29 Nisan 2011 Cuma

ENGELLİNİN ÜÇ AYLIĞINA GÖZ DİKTİLER

Bundan üç ay kadar önce çıkarılan torba yasasını engelliler açısından incelemiştim. Orda yeşil kart uygulamasıyla yapılmak istenen esas şeyin engelli maaşını kesmek olduğunu vurgulamıştım. Ne yazık ki dediklerim doğru çıktı. Bu hafta başında derneğimize gözü yaşlı ve bir o kadarda öfkeli 19 engelli geldi. Hepsinin maaşı kesilmişti. Üstüne üstlük en son aldıkları üç aylık tutarı olan 930 lira geri isteniyordu.

Engellilerin uzun yıllar süren ailesine yük olmama mücadelesiyle, çeşitli iktidarlar tarafından iş hayatından, sosyal güvenlik konularına kadar yapılan iyileştirmelerle sonuç alınmış oldu. Çalışamayacak durumda olanlara da en az 35 yıldır maaş ödeniyor. AKP iktidarında buna ek olarak kendine bakamayan ağır engelliye aile bireylerinden veya dışardan tutulan biriyle bakımının sağlanması için, devlet “Bakım Parası” adı altında, beş yıldır bir ödeme yapıyor. 2005 yılından bu yana Avrupa Birliği uygulamaları gereği olması gereken, bir kişinin yaşam düzeyini sağlayacak (açlık sınırı olan aylık 1050 lira gibi bir miktar demektir bu) rakamın çok altında olmakla birlikte 3 ayda 930 lira veriliyor(du).

Başlarken belirttiğim gibi çalışamaz durumda olanlara verilen ve olması gerekenin çok çok altındaki engelli maaşı aylık 310 lira maaş, çıkan torba yasası sonucu kesilmeye başlandı. Bu kesilmenin olacağını üç ay önceki yazımda şöyle belirtmiştim.

“(…)hiçbir sosyal güvenlik çatısı altında bulunmayanları oldukça ilgilendiriyor. Böyle geçiş kolaylığının sağlanması çok güzel. Ama burada anılmayan başka bir konu daha var. O da çok tartışılacak bir konu. Bu konu yeşil kart uygulaması yerine geçecek bir uygulamaya kadar arada oluşacak boşluktur. Aslına bakarsanız engelli olmaksızın 65 yaşını doldurmuş her yaşlı insanda bu uygulamadan yararlandığı için gerçek ihtiyaç sahipleri belirlenememektedir. Bunu engellemek amacıyla yeşil kart kaldırılacak deniliyor. Oysa torba yasasından kaldırılacağı yönünde bir söz bile duymadık. Bence burada amaç engelli veya yaşlılara verilen malül ve muhtaç maaşına sınırlama getirmektir.

Yasaya göre, 65 Yaşını Doldurmuş Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandaşlarına Aylık Bağlanması Hakkında Kanun’una göre aylık alanların düzenledikleri belgelerin gerçeğe uymadığının tespit edilmesi durumunda, ödenen aylıklar TÜFE oranları esas alınarak hesaplanacak tutarla geri alınacak. Mevcut düzenlemede, ödenen aylıklar yüzde 50 fazlasıyla geri alınıyordu.

Az önce dediğimi bu paragraf doğrular niteliktedir. Yeşil kartı kestiniz mi 2022 sayılı yasa gereği engelliye verilen maaş da otomatik olarak kesilir. Kanuna göre bu verilen paraya her ne kadar maaş dense de maaş değildir. Bunun adına bağış demişler. Yani engeli maaş değil bağış alıyor. Oysa devlet maaş dağıtır bağış değil. Neden maaş denmiyor? Bağış verenin isteğine bağlı bir fiilde ondan. İster verir, ister vermez. Maaş ise ortadan tamamen kaldırılamaz, hiç vermemezlik yapılamaz. Çünkü maaş haktır, devletin verdiği hak!”

Bu satırlar 22 şubatta 2011 tarihli gazetemizde yayımlanan yazımdan alıntıydı. Bu konuya 3 mart 2011 tarihli yazımda da devam etmiştim. Orda da 2022 sayılı yasadan faydalanarak alınan maaşın hangi durumlarda kesileceğini belirtiyordum.

“Yakınlarının sağlık güvencesinden yararlanmak 2022 aylığı almaya engel değildir ve aylık alıyorsa da bu sebeple aylık kesilmesini gerektirmiyor. Önemli olan 2022 aylığı için başvuran kişinin her türlü gelirinin toplamının aylık olarak Kanun’un belirlediği sınırı geçmemesi. Bu gelir hesabına nafaka yükümlüsü yakınlarından alabileceği nafaka miktarı da olmak üzere her türlü geliri dahil edilir.”

2022 sayılı yasadan yararlanarak engelli aylığı alanların

1: Aktif sigortalı olmaları

2: İsteğe bağlı prim yatırmaları

3: Kendi isimlerine kayıtlı taşınmaz mülk bulunması (tek odalı ev bile olsa)

4: Kendi isimlerine kayıtlı ağır engelli otomobil, yada yatalak taşımaya elverişli minibüs olması (engelli raporuyla kendi üstünüze alıp kullanıcı tayin etmeden araba alınamıyor)

5: Hanedeki kişi başına gelirin 100 lirayı geçmesi
durumunda aylıkları kesilir deniliyor.

İlk iki madde haklı maddelerdir. Ama buradaki benim sıralamamla 3. maddeden itibaren toplam üç maddeye itirazım var. Sizce bir engellinin aşağıda sıraladığım şekilde aylığı ve arabası olmasın mı?

1: Miras kalmış tek oda yada üç oda evi olmasın mı? Engelli maaşı diye verilen paradan kira olarak ayrılabilecek miktara fare bile deliğini kiralamaz. Sonra ev gelir getirici değil ki. Üstüne üstlük devlet eliyle geliri olmayan evsiz engellilere, hiç peşinatsız, 20 yıl ödemeli, aylık ödemesi 100 lira olan 1+1 daireler veriliyor. Bunu alan engellide, engelli maaşından olacak. Peki hangi mantığa sığar bu? Engelli elinden alınan maaşıyla ıslık çalar artık.

2: Devlet çalışan çalışmayan ayrımı yapmadan engelliye H sınıfı ehliyeti olması şartıyla özel tertibatlı otomobil alabilme hakkı veriyor. Kendisi kullanamayacak derecede ağır engelli olana da yatar vaziyette bile taşınabilmesi için aklı yerindeyse bir vekil tayin ederek, değilse ailesinden en yakınına engelliyi taşımaya elverişli bir minibüs alma hakkı veriyor. Her engelli toplu taşıma araçlarına binemez. Belediyelerde bu konu için ayrılmış veya alınmış minibüs veya minibüsler kısıtlı amaçlarda kullanılıyor. Her engelliye yetişmesi mümkün değil. Ayrıca saat 09.00-17.00 arası hizmet veriyorlar. Engelli kişi saat 09.00’dan önce ve 17.00’den sonra belirecek ihtiyacını nasıl karşılayacak? İhtiyaçların zamanı mı olurmuş? Günümüzde motorlu taşıtlar lüks değil, artık bir ihtiyaç. Çok çok ucuza 2. el araba bile bulmak mümkünken bunu engelli aylığını kesmek için kullanmanız biz engellilere çok anlamsız geliyor.

3: Herhalde başka dünyaların insanlarıyız. Kim başka dünyadan gelme bilmiyorum. Ama

Bizlere, sizlerle aynı dünyanın, aynı ülkenin insanı değiliz gibi geliyor inanın. Gelirleri kişi başına ortalaması 100 lirayı geçen ailelerin engellisinin maaşınıda keseceğiniz, kestiğiniz söyleniyor. Açlık sınırının 1050 lira olduğu ülkede, 650 lira net asgari ücret verme ayıbına çok daha ayıp demek hafif kalır, insafsız diyeceğim bir anlayışla bu ortalamayı ölçü olarak koyuyorsunuz. Siz torununuza 100 lirayı bir saatlik harcaması için bile vermezken, engelliye böyle bir ölçü koymakla sosyal devlet ilkesinin nerelerde olduğunu çok iyi göstermiş oluyorsunuz. Çok “ah” alıyorsunuz, çok!

Danimarka’da bir kişiye devlet 11.000 euro, bizim paramızla yaklaşık 23.000 lira maaş verilirken engellinin öncelikleri arasında taşıtta var. O maaşla taşıt alabilirsiniz. Yeterki alacağınız şeyi fatura edebilin ve fatura tutarınız sizin yaşam standardınızı düşürmesin. Kural bu. Danimarka’da devlet, belediyelere engellilere maaş ödemesi için izin verirken, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde belediyeler veya devlet eliyle engelliye taşıt temin ediliyor. Üstelik tekerlekli sandalye, akülü araç ve onunla içine girilebilecek bir taşıt veriliyor. Bütün bunlar koskoca bir ayıptır. Hem AB standartlarından söz edeceksiniz, Hemde bir taşıtı engelliye çok görecek ve maaşını kesmeye sebep sayacaksınız. Ey yöneticiler, bizim ayağımız yok, ama aklımız ve kalbimiz var! Sizinse koşup yürüdüğünüz ayaklarınız var ama düşünüp duyduğunuz kalbiniz

yok ne yazık ki..


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com

Yayın Tarihi: 29.04.2011

YABANCI DİLE 40.000 YABANCI ÖĞRETMENDE NEYİN NESİ


ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE

Geçen yazılarımdan birinde egemenlik konusunda ülke yönetimindeki partilerin AB ölçülerini denetlenmekten kaçmak için kullandıklarını, dertlerinin demokrasi olduğuna inanmadığımı belirtmiştim. Demokrasi geniş halk kitlelerinin bilinçli olmasıyla ve çıkarlarına bu bilinçle sahip çıkmasıyla mümkün olabilecek bir kavramdır.

Ülkemizde geçmişte yapılan darbelerin, halk kitlelerinin bu bilincinin olmamasından dolayı yapılabildiğini görüyoruz. Geniş halk kitleleri dediğimiz kesim kent soylu ve işçilerden oluşmuş kesimdir. Kent soylu toprakla bağını koparmadığı ve tam kent soylu olamadığı için, işçide sınıfsal farklılığının farkına varmadan lümpenleştiği (yaşamın dışında kaldığı, gerçekten uzaklaştığı, hayalperestleştiği) için, her türlü haklarını elinden alan girişimlere ses çıkarmadılar ve bu darbelerin asıl amacını hiçbir zaman göremediler. Burada köylülükten söz etmememin nedeni onların asırlardır süren gelenekçiliğidir. Tabii modern köylülüğü ayrı tutuyorum.

Demokrasi talebi olmayan bir toplumla bir ülke doğal olarak bu kadar çalkantılı olur. Orda geçerli olan efeliktir, bugünkü deyişle delikanlılıktır. Böyle liderler ilgi görür, böyle lideri ve böyle kadroları bulunan partiler üstünlük sağlar. Onlarda AB yasalarıyla, zaten tepkisiz olan toplumun tepki verecek kurumlarını etkisizleştirerek egemenliklerini pekiştirirler.

Burada gözden kaçan şey bu egemenlikten kimin kazançlı çıktığıdır. Küçük kazançları yeterli görenler asıl kazançlı çıkanların başkası olduğunu bilirler mi acaba? Biliyorlarsa ki bildiklerine eminim, durum dahada kötüdür. Burada başka sıfatları kendilerine yakıştırmak istemediğim için kullanmıyorum.

Egemenlik her alanda uygulanıp kullanılır. İsterse ülkenin sistemine ters olsun, yönetenler için hiç önemli değildir. Eğitim, sağlık, çalışma, güvenlik, dış politika, kısaca devletin devamlılığı ve günlük hayatın sağlanması konusunda aklınıza neresi geliyorsa orada mutlak egemenlik kurulmaya çalışılıyor.

Elbetteki sözüm devletin gelişmesine ve sosyal refahın arttırılmasına yönelik çalışmalar yapanlara değil.

Bizim demokrasi tarihimizin 1950 seçimleriyle başladığını öne sürenlere, batının isteklerini karşılamak amacıylada olsa 1876 yılında Tanzimatın (bugünkü dile söylesek düzenlemecilik derdik herhalde) ilânıyla başlatmak gerektiğini hatırlatalım. Kısaca demokrasi mücadelemiz 150 yıla yaklaştı. 15 yıl sonra demokrasimiz 150 yaşına basacak.

Batının teknoloji ve bilimini öğrenip gelenler, Osmanlıda sermaye birikiminin ve buna bağlı olarak işçi sınıfının olmaması, Osmanlı toprak düzeninin de köylülüğün oluşmaması nedeniyle ülkelerinde batı goygoycusu konumuna düştüler. Toplumuna yabancı kimi insanlar belki isteyerek değil, ama bilmeyerek batının ajanı olmaktan kurtulamadılar.

Bu durum ikinci dünya savaşından sonra tekrar hortladı. Ülkemizin savaş sonrasında demokrasi oyunuyla gelişmesine engel olunduğunu, bunun yetmediği durumlarda askeri darbelerin yapıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Günümüzde bu yollar kapanmıştır. Artık hedef ülkenin milletinden adamlarda yetmez olmuştur. Yoksa yabancı dil eğitimi altında verilen İngilizce eğitime ve dükkân mağaza isimlerinin nerdeyse tamamının İngilizce olmasına rağmen, anadilden giderek uzaklaşan bir topluma 40.000 İngilizce öğretmeni yollamak başka nasıl açıklanabilir?

Bunu savunan milli eğitimde Türk öğretmenlerin iyi İngilizce öğretemediklerini söylüyor. Tercüme ederek söylersek, kırk bin ajan getirecekler. Hadi bunlara ajanda demiyelim, türk misafirperverliğine ters olmasın; ülke insanını yabancılaştırmaya hazırlayacak bu kişilerle bu durum ne gerekçeyle söylenirse söylensin asla kabul edilemez bir durumdur.

Fizik, matematik, tarih ve Türkçe iyi öğretiliyor da, İngilizce mi iyi öğretilmiyor, bir eksik o mu kaldı? Oysa düşünmek ve üretmek işi ana dilden ayrı değildir. Bilgi üretmek, teknoloji üretmek fizik, matematik ve Türkçeden geçmektedir. Türkiye; Türkçe düşünmeyen beyinler

yetiştirerek gelecekte var olamaz! Bütün bunlardan sonra, “yabancı dile 40.000 yabancı öğretmende neyin nesi” diye sorulmaz mı?


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com

Yayın Tarihi: 27.04.2011

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 78


Merhaba sevgili okurlar. Bugün ilk olarak halk şiiri tarzında yazılmış şiirleri seçtim. Bugünkü şairlerimiz, halk ozanı dediğimiz aşıklardan.. bu türde de şiir yazan iki şairde seçtim. Biri Ceyhun Atuf Kansu, diğeri Feyzi Halıcı. Feyzi Halıcı’yı tanıdığım 1989 yılından 20 sene öncede gıyaben tanırdım. Adalet partisi senatörlerindendi. 1989 yılında ben bir buçuk yıl önce aynı yerde ameliyat olmama rağmen kurtarılamayan ve çürüyen sağ böbreğimi vermek üzere, o da prostat ameliyatı olmak için Cerrahpaşa’da yatarken tanıştık. Farklı odalarda yatıyorduk. O Fenerbahçeliydi, bense biliyorsunuz ya, Beşiktaşlıyım.

O yıl Türkiye kupasının finalinde Fenerbahçe ile 2 kez karşılaşmıştık. İlk maç oynanırken o ameliyat olmuştu. Ameliyat olmadan önce beni odasına maç seyretmeye çağırmıştı. İlk maçın ilk yarısını odamda maçı radyodan dinledim. Gordon Milne’in yönetimindeki Beşiktaş o yıl aldığı İngiliz oyuncu Ferdinand’la ilk yarıda bir gol atmıştı. Fenerbahçe Sakarya spordan aldığı Oğuz, Aykut ve diğer 4 oyuncuyla birlikte çok güçlenerek lig şampiyonu olmuştu. İkinci yarı Feyzi Halıcı’yla birlikte odasında maçı izledim. Maç ilk yarıda atılan golle 1-0 Beşiktaş lehine bitmişti. Keşke maçı radyodan kendi odamda dinlemeye devam etseydim. Maçı kazandık ama sevinemedim ki.. hem misafirdim, tevazu göstermek zorundaydım, hemde Feyzi Halıcı yeni ameliyatlıydı, onu sevincimle üzmemeliydim. Maçın sonları yaklaştıkça Feyzi Halıcı Fenerbahçe gol atamadığı için sinirlenmişti. Birde ben sevinsem kim bilir neler olurdu. İkinci maçta ben ameliyat olmuş, çürüyen böbreğimi vermiştim, Feyzi Halıcı ise taburcu olmuştu. İkinci maçıda 2-1 kazanarak kupayı almıştık. Maçı teyzemin eşinin getirdiği televizyonla, kardeşim ve eniştemle birlikte seyrettim. 2. maçı da Feyzi Halıcı’yla o şartlarda seyretmek isterdim. Tepkisi ne olurdu? Benim ameliyatlı olduğumu düşünür müydü acaba?

Biz şiirlerimize dönelim. Feyzi Halıcı’nında diğer ozan ve şairlerinde şiirlerini seveceksiniz eminim.

*** ***

BU MERAL BAKIŞIN EY PER-İ SURET

Bu meral bakışın ey per-i suret
Çok açtı bağrımda yara gözlerin
Bilmem huri midir yoksa ki afet
Yakar baktığını nara gözlerin gözlerin

Dilden işvelenip mestane süzer
Gamzelerin oku bağrımda gezer
Bir kez iltifatla eylese nazar
Olur şu gönlüme çare gözlerin gözlerin

Emrah’ı alemde bikarar ettin
O nihan aşkını aşikar ettin
Aklımı fikrimi tar-ü mar ettin
Fitne bakışları kara gözlerin gözlerin

ERZURUMLU EMRAH

*** ***

Bu şiiri yardımcı ders kitabında okuduğumda 20 yaşlarındaydım. O sıralar Karacaoğlan’ın şiirlerine yaptığı bestelerle Cahit Oben fırtınası esiyor, Anadolu rock’çular kadarda ilgi görüyordu. Bu şiir tamda aradığım şiirdi. 5/8 ritminde, do majör tonunda, Türk müziği makam adıyla söylersek rast makamında besteledim.

...

SALLANI SALLANI GELEN SEVDİĞİM

Sallanı sallanı gelen sevdiğim
Söyle kömür gözlüm kimin yarisin
Kız senin derdinden derbeder oldum
Söyle dudu dillim kimin yarisin

Tuba kuşu gibi göğsü nakışlım
Koynu içi misk-ü amber kokuşlum
Melaik sıfatlım melül bakışlım
Söyle ince bellim kimin yarisin

Kapında yayılır koyunla kuzu
Yerin çiçeğisin göğün yıldızı
Emrah bir gedadır sen beyin kızı
Söyle sırma tellim kimin yarisin

ERCİŞLİ EMRAH

*** ***

MARMARA TÜRKÜSÜ

Marmara benim gölümdür,
Dalgalı deli gönlümdür,
Büyülü, mavi gülümdür,
Açmış vatanın dalında.

Kıyısında at sulamış,
İstanbul’da gönlü kalmış.
Kaleler kurup da almış,
Dedem tarihin yolunda.

Karlı Uludağ sislenmiş,
Kıyılar renk renk süslenmiş,
Süleymaniye yaslanmış
Yatar zamanın gönlünde.

Kiraz bahçesi, zeytinlik,
Uçsuz bucaksız zenginlik,
Karşıda kıyılar silik.
Uyur güneşin altında.

CEYHUN ATUF KANSU

*** ***

GERÇEK AŞIKLARA SALA DENİLDİ

Gerçek aşıklara sala denildi
Dertli olan gelsin dermanı buldum
Ah ile vah ile cevlan ederken
Canımın içinde cananı buldum

Akar gözlerimden yaş yerine kan
Zerrece görünmez gözüme cihan
Deryalar nuş edip kanmaz iken can
Aşıklar kandıran ummanı buldum

Aşıklar meydana doğru varırlar
Erenler cem'olmuş verir alırlar
Cümle evliyalar divan dururlar
Cevahir bahşolan dükkanı buldum

Açılmış dükkanlar kurulmuş pazar
Canlar mezad olmuş dellaller gezer
Oturmuş ümmetin beratın yazar
Hakk'a mahbub olan sultanı buldum

Emir Sultan der ne hoş pazar imiş
Aşıklar meydan edip gezer imiş
Cümlenin maksudu ol didar imiş
Hakk'a karşı duran divanı buldum

EMİR SULTAN

*** ***

GÜNAYDINIM

Şavkıması sana doğru yolların
Sana doğru, denizlerin çağrısı
Çiril çiril ötelerde bir güzel
Günaydınım, nar çiçeğim, sevgilim...

Çıkmaz sokaklarda bu minyatür kim
Bu göğüs kim, ya bu gözler, bu saçlar
Uzak bir özlemde ayak seslerin
Günaydınım, nar çiçeğim, sevgilim...

Kırk odanın kırkında da kırk güzel
Kırk aynada çengi çengi bir güzel
Çağlar ötesinde bir avuç nota
Günaydınım, nar çiçeğim, sevgilim...

Bu yıldızlar doğan günü çağrışır
Bu gündüzler gözlerini çağrışır
Ya kimlere verdin avuçlarını
Günaydınım, nar çiçeğim, sevgilim...

Vurdum tellerine seni sazımın
Sende anahtarı, alın yazımın
Yağmur yağmur serpti, yalnızlığıma
Günaydınım, nar çiçeğim, sevgilim...

FEYZİ HALICI

*** ***

Sırada her zaman olduğu gibi kendi şiirlerim var.

...

74

Kan kırmızı şarabın

ve yar avuntusuyla serabın

Ayıklığı yüreklere zor gelir

Giden gelir mi bir daha

Yıllar aynı kalır mı

Ben hangi durakta inmiştim

O durak şimdi var mı

Yıllara ne kadar meydan okunur

Son sözü söyleyen gene onlar mı

Ağustosa bulaşmamış henüz

eylül mızmızlıkları

Renkler devrim şehitliğinde yatmadan önce

Senle canım iklimleri keşfe çıkalım

Yok! Hayır, gerek yok!

Sende ne mevsimler vardı,

sarı turunçlu,

kırmızı domatesli

Sen tesellilerin karargahı

Şarabın ve serabın

eylül mızmızlıklarına ayıldım

Sarhoş gecelerin yorgunluğu üstümde

Al ellerimi avuçlarına

yorgunluğum dinsin

Aydın Göle

16 ağustos 2003

*** ***

75

Uyuyor musun

Rüya bahçelerinde koşuyor musun

Kâbus sokağına girme

Koşmasanda

–maraton koşmuş gibi-

yorulursun

Aydın Göle

17 ağustos 2003

*** ***

76

Yetmiyor sevgin varken günler yetmiyor

Zaman, Formula yarışında hep birinci

Bedenim 56 model amerikan arabası

Zaman onu hep bıraktığı yerde buluyor

Yetmiyor canım, yetmiyor

Kalp yetmezliğinden bir gün..

Ama ben seni orda,

burada sevdiğimden daha çok seveceğim

Aydın Göle

18 ağustos 2003

*** ***

77

Seni bilmem

Ben çok şanslıyım

700 senede bir gelen mars’ı

Birde seni gördüm bu ömrümde

Mars gidecek bir ay sonra

Sen yanımda kal bir tanem

Ay bugün hilaldi

Al bayraktan fırlamış gökyüzüne

Salıncaktaki bebek gibi mutlu

Oysa ayın ve yazın sonuna geldik

Sevgimizin sonu gelmesin canım

Aydın Göle

31 ağustos 2003

*** ***

Gelecek hafta görüşene kadar şiirlere ayırdığım bugünkü yazımı da bitiriyorum. Hepinizi, her zamankinden daha iyi bulmak umuduyla hoşça kalın.

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com

Yayın Tarihi: 10.04.2011


ÖRNEK ALDIKLARIMIZ, HAYRAN OLDUKLARIMIZ

ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE


Hangi çocuğa kim olmak istersin diye sorsanız, önce büyümek istediğini söyleyecektir. Oysa “onu” büyüyünce kim bilir ne zorluklar bekler, ama bu “onun” için önemli değildir. Erkek çocuğuysa büyüyünce babası gibi, kız çocuğuysa annesi gibi olmayı ister. Çünkü ilk örnekleri onlardır. Gerçi cinsiyet farklılığının kalmadığını söyleyebiliriz. Buna bağlı olarak aile içi eğitimde cinsiyetsiz bir eğitime doğru gidiyoruz. Çok doğal değil mi? Artık aileler çocuk sahibi olurken cinsiyete değil, sağlığa önem veriyorlar.

Cinsiyet ayrımı gözetmeyen aile içi eğitim eşitliği sağladığı gibi rolleride birbirine yaklaştırdı.

Çocuklar bildiğiniz gibi cinsiyetlerinin gerektirdiği hareketleri ailelerinden ve toplumdan görerek, oyunlarında büyükleri taklit ederek öğrenirler. Kız çocukları oyunlarda hep anne, erkek çocuklarıysa hep baba olurlar. Eskiden iş bölümü oyunlarda da cinsiyet farkını ortaya koyuyordu. Gene öyle olsa da anneleride çalışan kız ve erkek çocukları yemek yapmaktan ufak tefek temizliğe, atölye ve büro işçiliğine kadar her konuda işi oyunlarında cinsiyet gözetmeden sergiliyorlar.

Çocuklar biraz daha büyüyünce dış dünyayı, evlerinin dışındaki dünyayı keşfetmeye başlar. İlgi alanları genişledikçe bu kez örnekler ve örnek aldıkları kişiler değişir. Daha ileri yaşlarda bu kişiler giderek soyutlaşır. Hiçbir zaman görmedikleri kişileri, yada sinema, dizi film karakterleriyle, oyuncuları örnek alırlar. Onlar, yani örnek alınanlar o kadar idealize edilirler ki ancak masallarda ve efsanelerde yaşamaları mümkündür.

Günümüzde hayran olunarak örnek alınanlar, kolay edinilir çabuk vazgeçilir niteliktedir. Çılgın bir tüketim çağının her şeyi tükettiği gibi örnek modelleri de hızla tüketiyor. Yeni, kısa ömürlü bir örnek modelin çıkmadığı gün yok!

Burada ülkemizin gerçekleri de etkisini gösteriyor ne yazık. Değer yargıları ters yüz edildiği için en alttakiler en üstte, en üsttekiler en altta yer almaktadır.

Büyük liderler, büyük bilim insanları, büyük sanatçılar, büyük işadamları, tek başına büyük iş başaranlar, takım kurup başarıya ulaşanlar kimlerdir? Kimler Büyük İnsanlardır? Her şeye meraklı ve her şeyi bir çırpıda öğrenen, öğrendiklerini de taklit eden çocukların, yerinde olmak isteyecekleri kimlerdir?

Hukukçu Hıfzı Veldet Velidedeoğlu mu?

Aziz Nesin mi?

Yaşar Kemal mi?

Sahne sanatlarından tanıdıklarımıza ne dersiniz?

Muhsin Ertuğrul mu?

Cüneyt Gökçer mi?

Gülriz Sururi, Engin Cezzar mı?

Haldun Dormen mi?

Bunları yaşlı mı buldunuz?

Yıldız Kenter kabul ederim yaşlıdır, ama kaç kişi onun kadar örnek olabilir?

Ya Türkan Saylân’a ne dersiniz? Onun en azından hem bürokrasiyle hem “cüzam” hastalığıyla giriştiği savaşı kazanmasının önemi yok mu? Hele kız çocuklarının okuması için gösterdiği çabaya dönüp bakmamak mı gerek?

Televizyonlarda yer almayanların hiçbir önemi yok mudur? Evet yoktur! Sabah akşam televizyonlarda bıktırırcasına boy göstermeyen hiçbir şekilde örnek olamaz.

Hoplamadan, zıplamadan, eğlendirmeden, hediye dağıtmadan, bütün bunları yapan Mehmet Ali Erbil, Seda Sayan gibi olmadan örnek olunamaz mı?

Bunlara benzemeden örnek olunamıyorsa şunlar gibi örnekler olsa ne olur?

Polat Alemdar’lar.

Behlül’ler, Bihter’ler.

Recep İvedikler.

Listeyi ne kadar istersek o kadar uzatabiliriz. Popçu, topçu, rapçı dışında örnekler nerdeyse hiç yok. Çocuklara, gençlere sadece onlar kaldığı için onları görüyorlar. Herhalde idealsiz toplumun varacağı son nokta bu olsa gerek.


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 25.04.2011


ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 80

Merhaba sevgili okurlar. Bu Pazar sizlere Tevfik Fikret şiirileri sunacağım. Osmanlı imparatorluğunun son dönem şairi olan Tevfik Fikret ulusçu, hümanist bir şairdir. Düşünceleri dönemin aydınlarını etkilemiştir. İdealist kişiliğiyle etkiledikleri arasında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’te vardır. Yazdığı şiirler manzum hikayelerle örülüdür. Bugün okuyacağınız üç şiirle bunu fark edeceksiniz. Üçüncü şiirin konusu güncelliğini bugüne kadar yitirmedi. Bundan sonrada yitireceğini hiç sanmıyorum.

...

BALIKÇILAR

- Bugün açız yine evlatlarım, diyordu peder
Bugün açız yine; lakin yarın, ümid ederim
Sular biraz daha sakinleşir... Ne çare, kader

- Hayır, sular ne kadar coşkun olsa ben giderim
Diyordu oğlu, yarın sen biraz ninemle otur
Zavallıcık yine kaç gündür işte hasta

- Olur
Biraz da sen çalış oğlum, biraz da sen çabala
Ninen baban, iki miskin, biz artık ölmeliyiz
Çocuk düşündü şikâyetli bir nazarla: - Ya biz
Ya ben nasıl yaşarım siz ölürseniz

Hâlâ
Dışarda gürleyerek kükremiş bir ordu gibi
Döğerdi sahili binlerce dalgalar asabi

- Yarın sen ağları gün doğmadan hazırlarsın
Sakın yedek biraz ip, mantar almadan gitme...
Açınca yelkeni hiç bakma, oynasın varsın
Kayık çocuk gibidir: Oynuyor mu kaydetme
Dokunma keyfine; yalnız tetik bulun, zira
Deniz kadın gibidir: Hiç inanmak olmaz ha

Deniz dışarda uzun sayhalarla bir hırçın
Kadın gürültüsü neşreyliyordu ortalığa

- Yarın küçük gidecek yalnız, öyle mi, balığa
- O gitmek istedi; "Sen evde kal!" diyor...
- Ya sakın
O gelmeden ben ölürsem

Kadın bu son sözle
Düşündü kaldı; balıkçıyla oğlu yan gözle
Soluk dudaklarının ihtizaz-ı hasirine
Bakıp sükut ediyorlardı, başlarında uçan
Kazayı anlatıyorlardı böyle birbirine
Dışarıda fırtına gittikçe pür-gazab, cuşan
Bir ihtilac ile etrafa ra’şeler vererek
Uğulduyordu...

- Yarın yavrucak nasıl gidecek

Şafak sökerken o, yalnız, bir eski tekneciğin
Düğümlü, ekli, çürük ipleriyle uğraşarak
İlerliyordu; deniz aynı şiddetiyle şırak -
şırak döğüp eziyor köhne teknenin şişkin
Siyah kaburgasını... Ah açlık, ah ümid
Kenarda, bir taşın üstünde bir hayal-i sefid
Eliyle engini güya işaret eyleyerek
Diyordu: “Haydi nasibin o dalgalarda, yürü!”

Yürür zavallı kırık teknecik, yürür; “Yürümek
Nasibin işte bu! Hâlâ gözün kenarda... Yürü!”
Yürür, fakat suların böyle kahr-ı hiddetine
Nasıl tahammül eder eski, hasta bir tekne?

Deniz ufukta, kadın evde muhtazır... Ölüyor
Kenarda üç gecelik bar-ı intizariyle
Bütün felaketinin darbe-i hasariyle
Tehi, kazazede bir tekne karşısında peder
Uzakta bir yeri yumrukla gösterip gülüyor
Yüzünde giryeli, muzlim, boğuk şikâyetler...

Tevfik Fikret

***

BİR İÇİM SU

Güzel çoban, bir içim, bir yudum su testinden
Bugün sıcak yine pek, sanki ortalık yanıyor

Güzel çocuk senin olsun hayatım istersen
Niçin gözüm sana baktıkça böyle yaşlanıyor?

Güzel çoban, ne kadar tatlı söylüyorsun sen
Yalan da olsa içim doğru söyledin sanıyor

Güzel çocuk, bana bak, aldatır mıyım seni ben?
İçin bu yaşları boş anlıyorsa aldanıyor

Güzel çoban, bir içim, bir yudum su testinden
Bugün sıcak yine pek, sanki her yanım yanıyor

Tevfik Fikret

***

Sırada güncelliğini hiç yitirmeyen şiir var. Şair, doymak bilmez bir iştahla ülkemizi yiyenleri hikâye etmiş. Eski dil olduğu için yeni kuşak anlamakta zorlanabilir. Telaşa gerek yok! Öylede olsa şiirin tamamını anlıyoruz.

...

HAN-I YAĞMA

Bu sofracık, efendiler - ki iltikaama muntazır
Huzurunuzda titriyor - şu milletin hayatıdır
Şu milletin ki mustarip, şu milletin ki muhtazır
Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin

Efendiler pek açsınız, bu çehrenizde bellidir
Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı kim bilir
Şu nadi-i niam, bakın kudumunuzla müftehir
Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hak da elde bir...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı zi-safa sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin

Bütün bu nazlı beylerin ne varsa ortalıkta say
Haseb, neseb, şeref, oyun, düğün, konak, saray
Bütün sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay
Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin

Büyüklüğün biraz ağır da olsa hazmı yok zarar
Gurur-ı ihtişamı var, sürur-ı intikaamı var
Bu sofra iltifatınızdan işte ab ü tab umar
Sizin bu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanlı lokmalar...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı can-feza sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin

Verir zavallı memleket, verir ne varsa, malini
Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini
Bütün ferağ-ı halini, olanca şevk-i balini
Hemen yutun düşünmeyin haramını, helalini...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin

Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak
Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak
Bugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar sıcak
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı pür-neva sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin

Tevfik Fikret

***

Sırada bana ait şiirler var. Bugün şiirler değil, bir şiir sunacağım. Geçen hafta uzun olduğu için, kısa mesajla gönderilmemiş şiirlerden 81. şiiri öne almış, 80. şiiri bu haftaya bırakmıştım. Bugün okuduğunuz şiirler, biri dışında hepsi uzun olacak. Umarım sabrınızı zorlamış olmam.

...

80

Neden kalbim neden gamlısın

Her sabah güneş doğmuyor mu

Yağmur yağmıyor mu eylülle beraber

Sevdiklerin çok da, sevenin yok mu

Uzattığın ele el verenin yok mu

Sen geçmedin mi gök kuşağının altından hiç

Biliyorum garip kuşsun, yerin yurdun belli değil

Ordan oraya uçup durdun durmadan

Rüzgârlarla sürüklendin ordan oraya

Konacak dalın yok, biliyorum

Sürekli uçamazsın, kanadın yorulur

Şahinler kapar seni havada

Yerde darı arasan yılanlar yutar seni

Bir eli var sevdiğinin sıcak, şefkatli

Git avucundan iç suyunu

Sönmez içindeki ateş yalnızlıkla

Başını koy omuzuna

Bırak dökülsün iki inci tanesi gözlerinden

Tüm ilaçlardan şifalıdır, korkma ağla

Utanma erkeksin diye

Erkeksin diye kaskatı olmak mecbur rol değil

Sinema filminden çalınmış rol değil hayat

Doya doya, duya duya ağla

Bir damla göz yaşı asırların

Kinini ve kirini siler pir-ü pak olursun

Hiçbir şey son, hiçbir şey felaket değil

Ne batık şehirlerin üstüne

Yeni şehirler kuruldu, bilmez misin

Gidenler gitti, geri gelen yok

Sevgiler mi yeşeriyor mezarlarda

Yaslanacak bir omuz arama, o yanında

Sana senden yakın görmüyor musun

Candır, canandır o

Bir sana yanandır o

Lâkin o ketum, sözcük cimrisi biraz

Sevgi sözcükleri durur cebinde, hiç sarf etmez

Neden kalbim neden gamlısın

Bilmiyorsun belki ama çok şanslısın

Biliyorum adını duydukça ürperir titrersin

Gözlerinde nisan gökleri parlar hemen

Her sevgide neşe, ümit ve sevinç, hüzne bulanmıştır

Bu yüzden gözlerini ışıktan kaçırırsın

Aydın Göle

05 eylül 2003

Bu haftalıkta bu kadar. Hepinize huzurlu bir hafta sonu diliyorum.

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com

Yayın Tarihi: 24.04.2011

EGEMENLİK ANLAYIŞI ve AB FIRSATÇILIĞI


ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE

Egemenlik öyle bir duygudur ki benliğinizi eritmezseniz, kendinizi olduğunuzdan büyük, olduğunuzdan güçlü, olduğunuzdan muktedir görmenize sebep olur. Ülke yöneten bir lider, gücün tepe noktasında olduğunu bilip bu gücü paylaşmazsa, icraatları denetlenemezse, denetlenmeyi parti içi ve meclisteki muhalifleri durduracak ve susturacak Millet Meclisindeki aritmetik üstünlüğüne bağlarsa, partisini “onay için el kaldırma” deposu görürse en hafif deyimiyle o lider kral olma özlemi içinde demektir. Bunu söz ve davranışlarıyla da belli eder.

1: Herkese tepeden bakar

2: Herkesi cahil beller

3: Cezalandırmayı çok sever

4: İnayet sahibi olduğunu her fırsatta gösterir.

5: Her şeyin teminatı kendisidir.

“İleri demokrasi”lerde böyle bir şeyin olması mümkün değildir. Orda her şey bir kurala bağlıdır. Hiçbir şey kişinin görüş ve anlayışıyla sınırlanmamış, kişiden kişiye değişen vicdani değerlere bırakılmamıştır. Kişilerin vicdanı olur, ama devletin akıl ve vicdan sahibi bireylerce belirlenmiş kuralları olur. Bunun dışına pekte kolay çıkılmaz. Anayasayı bir kere delmekte aynıdır, bin kere delmekte.

Ne yazık ki bizim ülkemizde böyle şeyler yöneticilerimizi sıkar. Onlar özgürce at koşturacakları meydanlar isterler.

Birde bu davranışlarına kendisini seçenleri göstererek “halk böyle istiyor” yada “halkın itirazı yok” derler. Sadece davranışlarına dayanak olarak gösterseler neyse, yaptıklarına ve yapacaklarına da aynı dayanağı gösterirler. Söz konusu olan en temel haklarsa bu dayanak geçerli olmaktan çıkar.

Önceden de vardı ama bu kadar göstere göstere, bu kadar açık dış destekli var olma çabaları hiç olmamıştı. Yukarda saydıklarımla birlikte, bu konuda, benim onurumu, gururumu kırıyor. Eminim bağımsızlık sevdalısı herkesin de onuru, gururu kırılıyordur. Baksanıza iktidara talip olan herkes önce Amerikan yönetimlerinin kapısını aşındırıyor.

İkinci sırada AB var. Buradan da icazet almadan iktidar olunamaz sanki. Gerçi AB içine girilmeden önce uyum yasalarıyla zengin ülkeler, üye adayı ülkeye istedikleri ayarı veriyorlar, o ayrı. Ama üye olmayacak, hatta üye yapmayacakları ülkeye de bu ayarı veriyorlar. Bu bizim yöneticilerimizin içerde gücünü arttırıcı bir sebep olmasa kabul ederler miydi, kendilerine bir sorun bakalım.

Son 55-60 yılın hükümetleri için durum böyledir. Her başbakan o günkü şartlar izin verdiği ölçüde AB standartlarını istemiştir. Bugün iktidarda olanlar bunu kendi düşünceleri ve yapmak istedikleri doğrultusunda çok iyi değerlendirmişlerdir. Bir başka parti iktidar olursa o da kendi anlayışına göre durumdan yararlanacaktır. Bu kural hiç değişmeyecektir eminim.

AB nasıl güç katar bir partiye? Bu soruya bir liste sunarak cevap vereyim.

1: Parti kapatmaya Venedik Komisyonunun parti kapatma standartları

2: İktidarı denetleyen Yargı Kararlarına Avrupanın “ideolojilerden ayrı, bağımsız yargı” anlayışı. (Atatürkçülük bir ideolojik yapıdır, Avrupa bunu istemez)

3: İfade özgürlüğü standartları.

4: TSK’nın rejim teminatı olma yapısının engellenmesi için (demokrasi için değil) savunma bakanlığına bağlanması şartı.

İşte iktidarlara egemenlik sağlamada AB’nin katkısı böyle oluyor. Egemenlik sağlandıktan sonra AB’ye girme sözü hiç duydunuz mu? Türk’ün asıl ideali, tarihteki Avrupa macerası hatırlanırsa bilinir ki Avrupa’dır. Biz AB’ye hem bu gözle baktık, hem Yunanistan’ın bulunduğu yerden ayrı kalmamak düşüncesiyle baktık. Oysa bugün gelinen son noktada partiler AB üyeliğini sadece dikensiz gül bahçesinde iktidar olmak için kullandıklarını görüyoruz. Bundan sonrada parti gözetmeksizin aynı durumun süreceğini düşünüyorum.

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com

Yayın Tarihi: 22.04.2011

SOKAK İSİMLERİME VE KENTİMİN SİMGESEL YAPILARINA DOKUNMAYIN


ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE

Bildiğiniz gibi yeni bir seçim dönemine girdik. İlimizden her partide önce aday adayları çıktı. Artık adaylar belirlendi, seçimi bekliyorlar. Aday adayları içinde CHP’den ilimizin seçkin köşe yazarı Sezai Matur’da vardı. Bu süreçte köşe yazılarına ara vermişti. Geçenlerde tekrar başladığında, kendilerinden ayrı kaldığı için okuyucusundan özür diliyordu. Aday Adaylığı sırasında ilimizin merkez ve diğer ilçelerini gezerek yaptığı tespitleri aktarıyordu. Onlarda şunlardı:

1: Söğütlü’de günlük süt üretimi 14 tondan 2 tona düşmüş. (Hükümet politikalarının yanlışlığının ve büyükbaş hayvan varlığımızın kalmadığının başka bir göstergesi.)

2: Karasu’da ilçe merkezinde bir tek umuma açık tuvalet yokmuş.

Merkezdeyse şehrin görünümün hızla değiştiğinden söz ediyordu.

1: Ofis semtine adını veren TMO’ya ait siloların yıkıldığını belirtiyordu. Herkes kabul eder ki, o silolar bir simgeydi. Tıpkı daha önce Belediye yöneticilerinin eski Donatım fabrikasına ait santral binasını yerle bir ettiği gibi. O bina da herkes için bir simgeydi.

2: Birkaç ay önce Çark’ta Ünal Ozan’dan kalma kafeterya binası yıkıldı. Kenti yönetenler ‘ben yaptım, oldu’ değil ‘ben yıktım, oldu’ diyorlar. Sezai Matur’un sözlerine katılmamak mümkün değil.

Köşe yazarlığına başladığımdan beri zaman zaman sokakların isimlerinin kaldırılıp numaralandırılmasına tepki gösteriyorum. Bizim sokağımız benim bildiğim 50 sene “Kamer Sokak” adıyla biliniyordu. O sokak 7 sokağa bölündü. Sokağımızın başına Bahçe sokağın son dönemeci eklendi ve 15 numaralı sokak ismini aldı. Kentler cadde ve sokaklarıyla bilinirler. Birde o yerlerdeki yapılarıyla. Bunu en çok deprem olunca anladık. Bir çok köşe başları yıkılmıştı çünkü. Kimseye yer tarif edemez olmuştuk. Bir yere gidip dönerken biraz dalgınsak, yolumuzu bulamıyorduk. İnsanlar alıştıkları alış veriş merkezlerini, simge yapıları, semte özgü binaları arar. Bunlar yok olunca yabancı bir kente gitmiş gibi olurlar. Hadi Allahtan gelene amenna. Kuldan gelene ne diyeceğiz? Yap boz tahtasına dönen bir kentin kişiliği olur mu? Yurt dışına gidenler neden o kentlere hayran kalırlar? Sadece temiz ve güzel oluşlarına mı? Onların tarihi dokularına hayran kalmasınlar sakın, ne dersiniz? Siz ey yönetici takımı, keşmekeşi bitirin, sorunları bitirin, tarihimizi değil. Biz sizi onun için o makamlara oturttuk. Oradan almasını da çok iyi biliriz. Sokak isimlerimizi, simge olmuş yapılarımızı geri verin! Unutmayın bu kent sizin tapulu malınız değil. O makamlardan güzel anılacak biçimde ayrılmayı düşünmez misiniz? Buna iyi yaptığınız şeyler kadar, iyi olabilecek şeyleri yapmamanızda sebep olacaktır. Yaptıklarınız kadar yapmadıklarınız da çok önemli olabilir.

İnsan için ismin önemi neyse, insan için kişilik belirleyen giyim tarzının önemi neyse, kentler içinde odur. Sokakların, caddelerin isimlerini kaldırdığınızda o yerler somut varlık olmaktan çıkarlar. İsim yaşam belirtisidir. Bina ve özel yapılarsa tıpkı giysi gibi karakter belirtisi.. karaktersiz kent, karaktersiz insan gibidir. Ne kadar yeni olursa olsun!

İstanbul’u İstanbul yapan şeyin ne olduğunu sanıyorsunuz? Sultan Ahmet Camii, Ayasofya, Galata Kulesi, Boğaz Köprüleri, Kız Kulesi İstanbul denince aklınıza geliyor değil mi? Onları bugün yapmadık. Kimilerini atalarımız yapmış, kimilerini atalarımızdan önce orda yaşayanlar yapmışlar. Bugün bunların birinden vazgeçin deseler hangisinden vazgeçerdiniz? Eminim bu İstanbul’a hakaret olur diyerek hiç birinden vazgeçemezdiniz. Gidin eski İstanbul sokaklarının isimlerine bakın.

1: Molla Fenari Sokak

2: Molla Gürani Sokak

3: Tayyareci Mehmet Emin Sokak

4: Çiftevav Sokak
5: Fırın tepsisi Sokak
6: Solfasol Sokak
7: Pürtelaş Sokak
8: Sormagir Sokak
9: Merkepbağırtan Sokak
10: Cavidan Sokak
11: Cazip Sokak
12: Temaşa Sokak
13: Tosboğa Sokak (yazıldığı gibidir)

14: Karga Zarife sokak (Üsküdar)
15:Toto Sokak (Kartal)
16: Eskicibağı Cadesi (Maltepe)
17: Borulu maslak Sokak (Acıbadem)

18: Zencefil Sokak (Beyoğlu)
19: Paşa Kapısı Sokak (Üsküdar)

20: Libadiye Caddesi (Üskidar)

Bu isimler sizlere bir şeyler anlatmıyorsa benim diyecek sözüm yok derim. Yok eğer orası İstanbul, bizi İstanbul’la nasıl kıyaslarsın derseniz, kanıt kanıttır; amaca bakın derim. Amacım isimsiz, eskilerin deyimiyle silüetsiz (genel görünümden yoksun) kent olarak kalmamak. Bu kent var olacaksa eski ve yeninin harmanlanmasıyla olacaktır. Sezai Matur’un dediği gibi “ben yaptım oldu, ben yıktım oldu” demeyin artık!

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 20.04.2011

SEÇİMLERDE MERKEZİN ÖNEMİ

ÇİZGİ-YORUM

Hiçbir şey yerinde kalamaz. Güneş sabah doğar akşam batar, dereler yer altından yer üstüne çıkarak doğar, denizlere dökülerek batar. Su yürür ağaçlar yeşerir. Mevsim değişir ağacın suyu azalır yapraklar düşer. Çiçekler açar, çiçekler solar. Bunların her biri bir değişimdir. Yerinde kalmamak, yerinde saymamaktır. Bütün canlılar gibi insanda yerinde kalamaz. Onun oluşturduğu toplumlarda öyle. Yerinde kalan, yerinde sayan bir toplum zaman içinde erir ve yok olur. Yerinde kalmamak ihtiyaçların itmesiyle oluşan bir durumdur. Köylülüğün bitmesi, kentliliğin artması da böyle bir ihtiyaçtan dolayıdır. Kentlileşen toplumlar keskin ayrımlardan uzaklaşır. Marjinal yapıların, marjinal düşüncelerin yerini makûl yapılar ve makûl düşünceler alır. Bu gün solla sağın arasında keskin farkın olmamasının nedeni budur. Keskin farklılığın ortadan kalkmasıyla her görüşten insanı her partide daha çok görür olduk. Belki buna bir anlam veremeyen ve halâ şaşıran vardır.

Son kırk yılda büyük göç dalgaları yaşayan ülkemizde nüfusun yüzde 70’i şehirlerde yaşıyor. Uzun yıllar süren ve hızı azalsa da henüz bitmeyen göçlere rağmen, artık önemli oranda ikinci, hatta üçüncü nesillerin şehir yaşamına uymaya başladığını görüyoruz. Ülkemizde büyük sayıda bir kitlede, Avrupa’daki “gurbetçilerimizin yaşayarak edindiği tecrübeleri” ülkelerinde büyük şehirlere, yada onun çevresindeki gelişmekte olan şehirlere göç edipte, benzer şekilde, yaşayarak edindiler. Bunun sonucu olarak şehir nüfusunda yeni bir merkez oluşumun biçimsel yapısı ortaya çıkıyor.

İsteklere uygun arayışlarında partilerde dahada çoğaldığını görmemek için kör olmak gerekir. Bu ideolojik saflaşmanın bittiğinin işaretidir. Artık bütün partiler merkezde olmak zorundadırlar. Yoksa marjinal kalarak güven aşılamaları, böylelikle oy toplamaları mümkün değil.

İdeoloji bittimi peki? Görünen biçimiyle partilerde ideoloji farklılığı yok mudur? İdeoloji sınıfsal temelli bir görüşün benimsenmesiyle oluşur. Bugün onun varlığından söz etmek nerdeyse imkânsızdır. Şimdi burada şunun sorulabileceğini tahmin ediyorum: İdeoloji madem sınıfsal temelli görüştü, o temeli oluşturan işçi sınıfı halâ var, neden ideolojisi yok?

Bugün işçi üzerine kurulmuş sınıfsal temelli bir görüş makineleşme ve bilgisayarlarla önemini yitirmiştir. Bir çok alanda robotlar, işçinin yerini almıştır. İş, kol kasıyla beyin gücüne sınır ve zaman tanımaz bir boyuta gelmiştir. Böyle bir ortamda düşünceler kültür algılamasıyla belirlenir olmaktadır.

Merkeze çekilmiş partiler işte bu konuda ayrışmaktadırlar. Buna değişim derseniz evet buda bir değişimdir. 12 haziranda yapılacak seçimi değişenlerle değişemeyenlerin belirleyeceğini söyleyebiliriz. Değişim hayatın gereği. Bakalım iktidar el değiştirir mi?

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


18.04.2011


ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 79

Şairlerle düşüp kalkmayacaksın! Onlar, apaçık büyücüdürler. Dünyalarında büyüden bol ne var? Ne sihirdir ne keramet, el çabukluğu marifet türünden iki laf ederler, kalbimizi tarumar olmuş bahçelere döndürüp, aklımızı çelip bizi olmayan bir dünyaya götürürler. Orda yapayalnız bırakıp kaderimize terk ederler.

Yok, yok! Şairlerle düşüp kalkmalısın. Bozkırda yağmur bilmez bir maki olmak istemiyorsan, şairlerle dost olmalısın. Çünkü onlarla insan olmanın erdeminin göz yaşında, hiç bitmeyecek ümitlerde olduğunu öğrenirsin. Onlar dile kanat giydirenlerdir. Hangi dil vardır ki şairle şiirle güzel ve derin olmasın..

Bu günde dilimize kanat takan, ses bayrağımız Türkçemizin kudretini ve tüm güzelliğini ortaya koyan şairlerimizle geldim. İlk şairimiz Cahit Sıtkı Tarancı. İlk şiirimizde onun Fatih Kısaparmak tarafından bestelenen ABBAS adlı bir şiiri. Eminim ki herkes biliyordur.

….

ABBAS


Haydi Abbas, vakit tamam;

Akşam diyordun işte oldu akşam.
Kur bakalım çilingir soframızı;
Dinsin artık bu kalp ağrısı.
Şu ağacın gölgesinde olsun;
Tam kenarında havuzun.
Aya haber Sal çıksın bu gece;
Görünsün söyle gönlümce.
Bas kırbacı sihirli seccadeye,
Göster hükmettiğini mesafeye
Ve zamana.
Katıp tozu dumanı,
Var git,
Böyle ferman etti Cahit,
Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş’tan;
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.

Cahit Sıtkı Tarancı

*** ***

1970’li yıllarda solcular Necip Fazıl Kısakürek’i, sağcılar Nazım Hikmeti, bu iki şairde birbirlerinin siyasi düşüncelerini sevmezlerdi. Necip Fazıl; “Elime geçsen seni asardım” derdi. Derdi demesine ama orda kalmaz şunları da sözünün ardına eklerdi: “Sonrada ayak ucunda oturur sana ağlardım.” Bu ustanın ustaya duyduğu hayranlığın işaretidir. Nazım Hikmet’inde aynı düşüncede olduğunu bir çok yerde okumuştum. Türkiye işte budur. Bir pencereden bakarak bir ülke anlaşılamaz. Bir evin ışık alma oranı nasıl pencere sayısı ve büyüklüğüne bağlıysa, bir ülkenin ışıklı olması da sanatçı sayısı ve çeşitliliğine bağlıdır. Nazı Hikmet, Necip Fazıl Kısakürek, Yaşar Kemal, Peyami Sefa (günümüz farklı siyasi düşünceden şair ve yazarları da dahil)Türkiye dediğimiz bütünün birer parçasıdırlar. Parçasız bütün nasıl olmazsa, bu parçalardan mahrum bir Türkiye de olmaz. Şimdi bu iki dev şairimizin şiirlerini sunuyorum.

...

VEDA

Elimde, sükutun nabzını dinle,
Dinle de gölümü alıver gitsin!
Saçlarımdan tutup,... kor gözlerinle,
Yaşlı gözlerime dalıver gitsin!

Yürü, gölgen seni uğurlamakta,
Küçülüp küçülüp kaybol ırakta
Yolu tam dönerken arkana bak da,
Köşede bir lahza kalıver gitsin!

Ümidim yılların seline düştü,
Saçının en titrek teline düştü,
Kuru yaprak gibi eline düştü,
İstersen rüzgara salıver gitsin!

Necip Fazıl KISAKÜREK

*** ***

Bu şiiri Volkan Konak konserlerinde bir parçanın arasında seslendiriyor. Ama ne seslendirme. Şiir onun vurgusuyla önce huysuz bir kısrak, sonrada uysal bir su oluyor.

...

ÇEKİLMEZ BİR ADAM

‎..
Çekilmez bir adam oldum yine :
uykusuz, aksi, nâlet.
bir bakıyorsun ki
ana av...rat söver gibi, azgın bir hayvanı döver gibi bugün çalışıyorum,
sonra bir de bakıyorsun ki
ağzımda sönük bir cıgara gibi tembel bir türkü
sabahtan akşama kadar sırtüstü yatıyorum ertesi gün.
ve beni çileden çıkartıyor büsbütün
kendime karşı duyduğum nefret
ve merhamet...

Çekilmez bir adam oldum yine :
uykusuz, aksi, nâlet.
yine her seferki gibi haksızım.
sebep yok,
olması da imkânsız.
bu yaptığım iş ayıp
rezalet.
fakat elimde değil
seni kıskanıyorum
beni affet...

Nâzım Hikmet RAN

*** ***

Her zaman olduğu gibi bu günde sırada benim yazdığım şiirler var. Kafiyesiz ve serbest vezine yöneldiğim bu denemeleri bakalım beğenecek misiniz?

...

78

Dilimize dolansa arsız bir türkü

Neşe verse bize, hem dinleyenlere

Ilık bahar sabahları gitmeye utansa

Yaradan üzmese kullarını, aşk acısı vermese

Dola kollarını boynuma bir tanem sevinçle

Yaşamak gibi bir gayenin

Gönüllü erleriyiz madem

Bütün yitirdiklerimize rağmen

Kederle dolup taşsak bile, taş değiliz ya

Bizden uzak olsun matem

Aydın Göle

21 ağustos 2003

*** ***

79

Bütün çiçekler sevgiyi anlatır; gül en fazla

Seni seviyorum canım, bitmez bir hazla

Seneler geçse bile göz açıp kapar gibi hızla

Hep bugünde kal, hep mutlu ol

Her günün doğum günü şenliğinde olsun

Aydın Göle

21 ağustos 2003

...

Bugün sıra atlayarak bir değişiklik yapacağım. 80. şiir uzun olduğu için onu haftaya bırakarak 81. şiiri öne alıyorum.

...

81

Yağmurlar yağdı.

Şimdi alabildiğine güneş.

Hayatta tıpkı böyle..

Gülmek ve ağlamak,

Kardeş değil mi zaten?

Senle ben gibi.

Özlemin;

İncecik bir sızı içimde.

Seni,

İki gün görmedim diye,

Yokluyor kalbimi.

İnce sızılar haindir,

Varla yok arası.

Yoklar durur,

Aklıma geldikçe sen.

Yok!

Seni görmeden

Dineceği yok!

Ne yapayım canım?

Seni özlüyorum işte

Aydın Göle

21 ağustos 2003


Bu haftalıkta bu kadar. Baharın kapılarından bol güneşli günlere girmeniz dileğiyle..

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 17.04.2011


GÖRMEDİM ÖMRÜMÜN ASUDE GEÇEN BİR DEMİNİ 2


ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE

YGSL sınavındaki şifre skandalına ayırdığım geçen yazımı bugün bitireceğim. Kaldığımız yerden başlyalım.

Bakın bu kurum şimdiye kadar ne çok sınav yapmış. Ne hikmetse bütün sınavlar şaibeyle sonuçlanmıştır. Bu konuda internette yaptığım tarama sonucu ulaştığım bilgileri size sunmak istiyorum.

“Soruların çalındığı, şifrelerin ortaya çıktığı, kayırma, usulsüzlük gibi iddiaların ortaya atıldığı sınavlarda yaşananlar binlerce kişiyi mağdur etti. İddialar ve elde edilen kanıtlar, bazı sınavların iptaline de yol açtı. Çeşitli kamu kuruluşlarının yanı sıra, ÖSYM de her yıl, 41 adet sınav yapıyor. ÖSYM’nin yaptığı sınavlara 5 milyon aday giriyor. YGS-LYS (eski ÖSYM-ÖSS), KPSS, SBS, ehliyet, özel güvenlik sınavları ile, bu sınavlara dönük kurs veren dershaneler için trilyonluk bir pazar oluşuyor.

Son yıllarda yapılan ve usulsüzlük iddialarıyla gündemden düşmeyen sınavlar şöyle:

DIŞ TİCARET

Dış Ticaret Müsteşarlığının 2008 yılında dış ticaret uzman yardımcılığı sınavında sahtekarlık yaşandı. 30 kişinin alınacağı sınavın yazılısında 43 kişi 70 ve üstü puan aldı. Müsteşarlık sınava giren tüm adaylara 10 puan ekleyerek 180 kişinin sözlü sınava girmesini sağladı. Puan eklenerek sınavı kazananlar arasından müsteşar yardımcısının kızı da çıktı.

POLİS AKADEMİSİ

ÖSYM tarafından 13 Eylül 2009'da yapılan Polis Akademisi Meslek Yüksekokulları Öğrenci Adaylığı Sınavında sorular çalındı. Sınav iptal edildi ve 1 Kasım 2009'da yeniden yapıldı. Soruların ele geçirildiğini ve deneme sınavı adı altında belli çevrelere yakın bazı dershaneler tarafından özel olarak seçilen öğrencilere iletildiği belirlendi. Deneme Sınavı’nda yer alan 103 sorudan 88’inin sınavda sorulan 120 sorudan 88’i ile çakıştı.

ABGS SINAVI

Kasım 2009’da yapılan AB Genel Sekreterliği uzmanlık sınavında, sınav ilanından sözlü sınava kadar geçen sürede aranan şartlara ilişkin yönetmelik değiştirildi ve bir daire başkanının eşinin de aralarında bulunduğu ve ilk yönetmelikteki şartları taşımayan kişiler sınavı kazandı.

SAĞLIK SINAVI

Kasım 2010’da yapılan Sağlık Bakanlığı özürlü Personel Alım sınavındaki sorular sınavdan 2 gün önce internete sızdı. 21’i ön lisans, 3’ü lise, biri de ilköğretimde olmak üzere 25 sorunun cevabı sınav öncesi yayınlandı.

TRT SINAVI

2009’da yapılan TRT sınav sonuçları internet sitesinden yayımlandı. Ancak TRT'nin Bilgi İşlem Dairesi, listenin Excel dosyasındaki gizli bölümünü silmeden, internet sitesine koyunca, skandal ortaya çıktı. Bu bölümde adayların “Kefil ve referansları” yer aldı. TRT ise iddiaları reddetti.

KPSS SINAVI

ÖSYM'nin 10-11 Temmuz 2010'da düzenlediği, Kamu Personeli Seçme Sınavında (KPSS) Devlet Denetleme Kurulu ve Ankara Cumhuriyet Savcılığı, KPSS sorularını ÖSYM'nin içinden sızdıran bir şebekenin adaylara 10 bin dolara sattığını belirledi. Bazı adaylar tüm soruları bilip tam puan aldı. Milli Eğitim Bakanlığı, kopya iddiaları nedeniyle öğretmen atamalarını erteledi. Başbakan Erdoğan, MİT’i araştırma için görevlendirdi.

ALES SINAVI

Geçen yıl yapılan ALES (Akademik Personel ve Lisansüstü Eğitimi Giriş Sınavı) soruları’nın da çalındığı ortaya çıktı. 2010 KPSS sınav skandalına karışan Ispartalı Baki Saçı, ALES sınav cevaplarının da e-mail yoluyla geldiğini itiraf etti ve üniversiteye hazırlanırken gittiği bir dershanedeki cemaat bağlantılarını anlattı.”

1 milyon 700 bin öğrencinin bütün çabalarının ve ana-babalarının, emeklerinin karşılığı olan maaşlarından ayırdıkları önemli bir miktarın heba edildiğini görüyoruz.

Yazımın sonunda ilk bölümdeki bir paragrafı tekrarlamadan önce sizleri son gelişme ile ilgili bir haberi duyurmak istiyorum.

ÖSYM şifreyi itiraf etti.

ÖSYM LYS’deki şifreli kopya iddiaları ile ilgili öğrencilere dün gönderdiği mektupta, sınavda “sehven” (yanlışlıkla) şifreleme yapıldığını kabul etti.

Son yıllarda en güvenilir sistemler bile zaafa uğratılmıştır. Şimdiye kadar herkes, her yerde rüşvet ve kayırma olur, eski kısaltılmış adıyla ÖSS’de, şimdiki kısaltılmış adıyla YGS’de kesinlike olmaz derdi. Olmazdı da. Sadece bu sınavlarda mı sorun var? Elbette hayır! Yukarıda da gördüğünüz gibi bir çok sınavda sorun var. Ne gariptir ki dış tehlikeler varken bunun sayısı arttı. Nasıl bir nesil yetiştirilmek isteniyor? Yolsuzluğa, usulsüzlüğe alışmış bir gençlikle erdemli toplum oluşmaz. Erdemsizlerden oluşmuş bir toplum yaşayamaz. Kenarda köşede kalan birkaç erdemli insana da “Görmedim ömrümün asude geçen bir demini” şarkısını söylemek düşer.

BİTTİ

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com

Yayın Tarihi: 15.04.2011

26 Nisan 2011 Salı

“GÖRMEDİM ÖMRÜMÜN ASUDE GEÇEN BİR DEMİNİ” 1


ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE


Artık gündem hızla değişiyor, nerdeyse her saat başı yeni dünyalar kuruluyor. Sizi bilmem ama inanın benim başım dönüyor. Eski bir şarkı vardı, bilen bilir; “Görmedim ömrümün asude geçen bir demini” sözleriyle başlardı. Bu şarkı bestelendiğinde dünya ile birlikte ülkemizde yeşil cennetti mutlaka. Bu kadar kirli ve bu kadar gürültülü değildi. Buna rağmen şair “bir siyah gözün derdi”nden ömrünün dingin geçmediğini söylemiş. Hem o yıllar cumhuriyetin yeni yılları. İnsanlar vatan kurtarmanın ve kurmanın haklı gururuyla gelecekten umutluydular. Sevda hayatın güzelliği değil miydi? O zaman sevda varsın yaksın. Günlerin tek derdi bu olsun. Bu gün öylemi ya? Onların kurduğu vatan bugün bölünme tehlikesiyle karşı karşıya. Amerika’nın, kuzey Afrika ve orta doğu Asyasına biçtiği elbiseyi bize de giydirmek isteyeceğini herkes görüyor, biliyor. Bu durumda “Sevil neş’elen, sevme yanarsın” diyerek şarkı söyleyecek durumda değiliz. Bu gidişle daha çook “Görmedim ömrümün asude geçen bir demini” şarkısını söyleriz. Allah söyletmesin!

Dışarıda durum böyleyken içerde pekte farklı değil. İktidar muhalefet çekişmesi bir yandan, iktidarın cumhuriyetin yapısını dönüştürme çalışmaları bir yandan, insanları canından bezdirdi. Şimdi bu şarkıyı söyleyenler size göre haklı değil mi?

Bu sıralar gençler bu şarkıyı söyleseler yeridir. Binbir güçlükle üniversite sınavlarına hazırlanırlar. Günü gelir sınavlara girerler. Sınav ertesi sınavlarda hile yapıldığını duyarlar. Birileri soru çalarakta olsa, soru cevaplarının şifrelerini öğrenerekte olsa fırsat eşitliğini lâfta bırakıp önlerine geçmiştir. Sözün kısası birileri kayırılarak diğerlerinin çabaları, hatta sınava hazırlanarak tükettikleri ömürleri çöpe atılmıştır. Dünyanın masrafını boşuna yapmış durumuna düşmek ne demektir tahmin edersiniz.

Son yıllarda en güvenilir sistemler bile zaafa uğratılmıştır. Ben her yerde rüşvet ve kayırma olur, eski kısaltılmış adıyla ÖSS’de, şimdiki kısaltılmış adıyla YGS’de kesinlike olmaz derdim. Olmazdı da. Sadece bu sınavlarda mı sorun var? Elbette hayır! Son KPSS sınavlarını hatırlayın.. devletin açtığı her sınavda bir sorun çıkıyor. Ne gariptir ki dış tehlikeler varken bunun sayısı arttı. Nasıl bir nesil yetiştirilmek isteniyor? Yolsuzluğa, usulsüzlüğe alışmış bir gençlikle erdemli toplum oluşmaz. Erdemsizlerden oluşmuş bir toplum yaşayamaz. Kenarda köşede kalan birkaç erdemli insana da “Görmedim ömrümün asude geçen bir demini” şarkısını söylemek düşer.

Madem konumuz bu, gelin biraz bu sınavlara değinelim.

“Bir buçuk milyondan fazla öğrencinin katıldığı Yükseköğretime Geçiş Sınavı’nın test kitapçığında cevap şıklarının şifrelendiği anlaşıldı. Bir avukatın ortaya çıkardığı bildirilen skandalı, Uğur Dershaneleri matematik öğretmenleri ve Aziz Nesin’in oğlu matematik profesörü Ali Nesin de doğruladı. Zaten şifreyi bildikten sonra herkes aynı sonuca ulaşabilir.”

Bunun üzerine ÖSYM başkanı Prof.Dr. Ali Demir açıklama yaptı.

“İddia sadece basına dağıtılan master kopyalar için doğru, ancak sınavda her adayın soru kitapçığı, soruların yeri ve cevapların yeri birbirinden tamamen farklı” dedi. Sayın cumhurbaşkanımız ÖSYM başkanının bu açıklamasını yeterli bulduğunu belirterek “Başkandan (ÖSYM Başkanı Ali Demir) aldığım bilgiler beni tatmin etti. Öğrencilerimizin güvenle kendilerini ikinci sınava hazırlamaları gerekir” dedi.

Aradan iki gün geçti, baskılar artınca Ali Demir kendilerinde hata olmadığını, bütün hatanın matbaada olduğunu belirtti. Eh bir hatanın olduğunu sonunda kabul etmiş oluyordu işte. Madem öyle, sözü o kadar dolaştırmanın gereği neydi diye adama sormazlar mı? Aynı amaca hizmet edince bu örnekte olduğu gibi sorulmaz. Sorulsaydı daha önce yapılan usulsüzlüklerde sorulurdu.

DEVAM EDECEK

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 13.04.2011


BİLİNMEYEN SEVDALAR: MİHRİMAH SULTAN VE MİMAR SİNAN



ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE


Şimdiye kadar masal veya destanlarla ne çok sevda hikâyeleri okuduk veya dinledik. Leylâ ile Mecnun bunlardan en ünlü olanıdır. Halk edebiyatımız bu sevda hikâyeleriyle zenginleşir. Tahir ile Zühre, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Arzu ile Kamber, Yusuf ile Züleyha ve daha sayılabilecek bir çok hikâye asırlarca dilden dile dolaşarak günümüze kadar gelmiştir. Her sevdanın ayrı bir hikâyesi, her hikâyenin de bir mesajı vardır. Ortak noktaları sevdalarıyla birlikte kahramanların iradeleriyle giriştikleri savaşta sabrın önemidir. Sonunda vuslat olmasa bile her aşığın derin bir tevazu ile sabır göstererek durumu kabul ettiklerini görürüz. Böylelikle tenden uzaklaşarak ilahi aşka ulaşır kimi.

Aslında her aşık zihnindeki güzeli daha çok güzelleştirir. Gerçekte güzel denen, pekte güzel değildir bile. Mecnunu çöllere salan mecnuna göre güzeldir. Ferhata dağları deldirende öyle.. batıda da böyle hikayeler vardır. Bizde onlardan en bilineni William Shakespeare’in yazdığı Romeo ve Juliet’dir.

Birde gerçek hayatta yaşanmış hikâyeler vardır. Batı edebiyatında Alexandre Dumas’nın yazdığı “Kamelyalı Kadın” gerçek hayatta yaşanan aşk hikâyesinden kurulmuş bir roman olduğunu siz kitap severler biliyorsunuz. Aslında yazar sevdiği kadını aşırı idealize eder. Oysa sevdiği bir fahişedir. Sonunda aşkı ölümsüzleştirmek için romanda sevdiği kadını öldürür (bu öyle bir öldürme değildir, yazarın sevdiği kadın o zamanların sevda hastalığı da denen, “ince hastalık”tan, yani veremden ölür). Çok sonraları bu roman sinemaya uyarlandı. Batının felsefesi ilahi boyuta ulaşmadığı için, aşıklar cisimsellikten kopmazlar. Daha katlanılır bir hasret yaşarlar onlar.

Şimdi size, kuzenimin kuzeni Emel hanımın gönderdiği ilginç bir sevda hikayesini aktarmak istiyorum. Beni çarptı inanın. Sizinde beğeneceğinize eminim.

***

MİHRİMAH SULTAN

Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan on yedisine bastığında, iki kişi ...onunla evlenmek ister. Mihrimah, yani Mihrü Mah, Farsca’da “Güneş ve Ay” anlamına gelir. Padişah kızıyla evlenmek isteyenlerin biri Diyarbakır Valisi Rüstem Paşa diğeriyse Mimar Sinan’dır.
Padişah kızını Rüstem Paşa’ya verir.
Koca Sinan evlidir, ellisindedir ve de Mihrimah Sultan’a deliler gibi aşıktır! Gerçi sevdiğine kavuşamamıştır ama, aşkını, olanca güzelliğiyle sanatına yansıtmıştır.
Üsküdar’a, Saray’ın isteğiyle elbet, 1540 yılında Mihrimah Sultan Camii’nin temelini atar ve 1548’de bitirir. Camiyi yaparken, eserine sanki “etekleri yerleri süpüren bir kadının” dış çizgilerini verir.

Derken, ilk kez padişah fermanı olmaksızın, Edirnekapı’da, pek kimselerin uğramadığı ıssız ama İstanbul’un en yüksek tepelerinden birine, ikinci bir eser yapmaya koyulur Mihrimah Sultan’a. Cami küçücüktür. Minaresi otuz sekiz metredir, bir adet incecik kubbesi üzerindeyse yüz 61 pencere, camiin iç güzeliğini aydınlatır. İçerdeki sarkıtlar ve minare kenarlarındaki işlemeler Mihrimah Sultan’ın topuklarını döven saçlarını anımsatır insana. İşte, aşka adanmış iki eser.

Şimdi, gidin Edirnekapı ve Üsküdar’daki camileri aynı anda görebileceğiniz bir yer seçin. Ve 21 Mart’ta, yani geceyle gündüzün eşit olduğu günde seyreyleyin. Unutmadan, 21 Mart Mihrimah Sultan’ın doğum günüdür.

Göreceğiniz manzaraysa şudur:

Edirnekapı camiinin tek minaresi ardından tepsi gibi kıpkırmızı güneş batarken, Üsküdar’daki camiinin ardından ay doğar! Mihrü Mah eşittir Güneş ve Ay. Bu nasıl akıllara ziyan bir hesaplamadır; nasıl bir güzellik anlayışıdır .

(Kaynak: Osmanlı Günlüğü)

***

Kuzenimin kuzeni Emel hanıma bu hikâye için teşekkür ederken söylediğim son sözlerle yazımıza noktayı koyalım.

Bir ressam renklerle, bir edebiyatçı sözlerle, bir müzisyen seslerle, bir heykeltraş taşlarla, bir mimarsa bunların hepsiyle sevdasını tarihe not eder. Ama böylesi şiirsel bir anlatım herhalde bir tek Koca Sinan’a özgüdür.

Ne dersiniz, öyle değil mi?

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 11.04.2011