25 Kasım 2009 Çarşamba

İDEAL SAPMASI

ÇİZGİ-YORUMUYLA  (İstedi, kaldırdım)

         Merhaba sevgili okurlar! Yarın Allah izin verirse kurban bayramını idrak etmeye başlayacağız. Bugünkü konumuza başlamadan önce şimdiden  bayramınızı kutlamak istedim. Nice seneler, bütün sevdiklerinizle mutlu bayramlara ermenizi dilerim. Bu bayram süresince izne ayrılacağım için Cuma ve Pazar günü karşınızda olamayacağım.

         Gelelim bu günkü konumuza:

         Sonu izm’le biten her görüş ve dinler, insanın mutluluğu için reçeteler sunar. Bu uğurda çok savaşlar verilir, çok kanlar dökülür. Dinlerin ilahi emirleri üstüne söyleyecek sözüm yok. Fakat eylemleri kutsallaştırma görüşüne bir anlam veremiyorum. HİÇ BİR EYLEM HATASIZ DEĞİLDİR çünkü! Bu hem, sonu izmle biten her tür dayatmacı felsefi görüşler için, hem din kaynaklı görüşler için değişmez kuraldır. Bunu baştan kabul etmezsek yanlıştan dönmenin önü tıkanır.

         Dünyanın her döneminde bu böyle olmuştur. Her görüş, güzel ve insani duygularla başlar, büyüdükçe şekil değiştirir, sonunda çıkış amacından epey uzaklaşır. Bu görüşü ortaya koyan son halini gördüğünde kendi görüşünün aldığı şekle mutlaka çok şaşırır. Buna örnek olarak sonradan adına ödül konan Alfred Nobel gösterilebilir.

         1866 yılında yüzde 75 oranında nitrogliserini, yüzde 25 oranında emici bir toprak türü olan kieselguhr ile karıştırarak barutu (Çinliler bunu çok eski zamanlardan beri kullanıyorlardı) buldu. Barutun bulunmasının sonucunda savaş stratejileri kökten değişince Alfred Nobel’in nasıl bir yıkıcı keşif yaptığının farkına varması üzerine servetinin 1 milyon kronunun yeğenleri ve bir dönem aşık olduğu Sofie Hess arasında paylaştırılmasını, geri kalan 33 milyon 200 bin kronunu da her yıl insanlığa hizmette bulunanlara sunulmasını vasiyet etmişti. Bu ödüller fizik, kimya, tıp ya da fizyoloji, edebiyat ve barışa hizmet olmak üzere toplam beş dalda verilecekti. Nobel’in bu vasiyeti önceleri büyük tartışma yarattı. Ancak 1900 yılında İsveç Hükümeti Nobel Vakfı’nı kurdu. Bu yıldan sonra da Nobel Ödülleri düzenli olarak verilmeye başlandı. 1901 yılında dağıtımına başlanan Nobel Bilim Ödülleri'nden fizik dalında günümüze kadar 154 bilim adamına ödül verilmiştir.
… … …
         Şu sıralar kütüphaneden aldığım Zülfü Livaneli’nin  hayatından kesitleri verdiği “ Sevdalım Hayat” adlı kitabını okuyorum. Oradan konumuzla ilgili birkaç satır aktarmak istiyorum.

         “(…) Ama Türk aydınlarının çoğu tek boyutlu oluyordu. Ekonomi bilse edebiyattan anlamıyor, edebiyatçı olsa müzik bilmiyor, yada bazı müzikçiler gibi başka hiçbir şeyden anlamıyorlardı. Edindiği kültürü hayatına yayan bir yirminci yüzyıl aydınına çok zor rastlanıyordu. Birde sol fanatizm vardı tabii.”

         “(…) evlerindeki masanın üzerine örtü koyamamaktan yakınıyorlardı. Çünkü eve gelen devrimci arkadaşları onları küçük bujuva özentisi olmakla suçluyordu. Herkes yıkanmaktan utanır olmuştu ve banyo yapmadan dolaşıyordu.Tuhaf bir kabalık kaplıyordu ortalığı. Önceleri bir aydın hareketi olarak başlayan ve entelektüel bir açlığı gideren sol hareket, yavaş yavaş aydınları ve kentlileri dışlayan bir köylü nefretine dönüşmüştü. Artık düzgün Türkçe konuşmaktan bile utanır olmuştu insanlar. Temizlik, kibarlık, kültür birikimi, yabancı dil bilmek gibi erdemler saklanacak birer kusurdu.”

         “(…)  Bir lokalde toplanırdık. Orda yatıp kalkan Osman diye biri vardı. Tam önemli bir toplantının ortasındayken adam yeni yıkadığı yün çoraplarını sallaya sallaya takunyalarını tıkırdatarak içeri girer, çoraplarını radyatörün üstüne serer, sonrada ayaklarını masanın üstüne uzatırdı. Çünkü köylüydü, ezilen insandı. Kimsenin sesi çıkmazdı bu adama karşı.”

         Zülfü Livaneli’nin alıntıladığım bu satırlarındaki şu satıra dikkatinizi çekmek isterim: “Önceleri bir aydın hareketi olarak başlayan ve entelektüel bir açlığı gideren sol hareket, yavaş yavaş aydınları ve kentlileri dışlayan bir köylü nefretine dönüşmüştü.”

         Şu köylü nefreti sözünü gelişmeye karşı duruş olarak almak gerek. Köylülük babadan oğula aktarma yoluyla alışkanlıklardan kurulu bir bilgi metodunu içerir. Değişime açık değildir. Her yenilik onu rahatsız eder. Uçsuz bucaksız ovalarda, çıplak dağlarda sesini duyurmak için var gücüyle bağırmaktan başka seçeneği yoktur.

         Kentlilikse bunun tersidir. Etrafı kalabalıktır. Birlikte yaşamanın, hatta yolda yürümenin bile bir kuralı vardır. Araçların yoldaki hareketleri de ayrı bir bilgi işidir. Daha çok ve daha çabuk bilgiye ulaşılacak yerlerdir. Her yenilik önce kente gelir, önce kentler bu yenilikler için eğitilir  eğitilenler öğrendiklerini günlük hayatlarında kullanır.  Daha sonra geniş alanlara ulaşır.

         Gelelim din konusuna.. Zülfü livaneli’den alıntıladığım satırları alaydan yetişme din adamlarına uyarlarsak şaşırtıcı sonuçla karşılaşmayız.

         Örnek 1: “(…) Ama Türk din adamlarının çoğu tek boyutlu oluyordu. Dini konular dışında Ekonomi bilse edebiyattan anlamıyor, edebiyatçı olsa müzik bilmiyor, yada bazı müzikçiler gibi dini konulardan başka hiçbir şeyden anlamıyorlardı. Edindiği kültürü hayatına yayan bir yirminci yüzyıl din adamına çok zor rastlanıyordu. Birde dini fanatizm vardı tabii.”

         Örnek 2: “(…) evlerindeki masanın üzerine örtü koyamamaktan yakınıyorlardı. Çünkü eve gelen dindar arkadaşları onları dünya hayatı özentisi olmakla suçluyordu. Herkes sadece dinsel bilgilerle donanıyor, yaşamı zarif kılacak şeyler onlarca fazlalık olarak kabul ediliyordu. Tuhaf bir kabalık kaplıyordu ortalığı. Önceleri bir aydın hareketi olarak başlayan ve entelektüel bir açlığı gideren tasavvuf ve dinsel hareket, yavaş yavaş aydınları ve kentlileri dışlayan bir köylü nefretine dönüşmüştü. Artık düzgün Türkçe konuşmaktan bile utanır olmuştu insanlar. Temizlik, kibarlık, kültür birikimi, yabancı dil bilmek gibi erdemler saklanacak birer kusurdu.”

         Örnek 3: “(…)  Bir camide, bir mescitte toplanırdık. Orda yatıp kalkan biri vardı. Tam önemli bir toplantının ortasındayken adam yeni yıkadığı yün çoraplarını sallaya sallaya takunyalarını tıkırdatarak içeri girer, çoraplarını radyatörün üstüne serer, sonrada ayaklarını masanın üstüne uzatırdı. Çünkü köylüydü, ezilen insandı. Kimsenin sesi çıkmazdı bu adama karşı.”

         Gördüğünüz gibi değişen hiçbir şey yok! Değişik dünya görüşünde de karşılaşılan durumlar aynı derecede sıkıcıdır.

         Yani efendim, bu konu çok netameli olsa bile şunu söylemeden edemiyeceğim. İncelmiş kültürle yaşamı zarifleştirecek her türlü hareketin karşısında olan alaydan yetişme din insanları bir nevi köylü nefretin din söylemli neferidirler. Onlarında önce kentli olmaları bir zorunluluktur. Allahın huzuruna incelmiş duygularla varmak birinci şarttır. Bu sakalla sarıkla olacak iş değildir. Nasrettin hocanın bu konuda çok güzel bir fıkrası geldi aklıma.

         Hocamıza bir cahil soru sormuş hocamız bilmiyorum demiş. Bunun üzerine o cahil “bizden utanmıyorsan koca kavuğundan utan hocam” deyince hocamız başındaki kavuğu çıkarıp cahile uzatırken “keramet kavuktaysa birazda sen tak” demiş.

         Bu fıkra konumuza göre ters anlam içerse de varacağımız sonuç aynıdır. Yani dostlar bürünülen kisve her şey demek değildir. Din adamlarımız sadece ahrete hazırlayan meslek erbabı olmamalıdır. Keramet bunun için ne sakaldadır, nede kavukta.. tasavvuf bunu bize çok güzel anlatmaktadır. Varlığı anlamlandırma, yaşamı üretmeye dair çabadır.  Bunun için din adamları alaydan yetişmemelidir. Dünya yaşamını reddederek geldiğimiz nokta ortada. Dinimizin içi bu yüzden boş inanlarla doldu. Dini inançlarımıza mutlaka yüksek beğeni düzeyi de kazandırılmalı, sanat estetiği ve  felsefi düşüncelerden faydalanılmalıdır. Çünkü çok yoğun tempoda gelen teknoloji ve bilgi bombardımanından insanı korumak onu reddetmekle mümkün değil artık. Oysa dinimiz bize gelişmenin sırlarını vermiştir. Bunu başaran uzun ömürlü olmuştur. İşte Osmanlı.. Osmanlı; dönemine damgasını vurmuşsa, nedenleri; fetihleri kadar mimariden şiire, şiirden müziğe güzel ve ince duyuya verdiği değerdendi. Bunu yitirdiği anda geriledi ve yenileşmeyi başaramadığı için ömrünü tamamladı.

         Başa dönecek olursak İDEAL SAPMASI yaşamamak için her alanda üniversal eğitimin gerekliliği gibi din adamları da ille ilahiyat fakültelerinden yetişmeli, oradan mezun olan din adamları da sanattan spora, siyasetten ekonomiye hayatın her alanıyla ilgilenmelidirler. Bu sapma sonunda Nobel gibi ödül vermek gülünçlüğüne düşmemeliyiz.


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

23 Kasım 2009 Pazartesi

İNSANSIZ İNSANİYET (İNSANLIK)



ÇİZGİ-YORUMUYLA COŞKUN GÖLE  
         Bir çarpıklık var bu işte. Kesin bir çarpıklık var! İnsansız insaniyet gösterileri başladı. İlk uzay araştırmalarında Ruslar Sputnikleri, Amerikalılar Apolloları uzaya insansız yollamışlardı. Hadi onlar bir denemeydi ve insanı feda etmemeyi amaçlıyorlardı. Daha sonra edinilen bilgilerle uzayda insanla dolaşmaya başladılar. Sözünü edeceğim konudaysa tersine bir gelişme gözlüyorum. İnsanla başlayan her şey insansızlaştırılıyor giderek. Ne için? İnsanlık için! İnsansız insaniyet dönemi başlamıştır kutlu olsun!


         İlk insansızlaştırma hareketi makineleşmeyle birlikte tarımdan sanayiye çalışma alanlarında başladı. O geçiş döneminde çok insan işsiz kalarak ziyan oldu. Daha sonra otomatlaşarak fabrikalardaki üretim 5-10 kişinin olması gereken yerlerde 1 kişiyle, hadi birde yedeğini diyelim 2 kişiyle sağlanır oldu. Devlet dairelerinin evrak bölümü artık bilgisayarlara emanet. Başında sadece 1 kişi bulunuyor. Haberleşmeye ne buyrulur? Postacılar artık resmi evrak taşıyıcısı oldular. O güzelim mektupları getiren postacıların yolunu gözleyende yok artık. Herkesin elinde cep telefonu, ya mesajla, yada konuşarak birbirlerinden haberdar oluyorlar. İlerlemeye karşı olduğumu sanmayın. Ben insansızlaşmaya karşıyım. Çünkü gidişat o yönde. O yöne son sürat gidiyoruz.

         Hele internet çağında insansızlaşma alanları o kadar genişledi ki, saymakla bitmez. Alış verişten, kredi çekmeye kadar doğru bilgiler girildiği takdirde hiçbir engele takılmaz, hiçbir insana rastlamazsınız. Bunun adına yazılışıyla “online,” okunuşuyla “onlayn” sistem deniyor. Yani bu, açık sistem demekmiş. Yani açık kapı. Açık kapının gerisinde insan aramayın, yok!

         Bu kadar insansız işler olurken ibadetler de bundan nasibini aldılar bu arada. Öyle şaşırdım ki, modern kentleşme yalnızlaşmaktı biliyordum bunu, ama konunun buralara kadar geleceğini bilmiyordum ve bunu düşünemediğimi itiraf edeyim.

Önümüz kurban bayramı. Hali vakti yerinde olan, gücü yeten kurban kesecek ya, bu konuda da yukarda anlattığım şeyler uygulanmaya başlanmış. Şu habere bakar mısınız?

         Hipermarketlerin “kurbanlık” yarışı


         Kurban Bayramı yaklaşırken, veteriner hekim kontrolü ve dini vecibelere uygun şekilde kurbanlık kesim ve teslimat garantisi sunan hipermarketlerin müşteri kapma yarışı hız kazandı.
         AA muhabirinin Carrefoursa, Real ve Kipa’nın kurbanlık satış kampanyalarından derlediği bilgilere göre, son yıllarda hipermarketlerin kurban kesim organizasyonları büyük ilgi görüyor.
         Kent yaşamının yol açtığı yoğunluk, kısıtlı zaman ve kurban kesim yeri gibi sorunları ortadan kaldırarak, canlı hayvan satışı yapan ya da hijyen koşullarda kesim yaparak “kurban paketi” hazırlayan hipermarketler, müşterilerine sipariş verdikleri mağazalardan bayramın birinci ve ikinci günü teslimat yapmayı vadediyor.
         Kurbanlık siparişlerini 14 Kasım itibarıyla almaya başlayan hipermarketler, 26 Kasım Perşembe gününe (Arefe) kadar sipariş kabul edecek.
         Carrefoursa, İç Anadolu ve Doğu Anadolu bölgelerinde yetiştirilen “Akkaraman” ırkı bir yaşını geçmiş koçlardan seçilen kurbanlıkları, bayramın 1.  günü noter huzurunda din görevlileri eşliğinde, hijyenik koşulların sağlandığı mezbahalarda, veteriner hekimlerin kontrolünde kesildikten sonra, özel kolilerinde, müşterilere teslimatın yapılacağı mağazalara soğutucu donanımlı araçlarla nakledecek.
         Müşterilere teslim edilecek olan yaklaşık 19-22 kilo ağırlığa sahip kolide, kesilen kurbanlığa ait, 2 kol, 2 but, 2 kafes, 1 gerdan, muhtelif yağlar ve sakatat (akciğer, yürek, karaciğer) yer alacak.
         Kurban derileri ise kesim salonunda hazır bulunan Türk Hava Kurumu (THK) yetkililerine teslim edilecek ve 




BÜYÜKBAŞ HAYVAN İÇİN HİSSE TOPLAMA
“14-26 Kasım tarihlerinde Real’e gelip kurbanlık siparişinizi verin,
 İslami kurallara ve hijyenik koşullara uygun olarak kesip, paketleyip Kurban Bayramı’nın 2. günü teslim edelim” sloganıyla kurban kesim organizasyonu düzenleyen Real ise büyükbaş hayvanlardan seçilen kurbanlıklar için hisse de topluyor.
         Kurbanlık teslim şartları ve hisse toplama konusunda ise firma, şu bilgileri veriyor:
         “Küçükbaş kurbanlıkların canlı ağırlıkları yaklaşık 45 kilogram, kesilmiş ağırlıkları Karaman cinsi için yaklaşık 18, Kıvırcık cinsi için yaklaşık 16 kilogram. Büyükbaş kurbanlıkların canlı ağırlığı 270-300, kesilmiş büyükbaş dana kurban ağırlığı ise kemikli olarak yaklaşık 140 kilogram olacaktır. Küçükbaş kurbanlıklar 9 parçaya ayrılıp 2 adet kemikli but, 2 adet kemikli kol, 2 adet kanat kafes, 1 adet kemikli gerdan, 1 adet ciğer takımı, 1 adet kuyruk yağı olacak şekilde parçalanıp koli içinde teslim edilecektir. Kıvırcık 8 parçadır, 1 adet kuyruk yağı sadece Karaman için geçerlidir. Tüm mağazalarımızda paketli büyükbaş dana satışları; hisseli satış olarak gerçekleştirilecektir, bir dana için en fazla 7 hisse olabilmektedir, mağazalarımızda 4-5-6-7 hisseli dana satışları yapılacaktır.”
         Kurbanlık hayvanların derileri THK’ye bağışlanırken, ayrıca talep edilmesi halinde İstanbul Zihinsel Engelliler için Eğitim ve Dayanışma Vakfı için de bağış toplanıyor.
         Real’de, kesimi yapılmış “Karaman” ırkı 575, “Kıvırcık” ırkı 649, dananın 7’de 1 hissesi 560 liraya satılırken, canlı kurbanlıkların kilo fiyatı “Karaman” ırkı için 11,49, diğerleri içen 11,99 olarak belirlendi.



“PAKETLİ KURBAN” HİZMETİ
         “Bayram’da Kipa’dan paketli kurban hizmeti” sloganıyla sipariş toplayan Kipa ise “Karaman” ırkı koçlardan oluşan kurbanlıklar için 575 lira olarak belirlediği tek fiyatı uyguluyor.
         Firma, müşterilerine kurbanlık ve teslim şartlarına ilişkin şu açıklamayı yapıyor:
         “Kurbanlıklarımız 1 yaşını tamamlamış sağlıklı
koçlardan seçilir. Kurban Bayramı’nın 1. günü İslami usullere uygun olarak din görevlisi eşliğinde, noter huzurunda ve hijyen koşullarda kesilen kurbanlıklar özel kolilerine konularak soğutmalı araçlarla mağazalarımıza gönderilecek ve kurban alışverişinize yaptığınız mağazadan size teslim edilecektir. Kurbanınızın kesilmiş karkas ağırlığı minimum 18 kilo olacaktır. Kolide 2 but, 2 kafes, 1 fleto, 1 gerdan, 1 sakatat torbası bulunur.”
         Deri ve bağırsakları THK’ya bağışlayan Kipa, bağış makbuzunu size müşteriye teslim ediyor.”



Haberi olduğu gibi sundum. Sizlerde okudunuz. Belki de bu kent yaşamının yoğun temposundan doğan zaman ve yer darlığından dolayı, birde her kurban bayramında kurban kesimi sırasında çıkan kötü manzaralar nedeniyle bu hizmeti beğenmişte olabilirsiniz. Ne deseniz haklısınız. Yüz yüze yapılacak her eylemin daha insani olduğunu düşünen biri olarak bunları da insansızlaşmaya giden sebeplerden biri olarak kabul ederim. Yakında “online hac” başlarsa hiç şaşırmayacağım. Buna şimdiden hazırlıklıyım. Evet insan olma özelliklerimizi giderek kaybedeceğimiz iyiden iyiye belli oluyor. Bu yalnızlaşan bireylerin nevrozlarını kim tedavi edecek? Bu nevrozların kimyasal nedenlerini bilen bilgisayarlarla mı çözülecek?


İyice insansızlaştığımıza başka bir örnek. 11 Kasım 09 tarihinde Hürriyet gazetesinde Özdemir ince köşesinden şöyle sesleniyor:


MUHARREM Topçu adlı 80 yaşındaki bir Kore gazisi Milas yakınlarında bir barakada ölmüş. 8 Ekim 2009 tarihli birkaç gazetede ölümle ilgili bir fotoğraf ve haber yayınlandı.

Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan “Kore gazisinin yalnız ölümü”başlıklı haberi birlikte okuyalım:

“Muğla’nın Milas İlçesi’nde Bodrum Karayolu’nun 3’üncü kilometresindeki terk edilmiş bir restoranın baraka benzeri kısmında yaşamını sürdüren 80 yaşındaki Kore gazisi Muharrem Topçu ölü bulundu. Günlerdir maaşını almaya gitmeyince Muharip Gaziler Derneği Milas Şubesi’ndeki arkadaşları meraklanarakTopçu’nun yaşadığı barakaya gitti. İçeri girdiklerinde, gazi Topçu’nun yarı çıplak durumdaki bir deri bir kemik kalmış cesedini görünce şoke oldu. Yapılan incelemede,Topçu’nun üç gün önce hayatını kaybettiği belirlendi.”

SANKİ NAZİ KAMPI

Hayatım boyunca bu kadar çarpıcı az fotoğraf gördüm. Nazi toplama kamplarındaki üst üste yığılmış Yahudi cesetlerinden daha beter. “Bir deri bir kemik” deyimi bile yeterli değil, az gelir. Sadece bir iskelet, bir kemik yığını. Böyle bir erime, bedensel yok oluş birkaç günde, birkaç haftada, birkaç ayda olmaz. En azından altı ayın işi.

Nerede yaşadığını bilen Muharip Gaziler Derneği Milas Şubesi’ndeki arkadaşları bu süre içinde ne yapmıştı? Demek ki hiçbir şey yapmamış! Zavallı gazinin bu hale gelmesine nasıl göz yummuşlardı; dernek üyesi bir gazi lokantadan bozma bir barakada nasıl yaşardı; aralarında Kore gaziliğini ranta dönüştürmüş bir açıkgöz de mi yoktu?

GAZİDEN ÖZÜR DİLERİM

Muharrem Topçu adlı Kore gazisinin utanç verici ölümünün sorumlularını sayıyorum: Milli Savunma Bakanlığı, Milas Askerlik Şubesi, Milas Kaymakamlığı, Milas Belediye Başkanlığı, Mahalle Muhtarlığı ve Milas halkı.

Demokrat Parti iktidarının TBMM kararı olmadan sıradan bir Bakanlar Kurulu kararıyla Kore’ye gönderilmişti bu zavallı gazi. Demokrat Parti’nin gayrimeşru yolla yurtdışına gönderdiği bu vatan evlatları, Kore şehitleri ve Kore gazileri sayesinde Türkiye NATO üyesi olabilmiş ve ABD yardımlarından yararlanabilmişti. Ne yaman antikomünist olduğunu kanıtlayarak Yunanistan ile rekabet eder duruma gelmişti. Ama siz bakmayın hamasi palavralara, Türkiye ve halkı vefasızdır. Bu ölüm, bu intihar, bu cinayet sadece bir örneği!

Bu yazı bugün değil, dün yayınlanmalıydı. Haberi okur okumaz kaleme sarılmalı ve Kore gazisi için bir ağıt yakmalıydım. Utanç duyuyorum. Gaziden özür dilerim!

SORUŞTURMA AÇILMALIDIR

Bildiğim kadarıyla Avrupa ülkelerinde Gaziler Bakanlıkları ve Gaziler Günleri vardır. İngiltere’de Gaziler Günü’nde özel törenler yapılır, televizyonlarda yayınlanır. Fransa’da otobüs ve metro vagonlarında gaziler için özel koltuklar vardır. Toplum ve devlet şükran duyduğu gazilerin gündelik yaşamlarıyla, sağlıklarıyla, güvenlikleriyle yakından ilgilenir, sorumluluklar yüklenir.

Bir savaş gazisinin ileri yaşlarda bunalım geçirmesi, ruhsal dengesini yitirmesi, içine kapanması bilinen bir şey. Böyle durumlarda, kendi sorumluluğunu taşıyamayan gazilerin sorumluluğunu toplum yüklenir; kimsesiz olanlar hukuki deyimiyle “hacir altı”na alınır ve ona bakılır. Bu ülkede savaş gazileriyle ilgilenecek bir özel bakanlık kurulması zorunluluk olmuştur. Yukarda adını saydığım kuruluşlar bu ölümün başlıca sorumlusudur. Haklarında soruşturma açılması gerekir.


Ben o haberin fotoğraflarını da gördüm. Bir deri bir kemik kalmış ihtiyar gazimizin belden aşağısı çıplaktı. Eline verilen bankamatik kartı veya hesap cüzdanıyla, yetmediği besbelli aylığını çekmediği fark edilerek yaşadığı yere gittiklerinde rahmetlinin ölüsünü bulmuşlar. İşte insansız insaniliğe buda başka bir örnek. Ama dağdan inecek PKK’lıya 5000 tl verecek kadarda insanilik var bizde Allaha şükür.  


Yazımızın başına dönersek Bir çarpıklık var bu işte. Kesin bir çarpıklık var! İnsansız insaniyet dönemi başladı.

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 22

         Merhaba sevgili okurlar. Bugün “ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz” sözüne uyarak şiirlere daha çok yer vermek istiyorum. Geçen hafta nevrozlarıyla boğuşan bayan Che’den söz etmiştim ya, bu haftada ona yazılmış Şiirleri sunmaya devam ediyorum. Her birinden gidişatı anlayacaksınız. Onun için fazla söze gerek yok bence!

40
Fırtınaya yakalandım açık denizlerde
Sığınacak liman arayan
                  şehir gibi ışıl ışıl gemiyim
Bana yol gösterecek
                       deniz fenerleri nerde
Çok korktum, bir anne gibi sar beni,
                  güvenle koynuna gireyim
Sevgin deniz fenerimdir
Hem ışık saç bana, hem kollarını aç
Fırtınadan kurtar beni


Aydın Göle
27.01.2001


*** *** ***


41
Nedir aradığım, bulduğum nedir
Günler geçerken hızla
Bende kalan nedir
      ben, ben olduğumu sanırken
Yitirdiğim kimdir
Sessiz çığlığım saklı soluğumda
Bir boşluğa gider
Arayın, uzayda bir yerdedir
Yetişemiyorum düşüncemin hızına
Seçemiyorum arttıkça artan
Düşüncelerimi
Kim yetişir bu hıza,
kim yakalar
tavşan gibi doğurgandırlar üstelik
Ellerime şaşırıyorum
Hala inatla nasıl sadık
Korkuyorum ellerimden
İttifak olursa düşüncelerimle
Ayaklarım benden kaçmaya güçsüz
Yastığım beni uyutmuyor artık
Yorganım dünden soğuk
Nedir aradığım, bulduğum nedir


Aydın Göle
28.01.2001


*** *** ***
42
Akvaryumda balıkmıyım
Gözlerimde perde
Çığlık çığlık sessizlik
            (kulağım duymaz)
            Tıkıldı boğazıma
Hayat için oksijen lazım
Lazım da
Yeşili yitik ormanım Adapazarı’nda
Adım orman!
Zor mu arayıp sorman?




Aydın Göle
10.04.2001






*** *** ***


KORKULARINI BİÇİMLENDİRİRDİ


Omzunda beyaz farenin
                   bıyıkları ürkekti
             titriyordu hiç durmadan
       hiç durmadan iki omuzu arasında
           koşuyordu, bitmeyecek
                            uzun bir yolculukta
Beni korkutan gözleri
Sözleri anlamını yitirmişti çoktan
Hiç yoktan kıyabilirdi canına
Gözleri kararlı dinginlikte
Gözleri ısırır gibi iz bırakır üzerinizde
Uzaklarda geziniyor
Ellerimi uzatıyorum, tutamıyor
Size elleriyle dokunurdu bilir misiniz
Korkularını biçimlendirirdi
                                   görmezdiniz
Bir beyaz fare omzunda
                       onun kadar korkardı
Bıyıkları durmadan titrerdi


Aydın Göle
10.04.2001


*** *** ***


YERDE SENİ KISKANDI, GÖKLERDE


Lale yaprağında ismini gördüm
Saz uçurtmalarında sevincini
Menekşelerde tiryakiliklerini
Turnaların kanadında
                    umudunu gördüm
Yerde seni kıskandı, göklerde


Baharın koynundan çıkmış
                          bir meltemsin
İpek mendile sarılmış yüreğine
Güller gözyaşı döküyor
Çiğ damlalarında gözlerin vardı
Yerde seni kıskandı, göklerde


Aydın Göle
12.04.2001


*** *** ***


CİNAYET, İÇİNDEKİLERİ ÖLDÜRDÜKLERİNLEDİR


Kederleri biriktir!
Delilerin diliyle konuş!
Eski iyi günleri unut!
Şimdi sen busun!
Ne içersen iç!
Kollarına şırınga bas!
Su, istersen zehir
Kaşların kalksın yukarı
Yüzün köylü ihtiyarlar gibi
Toprak gibi kırış kırış olsun
Sen busun!
Aynalara itiraz etme!
Onlar doğru sözlüdürler
Yiten heybetindir
Gençliğinle beraber
Damarlarına şırıngayla
                 basamazsın onuru
Kalk dikil önüme ve ellerine güven
Mahirdir onlar
Aklın kadar
Cinayet, içindekileri öldürdüklerinledir.
Kalanlar seni ele verir


Aydın Göle
16.05.2001


*** *** ***


MÜCADELE KAÇAĞI


Benden başka bana
           kimse kötülük edemez
Uçları yıpranmış benliğimin
Yoluma engeller koyuyorum
İçsel çelişkilerimin toplamıyım
Ve bu yüzden mücadele kaçağıyım
Hayata bakaya kaldım
Nerden başlayacağımı bilmiyorum
Fotoğraf makinelerinin flaşları dehşet
Dalga dalga geliyor korkular
Amazonlardan mı kaçıyorum
Luti’lerden mi, Safo’lardan mı
Kendimden mi bu kaçışım


Aydın Göle
16.05.2001


*** *** ***


DÜŞ GEZGİNİNİN SONU
Söylediğim yalanları unuttum
Sonra kendim inandım
                   söylediklerime
Bir parçası yok oldu
            her yalanımla evrenin
Görmedim
Köprüleri attım
Her limanda bir gemi yaktım
Adi orospularla yattım
Umurumda değildi düzen
Bir gün yalnızlık çıkageldi
Ondan kurtulamayacağımı
BİLEMEDİM.


Aydın Göle
16.05.2001


*** *** ***


KAPLUMBAĞAYA İMRENİYORUM


Sahip olduklarım
               genişletti evrenimi,
                        ufkumu açtı
Şimdi yıldızlarla geziyorum
Işık
    ardımdan koşmaya çabalıyor
Bir kaplumbağaya imreniyorum
Canı nerde isterse,
                          orda yatıyor

16.05.2001

         İyi pazarlar sevgili okurlarım. Önümüzdeki hafta kurban bayramının son günü. O gün izinli olacağım için sizlerle olamayacağım. Ondan sonraki hafta “ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ” köşemizde görüşmek dileğiyle. Bayramınızı şimdiden kutluyorum.

Yayın Tarihi : 22.11.09

20 Kasım 2009 Cuma

BÜROKRASİ: KRAL KILIKLI HİZMETÇİLER

ÇİZGİ-YORUMUYLA COŞKUN GÖLE


         Bürokrasiden yakınmayan nerdeyse yoktur. İşlerin savsaklanması, adam sendecilik, bu gün git yarın geller herkesi canından bezdirir. Eğer bir tanıdığınız yoksa işinizi halledip bir rahata eremezsiniz. Hele bayan bürokratlar yok mu? Onlar sanki daha bir acımasız, daha bir zorbalar. Onların çay ve kahve molaları iş saatlerinin tamamını kapsar. Devlet dairelerinde kazak örmek gibi, dantel yapmak gibi ikinci bir işleri daha vardır. Arada sakız patlatanlarını da görebilirsiniz. Eskiden kitap okuyanlarına rastlardınız, şimdi gazete okuyanlarını bile zor bulursunuz. Sonra bunlar memur sendikaları kurup garantili işlerine fazladan garantiler isterler. Memur dediğiniz -istisnalar hariç, ki o istisnalar namus ve ahlak anlayışının değişmesi veya ortadan kalkması nedeniyle azalmaktadır- devlet dairesini aracı kurum gibi kullanır.

         Benim memurum işini bilir felsefesinin doğu toplumuna özgü olduğunu bizzat devlet başkanı olmuş rahmetli büyüğümüz kanıtlamıştır. Daha önce yürüyen memurlarımız o sözden sonra koşmaya başlamışlardır.

         Türkiye Tekstil Sanayi İşverenleri Sendikası/İş Bankası Kültür Yayınları arasında yayınlanan Halil İnalcık’ın yazdığı “Devlet-i Aliyye” adlı bir kitapta bu durumu anlatan satırları okuyalım mı? Bakın bu konu ne kadar eski. O dönemlerin memurları ne yolsuzluklar yaparlarmış. Sözü ünlü tarihçimize bırakıyorum.

         “Merkezi otoritenin sarsıldığı dönemde, Osmanlı idaresindeki bozuklukları bize en yetkili bir biçimde yansıtan kaynak, hiç şüphesiz, adaletnamelerdir. adaletname, devlet otoritesini temsil edenlerin, reayaya (bugünkü işçi köylü, çalışan kesim, bu kesim her zaman sağmal inektir zaten –Aydın Göle-) karşı bu otoriteyi kötüye kullanmalarını, kanun, hak ve adalete aykırı tutumlarını; olağanüstü önlemlerle yasaklayan beyanname şeklinde padişah hükümleridir.”

         Günümüzde atasından dedesinden duyduklarıyla ahkam keserek eskiye övgü düzenlerde az değildir. Bürokrasi sadece bu gün bozulmuş değil ki..

         1609’da Osmanlı Padişah’ı 1. Ahmet’in “adaletname”de onlara, yani Beylerbeyi, Sancak Beyi ve Kadılara neler dediğini Halil İnalcık’tan öğrenmeye devam edelim:

         “Siz vilayeti dolaşıp suçluları izleme göreviniz için değil, fakat yalnız kanuna aykırı olarak halktan para toplamak için devre çıkmaktasınız. Bu amaçla gereğinden fazla atlı ile bizzat yaptığınız bu devirler sırasında şu yolsuzlukları yaptığınız duyurulmuştur: Birisi ağaçtan düşmüş olsa, siz buna bir katil süsü vererek o köye gidip yerleşiyor, sözde katili ortaya çıkarmak için köylüleri zincire vurmak veya dövmek suretiyle onlara kötü muamele yapıyorsunuz. Oşr-i diyet adı altında yüzlerce altın ve guruş aldıktan başka, salgun adı altında köylüden ücretsiz at, katır, arpa, saman, odun, ot, koyun, kuzu, tavuk, yağ, bal vesair yiyecek topluyorsunuz.”

* * *

         Padişah hepsini bir bir sayıyor:

         “Hukuki işleri görme bahanesiyle voyvodalar ile birlikte köy köy dolaşmakta, maiyetlerini ve hayvanlarını besletmek için reayanın koyun, tavuk, yağ, bal, arpa, saman ve otunu ücretini ödemeden almaktadırlar. Kadılar, miras taksiminde, binde 15 veya 20 resim almaya yetkilidirler. Fakat çağrılmadan veya gereksiz miras taksimine karışmakta, ölenlerin gömülmesi için kendilerinden izin alınmasını şart koşmaktadırlar. Gayrimüslimlerden de ölenlerin gömülmesine para almadan izin verilmemektedir. Köyleri devre çıktıkları zaman mezarlıkları geziyor, yeni mezarları sayıyor, izinsiz gömenleri cezalandırıyorlar. Miras taksiminde başka yolsuzluklar da yapmaktadırlar. Aldıkları resimleri yükseltmek amacıyla eşyanın değerini yüksek gösteriyor, yahut taksim edilen bir mirası adil taksim edilmemiş diye bir daha taksime tabi tutuyorlar; sonuçta mirasın büyük bir bölümü kadılar tarafından resim olarak alınıyor.”

* * *
         “Kadılar vergi defterlerini düzenlerken vergi yükümlülerini, rüşvet koparmak için, bilerek fazla göstermektedirler. Reayanın mahkemeden aldıkları belgelerden ve kopyalarından, kanunda yazılan orantıdan fazla resim almaktadırlar. Keza, bir tımar, zaviye veya dini görev üzerinde aynı zamanda hak iddia eden birden fazla kimse var ise, çok rüşvet verene bu yeri sağlayan belge çıkarmakta, padişah emirlerini dikkate almamaktadırlar.”

* * *
         Aradan tam tamına 400 sene geçmiş görüyor musunuz? Ne değişmiş? Hiçbir şey! Sözün kısası devlet bir hizmet kurumuyken bazılarına zengin olma kapısıdır. Bir bakın hepsinde de göreceksiniz, onlar, yani bürokrasi kral kılıklı hizmetçidirler Devletten emekiliye ayrılanlar alıştıkları hayattan kopunca işte bu yüzden attan düşmüş karpuz gibi oluyorlar.

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 20.11.09

16 Kasım 2009 Pazartesi

“BİZİM PARTİMİZİ KÖTÜ YAZMA ABİ”


ÇİZGİ-YORUMUYLA COŞKUN GÖLE


        Dini programların birinde; kendisini alçak gönüllülüğü, sabırlı oluşu, konulara hakimiyeti ve anlaşılır dille sohbeti nedeniyle takdir ettiğim ve sevdiğim bir ilahiyatçı olan Mustafa Karataş iktidar olma süreci olarak anlattığı sürecin arkasından ahlaklı idarecilerin gelmesi gerektiğini belirtmişti. İktidar sürecinin ne kadar Makyavelist bir süreç olduğunu belki de bilmeden söylemiş oldu. Yani iktidar olma yolunda yapılan her şey mübahtır. Sonrasında ahlaklı yöneticileri istemek bence olacak şey değil. İlk önce ahlaklı yöneticiler iktidara hakim olmazsa sonradan hiç olamazlar. O zamana kadar halkın, makyavelist idarecileri göre göre bozulan ahlak yapısıyla iyi niyetli idarecilerin yapacakları şeyleri anlamalarını beklemek hayal olur. Üstelik şiddetli bir dirençle karşılaşılır.



         Örnek vermemi ister misiniz?
         Peki öyleyse alın size okkalı iki örnek


         Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek siyaseten yıprandığı halde yerel seçimlerde büyük pazarlıklar sonucunda aday olma şansını yakaladı ve tekrar seçildi. Ne olursa olsun (bu dönemin sonunda 20 yıl Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapmış olacak) ille de en uzun süreli başkan olma Türkiye şampiyonluğunu kazandı. Olağan hallerde bırakın seçilmeyi o makam için aday bile olmaması gerekirdi.

         İkinci örneğimiz kentimizden. Oda 15 yıl başkanlık yapan Aziz Duran’dır. Alt Geçit faciasıyla en azından kentin içine tüküren bir başkan olarak belki yaptığı 3-5 güzel şeyi de unutturdu. Diğer olumsuzlukları anlatarak konuyu uzatmak istemiyorum. Geçenlerde gazetemiz yazarlarından sevgili büyüğüm Hüseyin Komite beyefendinin bu konudaki yazdıkları ile varit bir duruma rağmen aday gösterilmeyi çok bekledi. Gösterilmedi fakat ödüllendirildi. Önce belediyeler birliği başkanlığına getirildiğini duymuştum, geçenlerde Melih Gökçek’in yardımcısı olduğu haberlerini okudum.

         Yandaşlara ulufe dağıtma alışkanlığını her partide görmek mümkün. En makyavelist, en ideal kıyıcı tavır budur. Ahlakı yok etmek isterseniz önce buradan başladığınızda amacınıza ulaşırsınız.

         İki gün önce mahalle bakkalıma ekmek almaya gittim. Adı bende saklı bir fırının ekmek kamyonu yolu kapatmış akülü aracımla bakkala giremedim. Sonunda yarı şaka yarı ciddi söylenerek arabayı oradan çektirdim. Bakkal sahibi arkadaşım, ekmek getiren fırının işçilerine gazetede köşe yazarı olduğumu söyleyince işçilerden biri hemen “AKP için kötü şey yazma abi” dedi. Bunun üzerine tek suçları alıştıkları camiye gitmek olan mahallemden 9, toplamda 25 kişinin ölmesine neden olan alt geçidin ön çalışmasını yapmadan alt geçidi yapanları, yani Aziz Duran’ı örnek gösterdim. Buna rağmen mi yazmayayım diye sordum. Söyleyecek söz bulamadılar.

         Hatırlarsanız Mehmet Baloğlu’nun ağzından da CHP’lileri darıltmıştım. Kimse kusuruma bakmasın, ben takım tutar gibi fanatik taraftar tutumuyla partili olamam. Oy zamanı oyumu zamanın şartına göre veririm, sonrada yerel ve ülke genelinde halkın alacağı hizmete bakarım. Ülkemin gururunu yücelten her hareketi kimden gelirse gelsin alkışlarım, kim hoşa gitmeyen bir durum yaparsa onu da yererim. Sadece yermek hoş bir şey değil, bildiğim yol varsa öneride de bulunurum. Ülke çıkarları ve insana hizmetin gereği bu tutumu benimsiyorum. Benim ölçüm budur.

         O fırın işçileri gibi karşı cenahtan arkadaşlarımda CHP hakkında kötü yazı yazmamamı söylüyorlar.

         Bir şeyleri saklayarak, görmeyerek doğruya ulaşılmaz ki.. depremin hemen ertesinde kentimizin kapalı spor salonunda yapılan 32. gün programında izleyicilerden birinin ısrarlı sorularına sinirlenen milletvekili aday adayının elindeki telsiz mikrofonu izleyiciye fırlatıp atmasını nasıl görmeyeyim? Genel başkan ve çevresindekilerin Salı günleri gurup toplantıları yapmaları ve sonrasında genel başkanın o toplantıdaki konuşmanın dışında bir şey yapmamalarını içime sindiremiyorum.

         Ben ki çevremde herkese iktidara gidecek 5 oyunuz varsa en azından birini muhalefete verin diyen bir kişiyim. Benim düşünceme göre iktidarların meclis içinde denetlenmeleri muhalefetle olur. Muhalefetin eksik olduğu yerde devreye başka güçler girer. İktidarların ben yaptım oldu düşüncesinde olmamaları için (bunu Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay gibi kurumlar da engeller) bu şart. Bizim gibi doğu toplumlarında rakibini yok saymaya eğilimli ezici çoğunlukla tek başına iktidar olanların, önüne ancak bu geçer. Unutulmasın ki hiçbir iktidar ihtilalci hükümet kuramaz. Seçimle gelen toplumun her kesimiyle uzlaşma zemini aramak zorundadır. Gene unutulmasın ki muhalefet de sadece laf üretmekle ülkenin gelişmesine katkıda bulunamaz. Sivil toplum kurumları ile temas halinde olarak, karşıt tezleri dile getirip seçenek sunmadan yapılan muhalefet ikna edici olmaz.

         Ben her iki tarafı da bunu görmediğim her durumda eleştirerek maalesef üzeceğim.
         NOT: Bugünkü yazımın konusuna uygun bir karikatür ekledim. Bu karikatür benim sevgili kardeşim Coşkun Göle’nin eseridir. İstanbul Siyasal Bilgiler Fakültesinde okurken çeşitli dergilerde karikatürleri yayınlandı. Daha sonra iş hayatına atılınca karikatürle profesyonel ilişkisi zorunlu olarak kesildi. Kendine çizmeyi hiç bırakmadı. İş dünyasının şu krizi ve emekliliği onun karikatürle tekrar yoğunlaşmasında önemli rol oynuyor. Bu arada çeşitli karikatür yarışmalarına katılıyor. Geçen sene dünya olimpiyat komitesinin düzenlediği “Flairplay” konulu uluslar arası yarışmada birincilik aldı. Bana çok düşkündür. Bu yüzden tekerlekli sandalyeleriyle basket oynayan özürlülerin maçında lastiği patlayan bir oyuncunun patlayan lastiğini başka bir özürlü oyuncunun tamir edişini çizmişti. Kendisi benim her zaman gurur kaynağımdır. Bundan sonra yazılarıma karikatürleriyle zaman zaman renk katacak.



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com

15 Kasım 2009 Pazar

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 21

         Merhaba sevgili okurlar. Bir Pazar gününün keyfine keyif katmak için sizlerle şiirlerimle söyleşmek istiyorum. İlk şiir hayattan çok şey bekleyenlere bir öğüt niteliğinde. Bakalım sizde benimle aynı fikirde olacak mısınız?

27
Gül dalında
Yar yanında
      Olsa da
Fincandaki falında
Sapanca da yalında
      Olsa da
Pamuk şerbet uykular
En insansı duygular
      Olsa da
Yumuşacık ezgiler
Rüya gibi yazgılar
      Olsa da
Hayat daima biraz eksiktir


Aydın Göle
10.10.2000

*** *** ***

         Aşk yaşamın coşkusudur. Bu coşku uğruna her şeyi terk edemeyiz. Geç gelen aşklar aklı baştan almamalıdır. Bu şiirde bunu anlatmak istedim.

28
Sen aklımda hep cevapsız bir sorusun
Sonbahar sisinde geceye büyüyen lale
Seni melekler kanatlarıyla sarsın korusun
Merakım deli gibi akan şelale
Yolumu uzaktan aydınlatan şulesin
Rüyalar aleminin güzel ecesi
Hiç ağlamazsın dilerim hep gülersin


Aydın Göle
24.10.2000

*** *** ***

         Her şey bizim eylemlerimizle şekillenir. Her gördüğümüz şey bir sonuçtur. Görmediklerimiz sebeplerdir. Bu sebepleri eylemlerimiz oluşturmuyor mu? “Gül yerine gülle atma” derken apaçık deyişle bunu anlatmıyor muyum sizce de?

32
Gül yerine gülle atma
Sevgi gülle dile gelir
Çok özlersen sevdiğini
Kalpten dile inan gelir
Vahşi atlar gibi boşa şahlanma
Bir gün dizginlerin ele gelir
Gül yerine gülle atma
Gülün kokusu yelle gelir
Kentleri geçmişe gömen mil
Bir azgın selle gelir
Gül yerine gülle atma


Aydın Göle
30.10.2000

*** *** ***

         Kendini beğenmiş bir sevgiliniz oldumu? Neden bilmiyorum ama böyleleri çok kişiye çekici gelir. Dik duruşa sahip olanları bende severim. Ama dik duruş kendini beğenmek değil ki.. işte böyleleri cehennem kraliçeleridirler. Bu şiirde öyle birini anlatmıştım

33
Cehennem ecesi
Çökerken akşamın alacası
Guruba bak! Ağır günün eğlencesi
Acı ve keder içindeyim
Şimdi bir tel saçındayım
Şansım gibi sallanıyorum


Aydın Göle
07.11.2000

*** *** ***

         Düşünebiliyor musunuz, yürek en fazla 50 gramlık küçücük bir et parçası iken kendisinin milyonlarca katı yükleri taşır. Sevgilerde bu yüklerden biridir. Hele seven sevilenden istediği sevgiyi bulamazsa.. dünyanın diğer yükleri de işin cabası..

34
Altın rozet olsan da seni yakama taksam
Başım göğe erse, etrafa caka satsam
Aşkın ateşini sonsuza kadar yaksam
Yolunu, yüreğini her zaman aydınlatsam
Bana hayır dermisin
Adressiz mektuplar gibiyim
Yüküm ağır, bir yürek içinde
                   ne çok yürek taşıyorum
Bilmiyorum hangi adrese varacağım
Satır satır okunmak istiyorum
Bana hayır dermisin


Aydın Göle
10.11.2000

*** *** ***

         Bu şiir Fethiye’den kentimize okumaya gelmiş olan, okulu bitirdikten sonra işveren bir dostumun sekreterliğini kısa bir süre yaparken tanıdığım Burcu Ulu adlı bayana yazıldı. O yıl tası tarağı toplayıp Fethiye’ye dönmüştü. Bir daha kendisinden haber alamadım. Yağmurun toprağa yağması gibi sevginin insanı bulması da borçtur. Toprak yağmurla mis gibi kokar, insan da severek güzelleşir. Zaten insanın mayasında sevgi var. Önemli olan sevgiyi yüreklerde, kale burçlarındaki bayrak yapmaktır. Bunu vurgulayan bir şiir, beğenirsiniz umarım.

35
Yağmurun toprağa yağmaktır borcu
Islanınca toprak yağmurla, kokar burcu burcu
Sevgiyle karılmıştır insanın harcı
Bayrak olup dalgalanmaya
Arar en yüksek, en rüzgârlı burcu


Aydın Göle
13.11.2000

*** *** ***

         Sevdiğinizden telefon bekleseniz, o bir mesaj bile yollamasa, ne düşünürsünüz? Özleme dayanabilir misiniz? Eskiden sevgililer başka başka şehirlerde iseler, mektuplarla en erken bir haftada cevap alabilirlerdi. Onlar ne sabırlıymışlar değil mi? Her şeyi o kadar çabuk tüketiyoruz ki, sevgileri bile. Yoksa biz su sineklerine mi özendik? Onlar her şeyi bir günde yaşıyorlar. Ömürleri de sadece bir günlük ömür zaten. Böylelikle insan olma özelliklerimizi kaybetmiyor muyuz?

36
Gözüm yollarda
Dargınım telefonlara
Mesaj zili bile çalmadı senden
Özlem
Bilinmeyen ülkemi
Dağların ardındaki
Sürgünü müyüm o ülkenin
Söyler misin


Aydın Göle
24.12.2000

*** *** ***

         Üç nevrotik şiiri peşpeşe yazıyorum. İsmini yazamayacağım bir bayan vardı. Bayan Che diyebilirdiniz kendisini görseniz. Evi, onu hanım hanımcık bir kız bilirdi. Oysa o gizli alkolikti. Günlerce bir sandalyeden kalkmadığını söylerdi. Beni telefonla arar uzun uzun sohbet ederdi. En mahrem konularını dahi bana anlatırdı. Bu arada kendisini çok sevdiğimi belirtmeliyim. Anlattıklarında biraz kendimi bulurdum. Bütün özürlülerde fazlasıyla nevrotik bir taraf vardır. Hırslarından, veya ilgisizliklerinden, yada kayıtsızlıklarından bunu anlarsınız. Korkular içindedirler çoğu bu yüzden. İşte benzer taraflarımız bayan Che ile bunlardı.

37
Ben bir saman parçasıydım
Hızla akan bir nehirde
Denize kavuşan nehirdi
Ben değildim
Bir gün;
Umurunda değildim hayatın,
                             Anladım
Yaşamak için
Bütün savlarımı
Ne varsa ülkülerimi
Giyindim, kuşandım
Kör gözüne parmağımı soktum hayatın
Var mısın benimle oynamaya


Aydın Göle
25.012.2001

*** *** ***

         Nevrozlarıyla boğuşan birine ne söylenebilirdi? Aşağıdaki şiirle akıldır her şeye hakim olmamızı sağlayan, o kafesteki kuşsa onu kaçırma, kaçarsa bir daha gelmez demek istiyordum

38
Sakin görünür deniz gibi
Bir kuş gibiyken kafeste
Uçmaya kanat açar akıl,
Ürker kimi zaman her seste
Ya Babil’in cangıllarından ateş getirir,
Ya parmak izi var,
Babil bahçelerindeki her çiçekte


Aydın Göle
26.01.2001

*** *** ***

         Son olarak başımıza ne gelirse gelsin bir ağaç gibi dallarımıza yürüyen yılanı görmeyelim diyordum. Aklımızı biraz güce biraz cesarete emanet etmeliyiz, edersek yılanlar bize sokamazdı, ağaçlara sokamadıkları gibi. Bu şiirlerin ona ne kadar etkisi oldu derseniz, uzun süredir kendisinden telefon almadığıma göre mutlaka iyi olmalı. Hatta evlendiğini bile duydum.

39
Yılan yürür ağaca
Hiç ürpermez ağaç,
Çünkü duymaz,
Hissetmez çünkü
Üstüme dağlar devrilirde
Durur yerinde şu canım
Çıkış yok, ışık nerde
Aklım emanet bir emanetçide
Biraz güç biraz cesaret karşılığı
Beni çözmeyin, çözüm bende
Yılanları karşılarım ağaç gibi


Aydın Göle
27.01.2001

*** *** ***

         Sevgili okurlar hepinize iyi bir hafta sonu diliyorum. Görüşmek üzere hoşça kalın.

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com/


Yayın Tarihi: 15.11.09

14 Kasım 2009 Cumartesi

TARİHİN MESELELERİ TARİHTE KALMALIDIR - 3

         Tarihin meselelerini tarihe bırakmak barış anlaşmaları içinde söylenecek bir söz. Bu gözlerimizi kapatıp uyuyalım demek değil elbette. Uyuduğumuz ve uyutulduğumuz için AB anlaşmalarını yaşıyoruz. Uyuduğumuz için kürt açılımının temelini bilmiyoruz. Sonrada PKK’NIN açılıma katkı adıyla büyük gösteriler düzenleyip sembolik dağdan inme faaliyetlerine kızıp duruyoruz. O arada PKK başka mevzide askerimize saldırarak gözdağı da vermeyi ihmal etmiyor.

         Herhalde bu hükümet bu açılımla ilelebet övünemeyecektir. Annelerin göz yaşı dinsin derken ülkenin onurunu kıracak (hangi alanda onur bıraktılar, onu da çok merak ediyorum ya..) tavırlara maruz kalmak kimsenin istediği şey değildi çünkü. Bu yüzden kafalar karışık ve gönüller son derece yorgun. Başka kimseyi bilmem ama ben gelecekten endişeliyim. Kimsenin umudunu kırmak istemem, ama duyup gördüklerim, okuyup öğrendiklerim gaflet uykusundan beni çoktan uyandırdı.

         Her sözümü dayanaksız söylememe huyuna sahibim. Bu yazı dizisini hazırlarken Hürriyet Gazetesi yazarları Ferai Tınç ve Özdemir İnce dayanaklarımdı. Bu günde Özdemir İnce’nin yazdıklarını aktararak yazımı bitireceğim.

         “BİR televizyon sunucusu Habur Kapısı'ndaki muhabirlerine, PKK'lılarda ve onları karşılamaya gelen yandaşlarında bir zafer kazanmışlık havası olup olmadığını ısrarla soruyordu.

         Sonra kendisi açıklıyordu: Muzaffer eda yok ise “iyi” imiş, varsa açılım tehlikeye düşermiş. Bu, kendi düşüncesi miydi, yoksa hükümetin görüşü müydü, bilemedim.

         Sunucu (ve öteki sunucular) muhabirleriyle muhabbet ederken ekranda Öcalan posteri, PKK bayrağı taşıyan, “V” zafer işareti yapan insanlar, yüzlerce arabalık uğurlama ve karşılama konvoyları görülmekteydi.

         Ardından, Abdullah Öcalan'ın çağrısıyla Türkiye'ye gelen “Barış Grubu”nun getirdiği PKK'nın 9 maddelik mektup-muhtırası okunup söyleniyordu ekranlarda. Tam anlamıyla bir bayram, bir zafer havası görülmekteydi kıyafet ve davranışlarda.

         OSMANLI-RUS SAVAŞI

         Bu sırada, biraz tarih bilgisi olanlar 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması'nı anımsadılar. Bu antlaşmadan sonra Rusya, Osmanlı Devleti'nin Ortodoks Hıristiyan uyruklarının koruyucusu oluyordu. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı bu nedenle çıkmış, imzalanan 3 Mart 1878 Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması ile Osmanlı'nın Tuna vilayetinde Bulgar devleti kurulmuştu.

         Ayastefanos Antlaşması'nda Ermenilerle ilgili reformlar yapılmasını öngören bir madde de (Madde 16) vardı. Bunun ardından imzalanan 13 Temmuz 1878 tarihli Berlin Antlaşması'na göre (Madde 61) Osmanlı Devleti Ermenileri Çerkeslere ve Kürtlere karşı korumayı üstleniyordu. Oysa üç topluluk da Osmanlı vatandaşı idi.

         Gerçekte, Ayastefanos ve Berlin Antlaşmaları Ermenileri, Bulgarlara öykünmeye davet etmekteydi. Osmanlı Avrupa'sında Bulgarlar kendi devletlerini nasıl kurdularsa Ermeniler de kendi “Büyük Ermenistan Devleti”ni Anadolu'da kurabilirlerdi. Bulgarlar gibi, çeteler, komitalar kurarlar, isyan ederler, kan dökülür ve başta Rusya olmak üzere Berlin Antlaşması imzacısı Düvel-i Muazzama savaşa girip Osmanlı'yı ezerdi. İşte o zaman Büyük Ermenistan kurulurdu. 1878'den sonra bu strateji ve taktik uygulandı zaten.

         1774-2005, OKUYUN

         Televizyonlarda Habur Kapısı'ndan yapılan naklen (canlı) yayını izleyenlerden bazıları işte bunları anımsamakta ve o zamanın Düvel-i Muazzaması ile Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Birliği'nin farksız olduğunu düşünmekteydiler. Ancak, bunları bilmeyen, anımsamayan ve öğrenmek isteyenlere Bilâl N. Şimşir'in “Ermeni Meselesi, 1774-2005” (Bilgi Yayınları) adlı kitabının ilk 100 sayfasını okumalarını salık vermekteydiler.

         KIRIM SAVAŞI SONRASI

         Bunları bizim siyasilerin görüşlerini dinlemeden, televizyonlarda tele-âlimlerin bombardımanına uğramadan yazıyorum. Osmanlı Devleti galip geldiği savaşlardan sonra imzaladığı antlaşmalarda bile zararlı çıkmıştı. Örneğin, müttefikleriyle birlikte kazandığı Kırım Savaşı'ndan sonra ilan ettiği Islahat Fermanı ile yıkılışını da ilan etmişti.

         PKK'lıların ülkeye dönüşlerini yüreklendirip kabul eden AKP hükümeti, teslim olma koşullarını karşı tarafa kabul ettirebilirdi. Bunun sonucu olarak PKK Irak'ta ve Türkiye'de 6-0'lık galibiyet havalarına girmeyip poz atmayabilirdi. Böylesine bir uzgörüşlülüğü, olgunluğu, dûrendîşliği Kürtçülük önderlerinden ve DTP yöneticilerinden beklemek fazla iyimserlik olur. Ancak, ne olursa olsun, biraz tarih öğrenmelerinin herkese yararı var!”

         Kürt açılımı bir demokratik hareket değildir. Bu yazıdan sanırım bu anlaşılacaktır. Bu ABD ve AB’nin dayatmasıdır. PKK bitirilip Kürtler Barzani’ye bağlanacaktır. Diyeceksiniz ki “körün istediği bir göz Allah verdi iki göz.” Siz öylemi sanıyorsunuz?

-SON-


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com

Yayın Tarihi: 13.11.09

12 Kasım 2009 Perşembe

TARİHİN MESELELERİ TARİHTE KALMALIDIR -2

         Her taşın altından bir Sezen gibi her sorunun içinden bir soran çıkmıyor mu, artık iyice öfkelendiğimi hissediyorum. Oysa soranda Sezen’de sorunu tam bilmiyor. Onlar sorunlara karşılarında yaralı ve sevimli bir ceylan varmış gibi, acıma duygusunun mantığıyla yaklaşıyorlar. Hiçbir zaman tarihe böyle yaklaşılmaz. Siz nerede insancı bir tarih gördünüz? Tarih sadece olayların meydana geliş sebebini ve sonucunu anlatır. Bunu resmi tarih diye küçümsemenin mantığı var mı? Ona bakacak olursanız her ülkenin tarihi resmidir, resmi tarihi istemiyorsanız o zaman dünya üzerinden devleti (ama bütün devletleri) kaldırın olsun bitsin. Devlet kalkarsa tarih olarak yazacak bir şey kalmaz, sizde kurtulursunuz. Madem devletler var bu tarihi bilmek sizin içinde öncelikli şarttır.

         Geçen hafta 28.10.2009 Çarşamba günü Haber Türk televizyonunda Ermeni açılımıyla ilgili tartışma vardı. Yusuf Hallaçoğlu’nun da katıldığı programda konuşmacılar tarihi, bir reçete veya bir tedavi metodu gibi anlatmaya özen gösteriyorlardı. Ermeni konusunda uzmanlaşan tarihçi Yusuf Hallaçoğlun’u konuşturmadılar bile. Bir komşunuzu, bir arkadaşınızı veya bir zümreyi acımanızı, koruyup kollamanızı anlarım, ama bu tarih olmaz ki. Bunun adına başka her şey diyebilirsiniz, tarih asla..

         Hem içte hem dışta bu konuyla ilgilenen herkeste şunu gördüm: Ermeni sorunu 1915'te başlamıştı, daha öncesi yoktu. Anadolu'da her şey güllük gülistanlık iken Osmanlı kendi Ermeni kökenli vatandaşlarını kılıçtan geçirmiş ve tehcir uygulamıştı. İzninizle romantik tarihçi diyeceğim böylelerine. Hadi Sezen’i anlarım diyelim, nede olsa duygulara hitap eden bir sanatçıdır o. Diğerlerine ne oluyor? Star gazetesinin 18 ekim 2009 tarihinde verdiği “açık görüş” adlı ekinde tarafsızlık adıyla ortaya çıkan bir yazar tarafından yazılan şu satırlara bakar mısınız?

         “Diaspora hakkında söz söyleyecek olanların, eğer biraz olsun vicdan taşıyorlarsa, diaspora lafını ağızlarına almadan önce oturup şu soruların yanıtını düşünmelerinde, üstelik kırk kez düşündükten sonra konuşmalarında yarar var. Diasporanın nasıl oluştuğunu, 1915'te yaşananlar olmasaydı, diaspora dediğimiz insanların bugün birer Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olacağını, bu insanların, buradan, bu topraklardan, Sivas'tan, Malatya'dan, Diyarbakır'dan, Tekirdağ'dan, Samsun'dan dünyanın dört bir yanına dağıldığını ve bunun sebebinin yine bu topraklar üzerinde uğradıkları insanlık dışı tavır olduğunu hatırda tutmadan, diaspora hakkında söz söylemek hangi vicdana sığar? Yerinden yurdundan edilmiş, mülklerine, topraklarına el konmuş, kiliseleri yağmalanmış, yıkılmış, cami, kaymakamlık binası, ahır, silah deposu yapılmış bu insanlardan kalan mülkler üzerinde güzel güzel oturup, diaspora hakkında söz söylemek hangi vicdana sığar?”

         Bunu Ermeniler için  söyleyenlerin balkanlardaki Türk ve Müslüman göçünü incelemelerini salık veririm. Ben balkanlardan gelen bir ailenin evladıyım. İkinci dünya savaşı öncesinde, savaş sırasında Alman, İtalyan, Bulgar işgallerinde cana gelen tehditleri, savaştan sonra kurulan komünist sistem sırasında yıldırıcı vergi politikalarıyla, ölüleri için bir metre kefen bezi istemek konusunda çıkarılan bin bir zorlukları duyarak büyüdüm. 1989 Bulgar zulmü sonrasında önce İsveç’e sonra Türkiye’ye göçen soydaşlarımız hala akıllarda olsa gerek. Ermeni yurttaşlarımız başımızın tacıdır. Ama Ermeniciler işin aslını bilmiyorlar. Bunu 1915 tarihiyle sınırlamak büyük haksızlık olur. 

         1915 tarihi Osmanlının bitmek üzere olduğu tarihtir. Bundan sonrasını Türkiye Cumhuriyetine yüklemek hangi akla sığar? Kaldı ki bu tarih ermeni olaylarının başlangıç tarihi de değildir. Daha öncesi de vardır. Ama buna sıkı sıkıya sarılanlar öteden beri cumhuriyetimizin demokratlaşmasını istedikleri savıyla iddialarda bulunuyorlar. Ben inanamıyorum.

         Sözü Özdemir İnceye bırakmanın tam sırası. Hürriyetteki köşesinde Özdemir İnce  şöyle yazmış:
         “KAN GÖLÜNDEN 1915'E
         Bunların hepsi doğru, belki eksiği var ama fazlası yok! Ama öncesini unutup tarihi 1915'te başlatmak da hangi vicdana sığar? 1774 ile 1915 arasında ne oldu? Bunun yanıtını bulmak ve bilmek zorundayız. “Ermeni Gailesi” denen Ermeni meselesi, 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması'na dayanarak Rusya'nın Ortodoks Hıristiyanların, dolayısıyla Ermenilerin koruyucusu rolünü üstlenmesiyle başlamadı mı?
Erzurum'daki İngiliz Konsolosu Trotter “Hiç kuşku yok ki, (1877-1878) Rus işgali sırasında yerel polis teşkilatına alınan birçok Ermeni, fırsattan yararlanarak Müslümanlara eziyet etmişlerdir” demiyor mu? Bir zahmet edip Bilâl N. Şimşir'in belgelere dayalı “Ermeni Meselesi” (Bilgi Yayınevi, s. 54) okunmalı.

         1880 sonlarında başlayan kanlı Ermeni eylemleri, 1915'e kadar devam etmedi mi? Taşnak ve Hınçak'lar pek çok kan döküp pek çok insanın canına kıymadılar mı? (s. 66)
Rumeli'de isyanlar sonucu (ve Rusya sayesinde) Bulgar devletinin kurulmasını örnek alan Ermeni komitacıları Doğu Anadolu'yu kan gölüne çevirmedi mi?
Protestan misyonerlerin ABD'ye gönderdiği Ermeniler orada vatandaşlık hakkı kazandıktan sonra Anadolu'ya geri dönüp Ermeni çeteler oluşturmadılar mı?  Yakalandıklarında, ABD pasaportu taşıdıkları için cezalandırılmaktan kurtulmadılar mı?
         1 YILDA 25 AYAKLANMA
         Hınçak ve Taşnak komitacıları İstanbul'da sayısız suikast düzenlemediler mi? Sadece 1895 yılında 25 Ermeni ayaklanmasında binlerce insan öldürülmedi mi? Ermeniler Van'ı 80 bin insanın yok edildiği bir mezbahaya çevirmedi mi? Birinci Dünya Savaşı'nda Rus üniforması giyen Ermeniler Doğu Anadolu'da  hiç katliam yapmadılar mı? Diaspora bunları da öğrenmek, bilmek ve konuşmak zorunda. Sadece küçük bir bölümünü hatırlattığımız ihanet eylemleri hiç konuşulmadan Ermeni diasporasının hal ve gidişini anlamak mümkün mü? Bu da hangi vicdana sığar?”

         Bu soruyla bu yazıyı bitirelim. Hangi yurt sever bunu bilmeden Ermenici olabilir. Evet “tarihi tarihe bırakalım”, yoksa Yahudi - Arap sorunu gibi bitmeyen bir sorun olarak daha binlerce yıl sürecek yeni bir sorunu gelecek nesillere bırakırız.   

Devam edecek.

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 11.11.09

10 Kasım 2009 Salı

TARİHİN MESELELERİ TARİHTE KALMALIDIR - 1

         AB üyeliği sürecinde her ülke ile AB arasında ilginç gelişmeler yaşanıyor. Hiçbir ülkenin üyeliğe geçiş süreci diğeriyle benzeşmiyor. Fakat son zamanlarda ilginç gelişmeler var. Bazı ülkelere dayatılan maddeler süreci durdurunca özel şartlar eklenerek o maddeler itpal edilmiş oluyor. Çek Cumhuriyeti bu konuda bizler için çok güzel bir örnektir. İkinci Dünya Savaşının sonrasında yapılan anlaşmalarla kendi sınırları içinde kalan, Hitler’le işbirliği yapmış Almanları sınır dışına sürmek için çıkardığı ve anayasasında da bulunan bazı kanunları kaldırma isteği Alman hükümetinin ısrarlı tutumuna rağmen bertaraf edildi.

         Hürriyet gazetesinde bu konudaki yazısını okuduğum Ferai Tınç adlı bayan köşe yazarına sözü bırakıyorum:

         “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Çekoslovakya Yönetimi, sınır boylarındaki Almanları, savaş sırasında Nazilerle işbirliği yaptıkları gerekçesiyle Almanya’ya göçe zorladı. İnsanlar hapislere atıldı, öldürüldü ve mal varlıklarına el konuldu.

         Bu operasyonun hukuki temeli, zamanın cumhurbaşkanı Beneş’in adını taşıyan ve Çekoslovakya Anayasası’nda da yer alan kanunlardı.

         Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakereleri sırasında, Almanya’nın baskısıyla bu kanunları anayasadan çıkartması istendi. Ama mümkün mü? Bunun yapılması demek, Sudeten Almanların açacakları tazminat davalarına davetiye çıkartmak demekti. Çek Cumhuriyeti bu isteğe karşı koydu ve Anayasa’daki Beneş kanunlarını korudu.

         Dönemin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Günter Verheugen, Çek Cumhuriyeti’nin tam üyelik müzakerelerini noktalarken, “Tarihin meseleleri tarihte kalmalı” sözlerini kayıtlara geçiriyordu.

         TARİHİN meseleleri tarihte kaldı ama Vaclav Klaus ve Avrupa Birliği’ne şüphe ile yaklaşan Bazı Çek’lerin içi rahat etmedi. Almanya’daki Sudeten örgütlerinin “biz milyonlarca mağdur” diye başlayan açıklamaların ve taleplerin sonu gelmiyordu ki.

         Avrupa Birliği’den yana olan Çeklerin karşı çıkmalarına ve Cek Parlamentosu’nun Lizbon Anlaşması’nı onaylamasına rağmen Klaus, Almanlara tazminat hakkından kurtulmak için garanti istedi.

         Ve Cuma günü bu garantiyi aldı.

         Slovakya da (Eskiden Çekler ve Slovaklar, Çekoslovakya adını taşıyan tek cumhuriyettiler. Komünizm sonrasının ilk cumhurbaşkanı olan ünlü yazarları Vaclav Havel’in yumuşak geçişiyle iki ayrı cumhuriyet oldular. Bu iki ayrı cumhuriyetin o zamandan kalan ortak konularından biride bu konudur. –aydın göle-) kendi anayasasındaki Beneş yasaları için güvence istedi. Bu kez söz konusu olan azınlık Almanlar değil Macarlardı. Onun isteği, Hırvatistan ile katılım anlaşmasına eklenecek bir cümle ile çözümlenecek.

         İRLANDA da Lizbon Anlaşması’nı referanduma götürürken, kürtaj yasasını korumak ve İrlanda Hükümeti’nin koyduğu vergi yasalarında AB’ye uyum aramamak konularında ayrıcalıklar elde etmişti.”

         Bu konuya neden değindiğimi tahmin edin bakalım.
         Evet yanılmadınız, sözü bizi ilgilendiren iki konuya getireceğim.
         Biri Ermeni konusu, biri de Kıbrıs konusu.

         Kendi içimizdeki Ermenicilerde dahil (Ermeni vatandaşlarımızı ayrı tutuyorum. Ama kraldan daha çok kralcı olan bizim Ermenicilerimiz var.) bin dereden sular getirerek sorunu diri tutmaya çalışıyorlar. Özürcüler mi ararsınız, bir cenaze sonrasında milliyet değiştirenler mi? Ne o cinayeti savunurum, ne o cinayete kurban gideni, nede cenaze sonrası ortaya çıkan manzarayı..

         Çek Cumhuriyetinin AB üyeliği sürecinde elde ettiği ayrıcalık bize bu konuda önemli bir koz sağlamalıdır diye düşünürüm. Uluslar arası bir yaptırım olarak Demokles’in kılıcı gibi tepemizde tutulan ermeni sorunu artık aşılmalıdır. Herhalde buna en çokta içimizdeki Ermenici şampiyonları üzüleceklerdir.

         Gelelim Kıbrıs sorununa.. Kıbrıs sorunu iki toplumu ilgilendiren bir sorundur. AB üyeliği ile kendilerine koruyucu bulan Rumlar bu sorunu iki toplumun sorunu olmaktan çıkardılar. Bizim liboşlar Kıbrıs kesiminin üyeliğinden önce bu sorunu çarçabuk çözmemizi, yoksa AB üyeliğinde bu konunun çok büyük bir ayak bağı olacağını savunuyorlardı. Gelinen noktada bu artık epey zor. Kıbrıs Rum kesiminin koruyucuları eski söylemle yaptırımlarda bulunamazlar artık. Tabii buna direnebilecek siyasi iradenin olması lazım en başta.

         Buradan başka bir şey daha çıkıyor. Ülkeler hayati çıkarlarından vaz geçmeyince pazarlıklarında başarılı oluyorlar. İşte onlara o zaman “tarihin meseleleri tarihte kalmalı” denilir. Peki tarihin meseleleri tarihte kalır mı?

Devam edecek.


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com