31 Aralık 2014 Çarşamba

KONUŞMA ÜSTÜNE

Sevgili okurlarım, gazetemize bir hafta yazı veremedim. Bir süre önce bir şikâyetim üzerine yapılan araştırmalar doktoruma göre bende akciğer kanseri olduğu sanısını uyandırmıştı. İş akciğerimden parça almaya gelince bronoskopide tansiyonumun yükselmesinden dolayı, Kocaeli Umuttepe hastanesine sevk edildim. Orda yapılan bronkoskopi ve biopsi sonucu bendeki hastalığın akciğer kanseri olmadığı, akciğerimde mantar olduğu ortaya çıktı. Bu yoğun koşuşturmaca ve Umuttepe’deki soğuk havadan olsa gerek ağır bir gribe de yakalandım. Öksürükten başımı alamadım. Zaman zaman boğulacak gibi oluyordum.

Neyse canım; bunlar kanserin olası uğraştırmalarının yanında hiç kalır. Buna rağmen insan grip mücadelesinde bile böyle pes edebiliyor. Belkide bendeki sadece grip değil, bir gerilimin boşalımıydı, kim bilir?

Yarın yeni bir takvim yılı başlıyor. Yeni yılın ülkemize ve insanlığa mutluluk ve esenlik getirmesini diliyorum.

Bugünkü konumuza dönelim.

*   

İnsanlar konuşa konuşa, hayvanlar koklaşa koklaşa anlaşır derler. İyiki insanların konuşmak gibi önemli bir yeteneği var. Bir insanın başka bir insanı kokladığını böylelikle anlaşmaya çalıştığını düşünsenize, ne kavgalar olurdu kim bilir? Zaten kavgacı bir milletiz. Kimsenin kimseyi çekmeye tahammülü yok! Eskiler koklamanın konuşmak kadar etkili olamayacağını vurgulamak mı istemişler bilmiyorum, “kavun değil ki koklayasın” da derlerdi. Aslında “kokusu çıkmak” gibi dilimize yer etmiş, pekte hoş olmayan bir durumu anlatan deyimimizde var, yeri gelmişken belirtelim. İşte bu yüzden konuşmak önemli iştir dostlar.

İnsanlar kim bilir ne zamandan beri konuşarak anlaşıyorlardır? Eşya ve kavramlar arttıkça, hallerde artınca buna bağlı olarak kelime sayıları arttı, anlatım tarzları zenginleşti. Buda dilin gelişen çağlarla geliştiğini, gelişirken değiştiğini gösteriyor. Keşfedenlerin “kompüter” dediği, dilimize harika bir uydurmayla yerleşmiş olan “bilgisayar” kelimesini düşünün, ne demek istediğim daha kolay anlaşılacaktır o zaman.

Dil bazen ırmaklar gibi ya yatağından taşarak, yada yan kollar edinerek akar. Bu kimi zaman argo dediğimiz gençliğin veya kültür düzeyi düşük kesimin itibar ettiği bir anlatım biçimi olabilir, kimi zamanda kültüre bağlı olarak halk edebiyatı içinde yer tutan deyim, atasözü biçiminde  görünür. Yazın dünyası demek olan edebiyat dünyası içindeki şair ve yazarların dile katkısı yadsınamaz tabii. Düşünce adamları ve bilim insanlar için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Düşünce adamları diyerek cinsel faklılığı ve bilim insanları diyerekte cinsiyetsizliği bilerek seçtim. Çünkü düşün “felsefe” dünyasında bir kadına rastlamak nerdeyse imkânsızken, bilim alanında önemli kadın isimlerini de görüyoruz. Bu bayanların düşüncesiz olduğu anlamına mı, boş işlerle uğraşmayı sevmediği anlamına mı geliyor, ne dersiniz?

Yok canım konuşmak hiçte boş bir iş değildir. Ama kadın olsun erkek olsun, konuşmak; işi olmayanların en çok yaptığı iştir diyerek bir saptamada bulunmazsak olmaz. Neyse. Zıtlıkları ve çelişkileri kimse bitirememiş, ben nasıl bitireyim? Yapmamız gereken o değil zaten, önemli olan zıtlık ve çelişkilerden doğan güzellikleri görmektir.

Affınıza sığınarak benim gördüğüm kimi komik, kimi düşündürücü kimi saçma zıtlıkların dile dökülmüşlerini sunmak istiyorum.

“Yüreklerde ünlem, akıllarda soru işaretiyim..”
Ne söz değil mi ama? Belâlı bir kişilik bundan daha güzel başka nasıl anlatılabilirdi? Biliyorsunuz ünlem işareti şaşkınlık, korku ve şiddet belirtme işaretidir. Yüreklerde ünlem işareti olmak bence yüreklere korku salmayı anlatıyor. Soru işareti ile birleşince sorunlu kişilik ortaya çıkar. Kamyon arkası paspas yazılarında böyle kişilik özentisi yazılara eskiden çok rastlanırdı.   

“Anlayana çok, anlamayana az gelirim..”
Sizlere örnek olarak gösterdiğim elimdeki deyimlerden argo deyimler bugün daha çok yer tutuyor. Buda onlardan biri işte. “Anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az” atasözümüzün argoya dönüşmüş biçimi desek yanılmış olmayız sanırım. Anlamı son derece açık ve net!

“Benim hiçbir kaybım olmaz.. İsteyen yanımda, istemeyen yolundadır..”
Kendine yettiğini düşünen, elindekilerle yetinebilen, yanında olmayana öyle çok üzülmeyen bir kişinin sözü bu olmalı. Eh ne diyelim, tercih meselesi..

“Dikkatimi çekmez kimse, Ben dikkat çekerim işime gelirse..”
Ne kendini beğenmişlik bu böyle. Bencil kişiliğin sözü bu olmalı herhalde. Doğrusu böyle kişilere sabrım yok!

“Kalbimde birkaç kişinin adı var; Kiminin altı çizili, Kiminin üstü..!!”
İşte bu söz argo bir sözde olsa çok güzel. Kısacık ama hedefi onikiden vuruyor. Altı çizili deyimi; özel kişiler, üstü çizili deyimi; gözden çıkarılmış kişiler anlamını taşıyor. Herkes için geçerli bir söz. Sevdiklerimiz önem verdiklerimizle, defterden sildiklerimiz önem vermediklerimiz hep vardır.

“Hoşça kal demek istersen hiç durma.. Ama bunun Merhabası da olmaz unutma..”
Bir şeye karar verirken ardını da düşünmek gerektiğini vurgulayan bu sözün biraz sert olduğunu düşünüyorum. Her hoşça kal dediğimize bir daha merhaba diyemezsek bir sabah ıssız ve yalnız bir dünyaya uyanırız. 

“Dost mu arıyorsun? Cebine bak!”
Her şeyin maddi çıkarlara bağlı olduğunu söyleyenlere uygun bir söz. Çevremde böyle insanların varlığı beni sıkar. Her şey para değildir. Doğa bütün cömertliğiyle ne veriyorsa hiçbir bedel istemezken, bize ne oluyor? Doğadan daha mı akıllıyız?  Bu yere batası sistemlerimiz insani olan ne varsa bitiriyor ne yazık ki..

“Kışın güneşine, kızın gülüşüne aldanmayacaksın.”
Bu sözü söyleyenin canı herhalde bu iki şeyden çok yanmış olmalı. Ona birileri güneşi gördüğünde denize gir yüz demişse oda her mevsimin güneşini anladıysa suç kimde? Akıl var, nizam var. Her güneşe adlanılır mı? Kız gülüşünü her yüze gülene diye değiştirsek muhtemel bir cinsiyet kavgasının önüne de geçmiş oluruz. Siz yüzünüze her gülenin içtenliğine inanabilir misiniz? Bütün bunları hatırlattığı için amacını anlatan bir söz olarak beğendiğim bir sözdür.  

“Lafın tamamı adamın ahmağına anlatılır.”  
Bir konuşmada anlattıklarınızı anlamayana rastlarsanız, o konuşmanın sizi çok yorduğunu görürsünüz. Ama akıllı ve zeki biriyle sohbet öyle keyif verir ki, doyamazsınız. Uyarılarda durum daha belirgindir. “Kör, parmağım gözüne” deyimi de bu deyimin başka biçimidir. Çevrenizde gören ve anlayanlarınız bol olsun. Gören körlerden Allah sizi korusun.
 

Yayın Tarihi: 31.12.14

PKK TERÖRÜ, DEVLETLER VE ŞIKLIK 2

Sonunda ne olduğunu tahmin etmek pek zor değil. Laçiner de tahminleri doğruluyor.

“1 Mart tezkeresinde Türkiye Meclisi Amerikan askerlerinin Türk topraklarından Irak’a geçişine müsaade etmeyince bu Amerika’yı, üstelik daha önce verilen bir söz varken çok sinirlendirdi. 1 Mart tezkeresi Amerika’nın yüzüne atılmış bir tokat gibidir. Amerika’nın başına çuval geçirmek gibidir. Biz çuvalı geçirdik onlar da bizim başımıza çuval geçirmeye, çorap örmeye başladılar. Hınçlarını alamadılar çünkü Irak’ta başarısızlık arttı, arttıkça Amerika Türkiye’yi suçladı ve sonunda PKK diriltildi. Yani misyonunu bitirmiş bir örgüt diriltilmeye başlandı 1 Mart tezkeresinden sonra.”


Laçiner’in 1 mart tezkeresi hakkındaki şu görüşüne aynen katılıyorum; “Türkiye etik davranmıştır ama kârlı bir iş yapmamıştır.”

“Türkiye o karardan sonra (birde başbakanın İsrail başbakanı’na Davos’taki ‘one minut’ çıkışıyla A.G) çok da güçlendi Ortadoğu’da ama...

Amerikan askerleri Irak’a, Türkiye üzerinden geçmiş olsaydı, Türkiye yine Ortadoğu’da güçlenirdi. Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Ahmet Davutoğlu üçlüsü yine o misyonu eda ettirirdi. Ne olurdu? Birkaç yıl gecikirdi. Ama olurdu. PKK’nın son 7-8 yılda yeniden dirilişi 1 Mart tezkeresinin maliyetidir. Etik bulmayabilirsiniz ama uluslararası ilişkiler biraz da sizin çıkarınızla başkasının çıkarının değişme meselesidir. Türkiye etik davranmıştır ama kârlı bir iş yapmamıştır.
Amerika’nın Irak işgalinden sonra Kandil üç misli büyüdü
Başbakan da istemiyordu zaten bu sonucu...
Erdoğan söz vermişti. Buna rağmen o söz yerine getirilmemiş oldu. Zaten işin kötü tarafı bu. Bu sözden dolayı Amerika’nın tepkisi ağır oldu.”

“Türk-Amerikan ilişkilerini hızla kopma noktasına götüren bir unsurdur PKK... Amerika, Türkiye’yi değil PKK’yı seçti!”

Bunun içindir ki Amerika istihbarat verir gibi görünür. Türkiye orda 2, burda 5 PKK’lı yakalar, bu PKK’yı hınçla yeni eylemlere iter.

Laçiner’de aynı şeyi düşünür.

“Bu hikâye sürer gider. Buradaki bir yardım değildir, hikayenin devam etmesini sağlamaktır. Aslında 2007’de bir anlaşma imzalandı Washington’da... Erdoğan-Bush zirvesi yapıldı. Orada bir takım şeylerin değişme ihtimali belirdi. Amerika Türkiye’nin kaybedilmemesi gerektiğini düşündü ve Türkiye’ye destek vermeye başladı. Kandil operasyonları, istihbarat desteği başladı. Talabani Türkiye’ye döndürüldü, Barzani onu takip etmeye başlar gibi oldu ama bu noktada Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri bozuldu ve bu hikâye orada bitti. Ondan sonra Amerika’nın Türkiye’ye PKK konusunda hiçbir katkısı olmadı.”

Terörü bitirme konusunda dış desteğin şart olduğunu belirten Sedat Laçiner şunları diyor;

“Bir terör örgütü kendi rızasıyla silah bırakmaz. Böyle bir ihtimal yok. Üstelik Suriye’de büyük hesaplar yapılıyor. İran karışık... PKK burada bir fonksiyon icra etmeye başladı. Fonksiyonsuz PKK yok artık elimizde. Türkiye’nin canını acıtabildiği için PKK, İran için de, Suriye için de, Amerika için de, İsrail için de, Barzani için de kıymetli... Ama Türkiye güçlü bir ülke. Hata yapıyor, hatasının acı sonuçları oluyor ama o kadar. (...) canı çok yanıyor. Ama orayı korur, tutar. Yalnız dış destek olmazsa çok zorlanır.”

Yazının bundan sonrası konumuzun dışında olduğu için örnekleri uzatmanın gereği yok! Yalın gerçekle gördüğümüz gibi devletler fiyakalı şık tavırlar içinde olmazlar. Her zaman işlerine geldiği gibi ve o anki çıkarları hangi tavrı gerektiriyorsa o tavrı sergiliyorlar. Bunun dilini kullanmak içerde politikacılara, dışarıda hariciyeci bürokratlara düşüyor.

Artan PKK terörü karşısında gelişen olaylar ardından içinde bulunduğumuz değişim sürecininde etkisiyle kaleme aldığım bu yazıda devletlerin şıklık ve fiyaka peşinde koşmalarının mümkün olmadığını vurgulamak istedim.

Son söz: Şıklık ve fiyaka güçle orantılıdır. 


BİTTİ



 Yayın Tarihi: 24.12.14

TERÖR, DEVLETLETLER VE ŞIKLIK 1


Devletler fiyakalı, şık tavırlar peşinde koşmazlar. Siz diplomasiye, onun nezaket ve kibarlık yüklü diline bakmayın. O dil gerçeği süsleme sanatından başka bir şey değildir. Tıpkı çok acı bir ürünü çok şık, çok parlak bir paketle tüketiciye sunmak gibi. Burada tüketici durumunda olan, ülkelerin iç kamuoyuyla dünya kamuoyudur. Herkes bu sözlerle dünyanın idare edildiğini, dünyaya bu sözlerle düzen verildiğini sanır. Oysa her şey önce tasarlanmış, sonrada olup bitmiştir. İş söze kalmış bu sözlerle gerçeklerin sunumu başlamıştır. Şu an karşı karşıya olduğumuz durum budur.

Neyden söz ettiğimi bu anlatımla anlamak mümkün değil, haklısınız. Cumhuriyetin kuruluşuyla belirlenen iç ve dış politikaların değiştirilip, belki de üniter yapıdan vazgeçilip federasyonlara yol açacak, içinde Türk adının yer almadığı yeni bir devlet yapısına gidişimizden söz ediyorum. 1991 yılından bu yana Afganistan’a ve Irak üzerinden orta doğuya yerleşen Amerika bu bölgelerde, içlerinde Türkiye’ninde bulunduğu ülkeleri kendi politikalarına uygun duruma getiriyor. Bunu yaparken de diplomasi dilinden vazgeçerek isteklerini dikte ettirebiliyor. Diplomasi dili, yani dolaylı anlatım kendi halklarını ikna etmek için ülkelerin politikacılarına kalıyor.

2011 yılında Vatan Gazetesinden Mine Şenocaklı ile Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK) kurucusu ve Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Rektörü Prof. Sedat Laçiner konuşmuşlardı. Bu konuşma Vatan Gazetesinde yayımlanmış, o yazıyı bilgisayarımda saklamıştım. O konuşmalardan vereceğim örneklerle gerçeğin bir boyutuna tanıklık ederek, yukarıda sözünü ettiklerimdeki haklılığımı kanıtlamaya çalışacağım.

Sedat Laçiner’e göre AK Parti’nin en başarısız olduğu, en az dokunduğu, hatta hiç dokunmadığı alan silahlı mücadele idi. Ona göre “hükümet, zaman zaman naifliğe de çalan bir iyi niyetle -Biz bu işin silahlı mücadele kısmına çok dokunmadan idare edecek şekilde demokratik açılıma devam edelim, ordu ne yapıyorsa yapsın, biz de bu arada PKK’yı ikna edebilir miyiz?- diye düşünüyorlardı”.

Demokratik açılıma büyük önem veren bu hükümet, ne oldu da bu noktaya, silahlı mücadeleye geldi? Değişen ne? Laçiner o konuşmada şöyle cevaplıyor bu soruları.

“Hani küçük yaralar vardır, basit tedavilerle hallolabilecekken, siz kirli ellerle oynarsınız oynarsınız, kabuk bağlamasına izin vermezsiniz, yara büyür, dışarının etkisine açık hale gelir... Sonunda kangren olur, çok büyük bedeller ödetir insana, bir koca bacak, bir kol gider... İşte bu böyle bir hikâye. Çünkü ben Kürtlerle Türklerin ayrılabilecek iki millet olmadığı kanaatindeyim. Daha doğrusu yakın bir zamana kadar böyleydi kanaatim ama Türkiye küçücük bir yarayla oynaya oynaya onu kangren haline getirdi.”

“Darbeler terör sayesinde süreklilik kazandı. Generaller önemliydi, çünkü terör vardı... Demek ki terör sürmeliydi. Böyle bir yönü de oldu meselenin. Burada birbirini besleyen iki kötü var. İsterseniz buna Ergenekon deyin, isterseniz derin devlet, onunla Kürtçü ayrılıkçılık birbirini besledi.”

Irakta kürt bölgesi ayrıştırılıp o bölgenin devletleşme süreci başlatıldığı zamanda Amerika Abdullah Öcalan’ı bu sürecin önünde 3. güç olmasını engellemek amacıyla (yanı sıra bazı başka amaçlarda güderek) paketleyip Türkiye’ye verdi. Çünkü o bölgede hedeflerindeki isim Barzani idi. Onun liderliğini engelleyecek her türlü girişime engel oluyorlardı. Apo böyle bir tehlike olma yolundaydı, bertaraf edildi.

Laçiner soruyor: “Şimdi de Amerika isterse PKK biter mi?”

Cevabı gene Laçiner veriyor: “Tabii. Orada Amerika’nın hedefi PKK’yı bitirmekti. Çünkü Amerika için PKK misyonunu tamamlamış bir örgüttü.”

Laçiner o konuşmada bu konudaki görüşlerini şöyle açıklamış:

“Clinton dönemidir bu... Misyonu uzun. Bir tek misyonu yoktu. Birçok roller oynadı PKK. Yıllar içinde değişti o roller, bitti. Yarar vermediği gibi, Irak’ın kuzeyine zarar vermeye başladı PKK. Amerika’nın oradaki hedefi şuydu; Irak parçalanacak, kuzeyde bir Kürt devleti kurulacak, Saddam Hüseyin devrilecek! Yeni dünya düzenini Amerika, Irak Körfez Savaşı ile başlattı biliyorsunuz ve PKK Ortadoğu’daki yeniden yapılandırmaya mani olan bir örgüt oldu. Barzani ile, Talabani ile çatıştı, orada üçüncü bir güç olmaya kalkıştı. Amerika buna müsaade etmedi. Barzani’nin, Talabani’nin Washington’dan taleplerini yerine getirdi ve Öcalan’ı bize hediye etti. Örgütün de altını boşalttı ve ondan sonraki dönemde 2003’ün ortalarına kadar Amerika, Osman Öcalan da dahil olmak üzere, PKK’nın önde gelen isimlerini kendi yanına çekti. Bunlar hep PKK aleyhine açıklamalara başladılar. PKK çözülmeye başladı. Ne zamana kadar? 1 Mart Tezkeresi’ne kadar.

Yani 2003’e kadar...”


DEVAM EDECEK

  
Yayın Tarihi: 22.12.14

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ



Şairlerle düşüp kalkmayacaksın! Onlar, apaçık büyücüdürler. Dünyalarında büyüden bol ne var? Ne sihirdir ne keramet, el çabukluğu marifet türünden iki laf ederler, kalbimizi tarumar olmuş bahçelere döndürüp, aklımızı çelip bizi olmayan bir dünyaya götürürler. Orda yapayalnız bırakıp kaderimize terk ederler.
Yok, yok! Şairlerle düşüp kalkmalısın. Bozkırda yağmur bilmez bir maki olmak istemiyorsan, şairlerle dost olmalısın. Çünkü onlarla insan olmanın erdeminin gözyaşında, hiç bitmeyecek ümitlerde olduğunu öğrenirsin. Onlar dile kanat giydirenlerdir. Hangi dil vardır ki şairle şiirle güzel ve derin olmasın..

Bu günde dilimize kanat takan, ses bayrağımız Türkçemizin kudretini ve tüm güzelliğini ortaya koyan şairlerimizle geldim. İlk şairimiz Cahit Sıtkı Tarancı. İlk şiirimizde onun Fatih Kısaparmak tarafından bestelenen ABBAS adlı bir şiiri. Eminim ki herkes biliyordur.

….

ABBAS

Haydi Abbas, vakit tamam;
Akşam diyordun işte oldu akşam.
Kur bakalım çilingir soframızı;
Dinsin artık bu kalp ağrısı.
Şu ağacın gölgesinde olsun;
Tam kenarında havuzun.
Aya haber Sal çıksın bu gece;
Görünsün söyle gönlümce.
Bas kırbacı sihirli seccadeye,
Göster hükmettiğini mesafeye
Ve zamana.
Katıp tozu dumanı,
Var git,
Böyle ferman etti Cahit,
Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş’tan;
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.

Cahit Sıtkı Tarancı

***

1970’li yıllarda solcular Necip Fazıl Kısakürek’i, sağcılar Nazım Hikmeti, bu iki şairde birbirlerinin siyasi düşüncelerini sevmezlerdi. Necip Fazıl Nazım Hikmet’e; “Elime geçsen seni asardım” derdi. Derdi demesine ama orda kalmaz şunları da sözünün ardına eklerdi: “Sonrada ayak ucunda oturur sana ağlardım.” Bu ustanın ustaya duyduğu hayranlığın işaretidir. Nazım Hikmet’inde aynı düşüncede olduğunu bir çok yerde okumuştum. Türkiye işte budur. Bir pencereden bakarak bir ülke anlaşılamaz. Bir evin ışık alma oranı nasıl pencere sayısı ve büyüklüğüne bağlıysa, bir ülkenin ışıklı olması da sanatçı sayısı ve çeşitliliğine bağlıdır. Nazım Hikmet, Necip Fazıl Kısakürek, Yaşar Kemal, Peyami Sefa (günümüz farklı siyasi düşünceden şair ve yazarları da dahil)Türkiye dediğimiz bütünün birer parçasıdırlar. Parçasız bütün nasıl olmazsa, bu parçalardan mahrum bir Türkiye de olmaz. Şimdi bu iki dev şairimizin şiirlerini sunuyorum.

...

VEDA
Elimde, sükutun nabzını dinle,
Dinle de gölümü alıver gitsin!
Saçlarımdan tutup,... kor gözlerinle,
Yaşlı gözlerime dalıver gitsin!

Yürü, gölgen seni uğurlamakta,
Küçülüp küçülüp kaybol ırakta
Yolu tam dönerken arkana bak da,
Köşede bir lahza kalıver gitsin!

Ümidim yılların seline düştü,
Saçının en titrek teline düştü,
Kuru yaprak gibi eline düştü,
İstersen rüzgâra salıver gitsin!

Necip Fazıl KISAKÜREK

***

Bu şiiri Volkan Konak konserlerinde bir parçanın arasında seslendiriyor. Ama ne seslendirme. Şiir onun vurgusuyla önce huysuz bir kısrak, sonrada uysal bir su oluyor.

...

ÇEKİLMEZ BİR ADAM
‎..
Çekilmez bir adam oldum yine :
uykusuz, aksi, nâlet.
bir bakıyorsun ki
ana av...rat söver gibi, azgın bir hayvanı döver gibi bugün çalışıyorum,
sonra bir de bakıyorsun ki
ağzımda sönük bir cıgara gibi tembel bir türkü
sabahtan akşama kadar sırtüstü yatıyorum ertesi gün.
ve beni çileden çıkartıyor büsbütün
kendime karşı duyduğum nefret
ve merhamet...

Çekilmez bir adam oldum yine :
uykusuz, aksi, nâlet.
yine her seferki gibi haksızım.
sebep yok,
olması da imkânsız.
bu yaptığım iş ayıp
rezalet.
fakat elimde değil
seni kıskanıyorum
beni affet...

Nâzım Hikmet RAN

***

Her zaman olduğu gibi bu günde sırada benim yazdığım şiirler var. Kafiyesiz ve serbest vezine yöneldiğim bu denemeleri bakalım beğenecek misiniz?

...

78
Dilimize dolansa arsız bir türkü
Neşe verse bize, hem dinleyenlere
Ilık bahar sabahları gitmeye utansa
Yaradan üzmese kullarını, aşk acısı vermese
Dola kollarını boynuma bir tanem sevinçle
Yaşamak gibi bir gayenin
Gönüllü erleriyiz madem
Bütün yitirdiklerimize rağmen
Kederle dolup taşsak bile, taş değiliz ya
Bizden uzak olsun matem

Aydın Göle
21 ağustos 2003

***

79
Bütün çiçekler sevgiyi anlatır; gül en fazla
Seni seviyorum canım, bitmez bir hazla
Seneler geçse bile göz açıp kapar gibi hızla
Hep bugünde kal, hep mutlu ol
Her günün doğum günü şenliğinde olsun

Aydın Göle
21 ağustos 2003

...

Bugün sıra atlayarak bir değişiklik yapacağım. 80. şiir uzun olduğu için onu haftaya bırakarak 81. şiiri öne alıyorum.

...

81
Yağmurlar yağdı.
Şimdi alabildiğine güneş.
Hayatta tıpkı böyle..
Gülmek ve ağlamak,
Kardeş değil mi zaten?
Senle ben gibi.
Özlemin;
İncecik bir sızı içimde.
Seni,
İki gün görmedim diye,
Yokluyor kalbimi.
İnce sızılar haindir,
Varla yok arası.
Yoklar durur,
Aklıma geldikçe sen.
Yok!
Seni görmeden
Dineceği yok!
Ne yapayım canım?
Seni özlüyorum işte

Aydın Göle
21 ağustos 2003

***

Bu haftalıkta bu kadar. Hanidir bembeyaz bahçelerine hasret kaldığımız kışın kapılarına geldiğimiz şu günlerde kuşlarıda, kurtlarıda düşünün. Yabanıl yaşamın yaşam alanlarını ele geçirdikçe (bu aynı zamanda kendi türümüzü yok ediş serüvenimizdir) zavallıcıklar özgürlüklerinden daha çok yaşamlarından oldular. Çünkü bu mevsimde yiyecek bulamıyorlar. Beyaz örtüyle uyanacağımız sabahlar iyice yaklaştı. Doğu illerimizde başladı bile. Yarın bir günlüğünede olsa bölgemizede uğrayacağı söyleniyor. Bu sene o beyaz örtüye barajlarımızın dolması için daha çok ihtiyaç duyuyoruz. Yaşam böyledir işte. O, Ali’ye öyle Veli’ye böyle diye düşünmez. Bunlara kendi çıkar penceremizden bakarak anlamlar yükleyip ahkâm kesmeye bayılıyoruz. O ise bildiği kuraldan şaşmaz. İyiki şaşmaz, bize kalan alanlara bakarsanız işin içinden çıkılmaz hal alacağını görmeniz zor değil. Neyse... buda bitecek ve gene bir bahara ereceğiz sonunda. Baharın kapılarından bol güneşli günlere girmeniz dileğiyle..

 

Yayın Tarihi: 21.12.14

AŞK MI SEVGİ Mİ?



Aşk gürültücüdür. Haykıra haykıra şarkı söyletir insana, yüksek sesle konuşturur. Bir şeyleri gözlere sokmak amacını taşır. Onunla birlikte ölümle hayat at başı koşar. Aşkın bir boyutunda, seçim söz konusu olsa ‘kendinden vazgeçme’ ile hayattan kopmak kolaylıkla mümkün olur. Çünkü aşk her şeyden, başta kendinden aşkınlaşmaktır. Yani tensel duyumlardan uzaklaşmak.. öyle ki bu durumda hiçbir acı duyulmaz. Acı duymak için aşık adeta kendini paralar. İşte bu nedenle aşık olan insanın sakin olması beklenemez. En küçük ayrıntı aşık olanda büyük fırtınalar yaratır. Oysa sevgi sessiz, sakin ve kararlıdır. Sevgide söylenmiş irice bir sözcük bulmak zordur. Elbette duygudur sevgi, fakat aklın önünü kesmediği için ‘kendinden vazgeçme’ ile hayattan kopmak mümkün değildir. Çünkü sevmek yaşamadan mümkün olmayacağından hayata ait bir konudur.

Bütün bunların ışığında,     

Bence SEVGİ; sakin güçtür.
Bence SEVGİ; ‘Sessiz, Derin, Yemyeşil ve Serin’ bir yoldur. 
Bence SEVGİ; Bazı şeylerin görünenler arasında yer alarak, olumlu veya olumsuz diğer bazı şeylerin görünmesine engel olmaz.

Bütün bunları bilerek sevgiyi yaşayanlar uzun ömürlü sevgileri hak ederler. Aşağıdaki hikâyeyi çarşamba günü biten EVLİLİK ve MUTLULUK adlı yazı dizimizin ardından koymamın elbette bir amacı var. Mutluluğun gördüklerimizle sınırlı olmaması gerektiğini, asıl görmediklerimiz içinde sevgi için gerekli olan “anlamlar dünyası”nın, eskilerin deyişiyle “mânâlar âleminin” ip uçları vardır. Bu hikâye işte bunu anlatıyor.  

Adım hikâyeci başı’na çıksa yeridir. Bu hikâyenin de yazarını bilmiyorum.

***

Kocam bir mühendisti. Onunla sâkin tabiatını sevdiğim için evlenmiştim. Bu sâkin adamın göğsüne başımı koymak içimi nasılda ısıtırdı… Gel gör ki iki yıl nişanlılık ve beş yıl evlilikten sonra bu sâkinlik beni yormaya başlamıştı. Eşimin bir zamanlar çok sevdiğim bu özelliği artık beni huzursuz ediyordu. İş ilişkiye gelince oldukça içli, hattâ aşırı hassas bir kadınım. Romantik anlara, küçük bir çocuğun şekere düşkünlüğü gibi can atıyorum. Oysa kocamın sakinliği, başka bir deyişle vurdum duymazlığı, evliliğimize romantizm katmaması beni aşktan almış, uzaklaştırmıştı. Sonunda kararımı ona da açıkladım: Boşanmak istiyordum. Şaşkınlıktan gözleri açılarak ‘niye?’ diye sordu. ‘Gerçekten belli bir sebebi yok’ dedim, ‘sadece yoruldum.’ Bütün gece ağzını bıçak açmadı. Düşünüyordu. Bu hâli ise hayal kırıklığımı daha da artırmaktan başka bir işe yaramıyordu: İşte, sıkıntısını dışarı vurmaktan bile aciz bir adamla evliydim. Ondan ne bekleyebilirdim ki! Sonunda sordu: ‘Seni caydırmak için ne yapabilirim?’ Demek ki söyledikleri doğruydu: İnsanların mizacı asla değiştirilemiyordu. Son inanç kırıntılarım da kaybolmuştu. ‘İşte mesele tam da bu’ dedim. ‘Sorunun cevabını kendin bulup kalbimi ikna edebilirsen kararımdan vazgeçebilirim. ‘Diyelim dağın tepesinde bir uçurum kenarında bir çiçek var. O çiçeği benim için koparmak, düşüp vücudunun bütün kemiklerinin kırılmasına, hattâ ölümüne mâl’olacak. Bunu benim için yapar mısın?’ Yüzümü dikkatle inceledi ve ‘Sana bunun cevabını yarın vereceğim’ dedi. Bu cevapla son ümidim de yok olmuştu. Ertesi sabah uyandığımda evde yoktu. Boş bir süt şişesini mutfak masasının üzerine koymuş, altına da bir not bırakmıştı.

‘Sevgilim’ diye başlıyordu,

*‘O çiçeği senin için koparmazdım’
Kalbim yine kırılmıştı. Okumaya devam ettim. ‘Çünkü her zaman yaptığın gibi bilgisayarın altını üstüne getirip çökerttikten sonra monitörün önünde ağladığında, onu tekrar düzeltebilmem için ellerime ihtiyacım var.’

*‘Anahtarları her zaman evde unuttuğunu bildiğimden, senden önce eve varabilmem üzere koşmam gerektiğinden bacaklarıma ihtiyacım var.’

*‘Arabayı kullanmayı çok sevdiğin halde şehirde hep yolu kaybettiğinden, yolu gösterebilmem için gözlerime ihtiyacım var.’

*‘Sâdık arkadaşının her ayki ziyaretinde sebep olduğu, karnındaki krampları rahatlatabilmem için avuçlarıma ihtiyacım var.’

*‘Evde oturmayı sevdiğinden, içe kapanıklığını dağıtmak, can sıkıntını hafifletmek üzere sana şakalar yapabilmem, hikâyeler anlatabilmem için ağzıma ihtiyacım var.’

*‘Sabahtan akşama kadar bilgisayara bakmaktan gözlerinin bozulması kaçınılmaz olduğundan, yaşlandığımızda tırnaklarını kesebilmem, saçlarında -görülmesini istemediğin- beyaz telleri ayıklayabilmem, merdivenlerden aşağı inerken elini tutabilmem, çiçeklerin renginin -gençliğinde senin yüzünün rengi gibi olduğunu söyleyebilmem için gözlerime ihtiyacım var.’

*‘Ama seni benden daha fazla seven biri varsa, evet o uçuruma gidip, o çiçeği senin için koparırım bir tanem.’

Baktım, mektuptaki yazının mürekkepleri yer yer dağılıyordu. Göz yaşlarım mektuba düşüyordu.

‘Mektubu okuduysan ve kalbin ikna olduysa lütfen kapıyı aç canım. Çok sevdiğin susamlı ekmek ve taze sütle kapıda bekliyorum.’

Koşarak kapıyı açtım. Endişeli bir yüzle ve ellerinde sıkıca tuttuğu susamlı ekmek ve sütle kapının önündeydi. Artık çok iyi biliyordum: Beni ondan daha çok kimse sevemezdi. O çiçeği uçurumun kenarında bırakmaya karar verdim. Bu gerçek aşktı. İlk yıllardaki heyecanlar içinde görmeye alıştığımız aşkın, seneler sonra o heyecanlar kaybolup gittiğinde, huzur ve durgunluk içinde de hep var olmaya devam ettiğini göremeyebiliyoruz. Oysa aşk hep vardır. Belki artık heyecansız, belki artık romantik değil... Belki sıkıcı, tekdüze, hatta belki yüzsüz... Ama hep oralarda bir yerdedir. Çiçekler ve romantik dakikalar ilişkinin başlaması için elbette gerekir. Bir zaman sonra bunlar gitse de gerçek aşkın sütunu ebedi kalır. Hayat tam da böyle bir şeydir.

***

Hikâyemizdeki aşk sözcüğü gerçekçiliği içermesi nedeniyle gerçek bir sevgidir. Her ne kadar aşktan söz ediliyor olsa da aklı yitirmeyişi içerdiği sakinlik bunun göstergesidir. Buna bağlı olarak bencilliğin arttığı, kişilik kargaşasının yaşandığı günümüzde, mutlu evliliklerin giderek azaldığı, bu nedenle boşanmaların arttığı düşünülürse, her şeyi abartarak mutluluğu arayanlara AŞK MI SEVGİ Mİ diye sormak isterim.



Yayın Tarihi: 19.12.2014

EVLİLİK ve MUTLULUK...... 3


Son bölümüne geldiğimiz bu yazı dizimizde yazarını bilmediğim, mutlu evliliğin bir sırrını anlatan “Evlilik ve Mutluluk...” adlı hikâyeyi bulacaksınız.

Evliliklerin bir ömür boyu sürmesi için, yazımızın ilk bölümünde şu şartları sıralamıştım:
1: Aşırı ben merkezci ve özgürlükçü anlayıştan feragat
2: Sevgiye emek verme
3: Sabır ve hoş görü
4: Kişiliği keşfetme ve tanıma
5: Küçük sürprizler
Bu 5 şartın yanı sıra hikâyemizin getirdiği küçük sırrıda eklediğinizde neden mutlu bir evliliğiniz olmasın?

Hikâyemizin özeti: Bülent’in karşısına, otuz yıldır ömrünü aydınlattığını söylediği karısının doğum gününde çikolata almak için dilenen bir dilenci çıkar. Altı yıllık evliliğine rağmen çok sık kavga eden çift oldukları için Bülent otuz yıllık evliliğin sırrının ne olduğunu sorar. Dilenci; her kadının içinde var olan “küçük kızı” sevmek bu işin sırrıdır der.  Sonrasında neler olur okuyalım isterseniz.

***

-Hiç kavga etmez misiniz siz?

-Kavga evliliğin tadı tuzu. Arada biz de tartışırız. Küsüp barışmanın tadı ayrıdır. Benim karım bir keçi kadar inatçıdır. Onunla barışmak için uğraşmak ayrı bir keyif verir bana.

-Benim eşim çok ciddi kadındır. Hiç küçük kız havası yok onda.

-Küçük kızlar büyüdükleri zaman artık sevgi ilgi istemeye utanırlar. En ciddi yada en yaşlı kadının bile o küçük kız yanı mutlaka vardır. Yeter ki sen o tatlı kızı sevindirmeyi mutlu etmeyi bil. Ve o küçük kızı asla aldatma. Yoksa bir daha sana güvenmez ve ne yaparsan yap hep kuşkuyla bakar. Küçük kızlar hem çabuk mutlu olurlar hem de çabuk kırılırlar. Çok narindir onlar. Hoyrat elleri sevmezler. Yumuşak dokunuşları severler.

-Bu tavsiyeni deneyeceğim. Fakat her zaman yapabilir miyim bilmiyorum. Bazen işlerim çok yoğun oluyor o zaman eve çok yorgun gidiyorum.

-Bu sadece bir bahane. O küçük kızı mutlu etmek dünyanın en kolay işi. Çoğu zaman birkaç tatlı söz yeterli olur. Sen o küçük kızı mutlu ettiğinde karşılığını fazlasıyla alırsın. Artık o seni rahat ettirmek için elinden gelen gayreti gösterir. Karısı mutlu olmayan erkek mutlu olamaz. Mutlu olmak isteyen erkek önce hayat arkadaşını mutlu etmelidir. Düşünsene somurtkan mutsuz sürekli söylenen biriyle yolculuğa çıksan ne kadar mutlu olabilirsin.

-Haklısın da bende bütün gün ailem için çalışıp yoruluyorum.

-Yine para yine dış sebepler. Evet para önemli ve gerekli ama kadınlar para için erkekleri sevmezler. Para geçici mutluluklar verir. Kadınlar hediye almayı severler. Paran varsa hediye al tabi. Ama hediyeyle mutlu olmasını bekleme. Hediyenin yanına sevgini katmazsan hediyenin bir anlamı yoktur.

Benim hiçbir zaman çok param olmadı. Günlük kazandım günlük yedik. Bazen aç kaldığımız günler oldu. Hiçbir zaman karımın kulaklarına altın küpe takamadım ama her zaman aşk sözleri fısıldadım. Hiçbir zaman boynuna pırlanta gerdanlık alamadım ama hep öpücüklerle sevdim boynunu. Hiçbir zaman ona ipek elbiseler giydiremedim ama kendi bedenimle ipek elbise gibi yumuşacık sardım bedenini ve mutlu ettim onu.

Adam ayağa kalktı.

-Bana müsaade artık gitmeliyim karım merak eder. Sende git evine küçük kızın gönlünü al belki o küçük kız şimdi evde ağlayıp duruyordur.

Bülent de ayağa kalktı. Kuvvetlice elini sıktı.

-Sizi tanıdığıma çok memnun oldum.

Elini bıraktı koluna girdi. Yolun karşısındaki pastaneyi gösterdi.

-Hadi gel eşin için şuradan çikolatalı pasta alalım dedi.

Pastayı aldılar. Adam hayatında ilk defa karısına yaş pasta götürmenin mutluluğuyla bin bir teşekkür ederek evinin yolunu tuttu.

Bülent de pastanenin yanındaki manavdan karısının en sevdiği meyvelerden aldı.

Evine geldiğinde karısı şişmiş gözlerle mutfak masasında oturmuş su içiyordu. Bülent hiç konuşmadan meyveleri büyükçe bir tabağa döküp yıkadı. Sonra eşinin önüne koydu.

-Bunlar dünyanın en şanslı meyveleri dedi. İnci hiç konuşmadı.

-Sorsana "niye" diye..

İnci kızgın kızgın: -Niye? Diye sordu.

-Çünkü dünyanın en güzel ve en tatlı kadının midesine gidecek dedi gayet ciddi bir ses tonuyla. İnci şaşırmıştı. Bir anda yüzünün ifadesi yumuşamıştı.

-Bunlar senin sevdiğin meyveler senin için aldım.

-Hayret bir şey! Her zaman kendi sevdiğin meyveleri alırdın. Benim hangi meyveleri sevdiğimi iyi hatırlamışsın. Aslında bu beklediğim istediğim bir şeydi. "bak senin sevdiğin meyveleri aldım"

-Ama şimdi kıymeti yok. Çünkü sana çok kırgınım meyve alarak gönlümü alamazsın.

-Özür dilerim seni kırdığım için.

Sonra Bülent yere diz çöktü.

-Cezam neyse razıyım. Ama bir tek şey istiyorum senden. Seni delice seven bu adamı senden mahrum etme. Bülent yere çömelmiş boynu bükük bir vaziyette çok komik görünüyordu.

İnci kıkır kıkır gülmeye başladı.

-Affetmek o kadar kolay değil. Bakalım hangi cezalara katlanabileceksin dedi.

Bülent işte o zaman ona muzip muzip bakan eşinin içinde sakladığı küçük kızı gördü. Bundan sonra her şey daha farklı olacak diye düşündü......

***

Sırrımız bütün insanların ama daha çok kadınların içinde bir çocuğun yaşadığıdır. Eşler birbirlerinin bu çocuk yanlarını sevmeli ve o çocukları beslemelidir. Yalnız kimse içimizdeki çocuğu hele kadının içindeki çocuğu büyütmeye hiç kalkışmasın.


BİTTİ 


Yayın Tarihi: 17.12.2014

EVLİLİK ve MUTLULUK...... 2


Yazarını bilmediğim, mutlu evliliğin bir sırrını anlatan “Evlilik ve Mutluluk...” adlı hikâyemizin 2. bölümüyle yazımıza devam edeceğim. Evliliklerin bir ömür boyu sürmesi için, yazımızın ilk bölümünde şu şartları sıralamıştım:

1: Aşırı ben merkezci ve özgürlükçü anlayıştan feragat
2: Sevgiye emek verme
3: Sabır ve hoş görü
4: Kişiliği keşfetme ve tanıma
5: Küçük sürprizler

Bu 5 şartın yanı sıra hikâyemizin getirdiği küçük sırrıda eklediğinizde neden mutlu bir evliliğiniz olmasın?

Hikâyemizin ilk bölümünde Bülent’in karşısına karısının doğum gününde çikolata almak için dilenen bir dilenci çıkar. Sonrasında neler olur okuyalım isterseniz.

***

Bülent’in sorusu üzerine adam ceplerini boşalttı bir nüfus cüzdanından başka bir şey çıkmadı.

- Ben dilenci değilim. İşim yok. Günlük çalışırım ne iş bulursam yaparım. Fakat bu gün bütün gün iş aradım aksilik bu ya hiçbir iş bulamadım.

Bülent oturduğu bankı işaret ederek yer gösterdi.

-Oturun biraz dertleşelim bari dedi. Adam çekingen çekingen oturdu yanına.

-Yok mu eşin dostun borç alacak akraban?

-Fakirin akrabaları da fakir olur beyim. Bulurlarsa kendi karınlarını doyururlar.

-Dilenecek kadar çok mu seviyorsun karını ?

-Hem de çok seviyorum. Otuz yılımı aydınlattı o benim.

-Hımmmm. Aşk hem de otuz yıl süren aşk. Hayret doğrusu! Aşkın ömrü en fazla üç yıl diyorlar oysa. Sen otuz yıldan bahsediyorsun.

-Evet. Geçen yıllar sevgimi azaltmadığı gibi artırdı.

-Söyle o zaman nedir evlilikte mutluluğun sırrı? Söylediklerine bakılırsa sen mutluluğun formülünü bulmuş gibisin.

-Ben ilkokulu bile bitirmedim. Öyle formül falan bilmem.

- Formül dediysem kimya formülü sormuyorum canım. Bende altı yıllık evliyim. Sevdiğim kadınla evlendim fakat mutlu değilim. Sürekli kavga ediyoruz. Daha iki saat önce kapıyı çarptım çıktım. Evimiz arabamız işimiz gücümüz her şeyimiz var ama mutlu değiliz. Senin hiçbir şeyin yok ama mutlusun. Para mı acaba bizi mutsuz eden?

-Hiçbir şeyim yok mu? Hayır benim her şeyim var. Benim karım her şeyim. Sevgilim eşim arkadaşım hayat yoldaşım. Hayatımı paylaştığım insandan daha değerli ve daha önemli ne olabilir ki dünyada? Sizin ev araba iş diye her şey dediğiniz şeylerdir aslında hiçbir şey olan.

-Öyle deme şu kadar varlığın içinde bile karım her şeyden şikayet ediyor. Bir de fakir olsam kim bilir ne olur?

-Altın tasın kan kusana faydası yoktur beyim. Sen kadın ruhunu hiç anlamamışsın. Hiçbir kadın iyi bir evde oturduğu her gün çeşit çeşit yiyecekler yediği için mutlu olmaz. Bir kadın kocasının her şeyi olduğunu bildiğinde ancak mutlu olur.

-Sizin mutluluğunuzun sırrı bu mu ?

-Olabilir. Ben karıma değerli şeyler alamıyorum ama ona benim için ne kadar değerli olduğunu hissettiriyorum. O da çok mutlu oluyor.

-Bir kadına değerli olduğunu nasıl hissettirilir?

-Küçük kızı severek.

-Küçük kız mı ? Hangi küçük kız ?

-Yaşı kaç olursa olsun her kadının içinde hiç büyümeyen bir küçük kız vardır. O kızı ne kadar çok sever ne kadar çok mutu edersen o kadını da o kadar mutlu edersin.

-Nasıl yani ?

-Küçük kız neleri sever nelerden hoşlanır bir düşünün. Küçük kızlar hep beğenilmek ilgi görmek isterler. Güzel olduklarını duymaya bayılırlar. Kendilerine prensesmiş gibi davranılmasını beklerler. Küçük kızlar hep prenses olmayı hayal ederler. Sürprizlerden hoşlanırlar. Biraz şımartılmak isterler. Sevilmek ve sevildiklerini hep duymak isterler. İltifata doymaz küçük kızlar. Öyle değil mi?

-Haklısın. Benim dört yaşımda bir kızım var. Adı Aylin. Her akşam boynuma sarılır “babacığım beni ne kadar seviyorsun?” diye sorar.Giysisini değiştirdiği zaman etrafımda “Baba güzel olmuş muyum?” diye sorar durur.

-Güzelsin demem de yetmez ona. “Harikasın prenses gibi olmuşsun” demeliyim. Dünyanın en güzel kızı demeliyim.

-İşte kadınlar bir ömür boyu bunu duymak isterler. Ben elli yaşındaki karıma böyle davranıyorum. Ömrümüz olurda  doksan yaşına kadar yaşarsak ben ona böyle davranmaya devam edeceğim. Ona “bebeğim” diye hitap ediyorum çok hoşuna gidiyor. “Bebeğim bana bir çay yapar mısın?” dediğimde çay yapmak için nasıl koşturduğunu görmelisiniz.


DEVAM EDECEK



Yayın Tarihi: 15.12.14

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ


Merhaba sevgili okurlar. Bugün ilk olarak halk şiiri tarzında yazılmış şiirleri seçtim. Bugünkü şairlerimiz, halk ozanı dediğimiz aşıklardan.. bu türde de şiir yazan iki şairde seçtim. Biri Ceyhun Atuf Kansu, diğeri Feyzi Halıcı. Feyzi Halıcı’yı tanıdığım 1989 yılından 20 sene öncede gıyaben tanırdım. Adalet partisi senatörlerindendi. 1989 yılında ben bir buçuk yıl önce aynı yerde ameliyat olmama rağmen kurtarılamayan ve çürüyen sağ böbreğimi vermek üzere, o da prostat ameliyatı olmak için Cerrahpaşa’da yatarken tanıştık. Farklı odalarda yatıyorduk. O Fenerbahçeliydi, bense biliyorsunuz ya, Beşiktaşlıyım.
O yıl Türkiye kupasının finalinde Fenerbahçe ile 2 kez karşılaşmıştık. İlk maç oynanırken o ameliyat olmuştu. Ameliyat olmadan önce beni odasına maç seyretmeye çağırmıştı. İlk maçın ilk yarısını odamda maçı radyodan dinledim. Gordon Milne’in yönetimindeki Beşiktaş o yıl aldığı İngiliz oyuncu Ferdinand’la ilk yarıda bir gol atmıştı. Fenerbahçe Sakaryaspordan aldığı Oğuz, Aykut ve diğer 4 oyuncuyla birlikte çok güçlenerek lig şampiyonu olmuştu. İkinci yarı Feyzi Halıcı’yla birlikte odasında maçı izledim. Maç ilk yarıda atılan golle 1-0 Beşiktaş lehine bitmişti. Keşke maçı radyodan kendi odamda dinlemeye devam etseydim. Maçı kazandık ama sevinemedim ki.. hem misafirdim, tevazu göstermek zorundaydım, hemde Feyzi Halıcı yeni ameliyatlıydı, onu sevincimle üzmemeliydim. Maçın sonları yaklaştıkça Feyzi Halıcı Fenerbahçe gol atamadığı için sinirlenmişti. Birde ben sevinsem kim bilir neler olurdu. İkinci maçta ben ameliyat olmuş, çürüyen böbreğimi vermiştim, Feyzi Halıcı ise taburcu olmuştu. İkinci maçıda 2-1 kazanarak kupayı almıştık. Maçı teyzemin eşinin getirdiği televizyonla, kardeşim ve eniştemle birlikte seyrettim. 2. maçı da Feyzi Halıcı’yla o şartlarda seyretmek isterdim. Tepkisi ne olurdu? Benim ameliyatlı olduğumu düşünür müydü acaba?
Biz şiirlerimize dönelim. Feyzi Halıcı’nında diğer ozan ve şairlerinde şiirlerini seveceksiniz eminim.

*** ***

BU MERAL BAKIŞIN EY PER-İ SURET
Bu meral bakışın ey per-i suret
Çok açtı bağrımda yara gözlerin
Bilmem huri midir yoksa ki afet
Yakar baktığını nara gözlerin gözlerin

Dilden işvelenip mestane süzer
Gamzelerin oku bağrımda gezer
Bir kez iltifatla eylese nazar
Olur şu gönlüme çare gözlerin gözlerin

Emrah’ı alemde bikarar ettin
O nihan aşkını aşikar ettin
Aklımı fikrimi tar-ü mar ettin
Fitne bakışları kara gözlerin gözlerin

ERZURUMLU EMRAH

*** ***

Bu şiiri yardımcı ders kitabında okuduğumda 20 yaşlarındaydım. O sıralar Karacaoğlan’ın şiirlerine yaptığı bestelerle Cahit Oben fırtınası esiyor, Anadolu rock’çular kadarda ilgi görüyordu. Bu şiir tamda aradığım şiirdi. 5/8 ritminde, do majör tonunda, Türk müziği makam adıyla söylersek rast makamında besteledim.

...

SALLANI SALLANI GELEN SEVDİĞİM
Sallanı sallanı gelen sevdiğim
Söyle kömür gözlüm kimin yarisin
Kız senin derdinden derbeder oldum
Söyle dudu dillim kimin yarisin

Tuba kuşu gibi göğsü nakışlım
Koynu içi misk-ü amber kokuşlum
Melaik sıfatlım melül bakışlım
Söyle ince bellim kimin yarisin

Kapında yayılır koyunla kuzu
Yerin çiçeğisin göğün yıldızı
Emrah bir gedadır sen beyin kızı
Söyle sırma tellim kimin yarisin

ERCİŞLİ EMRAH

***

MARMARA TÜRKÜSÜ
Marmara benim gölümdür,
Dalgalı deli gönlümdür,
Büyülü, mavi gülümdür,
Açmış vatanın dalında.

Kıyısında at sulamış,
İstanbul’da gönlü kalmış.
Kaleler kurup da almış,
Dedem tarihin yolunda.

Karlı Uludağ sislenmiş,
Kıyılar renk renk süslenmiş,
Süleymaniye yaslanmış
Yatar zamanın gönlünde.

Kiraz bahçesi, zeytinlik,
Uçsuz bucaksız zenginlik,
Karşıda kıyılar silik.
Uyur güneşin altında.

CEYHUN ATUF KANSU

***  

GERÇEK AŞIKLARA SALA DENİLDİ
Gerçek aşıklara sala denildi
Dertli olan gelsin dermanı buldum
Ah ile vah ile cevlan ederken
Canımın içinde cananı buldum

Akar gözlerimden yaş yerine kan
Zerrece görünmez gözüme cihan
Deryalar nuş edip kanmaz iken can
Aşıklar kandıran ummanı buldum

Aşıklar meydana doğru varırlar
Erenler cem'olmuş verir alırlar
Cümle evliyalar divan dururlar
Cevahir bahşolan dükkanı buldum

Açılmış dükkanlar kurulmuş pazar
Canlar mezad olmuş dellaller gezer
Oturmuş ümmetin beratın yazar
Hakk'a mahbub olan sultanı buldum

Emir Sultan der ne hoş pazar imiş
Aşıklar meydan edip gezer imiş
Cümlenin maksudu ol didar imiş
Hakk'a karşı duran divanı buldum

EMİR SULTAN

***

GÜNAYDINIM
Şavkıması sana doğru yolların
Sana doğru, denizlerin çağrısı
Çiril çiril ötelerde bir güzel
Günaydınım, nar çiçeğim, sevgilim...

Çıkmaz sokaklarda bu minyatür kim
Bu göğüs kim, ya bu gözler, bu saçlar
Uzak bir özlemde ayak seslerin
Günaydınım, nar çiçeğim, sevgilim...

Kırk odanın kırkında da kırk güzel
Kırk aynada çengi çengi bir güzel
Çağlar ötesinde bir avuç nota
Günaydınım, nar çiçeğim, sevgilim...

Bu yıldızlar doğan günü çağrışır
Bu gündüzler gözlerini çağrışır
Ya kimlere verdin avuçlarını
Günaydınım, nar çiçeğim, sevgilim...

Vurdum tellerine seni sazımın
Sende anahtarı, alın yazımın
Yağmur yağmur serpti, yalnızlığıma
Günaydınım, nar çiçeğim, sevgilim...

FEYZİ HALICI

***

Sırada her zaman olduğu gibi kendi şiirlerim var.
...
74
Kan kırmızı şarabın
ve yar avuntusuyla serabın
Ayıklığı yüreklere zor gelir
Giden gelir mi bir daha
Yıllar aynı kalır mı
Ben hangi durakta inmiştim
O durak şimdi var mı
Yıllara ne kadar meydan okunur
Son sözü söyleyen gene onlar mı
Ağustosa bulaşmamış henüz
eylül mızmızlıkları
Renkler devrim şehitliğinde yatmadan önce
Senle canım iklimleri keşfe çıkalım
Yok! Hayır, gerek yok!
Sende ne mevsimler vardı,
sarı turunçlu,
kırmızı domatesli
Sen tesellilerin karargâhı
Şarabın ve serabın
eylül mızmızlıklarına ayıldım
Sarhoş gecelerin yorgunluğu üstümde
Al ellerimi avuçlarına
yorgunluğum dinsin

Aydın Göle
16 ağustos 2003

***

75
Uyuyor musun
Rüya bahçelerinde koşuyor musun
Kâbus sokağına girme
Koşmasanda
–maraton koşmuş gibi-
yorulursun

Aydın Göle
17 ağustos 2003

***

76
Yetmiyor sevgin varken günler yetmiyor
Zaman, Formula yarışında hep birinci
Bedenim 56 model amerikan arabası
Zaman onu hep bıraktığı yerde buluyor
Yetmiyor canım, yetmiyor
Kalp yetmezliğinden bir gün..
Ama ben seni orda,
burada sevdiğimden daha çok seveceğim

Aydın Göle
18 ağustos 2003

***

77
Seni bilmem
Ben çok şanslıyım
700 senede bir gelen mars’ı
Birde seni gördüm bu ömrümde
Mars gidecek bir ay sonra
Sen yanımda kal bir tanem
Ay bugün hilaldi
Al bayraktan fırlamış gökyüzüne
Salıncaktaki bebek gibi mutlu
Oysa ayın ve yazın sonuna geldik
Sevgimizin sonu gelmesin canım

Aydın Göle
31 ağustos 2003

***
Gelecek hafta görüşene kadar şiirlere ayırdığım bugünkü yazımı da bitiriyorum. Hepinizi, her zamankinden daha iyi bulmak umuduyla hoşça kalın.

 

Yayın Tarihi: 14.12.14

EVLİLİK ve MUTLULUK...... 1



Evlilik; bireyleşmenin yozlaştırılarak aşırıya vardırılması sonucu giderek sürdürülemeyen bir kurum haline geliyor ne yazık. Herkes özgürlüğünün zirvelerinde yalnız yaşamaya mahkûm. Kimse bir başkasının varlığıyla mutlu olamıyor. Baktığı bir köpeğe yada bir kediye verdiği emeği eşine vermeye yanaşan yok! Kime baksanız mutluluğu uğraşmadan zahmetsizce yaşamak istiyor. Oysa sevgi bir emek ister. Zahmetsiz emekte olmaz. Kısacası mutluluk uğraşmadan, zahmet çekmeden, sabretmeden elde edilmez. Evlilikte bütün bunlarla birlikte yuvalar mutlulukla dolar taşar.

Evlilik kişilerin bir yanını keşfettikçe gelişir. Sevgililik ve nişanlılık dönemi ne kadar uzun olursa olsun kimse kimseyi her şeyiyle çok iyi tanıyamaz. Aynı yuvayı kurup paylaşmadıkça da bu mümkün değildir. İşte bundan dolayı insanlar eşlerini ancak evlendikten birkaç yıl sonra tanımaya başlarlar. Keşif bunun için olduğu kadar, hayata renk katması yönünden de önemlidir. Bu dönem aşıldıktan sonra sürprizler başlamalıdır. Sürprizlerde insanı yormayacak oranda ve tadında olmalıdır.

Şimdi herkes önceliğinin kendisinde olmasını istiyor. Önceliklerde hep “ben” vardır. Oysa ben olan yerde birliktelik mümkün değildir. Olması gereken “biz”in öne çıkarılmasıdır. Evlilik “biz” olmadan var olamaz, varlığını sürdüremez. “Biz” olmayı başaran eşlerin birbirlerine olan sevgileri ve mutlulukları yüzlerinden okunur.

Yazı dizimizde yazarını bilmediğim, mutlu evliliğin bir sırrını anlatan “Evlilik ve Mutluluk...” adlı hikâyeyi bulacaksınız. Anlattıklarımın üstüne bu sırrıda eklerseniz neden mutlu bir evliliğiniz olmasın.

***
   
Evlilik ve Mutluluk......



Bülent avucunu açmış kendisine doğru elini uzatan adama ters ters baktı. Elli yaşlarında gösteren adam görmeye alıştığı hırpani kıyafetli dilencilere benzemiyordu. Üzerindeki giysiler eski fakat temizdi. Eli yüzü temiz ve sağlıklı görünüyordu.

“Sapa sağlam adam gidip çalışacağına dileniyor belki benden daha zengindir” diye düşündü. Zaten canı çok sıkkındı birde sinirlenmişti.

Alaycı bir ses tonuyla: Ekmek parası mı istiyorsun? diye sordu.

-Hayır çikolata parası lazım!

Bülent’in kızgınlığı şaşkınlığa döndü. “Espri yeteneği olan dilencinin hali de başka oluyor” diye düşündü.

- Niye siz ekmek bulamayınca çikolata mı yiyorsunuz?

- Hayır. Ekmek bulamadığımız günler genellikle bulgur pilavı yeriz onu da bulamadıysak aç yatarız.

Bülent adamın ciddi mi konuştuğunu yoksa dalga mı geçtiğini anlayamamıştı.

-Bu gün karnınız doydu üstüne tatlı mı istedi canınız?

-Fakirin canı mı olur ki tatlı istesin beyim.

- Bu bir kamera şakası mı yoksa sen iş bulamamış stendapçı mısın?

- Hiçbiri değil. Sadece fakirim. Bugün karımın doğum günü ona çikolata götürmek istiyorum.

-Doğum gününde yaş pasta alınır bildiğim kadarıyla.

-O bizim için değil zenginler için. Otuz yıllık evliliğimiz boyunca ona bir kez bile yaş pasta alamadım. Ama her doğum gününde mutlaka çikolata götürdüm. Çikolatayı çok sever.

Adamın söyledikleri Bülent’in dikkatini çekmişti. O akşam karısıyla kavga etmiş kapıyı çarpıp kendini sokağa atmıştı. Arabasına da binmemiş sahile kadar yürümüştü. Denizi seyretmek de onu rahatlatmamıştı. Oysa eskiden denizi seyrederken çok rahatlardı.

Dalgalar sıkıntısını alıp götürürdü. Fakat karısının evde ağlıyor olduğunu bildiği için olsa gerek hiçbir şey onu rahatlatmıyordu. Dilenciyle konuşurken biraz kafası dağılmıştı.

“Acaba söyledikleri gerçek mi yoksa uyduruyor mu” diye düşündü.

-Cebinde bir çikolata alacak para yok mu şimdi?


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 12.12.14

BENİM KUŞAĞIM BENİM NESLİM 2



Çeşitli dönemlerin insanları yaşadıkları dönemin belli karakter yapısıyla özdeşleşirler. Benim neslime kadar insanlar idealist fikirli, duygusal ve kahraman olurlardı. Benim dönemimden sonra gerçekçi ama çıkarcı oldular. Parayla tanıştılar ve parayı çok sevdiler. Her şeyin önüne parayı koydular. Sonuçta ne var ne yoksa sattılar. Halâ da satmaya devam ediyorlar ve bu satışların nerde biteceği belli değil. Bütün korkum bu işi vatan satmaya kadar vardırmaları.. olmaz ya, ama ya olursa?

Geçenlerde Yılmaz Özdil gazetesinde “Benim neslim..” başlığıyla bir yazı yayınladı. Oda benim gibi kendi kuşağından yakınıyor. Oda kendi kuşağının bu vatana pek iyilik yapmadığını dolaylı olarak söylüyor. Yazı dizimizi ilk bölümünde alıntılar yaptığım o yazıdan alıntılarla sona erdirelim.

***

Obama’nın memleketi sözde soykırımı kanırta kanırta tanırken... Benim neslim, Obama gelecek diye Anıtkabir’e oda parfümü sıktı. Çankaya Köşkü’nde dip köşe temizlik yaptı. Cumhurbaşkanımız vişneli yaprak sarması, peynirli suböreği, içliköfte, tava lagos, deniz börülcesi, enginarlı mantı, limon kremalı safran sosu gezdirilmiş fıstıklı baklava, nevzine ve kaymaklı ayva tatlısı ile Kayseri mutfağında önemli yeri olan Corvus Teneia ve Sarafin CabernetSauvignon şarapları ikram etti. TBMM’ye giden Obama’ya TBMM Başkanımız lokum tattırdı, ayakta alkışlayan mebuslarımız el sıkışmak için kuyruğa girdi. İstanbul’a geçen Obama’ya Dolmabahçe Sarayı Müsabihan Köşkü’nde Türk sanat musikisi dinletisi sunuldu. Sultanahmet Camii’ne girerken ayakkabılarını çıkaran Obama, benim neslime duygulu anlar yaşattı. Ayasofya’ya girerken sütunun kenarında oturan kediyi okşadı, benim neslim Obama’nın ayakkabılarını ve kediyi canlı yayına çıkardı, ayakkabıların 45 numara, “Gli” isimli mübarek kedinin de şaşı olduğu ve daha önce Ayasofya’yı ziyaret eden Papa tarafından okşanarak kutsandığı ortaya çıktı. Tophane-i Amire’de üniversite öğrencilerine konuşan Obama, sanki beş vakit namaz kılıyormuş gibi “ezandan önce bitirelim” dedi, pek takdir edildi. Adanalı kebapçı 5 koyun keserek yaptığı 5 metrelik kebabı Obama’ya ithaf etti. Ceyhanlı bi bakkal, Obama’nın kızlarına Cooker cinsi yavru köpek hediye edeceğini müjdelerken, Sivas daha atik davrandı, Kangal gönderdi. Bartınlı ev hanımı ise, först leydi Mişel Obama’ya tel kırmalı işlemeli şal postaladı. Van’ın Gürpınar İlçesi’ne bağlı Çavuştepe Köyü’nde 44’üncü Başkan Obama şerefine 44 kurban kesildi, davul zurnayla halay çeken Çavuştepe sakinleri adına basın açıklaması yapan Abdülkerim Kulaz “her zaman arkasındayız” dedi. Obama’nın ninesinin Kogelo köyünden hemşerileri olan ve Kayseri İmam Hatip Lisesi’ne devam eden Kenyalı öğrenciler televizyona çıkarıldı, Türkiye sizinle gurur duyuyor diye omuzlara alınarak, baklava yedirildi. Samsunlu yerel sanatçı, üzerine “Mister Obama” yazdırdığı kemençesiyle özel beste yaptı. Vezirköprülü el sanatları öğretmeni, Obama ailesine seccade, yemeni ve Osmanlı yeleği tasarladı. Beyşehirli balıkçılar, air force one’a 6.5 kilo sazan gönderdi, “iyi de yolda kokmaz mı?” sorusu üzerine açıklama yapan Beyşehirli balıkçı Mehmet Sezen “bi şeycik olmaz, strafor kutularda buzladık” dedi. Uzaylı sanatçımız Mustafa Topaloğlu “Hello Obama, hoş geldin başkanlığa, durdur bu savaşları, bitsin artık gözyaşları, geri getir umutları” klibini yayınladı, hit oldu.
*
Değerli gençler...
*
Benim neslim üzerine düşeni yaptı.
Bundan sonrası sizin neslinize bağlı!

***

İşte bu nesil ne kadar iyi şeyler yapmışta olsa bu yaptıklarıyla güvenilirliklerini kaybettiler. Siz güvenilir olmamak ne demek hiç düşündünüz mü? Güvenilir olamamak büyük bir hiçliğe düşmektir. İçlerinde en güzel beste yapanlarda, en güzel düşünenlerde var.

Ermeni cumhurbaşkanı gençlere; “Benim neslim, üzerine düşen görevi başarıyla yerine getirdi, bundan sonrası sizin neslinizin başarısına bağlı” diyebilecek gönül rahatlığını kendinde buluyor. Benim neslim adına sizlerden özür dilerim gençler. Size övünebileceğiniz pek bir şey bırakmıyorum. Bundan sonrası sizin daha çok, daha sıkı çalışmanızı gerektirecek. Belki de çalışmaktan sevdalara zaman bulamayacaksınız. Sizlerden neslimin bencilliğinden, çıkarcılığından dolayı tekrar özür dilerim.



BİTTİ


Yayın Tarihi: 10.12.2014

BENİM KUŞAĞIM BENİM NESLİM 1


Fransız’cadan dilimize giren kelimeyle “jenerasyon”, Türkçesiyle “kuşak” demek olan nesil, aynı veya üç beş yıl gibi yakın zaman diliminde doğup yaşayanları tanımlamak için kullanılan bir isimdir. Aynı dönem insanları anlatılırken “benim neslim” veya “bizim kuşak” vurgusunu çok duyarız. Özellikle “kurtuluş savaşı kuşağı”, “2. dünya savaşı kuşağı”, “68 kuşağı” ve “Kıbrıs Harekâtı kuşağı” derken bu dönemlerde doğmuş, yada o dönemde etkili olmuş kişilerden söz edilir.

Çeşitli dönemlerin insanları yaşadıkları dönemin belli karakter yapısıyla özdeşleşirler. Benim neslime kadar insanlar idealist fikirli, duygusal ve kahraman olurlardı. Benim dönemimden sonra gerçekçi ama çıkarcı oldular. Parayla tanıştılar ve parayı çok sevdiler. Her şeyin önüne parayı koydular. Sonuçta ne var ne yoksa sattılar. Halâ da satmaya devam ediyorlar ve bu satışların nerde biteceği belli değil. Bütün korkum bu işi vatan satmaya kadar vardırmaları.. olmaz ya, ama ya olursa?

Epey süre önce Yılmaz Özdil gazetesinde “Benim neslim..” başlığıyla bir yazı yayınladı. Oda benim gibi kendi kuşağından yakınıyor. Oda kendi kuşağının bu vatana pek iyilik yapmadığını dolaylı olarak söylüyor. Bakın neler söylüyor:

***
 
Ermenistan Cumhurbaşkanı, “Ağrı’yı alabilecek miyiz?” diye soran gençlerine, “Bu sizin neslinize bağlı... Benim neslim, üzerine düşen görevi başarıyla yerine getirdi, Karabağ’ı düşmanın elinden aldı, bundan sonrası sizin neslinizin başarısına bağlı” dedi. Benim neslim ise... “Hepimiz Ermeni’yiz” diye sokaklarda yürüdü (kendilerine sanatçı dediğimiz Sezen Aksu gibilerini hatırlayınız A.G).
*
Futbol Federasyonu’nun ambleminde Ağrı Dağı bulunan Ermenistan’la milli maç yaptı, Erivan’da milli marşımızın ıslıklanmasını naklen seyretti, sonra ayıp olmasın diye, Bursa’daki maçta Azerbaycan bayraklarını yasakladı.
*
Adamlar bize günahını bile vermezken, benim neslim Eurovision’da Ermenistan’a 12 tam puan verdi. Hatta,mümkünse 22 puan verebilir miyiz diye sorduğumuz... Eurovision yöneticilerinin ise, yalakalığın bu kadarı da fazla diye reddettiği iddia edildi.
*
Benim neslimin gazetecileri...
Soykırım Anıtı’na çiçek koydu.
Saygı duruşunda bulundu.
*
Benim neslim, Türkiye ile Ermenistan arasındaki hakemliği, bırak soykırımı tanımayı, soykırım yoktur diyeni  hapse tıkan İsviçre’ye yaptırdı.
*
Benim neslimin “1 milyon Ermeni’yi öldürdük” diyen yazarı, “onur konuğu” olarak Çankaya Köşkü’ne davet edildi.
*
Benim neslimin liboşları “Atalarımız soykırım yaptı, özür diliyoruz”
diye imza kampanyaları açtı.
*
Benim neslim, soykırım yalanıyla
adeta tek başına mücadele eden ve dolayısıyla benim neslimi utandıran,
Türk Tarih Kurumu Başkanı Profesör Yusuf Halaçoğlu’nu görevden aldı.
*
Benim neslim, Soykırım
Kongresi’ne ev sahipliği yapan
Avrupa Parlamentosu’nun heyetine
ev sahipliği yaptı, TBMM’de ağırlayıp ziyafet verdi, çini tabak hediye etti.
*
Benim neslim, video kliplerinde Atatürk’ün fotoğrafını gösterip “katillll” diye bağıran, Ermeni rock grubu System of a Down için fun kulübü kurdu.
*
Beyrut Büyükelçiliği Başkâtibimiz Oktar Cerit, iman tahtasından vurularak şehit edildi; katilin kim olduğu belliydi ama, yakalanmadı. Beyrut Büyükelçiliğimiz tarandı, füze fırlatıldı. Beyrut Büyükelçiliğimizin askeri ataşesi’nin otomobili havaya uçuruldu. Beyrut THY bürosu bombalandı. Paris Başkonsolosluğumuzu silahlarla işgal  edip, 56 Türk’ü rehin alan, Konsolos Kaya İnal’ı ağır yaralayan, güvenlik görevlimiz Cemal Özen’i şehit eden Asala teröristleri, Lübnanlıydı. Topkapı Sarayı’nı otomobilin bagajına yerleştirdikleri bombayla havaya uçurmayı planlarken, erken patlama sonucu ölen Asala teröristleri, Lübnanlıydı. Asala, ilk radyo yayınını Beyrut’ta başlattı. Lübnan, sözde soykırımı tanıdı, bizi bebek katili ilan etti.
*
Benim neslim...
Lübnan’a Türk Telekom’u verdi.
*


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 08.12.2014

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlar. Sonbahar neredeyse sona ermek üzere. Kış geldi, geliyor. “Bu sene kar yağmadan kış geçirdik” demeyelim. Bu yıl kışın bol yağışlı, özellikle karlı olmasını yüce Allah’tan dileyelim. Çünkü geçtiğimiz yaz susuzluk tehlikesiyle karşı karşıya kaldık. Geçtiğimiz kış biterken düşen üç cemreden sonra kar yağmıştı. Sizlere sunacağım ilk şiir böyle bir mevsimde açan zerdali ağacına nasihat şiiri. Ben çok sevdim. Bu şiirle birlikte Cahit Külebi’den 5 şiir seçtim. Pazar keyfinize keyif katmak umuduyla..

...

ZERDALİ AĞACI
Havalar güzel gidiyor
Sen de çiçek açtın erkenden
Küçük zerdali ağacım,
Aklın ermeden.

Bak kurt gibi kalın yapılı
Görmüş geçirmiş ağaçlara
Küçük zerdali ağacım,
Pişman olursun sonra.

Şimdi okşar da hafif hafif
Bir gün yerden yere çalar rüzgâr
Küçük zerdali ağacım,
Bakma güzel gitsin havalar.

Sallasın dalların çocukların gibi
Bakma güneş ısıtsın varsın
Küçük zerdali ağacım,
Sonra donarsın

Zemheri bahar mı olur
Akşamları seyret anlarsın
Sakın erkenden çiçek açma
Küçük zerdali ağacım.

Cahit Külebi
...

ALACAKARANLIKTA


Akşam karanlıklarla sarmaş dolaş
Sen de sarılmışsın yalnızlığına,
Taksiler kurşun gibi gelir geçer
Troleybüsler salına salına.

Tek tük kadınlar aydınlatır caddeyi.
Genç kızlar beyaz neonlar gibi.
Ortancalar gül rengi ışık saçar,
On beşine varmamışlar masmavi.

Sen de yalnızlık saçarsın.
İçmeye korkarsın, efkâr basar.
Ağlayamazsın elâlem var.
Şapkanı bile çıkaramazsın
Saçlarını uçurur rüzgâr...

Gittim deniz kıyısına oturdum.
Akşam karanlıklarda sarmaş dolaş,
Ben de denize akıyordum
Irmaklar gibi yavaş, yavaş...

Cahit Külebi

...

BİR UMUT
Yorgunsun, uzaklardan gelmişsin,
Yitirmişsin ne varsa birer birer.
Bir sağlık, bir sevinç, bir umut
Onlar da nerdeyse gitti, gider.

Dost bildiğin insanların yüzleri
Aynalar gibi kapkara.
Suyu mu çekilmiş bulutların
Dönmüşsün kuruyan ırmaklara.

Taşlara düşen saat gibi
Ne artı ne eksi.
Bir sağlık, bir sevinç,
bir umut Hikâye hepsi..

Cahit Külebi

...

GEL SENİNLE RESİM YAPALIM
Gel seninle resim yapalım.
Bir yüz çizelim ince,
Küçük nezleli bir burun
Ve gözler zeytin iriliğinde.

Sonra bir gelincik, ince bir boyun,
Soyulmuş bademden daha ak bir ten,
Öyle bir yüz ki seher vakti
Mutluluk estirsin güneş doğarken

Ve saçlar çizelim, bulutlar,
Türküler, masallar gibi,
Hepsinin üstüne sonra
Kocaman bir insan yüreği.

Öyle bir yürek ki sevgiyle
Arkadaşlıkla, mutlulukla dolsun,
İsterse ondan sonra
Bütün şairler ölsün.

Cahit Külebi

***

Okuyacağınız şiir bir besteyle karşıma çıktı. Söyleyen sanatçı Yaşar Kurt’tu. Yaşar Kurt’u bana tanıtıp sevdiren Volkan Yıldız arkadaşımdır. Bu şiir bana şimdi olmayan bir çok şeyi hatırlattı. Bizim Pamukova kavunlarımızı meselâ..

...

İSTANBUL
Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm,
Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm,
Niksar'da evimizdeyken
Küçük bir serçe kadar hürdüm.

Sonra âlem değişiverdi
Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.
Sonra âlem değişiverdi
Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.
Mevsimler ne çabuk geçiverdi
Unutmak, unutmak, unutmak.

Anladım bu şehir başkadır
Herkes beni aldattı gitti,
Anladım bu şehir başkadır
Herkes beni aldattı gitti,
Yine kamyonlar kavun taşır

Fakat içimde şarkı bitti.

Cahit Külebi

***
Sırada her zaman olduğu gibi kendi yazdığım şiirler var. Küçük şiirler bunlarda.. 72 numaralı şiir sembolist ve karamsar bir şiir. Ardından gelen şiirle bu karamsarlığı dağıtmaya çalışıyorum.

1
Dudakların korlu, kalbin karlı sevgilim
Sen öpsen dudaklarımı asırlarca yanarım
Dudaklarını öpsem, erimez mi kalbinin karları
Asmalar yeşermez mi yaprak yaprak
Üzüm üzüm gülmez mi bahar

Aydın Göle
8 ağustos 2003

***

71
Gözlerin iki kor
Bakışından yanmayan yok
Kalbin kartepe, yaz-kış kar
Sana tutulupta ölmeyen mi var
Mezarlarında mutlu yatar aşıkların

Aydın Göle
11 ağustos 2003

***

72
Pencerelerden içeri bakar dolunaylarda
Kapişon karanlığında gizli yüzlü yalnızlık
Elinde şemsiye, kendinden saklanır, ıslanmamak için
Ortalıkta şenlik mi var
Bir sandalye ip atlıyor
Oturanı yok
Kuzey yıldızından buz gibi notalar geliyor
İçimizi ürperten bir melodi
Dinleyeni yok
Kelebekler uçuyor gece gece
İnsan suratlı kelebekler
8 numara miyop gözlük gözlerinde
Ellerinde golf sopaları
Kalpleri atıyorlar deliklere

Aydın Göle
12 ağustos 2003

***

73
Bir yıldız kaydı suda yüzen suna gibi
İçimde umudun sıcaklığı
Talihten mutluluk diledim, seni verdi
Ömrümün armağanısın bir tanem

Aydın Göle
11 ağustos 2003

***

İyi pazarlar sevgili okurlar. Kışa giriyoruz ya, artık soğuk günler bizi bekliyor. Bu hafta hastanede günlerim geçecek. Pazartesi günü KBB’de lenf bezlerimden kanser taraması geçireceğim. Salı günü Göğüs Hastalıkları’nca Akciğerimden çıkan kanser bulgusu nedeniyle paça alınacak. Perşembe günü böbrek üstünde oluşan 3mm’lik kitle için MR çekilecek. Yani uzun bir uğraşın ilk etabında koşuşturuyoruz. Sizler dualarınıza benide katarsanız sevinirim sevgili okurlarım. Allah izin verirse, haftaya kendi şiirlerimle birlikte bir başka şairin şiirleriyle buluşmak umuduyla şimdilik hoşça kalın.

 

Yayın Tarihi: 07.12.2014