Ona (yüce mevlaya) döndürülecek madem bu korku neden? Biz yüce yaratıcımızdan değil, günahlarımızdan korkalım. Çünkü Allah yarattığı kullarını kendisini inkâr etmezlerse cezalandırmak istemez. Bu en büyük günahtan başka günahları olanlarda cezalandırılırlar.  
87: Başka bir gece dileği şiiri. Gece gerçekten sihirli değnek gibidir. İnsanı sarar sarmalar. Önemli olan ipek şal gibi sarmasıdır sizce de öyle değil mi?
88: Bu şiirde bugün aktardığım diğer şiirler gibi dilek şiiridir. Benzetmeleri beğenirsiniz umarım
89: Sevdanın kendisi çözümsüz bilmecedir. Kâh derin kuyulara düşülür, kâh paslı bıçaklar saplanır yüreklere. Her seven biraz kuşkucu değil midir zaten? Sevgiliye iyi dileklerimi sunarken kendimin bu durumda olduğunu belirtiyorum.  
HASRETİNİ NASIL ÇEKEYİM: Sevdalının sevgilisi kendisine güneş gibidir. O durumda sevgilinin yokluğu çekilir şey midir? Bu şiirden daha çok şarkı sözüne yakındır. Fakat bu sözleri bestelemedim.

Bu günlük bu kadar sevgili okurlar. Haftaya başka şiirlerle buluşmak üzere hepinize iyi pazarlar diliyorum.

Yayın Tarihi22.12.2013 


BİLGİSAYAR OYUNLARI VE İKİ KADIN ÖRNEĞİ

İnternetin her şeyi iyide kötü amaçlıların ve cahillerin elinde internet çok tehlikeli bir araç. İnternet alemine dalanlar arasında dünyasını şaşıran çok. Sanal ilişki ile utanma denen şey kalmadı. Dolandıranından tutunda, seks batağına batan mı ararsınız, uyuşturucuya saplanan mı? Çünkü her şeyi bulmak çok kolay, eğilim ve yöneliminize göre neyi ararsanız bulursunuz. Sosyal varlık olmak zorunda olan insanın sosyalliği konusunun kesintiye uğraması işin cabası.

Oldum olası internet oyunlarına karşıyım. Canlı bağlantılı oyunlara, hele hele onlara.. Yasakçı olmak istemiyorum ama bu oyunlar yasaklansa zil takıp oynayacağım. Bu oyunlarla birlikte google’da yaptığımız her tıklama bizim eğilimlerimizin istatistiki bilgilerinin yabancılarca belirlenmesine seve seve katkıda bulunuyoruz. Bu eğilimler sonucunda, en masum yanıyla söyleyecek olursam, bize satacakları ürün çeşitlerini bu arada belirlemiş oluyorlar. Ülkemiz hakkında gelecekte yürütecekleri politikaları belirleme konusunu sadece analım. Ayrıntısı binlerce yıla sahip bir milletin devamı olarak yüreğimiz dayanmaz (mı acaba? Yoksa kimsenin umurunda değil mi?) Bunun ötesi vahim sonuçtur. İlk örneğini Amerika’nın Afganistan çıkarmasında gördük. Kurdukları silikon vadisinde Afgan dağlarının santim santim verilmiş örneğiyle bir oyun oynatarak Taliban örgütünün nasıl avlanacağının her yaştan insana farkına varmaları imkânsız biçimde tatbikatını yaptırmıştı. Sonrada Afganistan’a girmiş ve o tatbikat sonucunun verileriyle ortaya çıkan büyük akıla göre Taliban’la savaştılar.

Bu işin bir boyutuydu. Başka bir boyutu oyunlarla tıpkı tv programlarıyla olduğu gibi insanlar yalın gerçeklikten çıkarılarak robot beyinlerin ortalıkta gezer olmasıdır. Af edersiniz! Ne gezmesi yahu? Bilgisayar başından kalktıkları mı var ki gezebilsinler? Gezmeye güçleri de yok hatta.  

Birkaç yıl önce gazetelerde bir haber vardı. O habere göre Koreli evli bir çift, sanal bebek bakma oyunu yüzünden gerçek bebeklerini unutmuşlar. Yavrucak bakımsızlıktan ölmüş.

Haber şöyleydi:

“Bilgisayar bağımlısı evli çift, sanal bebekleriyle ilgilenirken, gerçek bebekleri açlıktan öldü

Güney Kore'de yaşanan korkunç olayda, günün 12 saatini internet kafelerde geçiren evli çift, üç aylık kızlarını evde yalnız bırakıyorlardı.
Evli çifti tutuklayan polis, PRIUS adlı sanal gerçeklik oyununa bağımlı hale geldiklerini ve bu oyunda bir sanal bebek büyüttüklerini açıkladı.
PRIUS oyunu kullanıcılarının bir iş seçmelerine, başkalarıyla iletişime geçebilmelerine ve belirli bir seviyeye yükseldiklerinde sanal ebeveynlik yapabilmelerine olanak tanıyor.
41 yaşındaki baba Kim Yoo-chul ve 25 yaşındaki anne Choi Mi-sun, 12 saatlik internet kafe eğlenceleri sona erip, eve geldiklerinde kızlarının öldüğünü farkedip, polise haber verdiler.
Detektif Chung Jin-Won, çiftin geçtiğimiz Eylül ayında arayıp kızlarının ölümünü bildirdiklerini, çiftin günün 12 saatini bir internet kafede geçirdiklerinin öğrenildiğini söyledi.

Yetkililer bebeğin ciddi susuzluk yaşadığını farkettiklerinde, çifte soruşturma açıp, bebeğe otopsi yaptılar.
Otopsi bebeğin yetersiz beslenmeden hayatını kaybettiğini doğruladı.
Polis, Kim ailesinin sanal bebeklerine aşırı bağlandığını ve gerçek bebeklerine karşı sorumluluklarını ciddiye almadıklarını açıkladı.
Çift, bebeklerini bozuk sütle besleyip, dövdüklerini itiraf ettiler.”

Ne komik değil mi? Sanal bebeğe özen göster. Gerçeğinin ölümüne sebep ol. Akıl alır şey değil gerçekten. İnsanlar bir garip oldu doğrusu. Doğal hayatı sürdürmek isteyen kalmayacak bu gidişle. Yoksa bütün bu olanlar çocuk doğurulmayacak bir geleceğin provaları mı?

Devam eden habere göre “Çiftin 2008 yılında bir internet chat sitesinde tanıştığı iddia edildi.” Daha ne bekliyordunuz ki.. cadde sokak gezip birine rastlama dönemi çoktan bitti. Sonra aşık olup sinemaya gitmekte ne demek? Çok demode şeyler bunlar, çok!

Haber devam ediyor:

Güney Kore'de oldukça popüler olan bilgisayar oyunları yüzünden geçtiğimiz günlerde 28 yaşındaki bir adam 50 saat boyunca Starcraft oynadıktan sonra hayatını kaybetmişti.
Başka bir olayda da, sanal karakterini öldüren rakibine sinirlenen bir oyuncu, rakibini bulup, bıçaklamıştı.”

Bizde de olmadı mı? Söylendiğine göre Musa Kang,  “Metin2” adlı bir oyunun epey ustası olmuş, bu oyunun bazı karakterlerini satıyormuş. Buradan da para kazanıyormuş.

“Erzurum’da okula gitmek üzere evden çıkan ve 6 gün sonra cesedi bulunan Musa Kang’ın, ’Metin2’ adlı oyun nedeni ile kaçırıldığı iddiası tüm gözleri bu oyuna çevirdi. 

İlk olarak Çin’de ortaya çıkan ve son dönemlerde Türkiye’de giderek yaygınlaşan ‘Metin2’ adlı oyun, çocukları bilgisayar bağımlısı yapmakla kalmıyor, oyunda kullanılan silahları satın almak için yüklü miktarda para da harcatıyor. Çocuklara para kazanma ve sürekli başarı elde etme hırsı kazandıran bu oyunda, oyuncular arasında oluşan pazar, bilgisayar karakterlerinin oyunun çok yaygın olduğu yabancı ülkelerde 10 bin dolara kadar yükselen fiyatlarla satılmasına yol açıyor. “


Bütün bu olaylar bilgisayar oyunlarının ne kadar tehlikeli olduklarını gösteriyor. Güney Koreli çiftin oyun yüzünden bebeklerinin ölümü bence bu olaya tuz biber ekti. Dünya kadınlar gününün kutlandığı 8 martta yılın kadını seçilecek kadar özverili bir kadını bir sabah (9 Mart 10) FOX TV’nin sabah haberlerinde görmüştüm. İnternette haberin ayrıntılarını bulamadım. Kimdi bu kadın bilmiyorum. İnanın eli ve alnı öpülecek bir kadındı. Kadıncağız evlendikten iki buçuk sene sonra kaza geçiren eşi sakat kalınca önce el işi yaparak evini geçindirmeye çalışmış. Daha sonra resmi bir yere hademe olarak girmiş. Ardından  dışarıdan orta ve liseyi bitirerek aynı yere memur olmuş. Eşine akülü araç, beraber gezebilmek için rampalı bir minibüs almış. Siz aralarındaki sevgiyi görseniz. Adam eşiyle kız çocukları da anneleriyle övünüyorlardı. Böyle güzel haberlere çok ihtiyacımız var. İnsanlığımızı bize unutturmayan bu haberler yukarda verdiğim haberler ve günlük politika haberlerinden daha önemli bence. Gündemimizdeki olan biten haberler ne olursa olsun.

Yayın Tarihi: 20.12.2013

SPEKÜLATÖR: VURGUNCU

Bilgisayarımda bir ara kurulu olan Milliyet Haberci gibi programlardan son dakika haberleri alırdım. Bu haber akışı sırasında ünlü “spekülatör” George Soros’un açıklaması geldi. Bu açıklama üzerine önce onunla özdeşleşen iki kelime üzerinde durdum. Fransızca olan bu iki kelime bizleri de çok ilgilendiriyor. Sözünü etmek istediğim “Spekülasyon” ve “spekülatör” kelimeleridir. Bu iki kelimeyi çok sık duyarız. Biraz okumuş yazmış olanlar farklılıklarını ortaya koymak için her fırsatta yabancı kelime kullandıkları gibi bu kelimeyi de kullanırlar.

Yazdığım bir konuyu önce ben anlamalıyım. Anlarsam daha iyi anlatabilirim diye düşündüğüm için, genellikle ekonomik bir terim yerine kullanılan bu kelimenin anlamını araştırdım. Bakın anlamı neymiş?

Spekülasyon: Kurgusal, oyunun kuralını bozarak kendi isteğine göre oluşturma. “Vurgun.”
Spekülatör...: Ticaret saptırıcı. Yani bizdeki kandırmak üzerine iş yapan kişi; “Vurguncu.”

Meraklısı yıldızlarla ayırdığım bölümdeki, bana gelen haberden alıntıladığım satırlara baksın. Yıldızlarla ayırdığım bölümü sıkılıp okumazsanız bir şey kaybetmezsiniz. Çünkü daha sonrasında açıkladıklarım bu satırların özetidir.

***   ***   ***

Ünlü finans yatırımcısı Soros ‘un iddiası Wall Stret’in (Amerikan vurguncularının kalesi) ünlü Hedge (hedge, fonların daha yüksek getiri sağlamalarında daha az denetime tabi olmalarına denirmiş.) fon yöneticileri ile ilgiliydi. Soros, Wall Street’in hedge fonu yöneticilerinden bir kaçının bir akşam yemeğinde bir araya gelerek ortak para birimi olarak yıldızı parlayan ve dünyanın rezerv (yedek veya ihtiyat anlamına gelen bu kelime burada kullanılabilir anlamındadır.) para birimi olmaya aday gösterilen euronun değer kaybetmesine yönelik bir komplo içinde olduklarını iddia etti.

Krizin baş göstermesi ile birlikte hızla değer kaybeden  doların yıl içinde tam 32 para birimi karşısında hızla erimesi, dünyadaki ekonomik ve politik dengelerin doğuya kayması “doların ölümü, doların sonu mu geliyor” gibi spekülatif (vurguna yönelik) hareketlerin sık sık gündeme gelmesi  Soros’un iddiaları ile yan yana gelince  akılları epey karıştırdı.

Soros fon yönetimi başkanı George Soros Manhattan’da “Euro’nun  ölümü” için hazırlanan fikir toplantısına kendisinin katılmadığını ancak şirketinin yemekte temsil edildiğini kabul etti.

Soros, spekülatörlerin (vurguncuların) akşam yemeğinde euro/dolar paritesinde (değerinde) euro aleyhine girişimde bulunmak amacıyla bir araya geldiklerini öne sürüyor. Soros Aralık  2009’da 1.51 olan euro/dolar paritesinin 1.34’lere düşmesini de buna bağlıyor.

Bu arada Avrupa Merkez Bankası FED’in başkanı Ben Bernanke’nin Wall Street’in (Amerikan vurguncularının kalesinin) ünlü yatırımcısı Goldman Sachs ve diğer Wall Stret yatırımcıları ile ilgili açıklamaların Soros’un açıklamaları ile aynı tarihlere gelmesi söz konusu komplonun gerçekçiliği konusunda dikkatleri daha çekiyor.

Bernanke Yunanistan’ın borçlarını gizlemesi konusunda işbirliği yaptığı Goldman Sachs ve diğer Wall Street yatırımcısı şirketleri yakın takibe aldı ve şirketlerin bu konuda rollerini araştırıyor (bu konuda daha sonra elime bir haber geçmedi.. A.G).

Bilindiği gibi Yunanistan ve Goldman Sachs arasındaki karmaşık ''döviz takası'' finans anlaşması, AB istatistik kurumu Eurostat tarafından ortaya çıkarıldıktan sonra AB tarafından da soruşturulmaya başlanmıştı.

AB, Yunanistan'a, konuya ilgili ayrıntıları vermesi için bu ay sonuna kadar süre tanımıştı. Yunanistan Maliye Bakanı Yorgo Papaconstantinou, ülkesinin, 2001 yılında bu tür finansal anlaşmaları kullanan tek ülke olmadığı konusunda ısrar etmişti.
Finansal krizden sonra Goldman Sachs ve diğer Wall Street şirketleri, yatırım bankacılığından bankacılık holding şirketlerine dönüşmüştü.
Bernanke, Wall Stret’te  işlem yapan bazı traderların (tüccar) ülkelerin CDS’leri (Bir şirketin iflas sigortası almak için ödemesi gereken prim) ile ilgili yaptıkları işlemlerin adil olmadığını ve bu CDS’le ile ilgili haksız işlem yapanların yakın takibe alındığını da açıklamıştı.”

***   ***   ***

İki soruyla konuya dikkatinizi çekmek istiyorum. Haberden anlamamız gerekenler, bu soruların cevabının içindedir.
1: Şu sıralarda euro/dolar farkının dolar lehine değişmesini kimler ve neden sağlamıştır?
2: Yunanistan’ın kredi bulmak için içine düştüğü krizi saklaması ve saklanmasında menfaati olan aracılar kimler?

İki sorunun cevabı da spekülatör denen çağdaş vurgunculardır. Bunlar ülkelerin kaderiyle oynamaktan çekinmezler. Batıya yakın iktidarları türlü oyunlarla ülkelere seçtirirken para musluklarını açarak onları borçlandırır, böylelikle hem istediklerini yaparlar, hem para kazanırlar. Bazen de Yunanistan örneğindeki gibi kredi alamayanların kredi alabilirliklerini sağlayarak sadece kazanacakları paraları da düşünebiliyorlar. Değme Ali Cengiz oyunlarına taş çıkartırlar bunlar.

Soros’un Ali Cengiz oyunlarında dünya şampiyonu olduğunu söylersem abartmış olmam. Ukrayna’da Sovyetler Birliğinin yıkılmasının ardından adına “Turuncu Devrim” denilen bir iktidar değişikliğini sağlamıştı. Daha sonra bu oyunu Gürcistan’da da oynamıştı. Ülkemizde de tanınmış bir çok ünlü yazar, profesör ve siyasetçiye maddi kaynak sağladığı söylenmişti.

Güç ve iktidar parayla sağlanır. Paranın olduğu yerde ahlak gider. Hele vurgunculuğun kol gezdiği zamanlarda ahlak içi boş bir kavram olmaktan öteye gidemez.


Ülkemizde olup bitenlere bu gözle bakar mısınız? Hoşunuza gitmediğine eminim. Sade vatandaşın, bir yerlerden nemalanmayan her vatandaşın bu durum hoşuna gitmez bunuda biliyorum.

Yayın Tarihi: 18.12.2013 
  

AYNAYA KIZMAK

Ömrünce hiç aynaya bakmamış olan var mıdır acaba? Bir günde kim bilir kaç kere ayna karşısına geçeriz? Evimizin bir çok yerinde ayna olması nedeniyle bunu saymak imkansız. Aynaya baktığımızda kendimizi hanım olarak ne kadar güzel, veya bey olarak ne kadar yakışıklı buluruz değil mi? Kendini ayna karşısında beğenmeyen nerdeyse yoktur bence. Gerçekçi insanlar hariç, tıpkı her şarkı söyleyenin kötü sesini beğenmesi gibi ayna karşısında herkes kendini beğenir. İnsanın kendisiyle barışık olması güzel şeydir de, gerçeği görememesi körlük derecesinde olmamalıdır. İnsan ne kadar mükemmeliyetin peşinde olursa olsun kusursuz olması mümkün değil. Ya fiziksel ya zihinsel, ya ruhsal bir eksiği muhakkak vardır. Ne eksiği varsa, o yüzüne muhakkak yansır. Bunu gizleyebilen ancak tiyatro oyuncularıdır. Kimse onlar kadar bu konuda ustalaşamaz.

Belki de bu yüzden masallarda aynaya kendisinden daha güzeli var mı diye sorulur. Daha güzeli olduğu öğrenilince, ayna tuz buz edilir bu yüzden. İşi azıtıp güzeli ortadan kaldırmaya da çalışır masaldaki kıskanç hanım. Aslında o masaldaki biziz. Bütün çirkinliğimize rağmen aynadan soytarı olmasını bekleriz. Soğuk cam parçası soytarılığı ne bilsin, ne var ne yoksa gösterir, bütün doğruculuğuyla.

Peki aynanın tarihi ne kadardır? Nasıl icat edilmiştir? Ayna olmadan önce insanlar kendilerini görme imkanına sahip değimliydi? Son soruyla cevaplara başlayalım. Ayna icat edilmeden önce insanlar durgun ve daha sığ göllerde, derelerde kendilerini görebiliyorlardı. Aynanın icadına sebep olan yanardağların kurumuş lavlarından da kendilerini görmüşlerdi.

Her gün baktığımız ve kadınların elinden düşmeyen aynaların nasıl icat edildiğini biliyor musunuz? Ben bilmiyordum. Bu yazı için araştırdım ve öğrendim. Bakın nasıl icat edilmiş.

“Günümüzden 4 bin yıl önce, Ortadoğu ve İtalya’nın kuzey kesimlerinde, yanardağ lavlarının
parlak artıklarının cilalanmasıyla, görüntüyü aksettiren ilk aynalar yapılmış. İnsanoğlu hem yok eder hem yapar. Yok eden şeyleri bile böyle faydalı duruma getirmesini de bilir.

Neyse, konumuza devam edelim. Gümüşleme yöntemiyle ayna elde etme tekniği ise, 14. yüzyılda Venedik’te geliştirilmiş. Venedikliler, bir cam tabakasının arka yüzeyine cıva sürerek, ayna yapmayı başarmışlar ve o tarihten sonra bu cam parçası, özellikle kadınların ellerinden düşmez olmuş.

Asıldıkları odanın içinde bulunan her şeyi yansıtan dışbükey aynalar, ilk kez 14. yüzyılda
Almanya’nın Nürnberg kentinde yapılmış. Cam ustaları, üfleme yöntemiyle cam küreler
oluşturduktan sonra, bunları ortadan ikiye bölüyorlarmış, sonra da iç kısımlarını ince bir cıva
tabakasıyla kaplayarak dışbükey aynayı elde ediyorlarmış. Günümüzde ayna yapmak için kullanılan yöntemin temelleri ise, 1835 yılında, Alman kimyageri Justus von Liebig tarafından atıldı. Gümüş nitrat, özel bir yöntemle cama tatbik edildiğinde, içindeki gümüş cama yapışıyor ve böylece son derece net görüntü veren bir ayna elde ediliyordu.

Aynanın icadı ve yapımı konusunu anlatmayı burada bırakalım. Bizi ilgilendiren aynanın nasıl yapıldığından çok nasıl kullanıldığı…

Aynanın kullanılmadığı yer nerdeyse yok! Bütün kapalı mekan ve araçlarda ayna var. Ayna araçlarda çok önemlidir. Önden geleni görürsünüz, ama arkanızdakini göremezsiniz. Ayna işte bunu sağlayarak geliş ve gidiş yönünü birlikte görmenize yardımcı olur. Ayna takip etmeyi bilmeyen iyi sürücü olamaz. Bu sözü bir yere bağlayacağım, onun için unutmayın.  Ama şimdi kullanıldığı başka bir alandan daha söz etmek istiyorum.

Teknoloji artık kadınların karar verme süreçlerini hızlandırıyor. Kararsız kadınlar akıllı aynadan satın alacakları ruja ve kıyafetlere göre karar veriyor.. Şimdilik mağazalarda kullanılacak akıllı aynalar kararsız kadınların makyaj malzemelerini seçerken işini kolaylaştırıyor. Mağazaları ziyaret eden kadınların hızlı karar vermesi mağaza içindeki süreçleri kolaylaştırıyor. Akıllı aynalar maliyetleri dolayısıyla kozmetik firmalarının, yada büyük departman mağazaların ilgisini çekiyor. Fotoğraf makinelerinde bulunan yüz tanıma teknolojisinin bir benzerini kullanan akılı aynalar makyaj malzemelerinin kullanılmadan sonucun görülmesini sağlıyor.

Akıllı aynaların evlere girmesi şimdilik zor, çünkü henüz oldukça yüksek fiyatlara satılıyor. Bu akıllı ayna sistemleri öncelikli olarak mağazalarda kullanılacak. Alman Metro şirketi geleceğin mağaza örnekleri arasında gösterdiği tasarımlarda akıllı aynaları kullanarak kıyafet değiştirme sürecini kısaltıyor. Elbisenin üzerindeki minik çip okutulduğu anda akıllı aynanın karşısındaki müşteri kıyafeti üstünde görüyor.

Böylece defalarca deneyip çıkarma süreci kısalıyor. Hem küçük mağazalarda kıyafet odası                
için alan harcanmıyor hemde müşterilerin karar süreleri kısalıyor. Müşteriler ürünün stok ve
beden durumunu da aynadan takip edebiliyor. Mağazacılığı değiştirecek bu teknoloji yakında internet siteleri tarafından da kullanılacak. Böylece müşteri evden çıkmadan alış veriş yapabilecek. Şık tasarım ve ihtiyaç kadınların tercih nedeni. Kadınlar teknolojik cihazları şık bir aksesuar gibi taşımayı seviyor. Ancak erkekler gibi duygusal davranıp ihtiyacı olmasa da satın almıyor. Erkekler telefon ve bilgisayarı bir statü sembolü olarak görüp işlevi için kullanıyor gibi görünse de çoğu zaman gerçeği yansıtmıyor. Kadınlar teknolojik ürünlerle duygusal bağ kurmak yerine ihtiyaca göre karar veriyor. Ancak ürünlerin yetenekleri ve tasarımı arasında karar vermek gerektiğinde şıklık ön plana çıkıyor. Şimdilik taşınabilir bir şıklık olmadığı için bu aynalar sadece mağazalarda yer bulabilecek.

Gördünüz mü aynalardaki gelişmeyi? Benim çocukluğumda erkeklerin cebinde var olan horozlu aynalardan yukarıda okuduğunuz mağaza aynalarına kadar geldik.


Ayna yalın gerçekliktir. Hiçbir nesneyi şeyi gizlemez, son derece tarafsızdır. Yargılamaz, hüküm vermez. Her şeyi bütün çıplaklığıyla büyüleyici çerçeve içine alır. Sanat, sanatçı, yazar ve çizerler kişisel görüşleri nedeniyle ayna kadar tarafsız olmasa da gerçekleri gösterirler. Aynaya kızan masaldaki güzellik iddiasını bitiren ayna gibi sanat ve sanatçı da iktidarı uyarmak ve yönlendirmek görevine sahiptir. Tıpkı trafikteki aracın aynaları gibi. Tersi soytarılık olur değimli? Yazının bir yerinde unutmayın dediğim yere geldik. Ne demiştim: “Ayna takip etmeyi bilmeyen iyi sürücü olamaz.” Mutlaka trafikte ya kaza yapar, yada kazaya sebep olur. Yazarlar, çizerler; sanatçı ve bilim adamları da topluma ve yöneticilere yön gösteren insanlardır. İşte bu yüzden özellikle yöneticiler sevsin veya sevmesin, beğensin veya beğenmesin aynaların gösterdiklerine uymalıdırlar. Uymak şöyle dursun, öfkelenip kızıyorlar. Oysa Aynaya Kızmak olmaz!

Yayın Tarihi16.12.2013

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 27

Kamelyalı kadın Alexandre Dumas’nın klasikleşmiş ünlü aşk ve romantizm romanıdır. Yazarın anlattığı kadın kendi sevgilisidir. Gerçek hayatta bir hayat kadınıdır.

Herkesin kamelyalı bir kadını vardır. İşte aşık, o kamelyalı kadının kim olduğuna bakmaz. Tıpkı Mecn’un; Leyla’nın kim olduğuna bakmadığı gibi. Bence aşıka kim olduğu değil, kim olarak göründüğü daha önemlidir. Sevgilidir, yardır işte! Başka şeyler ayrıntıdır. Ayrıntıysa aşık usandırır. Bu şiirler Leyla’ya Şirin’e, kamelyalı kadına yazıldı.

69
Uykusuz gecelerin ardından
Yorgun gözlere müjdedir gün ışığı
Sevgide yorgun kalplere müjde
Sen benim tatlı müjdemsin
Her sabah yanımda bulduğum

Aydın Göle
11.10.2001

***   ***   ***

Sevgisizliğin nelere benzediğini sonunda da ne olduğunu anlattığım bir şiir. Yazılışı biraz uzun (nerdeyse 9 yıl) sürdü.
….    ….

70
Bulutsuz gök
Kuşsuz dam
Meyvesiz dal

Bebeksiz beşik
Ayaksız eşik
İnsansız döşek

Unsuz elek
Ekmeksiz fırın
Umutsuz yarın

Yazısız kâğıt
Kâğıtsız kalem
Kalemsiz mürekkep

Karşıtsız zıtlık
Zıtlıksız birlik
Birliksiz dirlik

Kitapsız bilmek
Bilmeksiz eylem
Eylemsiz hayat

Susuz dünya
Güneşsiz evren
Sevgisiz insan

Sönmüş yıldızdır
Kara deliktir
Kuşkusuz deliliktir

Aydın Göle
13.10.2001-15.01.2010                                                             

***   ***   ***

Geceler sanki sevdaların azması için yaratılmıştır. Hele yalnızlık, hele yalnızlık.. Kimsesizliği değil ama yalnızlığı severim. Yalnızlığın içinde ne hülyalar ne hayaller var. Sevgilinin kendinden çok hayali çıkar gelir yalnızlığımıza.

71
Yalnız kaldığım için geceyi
Senle dolduğum için yalnızlığımı
Geceme parlayan ışığını
Hasılı seni çok seviyorum seni

Aydın Göle
14.10.2001

***   ***   ***
Hangi sevdada seven bir bütündür ki?.. karanlığın ışığa yenilmesi gibi seven sevdiğine paramparça olarak yenilir .

72
Güneş ışıdı dünyaya
Karanlık ipek şal gibi kaydı günden
ışığa yenildi
Ben sana yenildim ışığım
Bin parçaya böldün beni
Bütün olamıyorum

Aydın Göle
24.10.2001

***   ***   ***

Bu şiiri yazdığımda baba Bush Irak’a naklen yayınlanan savaşla saldırmıştı. Şiirde bu saldırının öncesine ve sonrasına gönderme var. Bir aşk şiiri olmasına rağmen Amerika’yı hafiften alaya alıyorum.

73
Usame bin Ladin’e inat
Seni usanmadan
SEVİYORUM!
Yanlış yerleri bombaladı
Beni vurmalıydı Amerika
Çünkü
Seni sevmekten vazgeçmiyorum

Aydın Göle
24.10.2001

***   ***   ***

“Sevinçler paylaşıldıkça artar, üzüntüler paylaştıkça azalır” boşuna dememişler. Üzüntülü sevgiliye sunulan başını koyacağı bir omuz, bir tunç siperi sine her ilaçtan daha etkili tedavi edicidir.

74
Bir damla göz yaşın
benim ölümü yıkasın
Ağlama sen gül daima
Bırak kendini kollarıma
Başını göğsüme koy
Ne dertler erir sinelerde görünmez

Aydın Göle
03.11.2001

***   ***   ***

Eskilerin bir sözü vardı. Karşılıklılık ilkesini bir güzel anlatır. “Sev beni, seveyim seni” derlerdi. Bu şiir bu sözü başka türlü anlatmanın yoludur. İkincil olarak öpmek sevginin hasadı olduğunu vurgulamak istedim. Öyle ya, sevmediklerimizi hiç öpmeyiz.

75
Dudaklarını öpmek
Bağdan üzüm yemektir.
Sevginin hasat mevsimi geldi
Bağdan üzüm koparır gibi
Öp beni, öpeyim seni

Aydın Göle
07.11.2001

***   ***   ***

İnsanın en uzun yürüyüşü bir kalbe olan yürüyüşüdür. Göründüğü kadar kolay değildir ama. İçindeki hayal kırıklıkları, içindeki kıskançlıklar, içindeki ümit ve ümitsizlikler bu yolculuğu çok zorlaştırır. Yara bere içinde kalsak da bu yürüyüşten vazgeçmeyiz. İyi ki vazgeçmeyiz. Yoksa hayat çorak topraklara dönerdi.

76
Sen hayatım boyunca
hep özel kalacaksın
Yıllara kafa tutup
hep güzel kalacaksın
Uzun bir yürüyüşteyim kalbine doğru

Aydın Göle
08.11.2001

***   ***   ***

İç çekmelerimizin şahidi gündüz çiçekler, gece ise yıldızlardır. Sevdada iç çekmeyen nerdeyse hiç yok! Belki bu yüzden bizi hiç bıkmadan dinlerler. Ne sırlarımızı bilirler kim bilir?

78
Çiçekler yıldızların
göz yaşlarımıdır yere düşen
Yıldızlar çiçekler midir
göğe ekilmiş
Gündüz çiçeklere,
gece yıldızlara bak!
Onlarda sevdadan çekilmiş
ne ahlar göreceksin

Aydın Göle
24.11.2001


İyi pazarlar sevgili okurlar. Haftaya gene şiirlerle görüşmek üzere esen kalın.

Yayın Tarihi15.12.2013


SEVGİYLE BERABER

Adım hikâyeciye veya fıkracıya çıkarsa hiç şaşırmayacağım. Bazen sayfalar dolusu yazıyla anlatılan şeyi bir çırpıda anlatmaya yettiği ve daha etkili olduğu için hikâye veya fıkralara sığınıyorum. Bu günde böyle bir hikâyeyi sizlere sunmak istiyorum. Aşağıya alıntıladığım ve benimde bildiğim bu hikâyeyi Savaş Ay Takvim Gazetesindeki köşesinde yazmıştı. Geçtiğimiz günlerde yitirdiğimiz ve Şarkıcı Şükran Ay’ın oğlu olan Savaş Ay kenarda köşede kalmış kesimlerin sesi olmayı seçmiş bir yazardır. Onları olduğu gibi yazdı. Yıllarca onu ATV’deki televizyon programlarında da izledik. Tıpkı yazıları gibi programlarını da aynı düşüncede hazırlar ve sunardı. Yazarlığına sözüm yok, hatta anlattığı konularda başarılı olduğu da bir gerçek. Bir yazısında okuduğum ve sizlere sunacağım hikâye onun tarzının tamamen dışında olduğu için beni şaşırtmıştı. Nasıl şaşırtmasın ki? O yıllarca orta tabakanın altındaki yan yollara sapmış veya sapmaya eğilimli insanları (sinemada rol almış baş rolde oynama ümidi besleyen veya beslemeyen figüranları, sahneye as solist olma hayaliyle çıkmış ama zor uvertür olmuş şarkıcıları, hatta hiçbir şey olamamış, yiyecek ekmek bulamamışları, romanları) anlatarak solculuk oynamıştı. Genellikle buralardan aldığı konularını, bir adım ileri götürmeden kendi kurtuluşu demek olan varlıklılığını onların üzerine kurmuş olduğu bu yazı ve programlarına borçlu olduğunu hep düşünmüşümdür.

Bu konuyu kısa kesiyor ve hikâyeyi kurgusuyla hiç oynamadan, onun yazdığı biçimiyle aktarıyorum, beğeneceğinizden eminim.

***   ***   ***

Bir kadın evinden çıktı, evinin önünde beyaz, uzun sakalları olan 3 yaşlı adam gördü. Onlara: “Sizi tanımıyorum ama aç olmalısınız. Lütfen evime buyurun ve bir şeyler yiyin.” dedi. “Kocanız evde mi?” diye sordular. “Hayır, dışarıda” dedi kadın. “O zaman giremeyiz” dediler.

Akşamleyin kocası eve geldiğinde kadın olanları ona anlattı. Kocası: “Onlara eve geldiğimi söyle ve onları eve davet et” dedi. Kadın dışarı çıktı ve yaşlı adamları davet etti. “Biz bir eve hep beraber girmeyiz” dediler. Kadın: “eden?” dedi. Yaşlı adamlardan biri cevap verdi: “Onun adı ‘Zenginlik’tir ” dedi, arkadaşlarından birini göstererek. Ve bir diğerini göstererek: “Onun da adı ‘Başarı’dır, ve ben de ‘Sevgiyim.” Ve ekledi: “Şimdi eşinle konuşun ve hangimizi evinize davet edeceğinize karar verin” dedi.

Kadın eve girdi ve olanları kocasana anlattı. Kocası çok sevindi; “Ne kadar harika. Zenginliği davet edelim, gelsin ve evimize zenginlikle doldursun” dedi. Kadın: “Neden başarıyı davet etmiyoruz?” diye konuştu. O sırada onları dinlemekte olan kızları: “Sevgiyi davet etsek daha iyi olmaz mı?” diye sordu. “O zaman evimiz sevgiyle dolar.” Adam: “Bence kızımızın tavsiyesine uyalım. Lütfen dışarı çık ve sevgiyi davet et. Sevgi bizim misafirimiz olsun” dedi.

Kadın dışarı çıktı, sevgiyi seçtiklerini söyledi ve sevgiyi evlerine davet etti. Sevgi kalktı ve eve doğru yürümeye başladı. Diğer iki arkadaşı da kalktı ve onu takip ettiler. Kadın büyük bir şaşkınlıkla: “Ben sadece sevgiyi davet ettim, siz neden geliyorsunuz?” diye sordu. Yaşlı adam cevap verdi: “Eğer siz zenginlik veya başarıyı davet etmiş olsaydınız, diğer ikimiz kalacaktık. Ama siz beni (sevgiyi) davet ettiğiniz için, ben nereye gidersem, başarı ve zenginlik de benimle gelir. Her nerede sevgi varsa, başarı ve zenginlik de vardır.” Demiş.

***   ***  ***

Nasıl? Hikâye güzel mi sizcede? Öğüt veren şeyler her zaman sevimli olmaz. Herkesi öğüt sıkar. Kimse öğüt almak istemez. Onun için mi atalarımız “bir musibet, bin nasihatten yeğdir” demiştir? Başkalarının tecrübeleri bizim tecrübemiz olmadığının ne güzel ifadesidir bu söz.. Peki bırakalım da herkes deneye yanıla mı öğrensin hayatı, bazı gerçekleri?.. O zaman billûrlaşmış tecrübelerin yuvası okullar neden var? Bazı tecrübeler okulla öğrenilir, bazı tecrübeler öğütle.. Tabi ki öğüdün dozunu kaçırmamak şart!

Bu hikâyede başka bir gerçek var. Görünür gerçeğin dışında bir gerçektir bu. Sonuç olarak “sevgi” her şeyi beraberinde getirir gerçeğini gösteren bu hikâyede sevgiyi isteyen kim ona da bakmak gerekir bence. Baba “zenginliği” misafir etmek ister. Anne “başarı”yı. Evin kızı ise evleri sevgi dolsun ister. Neden?

İnsan yaşamı boyunca çeşitli evrelerden geçerek olgunlaşır. Olgunluk; bilgi ve deneylerin toplandığı evredir. Bu evrede edinilen bilgi ve beceriyle birlikte kazanılan tecrübe maddi temeli oluşturur. Buna bakarak zenginlik sonuçtur diyebiliriz. Başarı da; geçmişte edinilen bilgi ve beceriyle, tecrübenin doğru kullanıldığı olgunluk evresine aittir. Peki olgunluk döneminden önce başarı ve zenginlik olmaz mı? Olur tabii, neden olmasın? Hiçbir kural istisnasız değildir. Bizim sürpriz dediğimiz işte bu istisnadır. Yani işin doğasında seyrekte olsa, olma ihtimalinin olduğu şeye biz ihtimal diyoruz. Bu ihtimal beklenmedik zamanda gerçekleşirse buna da sürpriz diyoruz. Bazen sürprizler her şeyin önüne geçerek yönlendirici olsa da olgunluk evresi yukarıda saydığım kazanımlarla istediği sonuçları alır. Kadın erkek ayrımı olmaksızın bu böyledir, ama bayanlar başarıya daha çok önem verir. Hikâyemizdeki anne bunun için eve başarıyı almak istemiştir.

Gençlik evresi henüz hayata hazırlanıldığı evredir. Bu dönemin insanı bilgi, beceri ve tecrübeyle donanmamış olduğu için uçma denemeleri yapan kuş gibi sık sık düşerken sığınacağı liman olarak sevgiyi görür. En saf, en temiz sevgi dışarıda değil yaşadıkları evlerindedir. Çünkü dışarısı acımasız, güvenliksiz, sevgisizdir. Amansız bir yarış vardır dışarıda. Hele bilgi ve tecrübe olmadan dışarısı kişiyi barındırmaz. Gençlik evresinde insan bu yüzden sevgiye daha çok ihtiyaç duyar.

Sevgi, başarı ve zenginliği de olmak üzere, tüm iyi şeyleri içinde taşır. Sevgiyle dünyayı kurtarabilirsiniz. Fakat sadece başarı, yada zenginlik dünyayı kurtarmaya yetmez. Hikâyemizdeki evin kızı sevgiyi seçerken belki romantik düşünerek seçmiştir. Bilmeden de olsa doğrusunu yapmıştır. Sevgiyle beraber gerisi gelir.

Yayın Tarihi: 13.12.2013