31 Ekim 2012 Çarşamba

CESUR YÜREKLİ ENGELLİLER TERÖRÜ LANETLEMEK İÇİN ANKARA’YA GİTTİLER


Geçtiğimiz haftanın ikinci yarısından itibaren bu haftanın başına kadar biri dini biri ulusal iki bayramı idrak ettik. Önce bütün İslam alemi ve yurdumuz, bir sevinç yumağı içinde kurban bayramını kutladı. Arkasından var olma savaşımız sırasında milletçe var olduğumuzun kanıtı cumhuriyetimizin kuruluş bayramını kutladık. Kimi evler, kimi aileler bayramlarımızı biraz buruk, beklide gözleri yaşlı karşıladılar. Kadere ne denir ki demek isterdim, ama bazı şeyler vardır ki kaderden de ötedir. Ülkemizdeki terör olaylarıda böyle bir şeydir işte. Her ne olursa olsun bir bayramı ama sevinçle, ama hüzünle kutladık ya önemli olan bu duygulara sürüklenmiş olmamızdır. Bu his ve düşüncelerle geçte olsa İslam aleminin, ülkemizin ve siz okurlarımın bayramını içtenlikle kutlarım.

İlimizde yayınlanan bir gazete “Yeni Haber”. Orda kendisini daha önce tanıdığımda hayran olduğum bir köşe yazarı var. Adı; Ömer Ali Kılıç. O da bir engelli. Hem yürüyemiyor, hem ellerini kullanamıyor, hem de konuşamıyor. Sesleri duyuyor, gözleri görüyor. Eğitimci bir babası var. Ömer’in üstüne çok düşmüş ve onu özel olarak eğitmiş. Babanın elinde alfabemizin 29 harfinden oluşan bir tabela ve ordan harfleri göstermeye yarayan minik bir değnek. Ömerin söylemek istediği kelimeleri babası bulmak için harflerin üstünde değnekle gezerken Ömer uygun düşen harflerde elini önündeki masaya vuruyor. Ömer’le böyle anlaşıyorlar. Birde bilgisayar almışlar ona. O parmaklarını kullanamadığı için cep mesaj mantığı ile yapılmış klavyeye darbeli vurarak istediği harfleri diziyor ve yazısını öyle yazıyor.
Ömer Ali Kılıç daha önce bir şiir kitabı da yayınladı. Öyle azimli bir delikanlı..

Ömer, başkan yardımcımız Selim Özen’in girişimleri, TSD Adapazarı Şubesi başkan ve yönetim kurulunun desteğiyle ülkemizde giderek artan terörü lanetlemek amacıyla kurban bayramının 3. günü, 27 Ekim 2012 Cumartesi akülü arabalarla Ankara’ya gideceklerini, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramında, mecliste eylem yapacaklarını duyuran bir yazı kaleme almış. Virgülüne dokunmadan engellinin engelliye desteğini sizlere aktarmak istiyorum.  

***

Ömer ALİKILIÇ

TSD Adapazarı Şube Başkanı Saadettin Yılmaz ile Başkan Yardımcısı Selim Özen yaptıkları açıklamada Sakarya’da terör olaylarına karşı engelliler ile bir yürüyüş yapacaklarını bildirdi.
İşte o açıklama:
“Son günlerde artan terör olaylarına karşı toplumsal birlikteliğimizi birliğimiz bütünlüğümüzü bozmak isteyen binlerce insanımızın hayatını kaybetmesine sebep olan ve milletimize büyük acılar yaşatan, Terör ve silahlı çatışmaların hayatımıza egemen olmasına izin vermemek, sadece bu ülkeyi yönetenlerin değil halkımızın her bir ferdinin sorumluluğundadır.”
Öncelikle, bu konuyu köşeme taşımaktan ve Türkiye Sakatlar Derneği başkan yardımcısı saygı değer abim, “Selim Özen”i şahsen tanımaktan çok büyük gurur duyduğumu belirtmek isterim… Çünkü Selim abi, yüreği ile, hırsı ile, mücadeleci ruhu ile ve hayatının baharında geçirdiği bir kaza sonucu bedensel engelli olmasına rağmen hayata olan sevgisini ve bağlığını hiç bir zaman kaybetmemiş benim de örnek aldığım insanlardan biri…
Bildiğiniz gibi son günler ve hatta son yıllarda hemen hemen her gün ülke olarak şehit haberleri ile uyanıyoruz. Ne yazık ki bu duruma artık öyle bir alıştık ki, iki üç şehit düşünce çok fazla umursamayıp, hayatımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz… Oysa, ortada tam olarak gerçek sebep olmadan, verilen bir şehit bile çok acı… Aynı bayrak altında nefes alıp verirken bu nefretin bu kinin altında yatan sebebin ne olduğunu şahsen bilmiyorum. Ancak artık henüz baharında olan askerlerin, daha tazecik canların, karanlık beyinli teröristlerin sıktığı kör kurşun yüzünden, şehit düşmelerini hiç bir zaman istemiyorum…
Benim ile aynı düşünceye sahip olan, Selim abi ve ona destek olan bir kaç engelli arkadaşı ile terörü lanetlemek adına kurban bayramının 3. günü, 27 Ekim 2012 Cumartesi akülü arabaları ile 29 Ekim Cumhuriyet Bayramında, mecliste eylem yapmak üzere, Ankara yollarına düşüyor… Amaçları ne ilgi çekmek, ne rant sağlamak, ne de reklam yapıp kendilerini göstermek. Amaçları sade ve sadece terörü kınamak ve de bu anlamsız savaşın bir an önce son bulması için, çağrıda bulunmak…
Selim abi ve arkadaşları, kimsenin cesaret edemeyeceği, çok zorlu, yorucu ve bir o kadar da, onur verici, bir yola çıkıyor… Lütfen hiç olmazsa, dualarımızla bu onurlu yürüyüşe destek olalım… Hayırlı yolculuklar koca yürekli insanlar, gönlümüz sizinle.

***

Evet; koca yürekli insanlar olmasa bu dünya yaşanır olabilir miydi? Yaşanır bir dünya varsa onların eseridir. İşte bu koca yüreklerden Selim Özen, İbocan, harekete coşkuyla destek veren gazeteci arkadaşımız Nur Esmer ve arkadaşlarından oluşan kafile Ankara’dan döndü. Onların izlenimini başka yazılarda sizlere sunarım. İçinde olmaktan gurur duyduğum hareketin başarılmış olmasından dolayı arkadaşlarıma teşekkür ederim.



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com


Yayın Tarihi: 31.10.2012

30 Ekim 2012 Salı

ÜLKEMİZDE DARBELER

Ülkemizde ikisi fiili, yani doğrudan, ikisi dolaylı olmak üzere dört askeri darbe yaşanmıştır. Arada Aydemir harekâtı olarak bilinen liderliğini Talât Aydemir’in yaptığı, yandaşı Fethi Gürcan’la birlikte kara harp okulu öğrencileriyle cumhuriyetin kuruluş felsefesinden uzaklaşıldığı düşüncesiyle gerçekleştirmek istediği iki darbe girişiminden de söz etmek gerekir. Cumhuriyet tarihimizde bugüne dek 89 yılda 6 askeri darbe olmuş, son darbe hariç hepsinde bir şekilde kan dökülmüştür. 1960 darbesi bir başbakan ve iki bakanın, 1962 ve 1963 başarısız darbe girişimleri de Talât Aydemir ve Fethi Gürcan’ın idamına neden olmuştur. Başbakan Adnan Menderes ve iki bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile Hasan Polatkan darbeye maruz kalarak, Talât Aydemir ve Fethi Gürcan ise bizzat darbe yapma girişiminde bulunarak hayatlarını kaybettiler.

1971 muhtırası ve 1980 askeri darbesiyle yüksek düzeyli kişilerin idamından sağ ve sol görüşlü halk çocuklarının idamına geçildiği söylenebilir. 28 şubat 1997 post modern darbesi tıpkı 1971 muhtırası gibi askerin perde arkasında kaldığı, parlamentoyu lağvetmediği darbe olmuştur. Sadece son darbede idam cezası uygulanmamıştır.

Darbelerin sosyolojik olgusu vardır. En çokta siyasetin tıkanması halkın umutsuzluğa düşmesi gösterilir ki, aslında siyasi ve ekonomik çevrelerin uzlaşmaz çelişkisi bunu doğurur. Ortam buna uygun olmasa bile uygun hale dış güçler tarafından getirilir. Geçmişte, dünyanın iki kutuplu olduğu dönemde Sovyetler Birliği ile (şimdiki Rusya) ABD bu konuda çok önemli roller aldılar. İki ülkede sahip oldukları mevzileri kaybetmek istemediği için, küçük ülke ordularını kendi lehlerinde çok sık harekete geçirmişlerdi. Amerika’nın arka bahçesi Latin Amerika ülkeleriyle, Nato’nun ileri uc ülkesi Türkiye’deki darbeleri başka hiçbir türlü açıklamak mümkün değildir. İlk Süleyman Demirel hükümetlerinin vazgeçilmez dışişleri bakanı İhsan Sabri Çağlayangil “altımızı oymuşlar haberimiz yok!” diyerek bu duruma vurgu yapmıştı.

Sovyet cumhuriyeti yıkıldıktan sonra tek kutuplu kalan dünyada darbeler demokrasi ihracına yöneldiği için artık orduların tutucu olduğu, var oluş nedenlerinden taviz vermediği ve kendilerinin görüşlerine direniş gösterdikleri gerekçesiyle ABD tarafından terk edilip, ülkemizde olduğu gibi komuta düzeyi yerel hükümetler eliyle bertaraf edilerek istedikleri yapıyı kurdurmaya çalışmışlardır. Kafkaslardaki adıyla “Turuncu Devrim” seçimlerle yandaş iktidarlar oluşturulurken, Arap yarım adasının bir kısmıyla Kuzey Afrika’nın gene bir kısmının içinde olduğu bölgede sivil, asker karışımı milis kuvvetleri oluşturularak (ki bunların adı aktivistlerdir), adına “Arap Baharı” denen kalkışma başlatılmıştır. Halklar neyi istediklerinin farkında olmadan kendilerini muhalif hareketin içinde bulmuşlardır. Libya ve Kaddafi’nin karşılaştığı, sonunda Kaddafinin katledilmesine yol açan muhalif eylemi başka neyle açıklayabilirsiniz ki... Tunus, Libya ve Mısır’ın ardından Suriye karıştırıldı.

Biz gene ülkemize dönelim ve Prof. Dr. İzzettin Önder’in sözlerine kulak verelim

“Cumhuriyet bir kuruluş siyasetidir; radikal bir sosyal dönüşüm projesidir. Cumhuriyet kalkışı maalesef ancak kısa süreli başarılı olmakla birlikte, toplumun çağdaşlık yolunda mesafe almasında önemli katkılar yapmıştır. 2023 yılı hedeflenerek günümüzde yürütülen sosyal ve siyasal dönüşüm projesi ise ‘Çağdaş Cumhuriyet’ kalkışıyla bir şekilde hesaplaşma projesi olarak gelişmektedir. Devleti ele geçirenlerin bu projenin fevkalade ustalıkla yürütülme sürecinde baskı aracı olarak uygulamaya koydukları siyasi tutuklama ve davalar olağan yargılama sistemi içinde değerlendirilemez. Zaten amaç da hukukun kurallarını uygulamak değil, siyasal amacı sağlamada hukuku bir araç olarak kullanmaktır.”

Niçin? Orta doğuya demokrasi ihraç etmek için tabii. Yani liberal kapitalizmi, sosyalist blok gibi bir engelde olmadığı için, yaymak ve kapitalizmin pazar ve kaynaklara doğrudan ulaşarak rahatlaması için tabii.. içerdeki muhalefetle büyük ülkelerin çıkarları uyuşunca her türlü zemin kolayca oluşturulur. Nitekim bütün dünyada egemen güçlerce oyun böyle oynanıyor.

***

Kurban bayramı nedeniyle 1 hafta kadar bu köşede olamayacağım. Tekrar buluşuncaya kadar sizlerden ayrılırken yarın başlayacak kurban bayramınızı en içten dileklerimle kutlarım. Nice mutlu bayramlara..


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com


Yayın Tarihi: 24.10.2012    

TUTARSIZLIĞIN ÖZLÜ SÖZÜ “DÜN DÜNDÜR, BUGÜN BUGÜNDÜR”


Ülkemizin 9. cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in aktif siyaset yaptığı dönemlerde söylediği çok ünlü sözleri siyasi tarihimize kaydolmuştur. Bunlardan biride “Dün dündür, bugün bugündür” sözüdür.  Bu söz daha sonraları deyim gibi kullanıldı ve tutarsızlığa örnek olarak gösterildi. Günümüzde de siyasetçiler bu sözün içerdiği anlam doğrultusunda bir tutum sergiliyorlar. Daha önce en şiddetli biçimde iktidara çatan muhalif liderler gün gelip devran döndüğünde iktidar partisine yönelebiliyor, iktidarda bulunan ve kendisini eleştiren muhalefete en küçük tahammülü esirgeyen liderde böyle durumda olanlara daha sonra kucak açabiliyor. Bu da siyasi çekişmelerin omurgasızlığını, çıkar çatışmasından öteye bir anlam taşımadığını gösteriyor. İlkesizlik ana ilkedir artık. Dün dediğinizin tersini hiç çekinmeden bugün söyleyebilirsiniz. Daha önce ak dediğinize kara, kara dediğinize ak derseniz sizi kimse yadırgamaz.

Uzlaşmaz tutum takınmayı savunmuyorum, yanlış anlaşılmasın. İlkeli davranmak uzlaşılmaz olmak demek değildir. İlke, eski deyimle prensip, izlenecek yola ışık tutan bir tutumdur. İlkesiz insan yol haritası elinde olmadan yola çıkan gemi kaptanı gibi ya engin denizlerde kaybolur, yada sığ denizlerde kayalara çarpa çarpa yok olur gider.

Günümüzde buna örnek Numan Kurtulmuş gösterilebilir. Saadet Partisinin lideriyken iktidarı çok sert biçimde eleştiren Numan Kurtulmuş, Saadet Partisinden ayrılıp yeni bir parti kurduğunda da tutumunu değiştirmemiş, istikrarlı bir görüntü çizmişti. Ama ne olduysa girdikleri ilk seçimden sonra oldu, iktidara yaptıkları eleştirilerden vazgeçtiler. Bunun sonucunda Numan Kurtulmuş partisini kapatmaya ve iktidar partisine katılmaya karar verdi. Daha sonra girdiği iktidar partisi AKP’nin kongresinde yönetimde yer almayı başardı.

Peki dün AKP ve AK Parti lideri olan başbakan için söyledikleri ne olacak? Söylediklerini inkâr mı edecek?

Bu konuda elimde bir haber var; oda şöyle:

AKP Genel Başkan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, TV8’de katıldığı programda HAS Parti Genel Başkanı olduğu dönemde söylediği “Karunlaşmayacağız, Firavunlaşmayacağız, Belamlaşmayacağız” sözlerinin arkasında durduğunu belirtti.

Bahsi geçen sözlerini hem kendi siyaseti için hem de herkes için söylediğini ifade eden Kurtulmuş, şu açıklamayı yaptı:

    “Bu benim Genel Başkanlığa ilk başladığım dönemden itibaren söylediğim sözlerdi. Biz medeniyet değerleri üzerinde siyaset yapılmasını doğru buluyoruz. Bunun en temel değerlerinden birisi de ‘insanların eşitliği’ prensibidir. Yani bütün insanlar yaradılışta eşittir, bu eşitliği bozan birtakım toplumsal hastalıklar vardır, bunların ortadan kaldırılması siyasetin temel vazifesidir. Bunlardan birisi de Karunlaşmak’tır. Yani mali gücü eline alarak ‘ben insanlardan üstünüm’ demektir. Bir diğeri Firavunlaşmak’tır. Yani siyasal gücü eline alarak üstünlük iddiasında bulunmaktır. Üçüncüsü de dini açıdan insanların üzerinde bir üstünlük iddiasında bulunmaktır. Bu söylediğim şey medeniyet siyasetinin genel çerçevesidir. Bunu her yerde söyledim. Hem kendi siyasetim için hem de herkes için bu sözleri söyledim ben.”


Gördüğünüz gibi az sözler değil bu sözler. AKP’ye dolaylı olarak siz Karunlaştınız, siz Firavunlaştınız diyordu. Yani ekonomik ve siyasi gücü ele geçirdikten sonra dindarlığınızı kullanarak siz kendinizi diğer insanlardan üstün görmeye ve baskıcı davranmaya başladınız demek istiyordu. Bununla da kalmayıp devam ediyordu. Elimdeki haberden okuyalım mı?

“HAS Parti’yi kurduktan sonra siyasette yeni bir tarz ve yeni bir üslup yaratmak iddiasıyla yola çıktıklarını ifade eden Kurtulmuş, Tayyip Erdoğan başta olmak üzere AKP’nin siyaset tarzını ‘kamplaşmacı ve gerilimli’ olmakla eleştirmekteydi.

HAS Parti döneminde neoliberalizm karşıtı söylemleriyle dikkat çeken Kurtulmuş, AKP’yi Kemal Derviş’in ekonomik programını izleyerek Türkiye’deki herkesi borçlu hale getirmek, fabrikaları kapatmak, çiftçi ve esnafın işlerinin bozulmasına neden olmak, Türkiye’yi işsizlik ve fukaralık sürecine sürüklemekle suçluyordu. Bu dönemde özelleştirmelere de karşı çıkan Kurtulmuş’un ülke tarihinin en özelleştirmeci partisine Ekonomi İşlerinde Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı olduktan sonra bu konuda ne açıklama yapacağı merak edilmekte.

“Batı tarafından biçilen rol model Yeni Osmanlıcılık’ı kabul etmemek lazım”
AKP’nin dış siyasetini de eleştiren Kurtulmuş, Afganistan’da ve Lübnan’da emperyalist güçlere aracılık yapıldığını belirtmiş, Kürecik’teki füze kalkanına ise karşı çıkarak Türkiye’nin İran’a saldırının örgütlenmesi için ABD’nin oyuncağı olduğunu söylemişti. Kurtulmuş Yeni Osmanlıcılık politikasını ise şu sözlerle eleştirmişti:

“AKP’ye bölgede güç odağı olması için Yeni Osmanlıcılık diye Osmanlı’yı bitiren Batı tarafından biçilen rol modelini kabul etmemek lazım.”

Dediği her söze imzamı atarım. Bütün söyledikleri ülkemizin yaşadığı, gelecekte yaşayacağı gerçeklerdir. Ne oldu da bütün bunlara rağmen taraf değiştirdi. 

Şimdi bu okuduklarınızın ardından eski cumhurbaşkanımızın dediği gibi “Dün dündür, bugün bugündür” demez misiniz?



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com


Yayın Tarihi: 22.10.2012
    

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 145


(Yahya Kemal Beyatlı 2)
  
Merhaba sevgili okurlar. Geçen hafta sizlere batı eğitimi almış olmasına rağmen batı şiir tarzına yönelmeyerek Tevfik Fikret, Mehmet Akif Ersoy ve Ahmet Haşim’le birlikte dört aruzculardan ve Türk şiirinin dev şairi Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirlerini sunmaya başlamıştım. Bu gün kaldığımız yerden devam etmeden önce kendisini yeni nesilleri de düşünerek tekrar tanıtmak istiyorum.

Asıl adı Ahmed Agâh olan şairimiz 2 Aralık 1884 tarihinde Üsküp’te doğdu. Ünlü divan şairi Leskofçalı Galip’in yeğeni Nakiye Hanımla, dönemin Üsküp Belediye Başkanı İbrahim Naci Bey’in oğludur. İlk öğrenimini Üsküp’te gördü. Ailesinin 1897’de göç etmesiyle yerleştikleri Selanik’ten annesinin veremden ölmesi, bir süre sonra babasının evlenmesi üzerine Üsküp’e döndü. Fakat Üsküp’te kalamadı, kısa sürede Selanik’e döndü. “Esrar” takma adıyla şiirler yazdı. 1902’de orta öğrenimi görmek üzere İstanbul’a gitti. Vefa İdadi’sine (Lisesine) girdi. Hemen ardından Servet-i Fünuncu “İrtika” ve “Malumat” dergilerinde Agâh Kemal takma adıyla şiirlerini yayınladı. İstanbul’da Vefa İdadisi’nden mezun olduktan sonra, Jön Türklere katılmak için 1903’te Paris’e kaçarak gitti. Paris’te Ahmet Rıza, Sami Paşazade Sezai, Mustafa Fazıl Paşa, Prens Sabahattin, Abdullah Cevdet, Abdülhak Şinasi Hisar gibi Jön Türklerle tanıştı. Hiç bilmediği Fransızcayı bu sırada çok kısa sürede öğrendi. Paris’te bulunduğu yıllarda Siyasal Bilgiler Yüksek Okulu’nu bitirdi. 1912’de İstanbul’a döndü. Çalışma hayatına öğretmenlikle başladı. Daha sonraları öğretim görevlisi, milletvekilli, büyükelçi oldu. Yahya Kemal, yurt dışında edindiği yüksek nitelikli beğenisiyle Batı şiirine yönelme yerine, geleneksel divan şiiri içinde kalmayı, aruz vezniyle şiir yazmayı yeğlemiştir. Dilimize biçime çok önem verdiği, dil işçiliğini ustalıkla sergilediği olağanüstü şiirler kazandırmış, bütün bunlara rağmen sağlığında hiç şiir kitabı yayınlamamıştır.
1957’de bir çeşit bağırsak iltihabına yakalandı ve tedavi için Paris’e gitti. Cerrahpaşa Hastanesi’nde 2 Kasım 1958’de öldü. Cenazesi Rumelihisarı Mezarlığı’na defnedildi.

...

SES

Günlerce ne gördüm ne de kimseye sordum,
‘Yarab! hele kalp ağrılarım durdu!’ diyordum.
His var mı bu alemde nekahat gibi tatlı
Gönlüm bu sevincin heyecanıyla kanatlı
Bir taze bahar alemi seyretti felekte,
Mevsim mütehayyil, vakit akşamdı Bebek’te,
Akşam!.. Lekesiz, saf, iyi bir yüz gibi akşam!..
Ta karşı bayırlarda tutuşmuş iki üç cam;
Sakin koyu, şen cepheli kasrıyle Küçüksu,
Ardında vatan semtinin ormanları kuytu;
Bir neşeli hengâmede çepçevre yamaçlar
Hep aynı tehassüsle meyillenmiş ağaçlar
Dalgın duyuyor rüzgârın ahengini dal dal.
Baktım süzülüp geçti açıktan iki sandal.
Bir lahzada bir pancur açılmış gibi yazdan
Bir bestenin engin sesi yükseldi boğazdan
Coşmuş yine bir aşkın uzak hatırasıyla,
Aksetti uyanmış tepelerden sırasıyla,
Dağ dağ o güzel ses bütün etrafı gezindi:
Görmüş ve geçirmiş denizin kalbine sindi.
Ani bir üzüntüyle bu rüyadan uyandım.
Tekrar o alev gömleği giymiş gibi yandım,
Her yerden o,hem aynı bakış ,aynı emelde,
Bir kanlı gül ağzında ve mey kasesi elde;
Her yerden o, hem aynı güzellikte göründü,
Sandım bu biten gün beni ram ettiği gündü.

YAHYA KEMAL BEYATLI

***

SESSİZ GEMİ

Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.

Biçare gönüller. Ne giden son gemidir bu.
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu.

Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki, giden sevgililer dönmeyecekler.

Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden.
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden

YAHYA KEMAL BEYATLI

***

SİSTE SÖYLENİŞ

Birden kapandı birbiri ardınca perdeler...
Kandilli, Göksu, Kanlıca, İstinye nerdeler?

Som zümrüt ortasında, muzaffer, akıp giden
Firuze nehri nerde? Bugün saklıdır, neden?

Benzetmek olmasın sana dünyada bir yeri;
Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri.

Bir devri lanetiyle boğan şairin Sis'i.
Vicdan ve ruh elemlerinin en zehirlisi.

Hülyama bir eza gibi aksetti bir daha;
-Örtün! Muebbeden uyu! Ey şehr! -O beddua...

Hayır bu hal uzun süremez, sen yakındasın;
Hala dağılmayan bu sisin arkasındasın.

Sıyrıl, beyaz karanlık içinden, parıl parıl
Berraklığında bilme nedir hafta, ay ve yıl.

Hüznün, ferahlığın bizim olsun kışın, yazın,
Hiç bir zaman kader bizi senden ayırmasın.

YAHYA KEMAL BEYATLI

***

SÜLEYMANİYEDE BAYRAM SABAHI

Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede
Bir mehabetli sabah oldu Süleymaniye'de
Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,
Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi
Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan,
Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan.
Gecenin bitmeğe yüz tuttuğu andan beridir,
Duyulan gökte kanad, yerde ayak sesleridir.
Bir geliş var!.. Ne mübarek, ne garib alem bu!..
Hava boydan boya binlerce hayaletle dolu...
Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir;
O seferlerle açılmış nice yerlerdendir.
Bu sukünette karıştıkca karanlıkla ışık
Yürüyor, durmadan, insan ve hayalet karışık;
Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya,
Giriyor, birbiri ardınca, ilahi yapıya.
Tanrının mabedi her bir tarafından doluyor,
Bu saatlerde Süleymaniye tarih oluyor.
Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı
Adamış sevdiği Allah'ına bir böyle yapı.
En güzel mabedi olsun diye en son dinin
Budur öz şekli hayal ettiği mimarının.
Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,
Seçmiş İstanbul'un ufkunda bu kudsi tepeyi;
Taşımış harcını gazileri, serdarıyle,
Taşı yenmiş nice bin işcisi, mimarıyle.
Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne,
Uhrevi bir kapı açmiş buradan gökyüzüne,
Taa ki geçsin ezeli rahmete ruh orduları..
Bir neferdir bu zafer mabedinin mimari.
Ulu mabed! Seni ancak bu sabah anlıyorum;
Ben de bir varisin olmakla bügün mağrurum;
Bir zaman hendeseden abide zannettimdi;
Kubben altında bu cumhura bakarken şimdi,
Senelerden beri ru'yada görüp özlediğim
Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim.
Dili bir, gönlü bir, imanı bir insan yığını
Görüyor varliğının bir yere toplandığını;
Büyük Allah'ı anarken bir ağızdan herkes
Nice bin dalgalı Tekbir oluyor tek bir ses;
Yükselen bir nakaratın büyüyen velvelesi,
Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi!
Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri
Dinliyor vecd ile tekrar alınan Tekbir'i
Ne kadar saf idi siması bu mu'min neferin!
Kimdi? Banisi mi, mimarı mı ulvi eserin?
Taa Malazgirt ovasından yürüyen Türkoğlu
Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu,
Yüzü dünyada yiğit yüzlerinin en güzeli,
Çok büyük bir iş görmekle yorulmuş belli;
Hem büyük yurdu kuran hem koruyan kudretimiz
Her zaman varlığımız, hem kanımız hem etimiz;
Vatanın hem yaşıyan varisi hem sahibi o,
Görünür halka bu günlerde teselli gibi o,
Hem bu toprakta bugün, bizde kalan her yerde,
Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde.
Karşı dağlarda tutuşmus gibi gül bahçeleri,
Koyu bir kırmızılık gökten ayırmakta yeri.
Gökte top sesleri var, belli, derinden derine;
Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine.
Çok yakından mı bu sesler, cok uzaklardan mı?
Üsküdar'dan mı? Hisar'dan mı? Kavaklar'dan mı?
Bursa'dan, Konya'dan, İzmir'den, uzaktan uzağa,
Çarpıyor birbiri ardınca o dağdan bu dağa;
Şimdi her merhaleden, taa Beyazıd'dan, Van'dan,
Aynı top sesleri birbir geliyor her yandan.
Ne kadar duygulu, engin ve mübarek bu seher!
Kadın erkek ve çocuk, gönlü dolanlar, yer yer,
Dinliyor hepsi büyük hatıralar rüzgarını,
Çaldıran topları ardınca Mohaç toplarını.
Gökte top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor?
Mutlaka her biri bir başka zaferden geliyor:
Kosva'dan, Niğbolu'dan, Varna'dan, İstanbul'dan..
Anıyor her biri bir vak'ayı heybetle bu an;
Belgrad'dan mı? Budin, Eğri ve Uyvar'dan mı?
Son hudutlarda yücelmiş sıra-dağlardan mı?
Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?
Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!..
Adalar'dan mı? Tunus'dan mı, Cezayir'den mi?
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi
Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor;
O mübarek gemiler hangi seherden geliyor?
Ulu mabedde karıştım vatanın birliğine.
Çok sükür Tanrıya, gördüm, bu saatlerde yine
Yaşıyanlarla beraber bulunan ervahı.
Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı.

YAHYA KEMAL BEYATLI

***

ŞARKI

Ah eden kimdir bu saat kuytuda
Sustu bülbüller,hıyaban uykuda
Şimdi ay bir serv-i simindir suda
Esme ey bad,esme canan uykuda

Başka aşıklardan almışsan nefes
Başka yerden, başka vadilerden es
Doğmasın ruhunda ani bir heves
Esme gülşenden ki canan uykuda

YAHYA KEMAL BEYATLI

***

ŞARKI

Kalbim yine üzgün seni andım da derinden;
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden!
Üzgün ve kırılmış gibi en ince yerinden,
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden!

Senden boşalan bağrıma göz yaşları dolmuş!
Gördüm ki yazın bastığımız otlar solmuş.
Son demde bu mevsim gibi benzimde kül olmuş.
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden!

YAHYA KEMAL BEYATLI

***

TERCİH

Dünyada ne ikbal ne servet dileriz
Hattâ ne de ukbâda saadet dileriz
Aşkın gül açan bülbül öten vaktinde
Yaranla tarab yâr ile vuslat dileriz.

YAHYA KEMAL BEYATLI

***

VUSLAT

Bir uykuyu cananla beraber uyuyanlar,
Ömrün bütün ikbalini vuslatta duyanlar,
Bir hazzı tükenmez gece sanmakla zamanı,
Görmezler ufuklarda, şafak söktüğü anı...

Gördükleri ru'ya ezeli bahçedir aşka;
Her mevsimi bir yaz ve esen ruzgarı başka.
Bülbülden o eğlencede feryad işitilmez;
Gül solmayı; mehtab, azalıp gitmeyi bilmez...

Gök kubbesi her lahza, bütün gözlere mavi...
Zenginler o cennette fakirlerle müsavi;
Sevdaları hülyalı havuzlarda serinler,
Sonsuz gibi, bir fiskiye ahengini dinler.

Bir ruh, o derin bahçede bir defa yaşarsa
Boynunda O'nun kolları, koynunda O varsa,
Dalmışsa O'nun saçlarının rayihasiyle,
Sevmekteki efsunu duyar her nefesiyle.

Yıldızları, boydan boya doğmuş gibi, varlık
Bir mucize halinde o gözlerdendir artık.
Kanmaz, en uzun buseye, öptükçe susuzdur
Zira, susatan zevk, o dudaklardakı tuzdur.

İnsan ne yaratmışsa yaratmıştır o tuzdan...
Bir sır gibidir azçok ilah olduğumuzdan.
Onlar ki bu güller tutuşan bahçededirler.
Bir gün nereden hangi tesadüfle gelirler?

Aşk, onları sevkettiği günlerde, kaderden
Rüzgar gibi bir sevk alır, oldukları yerden.
Geldikleri yol, ömrün ışıktan yoludur o!
Alemde bir akşam ne semavi koşudur o!

Dört atlı o gerdune, gelirken dolu dizgin,
Sevmiş iki ruh ufku görürler daha engin,
Simaları her lahza parıldar bu zeferle;
Gök, her tarafından, donanır meş'alerle!

Bir uykuyu cananla beraber uyuyanlar,
Varlıkta bütün zevki o cennette duyanlar
Dunyayı unutmuş bulunurken o sularda,
-Zalim saat ihmal edilen vakti çalar da-

Bir an uyanırlarsa leziz uykulardan,
Baştanbaşa, heryer kesilir kapkara, zindan...
Bir faciadır böyle bir alemde uyanmak...
Günden güne, hicranla bunalmış gibi, yanmak...

Ey tali! Ölümden ne beterdir bu karanlık!
Ey aşk! O gönüller sana maloldular artık!
Ey vuslat! O aşıkları efsuna ramet!
Ey tatlı ve ulvi gece! Yıllarca devam et!

YAHYA KEMAL BEYATLI

***

Yahya Kemal Beyatlı’ya ayırdığım şiir köşemizin de bu ikinci ve son bölümününde sonuna geldik. Hepinize iyi bir hafta sonu diliyorum. Haftaya görüşmek umuduyla..


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com



Yayın Tarihi: 21.10.2012 

MAL BEYANI


Canlılar içinde elde ettiklerini kâh koruma amacıyla saklayarak, kâh gelecekte kullanılmak amacıyla biriktirerek uzun süreli birikimler yapan bir tek insandır. Doğaya hiç karşı konulamayan çağların yokluk zamanlarına önlem olarak ortaya çıkan bu alışkanlıkla zenginlikler oluştu. Erzağı, yakacağı çok olan; geniş, zamanla konforlu olan barınaklara, soğuktan ve sıcaktan korunmak için vücuda atılan örtülerle başlayan, zamanla çeşitlenerek gelişen giyeceklere sahip olan, erzak üretmek için bir ve birden fazla sayıda üretim araçlarını elinde bulunduran zengin sayılmıştır. İşte bu zenginleşme, zenginleşen insanların, diğer insanlardan farklılaşmalarına, bir adım öne çıkararak daha çok göz önünde olmalarına yol açmıştır. Zenginleşme yolu her zaman şüpheyle karşılandığı için zenginleşerek göz önünde olan insanların nasıl zenginleştikleri önem kazanmıştır. Özellikle yönetici olanların hatır kullanıp öncelik kazanarak, başka insanları ezip inciterek zenginleşmeleri engellenmeye çalışılmıştır. Gelişen çağlarla böyle bir zenginleşmenin önüne mal beyanıyla geçileceği düşünülmüştür.

Mal beyanı bol akçeli veya nüfus kullanmaya uygun işlerde çalışacaklardan istenebildiği gibi, öyle işlerde çalışanların kendilerini aklamak için isteyebilecekleri/gösterebilecekleri bir varlık dökümüdür. Durduk yerde kimse kendisine mal beyan etmez. Zaten o malın içinde yaşıyordur, onun getirisi varsa onu kullanıp harcıyordur. Ticaret yada bir mevki işgal edip yöneticilik yapmıyorsa kimse buna gerek görmez çünkü. Bazı durumlarda hakkı olan olmayan diğer kişiler bu maldan hak talep etmesin diye mal dökümü gizlenir, salkınır bile.

Mal beyanı içine bence sağlıkta alınmalı. Çünkü en büyük servet o. Onsuz servet, servet değildir. Hatta doğayı bile içine katmalı. Temiz bir doğa beden ve ruh sağlığı için şart! Bana kalırsa övüncümüz bunlar olmalıdır. Bir delinin mal beyanı gibi görünsede asıl zenginlik o zaman görünecektir. Çünkü doğadan koparsa “TÜM GELİŞMELERE RAĞMEN ASLINDA İNSAN FAKİRDİR”. Bu başlıkta yazımı okuyanlar bilir zengin bir baba oğluna ne kadar zengin ve rahat yaşadıklarını göstermek için gittikleri çok fakir bir kasabadan dönerlerken oğlun babaya söyledikleri çok anlamlıdır. O satırları olduğu gibi tekrar veriyorum.

“-Şunu gördüm, dedi oğlu. Bizim evde bir köpeğimiz, onların dört köpeği var. Bizim evde bahçenin yarısına kadar gelen bir havuzumuz, onların kilometrelerce uzunluğunda dereleri var. Bizim bahçede ithâl lâmbalarımız, onların yıldızları var. Bizim taraçamız ön bahçeye kadar, onların ki ise ufka kadar uzanıyor. Ufaklık konuşurken, babası şaşkınlıktan tek kelime
bile edemedi. Ve çocuk ekledi:

-Ne kadar fakir olduğumuzu gösterdiğin için, teşekkür ederim babacığım!”

Zenginliğin ne olduğundan çok ne olması gerektiğini Büyük usta Can Yücel bir delinin mal beyanın adlı şiirle şöyle açıklamış.

BİR DELİNİN MAL BEYANI..

1-Avşa adasında üç daire, dört üçgen, beş dikdörtgen
2-Gökyüzünde bi bulut
3-Bitlis’te beş minare
4-Bir yazlık biri kışlık iki platonik sevgili
5-Büro mobilyası ve çelik kapı üreten bir fabrikanın öğle üzeri yaslanıp sigara içilen beyaz duvarı
6-Islıkla da çalınabilen dört anonim türkü
7-Palandökende bi palan, iki döken
8-Kastamonu da üç kasto
9-Üç fay hattı
10-Bir çarşamba, iki perşembe, üç cuma
11-Dünyada mekân
12-Ahirette iman
13-Denizde kum
14-Uzayda yerçekimsizlik
15-Bi çuval gazoz kapağı
16-Bi kibrit kutusu sigara izmariti
17-Onsekiz saç biti
18-Biri İngilizce 6 adet küfür
19-Yirmi tane boş naylon poşet
20-Sevenlerin kalbinde kurulmuş bir taht
21-Bi sürü saç sakal, kıl, tüy, yün
22-Üç ayrı parkta üç ayrı belediyeye ait üç ayrı banka reklamlı bank
23-Bi ayakkabı çekeceği
24-Üç don lastiği
25-İki büyük taş kütlesi
26-Bir adet ağaç gölgesi
27-Üç kuş kanadı sesi
28-Bi sürü kedi köpek
29-Bi marmara denizi
30-Camına yaslanıp seyredilen iki piliç çevirmeci
31-Her aksam karıştırılan dört çöp bidonu
32-Çalıp çalıp kaçılan beş melodili apartman zili
33-Nakit 15 lira
34-Anne babadan kalma yarısı yaşanmış bi ömür

CAN YÜCEL

***

Hayat şiirlerde mi, şiirlerle mi güzel? Ne dersiniz? Aslında kim ne derse desin, kader dediğimiz hayat hikâyemizin özeti bir mal beyanından başka nedir ki...


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com


Yayın Tarihi: 19.10.2012

İKİ SANATÇININ ÖLÜMÜ ÜSTÜNE DÜŞÜNDÜKLERİM 2



Öte yandan Neşet Ertaş’a ne kadar kulak verdik? Yılmaz Özdil’in belirttiği gibi;

“Senelerce ‘kendim ettim kendim buldum, gül gibi sarardım soldum, eyvahh’ diye haykırdı... İktidar tercihlerimizin nakaratını bundan daha güzel özetleyen var mıydı?”

Bize yakışmayacak iş seçiminden eş seçimine kadar ne kadar hata varsa yapmadık mı? İş ve eş seçilebilir şeyler. Ana-baba, kardeş ve yurt seçilemez. Nereye giderseniz gidin siz onlara ve oraya aitsiniz. Ama yurdu yönetmeye talipler arasından aklı başında tercihler yapabilirsiniz. Yapamazsanız Neşet Ertaş’ın Türküsü “Eyvah”ı dizlerinizi döverek söylersiniz.

Siyaset her şeyi propaganda aracı yapmadan öne türkülerimizi art düşüncelere kapılmadan söylerdik. Türkülerimiz hal-i pür melâlimizi anlatırdı.

“Dane dane benleri var yüzünde, can alcı bakışları gözünde, binbir dat var edasında nazında, dünyada yârden datlı var m’ola, sallanı sallanı gelen yar m’ola”yı bilirsiniz... Buram buram Anadolu kokar ve şöyle devam eder: “Küpeleri ağır düşer kulaktan, zülüfleri tel tel etmiş yanaktan, ağzı şeker bal akıyor dudaktan...”

Anadolu kadınının örtünmesi şehirli kadın gibi değil, daha yerel, daha millidir. Şehirli kadın tüketim merkezlerinin kışkırtmalarının sonucu Fransız bozması bir şıklık esiridir. Oysa dinimiz sadeliği ve basit biçimde örtünmeyi, örtünürken renk ve biçimlerle daha dikkat çekici olmaktan kaçınmayı önerir. Anadolu kadını yüzyılların eseri olarak tarzını bulmuştur. Onun örtünmesi daha samimidir. Küpelerinin, zülüflerinin görünmesi onun için tahrik konusu değildir. Tabiî ki bu sözler ortaya çıktığında Neşet Ertaş bu düşünceler içinde değildi. Siyasetçiler bu konuyu sömürü konusu yapmamışlardı henüz. Fakat bugün bakınca durum farklı görünüyor.

Giderek nasıl bir millet oluyoruz biz yahu? Bölücülük, cinsel istismar, kadın cinayetleri... hangi birini ele alsanız bitiremezsiniz. Yılmaz Özdil Neşet Ertaş’ın bir türküsüne vurgu yaparak;

“Doyulur mu doyulur mu, canana kıyılır mı, cananına kıyanlar, hak’kın kulu sayılır mıyı anlasaydı bu memleket, kadın cinayetleri olur muydu?”

diye sormuş, toplumsal dikişlerimizin neden söküldüğünün açıklamasını yapmıştır. Kadın yardır, yarandır, annedir, evlattır. Kadında, erkekte, tek başlarına olduklarında insanın yarısıdırlar. “Yarım”lardan biri diğer “yarım”ı yok ederek nasıl bütün olabilir? Bu “yarım”lardan kurulu bir toplum olabilir mi? İçinde kendisini oluşturan “yarıma” sevgi duymayan kendisini ne kadar severse sevsin eksik ve “yarım” bir sevgidir. Böyle bir özseverlikle kendini mahvetmekten öteye gidemez.

Sadece kendini sevenlerin yani özseverlerin manevi açlıklarını mal mülkle kapatmaya çalıştıklarını görüyoruz. Yılmaz Özdil bunu gene Neşet Ertaş’ın bir başka türküsüne vurgu yaparak soruyor.    

“Nedeceksin bu kadar malı... İşte görünüyor dünyanın halı. Kime diyordu bunu sence?”

Kimse malını mülkünü öte dünyaya götüremez. Kefenden başka bir şeyle toprağa girmeyeceğiz. Ama herkeste öyle bir mal edinme telaşı var ki; kimse ölmeyecek sanırsınız.

Rahmetli Neşet Ertaş’ın bunların yanı sıra bütün o açılımcı maçılımcılara türkü dersi verişini Yılmaz Özdil’den dinleyelim.

“Alt kültürüz, üst kültürüz, etnik kökeniz, aynı sazın teliyiz filan da... Türkü söyler dillerimiz, ne güzeldir ellerimiz, bağlamada tellerimiz, türkü sever, türkü söyler, Türk’üm diyen demiyor muydu?”

Bu ülkede Ben Türk’üm dediğimde “Ne yani biz gavur muyuz?” diyenler var. Kürdüm, lazım çerkezim derseniz kimse size aynı sözü demiyor ama. Bugün açılımın geldiği noktada “Türk” adı ülke üstünden silinmek istenmektedir. Türk olmak henüz suç ilan edilmedi ama ilan edilirse de şaşırmam.  

Bu yolda gelişme kaydedebilmek için kendilerini liberal olarak nitelendiren kişiler ticaretin küreselleşmesini şiddetle savunarak dünyanın Amerikan mandasının altına girmesine katkıda bulundular. Bugünkü çorba gibi durumumuzu Yılmaz Özdil Neşet Ertaşın bir türküsüyle anlatmış. 

“Atı olan el atına biner mi... Yiğid olan ikrarından döner mi? A liboş.”

İki farklı müzik türünden iki büyük sanatçımızı uğurlarken nerden nereye savrulduğumuzu görüpte hüzünlenmemek mümkün mü? Berkant bugün özel okullarda bile olmayan eğitimci kadrosu ve eğitim sisteminin sonucunda “Samanyolu” şarkısını söylerken, Neşet Ertaş’ı anlamayan toplum bölünmenin eşiğine geldi.

BİTTİ


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com


Yayın Tarihi: 17.10.2012

İKİ SANATÇININ ÖLÜMÜ ÜSTÜNE DÜŞÜNDÜKLERİM 1


Geçtiğimiz haftalarda iki farklı dalda iki sanatçımızı kaybettik. Ortak konuları müzikti. Biri halk müziğinde dev bir isim; Neşet Ertaş, diğeri Türk pop müziğinin temellerinin atılmasına sesiyle katkıda bulunan; Berkant Akgürgen. Onu kimse soyadıyla tanımazdı. Belki adını duyunca kim olduğunu anladınız ama iyice pekiştirmek için belirteyim; unutulmaz şarkı “Samanyolu”nun unutulmaz şarkıcısı Berkant. İkiside aynı hafta içinde aramızdan ayrıldılar.
Allah ikisinede rahmet eylesin.

Bu iki sanatçımızı ne kadar anladık, kendine bunu sormak kimsenin aklına hiç gelmez mi?
Yılmaz Özdil iki yazıda bunu sormuş. Bu iki yazıyı birleştirince ortaya koskoca bir cumhuriyet çıkıyor. Örnek vermek gerekirse Berkant’la ilgili yazdıklarında bakın. Orda 1938 doğumlu Berkant’ın genç yaşlarda iken orkestra kurmak fikrini nerden kazandığı soruluyor.

“... 65 sene evvel, ilkokuldayken, memleketin yüzde 90’ında radyo bile yokken, mızıka ve akordeon çalmayı kimden öğrenmişti? Henüz 14 yaşındayken, Frank Sinatra, Dean Martin, Nat King Cole şarkılarından oluşan repertuvara nasıl sahip olabilmişti? Dedim ya, 1938’de köyde dünyaya gelen çocuk... 18 yaşındayken orkestra kurmayı, hangi vizyonla akıl etmişti? Saksafon çalmayı?”

Yılmaz Özdil cevabını gene kendisi veriyor.

“Babası Hasan Akgürgen’in Köy Enstitüleri’ndeki görevi nedeniyle Ankara’nın Hasanoğlan Köyü’nde dünyaya gelmiş, ilkokula Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde başlamış, babasının tayini gereği, Bilecik’e Denizli’ye gitmiş ama, ailesi tarafından hep “köy enstitüsü ruhu”yla büyütülmüştü.”

Büyüyen, gelişen bir ülkenin köy enstitüleriyle yetinip kalması elbette düşünülemez,çünkü köy enstitüleri köyden göçü önleyici bir etkisi olmakla birlikte köylülüğün ortadan kalkmamasını, buna bağlı olarak üretim önceliklerinin değişmemesini sağlar. Buda sanayileşme arzusunu engelleyici etki taşır. Ama cumhuriyetin ilk yıllarında üstlendiği rol ve başardığı iş tartışılamaz. Hatta bugün bile böyle kaliteli bir eğitimin özel okullarda bile verilemeyeceğini şu isimlere bakarsanız görürsünüz.



“Berkant’ın temel eğitimini aldığı Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde... Tarih derslerini Ordinaryüs Profesör Enver Ziya Karal, zooteknik derslerini Profesör Selahattin Batu, ekonomi derslerini Profesör Muhlis Ete, kültür-edebiyat derslerini Sabahattin Eyüboğlu, ziraat derslerini Profesör Kazım Köylü, coğrafya derslerini Profesör Ferruh Sanır veriyordu. Peki ya müzik derslerini? Âşık Veysel ve Ruhi Su!”

Haksız mıyım? Gençleri eğiten Ordinaryüs Profesör Enver Ziya Karal’ı tanıdınız mı? “Geçmişten Günümüze Şehrimizin Ünlüleri” yazı dizimizde övünçle andığım en önemli isimlerden biriydi. Diğer isimler de ulusal övüncümüzdür. Şimdi hangi özel okulda böyle isim varki?    

“Ankara Konservatuvarı’nın saygın ustaları, klasik müzik öğretiyordu. 1945 senesinde, Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün enstrüman demirbaşı şöyleydi: 259 mandolin, 55 keman, 37 bağlama, 8 akordeon, 3 piyano, 3 davul, 1 metronom, 1 pikap... “Harika çocuk”lar Suna Kan ve İdil Biret, enstitüye misafir getiriliyor, köy çocuklarını teşvik için yaşıtlarından keman ve piyano dinletiliyordu. Âşık Veysel ve Ruhi Su ise saz çalmasını öğretiyordu. Benim canım Veyselim, enstitü bahçesine kiraz fidanı dikmiş, seneler sonra ziyaret edip kollarını açarak kiraz ağacına sarılmış, nasıl boy verdiğini hissetmişti.”

Liseler bugün yarış atı yetiştirme yuvası olmuştur. Buradan mezun olanların ne kendilerine nede millete verecekleri hiçbir şey yoktur. Eğitimde kalite düşürüle düşürüle gelinen nokta işte budur. Oysa cumhuriyetin varlığı kaliteli insan yetiştirmeye bağlıydı. Yurdunu ve dünyayı anlayan bireyler var oldukça bir ülke gelişir ve yükselirdi.

“Resim yapıyorlar, voleybol oynuyorlardı. Sinema salonu vardı. Tiyatro salonu vardı.”

Sanatı bir ülkeden kovdunuz mu? O ülkenin kalitesi düşer. Sanat eğitimini okullara yük olarak görürseniz, gereksiz görürseniz gereksiz işlerle uğraşan gereksiz insanlar yetiştirmiş olursunuz. O dönemlerdeki kalite ne derseniz deyin tutturulamamıştır.

“Mozart, Vivaldi, Beethoven dinliyorlar; Gorki, Tolstoy, Zola okuyorlardı. Moliere’in Kibarlık Budalası’nı, Sofokles’in Kral Oedipus’unu, Gogol’un Müfettiş’ini sahneliyorlardı. Mesela, bir mezuniyet töreni programı sırasıyla şöyleydi: İstiklal Marşı, bağlama konseri, türküler, mandolin konseri, şiirler, keman konseri, piyano konseri, koro, Anton Çehov’un Bir Evlenme Teklifi, diploma takdimi, topluca zeybek...”

Berkant böyle bir kültür yuvasından çıkmış, besteci Metin Bükey’in muhteşem “Samanyolu”  şarkısını bu bilinçle ve tadına doyamadığım sesiyle ölümsüzleştirmiştir.


DEVAM EDECEK


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com


Yayın Tarihi15.10.2012

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 144


 (Yahya Kemal Beyatlı 1)

Merhaba sevgili okurlar. Bugün sizlere batı eğitimi almış olmasına rağmen batı şiir tarzına yönelmeyerek Tevfik Fikret, Mehmet Akif Ersoy ve Ahmet Haşim’le birlikte dört aruzculardan ve Türk şiirinin dev şairi Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirlerini sunacağım. Önce kendisini yeni nesilleri de düşünerek tanıtmak istiyorum.

Asıl adı Ahmed Agâh olan şairimiz 2 Aralık 1884 tarihinde Üsküp’te doğdu. Ünlü divan şairi Leskofçalı Galip’in yeğeni Nakiye Hanımla, dönemin Üsküp Belediye Başkanı İbrahim Naci Bey’in oğludur. İlk öğrenimini Üsküp’te gördü. Ailesinin 1897’de göç etmesiyle yerleştikleri Selanik’ten annesinin veremden ölmesi, bir süre sonra babasının evlenmesi üzerine Üsküp’e döndü. Fakat Üsküp’te kalamadı, kısa sürede Selanik’e döndü. “Esrar” takma adıyla şiirler yazdı. 1902’de orta öğrenimi görmek üzere İstanbul’a gitti. Vefa İdadi’sine (Lisesine) girdi. Hemen ardından Servet-i Fünuncu “İrtika” ve “Malumat” dergilerinde Agâh Kemal takma adıyla şiirlerini yayınladı. İstanbul’da Vefa İdadisi’nden mezun olduktan sonra, Jön Türklere katılmak için 1903’te Paris’e kaçarak gitti. Paris’te Ahmet Rıza, Sami Paşazade Sezai, Mustafa Fazıl Paşa, Prens Sabahattin, Abdullah Cevdet, Abdülhak Şinasi Hisar gibi Jön Türklerle tanıştı. Hiç bilmediği Fransızcayı bu sırada çok kısa sürede öğrendi. Paris’te bulunduğu yıllarda Siyasal Bilgiler Yüksek Okulu’nu bitirdi. 1912’de İstanbul’a döndü. Çalışma hayatına öğretmenlikle başladı. Daha sonraları öğretim görevlisi, milletvekilli, büyükelçi oldu. Yahya Kemal, yurt dışında edindiği yüksek nitelikli beğenisiyle Batı şiirine yönelme yerine, geleneksel divan şiiri içinde kalmayı, aruz vezniyle şiir yazmayı yeğlemiştir. Dilimize biçime çok önem verdiği, dil işçiliğini ustalıkla sergilediği olağanüstü şiirler kazandırmış, bütün bunlara rağmen sağlığında hiç şiir kitabı yayınlamamıştır.
1957’de bir çeşit bağırsak iltihabına yakalandı ve tedavi için Paris’e gitti. Cerrahpaşa Hastanesi’nde 2 Kasım 1958’de öldü. Cenazesi Rumelihisarı Mezarlığı’na defnedildi.

...

AKINCILAR

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik

Haykırdı ak tolgalı beylerbeyi “ilerle”
Bir yaz günü geçtik tunadan kafilelerle

Şimşek gibi atıldık bir semte yedi koldan
Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan

Bir gün yine doludizgin atlarımızla
Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla

Cennette bu gün gülleri açmış görürüzde
Hala o kızıl hatıra gitmez gözümüzde

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik

YAHYA KEMAL BEYATLI

***

BİR BAŞKA TEPEDEN

Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça gönül tahtına keyfince kurul!
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.

Nice revnaklı şehirler görünür dünyada,
Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan.
Yaşamıştır derim en hoş ve uzun rüyada
Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan.

YAHYA KEMAL BEYATLI

***
  
ENDÜLÜS’TE RAKS

Zil, şal ve gül. Bu bahçede raksın bütün hızı...
Şevk akşamında Endülüs üç def'a kırmızı...

Aşkın sihirli şarkısı yüzlerce dildedir.
İspanya neşesiyle bu akşam bu zildedir.

Yelpâze çevrilir gibi birden dönüşleri,
İşveyle devriliş, saçılış, örtünüşleri...

Her rengi istemez gözümüz şimdi aldadır;
İspanya dalga dalga bu akşam bu şaldadır.

Alnında halka halkadır âşüfte kâkülü,
Göğsünde yosma Gırnata’nın en güzel gülü...

Altın kadeh her elde, güneş her gönüldedir;
İspanya varlığıyle bu akşam bu güldedir.

Raks ortasında bir durup oynar, yürür gibi;
Bir baş çevirmesiyle bakar öldürür gibi...

Gül tenli, kor dudaklı, kömür gözlü, sürmeli...
Şeytan diyor ki sarmalı, yüz kerre öpmeli..

Gözler kamaştıran şala, meftûm eden güle,
Her kalbi dolduran zile, her sîneden: ‘Ole!’

YAHYA KEMAL BEYATLI

***

ERENKÖY’DE BAHAR

Cânan aramızda bir adındı,
Şîrin gibi hüsn ü âna unvan,
Bir sahile hem şerefti hem şan,
Çok kerre hayâlimizde cânan
Bir şi'ri hatırlatan kadındı.

Doğmuştu içimde tâ derinden
Yıldızları mâvi bir semânın;
Hazzıyla harâb idim edânın,
Hâlâ mütehayyilim sadânın
Gönlümde kalan akislerinden.

Mevsim iyi, kâinât iyiydi;
Yıldızlar o yanda, biz bu yanda,
Hulyâ gibi hoş geçen zamanda
Sandım ki güzelliğin cihanda
Bir saltanatın güzelliğiydi.

İstanbul'un öyledir bahârı;
Bir aşk oluverdi âşinâlık...
Aylarca hayâl içinde kaldık;
Zannımca Erenköyü'nde artık
Görmez felek öyle bir bahârı.

YAHYA KEMAL BEYATLI

***

EYLÜL SONU

Günler kısaldı. Kanlıca'nın ihtiyarları
Bir bir hatırlamakta geçen sonbalarları.

Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa...
Yazlar yavaşça bitmese, günler kısalmasa...

İçtik bu nadir içki'yi yıllarca kanmadık...
Bir böyle zevke tek bir ömür yetmiyor, yazık!

Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor;
Lakin vatandan ayrılışın ıztırabı zor.

Hiç dönmemek ölüm gecesinden bu sahile,
Bitmez bir özleyiştir, ölümden beter bile.

YAHYA KEMAL BEYATLI

***

GEÇMİŞ YAZ

Rüya gibi bir yazdı. Yarattın hevesinle
Her anını, her rengini, her şiirini hazdan.
Hala doludur bahçeler en tatlı sesinle!
Bir gün, bir uzak hatıra özlersen o yazdan

Körfezdeki dalgın suya bir bak, göreceksin:
Geçmiş gecelerden biri durmakta derinden;
Mehtap... iri güller... ve senin en güzel aksin...
Velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde!

YAHYA KEMAL BEYATLI

***

HATIRLATAN

Hicran, gün ortasında öten bir horoz gibi,
Seslendi pek vakitsiz... İçim yandı ansızın.

Mazi yosunla örtülü bir göl ki yok gibi,
Mevsim serin ve bahçede yaprak yığın yığın.

Hicran gün ortasında neden böyle seslenir,
Birden hatırlatır unutan kalbe sevgiyi?

Keskin bir özleyişle hayal ettiren nedir.
Bir devre varsa insanın ömründe en iyi?

Ey sevgi anladım bu uzakta seda ile,
Ömrün yegâne lezzetidir hatıran bile.

YAHYA KEMAL BEYATLI

***

HAZAN BAHÇELERİ

Kalbim yine üzgün, seni andım da derinden
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden
Yorgun ve kırılmış gibi en ince yerinden
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden

Senden boşalan bağrıma gözyaşları dolmuş
Gördüm ki yazın bastığımız otları solmuş
Son demde bu mevsim gibi benzimde kül olmuş
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden

YAHYA KEMAL BEYATLI

***

MEHLİKA SULTAN

Mehlika Sultan'a aşık yedi genç
Gece şehrin kapısından çıktı:
Mehlika Sultan'a aşık yedi genç
Kara sevdalı birer aşıktı.

Bir hayalet gibi dünya güzeli
Girdiğinden beri rü'yalarına;
Hepsi meşhur, o muamma güzeli
Gittiler görmeye Kaf dağlarına.

Hepsi, sırtında aba, günlerce
Gittiler içleri hicranla dolu;
Her günün ufkunu sardıkça gece
Dediler: ''Belki bu son akşamdır''

Bu emel gurbetinin yoktur ucu;
Daima yollar uzar, kalp üzülür:
Ömrü oldukça yürür her yolcu,
Varmadan menzile bir yerde ölür.

Mehlika'nın kara sevdalıları
Vardılar cikrigi yok bir kuyuya,
Mehlika'nın kara sevdalıları
Baktılar korkulu gözlerle suya.

Gördüler: ''Aynada bir gizli cihan..
Ufku çepçevre ölüm servileri.....''
Sandılar doğdu içinden bir an
O, uzun gözlu, uzun saçlı peri.

Bu hazin yolcuların en küçüğü
Bir zaman baktı o viran kuyuya.
Ve neden sonra gümüş bir yüzüğü
Parmağından sıyırıp attı suya.

Su çekilmiş gibi rü'ya oldu!..
Erdiler yolculuğun son demine;
Bir hayal alemi peyda oldu
Göçtüler hep o hayal alemine.

Mehlika Sultan'a aşık yedi genç
Seneler geçti, henüz gelmediler;
Mehlika Sultan'a aşık yedi genç
Oradan gelmeyecekmiş dediler!..

YAHYA KEMAL BEYATLI

***

MOHAÇ TÜRKÜSÜ

Bizdik o hücumun bütün aşkıyle kanatlı;
Bizdik o sabah ilk atılan safta yüz atlı.

Uçtuk Mohaç ufkunda görünmek hevesiyle,
Canlandı o meşhur ova at kişnemesiyle!

Fethin daha bir ülkeyi parlattığı gündü;
Biz uğruna can verdiğimiz yerde göründü.

Gül yüzlü bir afetti ki her pusesi lale;
Girdik zaferin koynuna, kandık o visale!

Dünyaya veda ettik, atıldık dolu dizgin;
En son koşumuzdur bu! Asırlarca bilinsin!

Bir bir açılırken göğe, son def'a yarıştık;
Allaha giden yolda meleklerle karıştık.

Geçtik hepimiz dört nala cennet kapısından;
Gördük ebedi cedleri bir anda yakından!

Bir bahçedeyiz şimdi şehitlerle beraber;
Bizler gibi ölmüş o yiğitlerle beraber.

Lakin kalacak doğduğumuz toprağa bizden
Şimşek gibi bir hatıra nal seslerimizden!

YAHYA KEMAL BEYATLI

***

ÖZLEYEN

Gönlümle oturdum da hüzünlendim o yerde,
Sen nerdesin, ey sevgili, yaz günleri nerde!
Dağlar ağarırken konuşmuştuk tepelerde,
Sen nerde o fecrin ağaran dağları nerde!

Akşam, güneş artık deniz ufkunda silindi,
Hulya gibi yalnız gezinenler köye indi
Ben kaldım, uzaklarda günün sesleri dindi,
Gönlümle, hayalet gibi, ben kaldım o yerde.

YAHYA KEMAL BEYATLI

***

RİNDLERİN AKŞAMI

Dönülmez akşamın ufkundayız.Vakit çok geç;
Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç!
Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile,
Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle.
Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan
Geçince başlayacak bitmeyen sükunlu gece.
Guruba karşı bu son bahçelerde, keyfince,
Ya şevk içinde harab ol, ya aşk içinde gönül!
Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahud gül.

YAHYA KEMAL BEYATLI

***

RİNDLERİN ÖLÜMÜ

Hafız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış;
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle.
Gece; bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Şiraz’ı hayal ettiren ahengiyle.

Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.

YAHYA KEMAL BEYATLI

***

Bugünde Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirlerine yer vermeye başladığımız köşe yazımızın sonuna geldik. Hepinize iyi bir hafta sonu diliyorum. Haftaya şairimize ve şiirlerine yer vermeye devam edeceğim. Görüşmek umuduyla..


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com


Yayın Tarihi14.10.2012

SAVAŞLARA SAVAŞTA ÖLMEYECEK OLANLAR KARAR VERİR


Bizim kuşağımız Kıbrıs çıkartma harekâtı dışında bir savaş yaşamadı. O çıkartmada ülkemiz içinde bir arbede yaşanmadığı, bir adayla sınırlı kaldığı için çoğumuzun o zamanlardan aklında Hasan Mutlucan’dan dinlediğimiz kahramanlık türküleriyle, ışıkların dışarı sızdırılmadığı karartma geceleri var. Ülke olarak çok ekonomik sıkıntılar çektik, çok yokluklar gördük fakat hiç biri savaşta ortaya çıkan sıkıntı ve yokluklar gibi olamaz. Bizim kuşağın savaşla ilgisi bu kadardır. Güneydoğuda askerlik yapanlarında yaşadığı düşük yoğunluklu savaş densede bir savaş değildir. Çünkü savaş iki ordunun çarpışmasıdır. Ortada tek ordu varken bunun adına savaş denilemez.

Savaşa pikniğe gider gibi gidilmez. Oysa savaş çığırtkanlarına bakarsanız savaşa değil pikniğe gittiğinizi zannedersiniz. Hiçbir piknikte can verip can alınmaz. Bu sözü  2. dünya savaşını 3-9 yaşlarında, yani çocukluğunda yaşayan annemden çok duymuştum. Rahmetli babamda bu savaşta başlangıçta 11 yaşında, biterken 17 yaşında olduğu için daha yetişkin biri olarak o yıllardan örnekler verirdi. Anlattıkları tek şey hava akınlarının korkunçluğuydu. Eski uçakların gürültüsünü düşünürseniz hava akınının gelmekte olduğunu herkesin fark edebileceğini anlarsınız. Şimdi öylemi ya! Uçaklar o kadar seri ki, ses duyulmadan önce görünüyorlar, gürültüsünü duyduğunuzda her şey bitmiş ve onlar gitmiş oluyorlar bile. Arkalarında onulmaz yaralar bırakırlar. Arkalarında sadece ölüm ve yıkıntı kalır. Annesiz babasız bebeler, ilaçsız, doğru dürüst çalışamayan hastaneler.. açlık ve sefalet içinde az da olsa güvenle uyunulacak bir yer aranır durulur. Annemlerin ve babamların toprak ve bir iki inekleri olduğu için onlara topraksız ve hayvansız köylüler gelip getirdikleri bir teneke mısıra karşılık un isterlermiş. Un bulurlarsa on onbeş nüfusu doyuracak ekmek yaparlarmış. Sadece ekmek bulan kendini şanslı sayarmış. Şehirler daha beter. Orda devletin verebildiği kadarıyla yetinilir tabii.

Savaşlar eskiden ovalarda yapılırdı, ki ona cephe denirdi. Cephede başlayan savaşlar gene cephede biterdi. Sonrası galip olanın insafına terk edilirdi. Şimdiki savaşlar cepheleri genişletmiştir. Eskiden savunma hattının gerisinde kalan halk can derdine düşmezdi. Şimdi öylemi ya..

Geçtiğimiz günlerde meclisimizden bir tezkere geçti. O tezkere ülke dışına asker gönderme yetkisini hükümete verdi. Ayrıca ülkemiz hükümet eliyle savaşta ilan edebilecek. Savaş ilan edilmeden savaş edilemez çünkü. İlan edilmemiş bir savaşı bütün dünya haydutluk kabul eder.

İlan edilsin edilmesin savaş en son çare olmalıdır. Savaş “yok” etmek üstüne değil “caydırmak” üstüne kurulmalıdır. Böyle kurulsa bile açtığı yıkımlar birkaç kuşağı uzun süre ve derinden etkileyeceği ortadadır. Gelgelelim savaşa bu düşüncelerle kimse gitmez. Herkes yok etmeyi düşünür. Bunun için yer gök marşlarla titretilir, bunun için büyük laflar edilir. Ortalığı aşırı, aklın kullanılmasını engelleyen bir coşku sarar. Savaşlar coşkuyla başlar ama yılgınlıkla biter.

Kurtuluş savaşları hariç...

Başkalarının planı gereği yapılan savaşlar, başkalarının çıkarına hizmet eden savaşlar kirli savaşlardır. Hele böyle durumlarda hamaset yapmak olacak şey değildir. Hamasetle, içlerinde bu savaşta belki ölecek olanları ölüme yollamak onları uyutmak değilde nedir? Bu hamasete yöneticilerin katılması olağandırda, basının katılması olağan değildir. Savaş lehine gösteri ve yürüyüş yapanlara ne demeli?

Osmanlı döneminde Girit için Babıali de savaş yürüyüşü yapan bir gurup göstericinin askere alınmasını dönemin nazırı emredince, emri duyan kalabalık bir anda yok olmuş. Savaşa gitmeyeceklerin savaşa gideceklere ateşli nutuklar atmaları pekte ahlaki değildir. Girit olayındaki gibi..

İşin başka ilginç yanı da savaşlara savaşta ölmeyecek olanların karar vermesidir.



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com 


Yayın Tarihi: 12.10.2012

KİLO SORUNU VE ŞİŞMAN İYİMSERLİK


Yazıma “Üzerinize afiyet biraz” sözcükleriyle başlayıp noktalar koyarak cümleyi yarım bıraksam bu arayı neyle dolduracağımı “üzerinize afiyet” sözcüklerinden çıkarabilirsiniz. Biraz nezleyim, yada grip olmuşum veya keyifsizim diyeceğimi düşünebilirsiniz. Çok şükür şimdilik sağlığım yerinde. Keyifsizliğim fazla kilolarımdan kaynaklanıyor. Keyifsizim çünkü kilolarım hem beni, hem çevremi meşgul eder hale geldi. Şu ana kadar sağlığıma direkt etkisi yok ama gelecekte sağlığımı nasıl etkiler bilinmez. Bütün endişelerde o yüzden zaten.

On altı yıldır engelli aracı kullanıyorum. Kırk yaşıma kadar araç kullanmadım. Şehrimiz de o sıralarda tenhaydı. Ona rağmen yaya kaldırımlarında değneklerime çarpıp düşürürler diye ki, olmadı değil, kaldırım kenarlarından yürürdüm. Şimdi her yer otopark olunca öyle bir imkânda kalmadı. Sahip olduğum araçlarla eriştiğim mesafeler arttı ama hareketim buna bağlı olarak azaldı. Üstüne birde 6 yıl önce sigarayı bırakınca kilo kilo üstüne bindi. 1988 yılında böbrek ameliyatı olduğumda 1.50 boya karşılık (biliyorsunuz ben minik bir adamım) 54 kiloydum. Böbreğimin birini verdiğim1989’la deprem yılı 1999 arasında  kilom 64’tü. Şimdi 70 sınırlarında dolaşıyorum.

Bu kilolardan kurtulmak için hayat tarzımı değiştirmekten başka çarem yok, onu anladım. Gelgelelim bu pek mümkün değil. Gelişen şehrimiz çok fazla kalabalık trafiğe sahip oldu. Nufüs yoğunluğuyla kıyaslayacak olursak Kadıköy Bağdat caddesi, yada Bakırköy sahil yolu bu kadar kalabalık değildir. Oraları Türkiye’nin en kalabalık şehri İstanbul, burasıysa küçük bir merkez ilçe Adapazarı. Ben hiçbir yerde yürüyerek karşıya geçemem. Bu durumda hayat tarzımı nasıl değiştirebilirim. Her yol hıncahınç dolu. Eskiden yürüyemediğim yaya kaldırımları şimdi benim gibi en ufak itmede düşen bir engelli için hiç yürünemez durumda. İş yeri ve konutların fiziki yapılarının ve kullanılan yer döşemeleri nedeniyle içerdiği tehlikelere hiç girmiyorum. Hepsiyle birlikte çağdaş hayatın getirdiği omuz yada bel çantası (freebaq) bütün hareketleri en aza düşürdü. Bu kadar eşyaya sahipken, yollar bu kadar kalabalıkken, binalardaki yer döşemeleri kaygan malzemeden yapılmışken benim hayat tarzımı değiştirmem mümkün değil.

İş geliyor beslenme biçimine dayanıyor. O konuda da annemin ve rahmetli babamın uzun yıllar öncesinden şeker hastası olmaları beslenme alışkanlıklarımızı değiştirdiği için burada yemek miktarlarında ayarlama yapmaktan başka bir şey kalmıyor.

Fazla kilolardan kurtulmak için öyle çok diyet çeşitleri varki... hangisini uygulayacağınızı şaşırırsınız. Arada küçük önerilerde yok değil. Bir ara sabah kalkar kalkmaz sıcağa yakın ılıklıkta su içtik. Daha sonra bu sıcak suyun içine limonda damlattık. Bunlar vücuttaki yağı eritir deniliyordu. Soğuk içilen suyun vücut ısısına ulaşana kadar derece başına bir kalori yaktığı için vücutta bulunan yağları yok ettiği söyleniyordu. Suları gün içinde kışın bile buzdolabından içtik. Yıllar önce bunu Hıncal Uluç köşesinde “dondurma”dan söz ederek söylemişti. Bence en mantıklı önerilerden biriydi.

Öğün aralarının uzun olması da metabolizmanın yavaşlamasına yol açtığı, sık sık, ama küçük öğünler şeklinde yemek yenirse metabolizmanın harekete geçeceği, böylelikle kilo verilebileceği söylendi. Bu yolla zayıflayan birkaç ünlünün televizyonlara çıkıp konuştuklarını biliyorsunuz. Hiçbir yemekten el çekmeden, bir günlük besini 3 öğün yerine 6 öğün ve üzeri alarak zayıfladıklarını belirttiler.

Arkasından “York Testi” denen bir testle kandaki fazla olan maddeye bakarak sadece onu üreten yiyecek veya yiyecekleri azaltmayı tercih ettiler. Bu da kilo vermede etkili yöntemdir dendi.

Bu testi esas alarak kendi tezlerini oluşturan Mehmet Ali Bulut orucu örnek göstererek niyet vücut ilişkisinin şaşırtıcı sonuçlarını vurguluyordu. Her insanın yumruğu kadar bir yiyeceği ikiye bölerek sabah ve akşam yemeği olarak iki öğüne indirmeli, akşam 21’den sonra hiçbir şey yememeli diyordu. Ayrıca kişiye göre alınacak besinlerin kan guruplarına göre belirlenmesi gerektiğini, her gurubun ayrı besinlerle var olacağını belirtiyordu. En eski kan gurubunun tarım öncesi topluma ait olduğunu ve bu insanların  “0 RH” gurubu kana sahip olduklarını, daha sonra tarım ürünleriyle kan guruplarının “A”, “B” ve “AB” guruplarının ortaya çıkmasıyla çeşitlilik kazandığını, “0” gurubu dışındaki hiçbir gurubun et yememesi, “0” gurubununda tahıllardan uzak durması gerektiğini, bütün gurupların sindirimi zor olduğu için süt ve süt ürünlerini tercih etmemesi gerektiğini eklemişti.

Nasıl? Kafanız karıştı mı? Haklısınız! Benimde karıştı. Kilolarımdan kurtulamayacağım galiba. Bu durum beni üzmüyor diyemem. Ama bir yandanda kilolu insanların hayata daha olumlu baktıklarını, neşelerini pek yitirmediklerini belirten yazılarda okudum. Gelde işin içinden çık şimdi Aydın. 



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com


Yayın Tarihi10.10.2012 

ŞANS VE KADERDEN UTANMAK


Kadere inanırım ama kaderci değilim. Kaderin gelip beni bulmasını beklemem ama peşinden de koşmam. Günlük işlerin içinde o gelir beni bulur zaten. Her zaman böyle olmuştur. Bazen kendi istencimle kadere yön vermişimdir. Çoğu zaman o bana yön vermiştir. Bu yön veriş veya yön alışlar içinde neyin kaderimiz olduğunu bilmeyiz. Her oluşumun bir sonu, bir sonucu vardır. Bu son veya sonuç hikâye edilebilir haldeyse kader gerçekleşmiştir, o hikâyeye kader diyebiliriz artık. Kimi zamanda tek başına bir hikâye asıl hikâyeyi anlatmayabilir. İki veya daha fazla hikâye büyük hikâyeyi ortaya çıkarabilir. Birleşerek büyük olan hikâyeler, geçmişe bakıldığında bunun daha farklı oluşma ihtimalinin bulunmasına rağmen böyle olması gerektiği için böyle olmuştur. Marks bu duruma “tarihte her ne olmuşsa, başka türlü olamadığından öyle olmuştur” der. Kaderin mutlaklığının, kader inancı olmayan birince söylenmesi ne garip bir kaderdir.

Aslında kader bellidir. Doğmak ve ölmek...

Biz doğumla ölümün arasını dolduruyoruz. Hikâye ettiğimiz karıncanın gözüyle bakarsak uzun, ışık hızı birimiyle bakacak olursak kısacık mesafedir. O hikâyenin içine sevinçlerimizi ümitlerimizi, üzüntülerimizi, kırgınlıklarımızı, dargınlıklarımızı, barışmalarımızı, öpüşmelerimizi, sevişmelerimizi, memurluğumuzu, amirliğimizi, işçiliğimizi, işadamlığımızı, sanatçılığımızı, ne varsa hepsini koyarız. Bayramlar, anma ve kutlama günleri bu hikâyenin bölüm aralarıdır. Kısa nefeslenme, zihin boşaltma, yada biraz durup düşünme araları..

Spor etkinlikleri, oyunlar, totolar, lotolarda bir yanıyla öyledir. İşi bu olanlar için değil tabii.
Profesyonel bir futbolcuyla, haftadan haftaya halı sahada ter dökeni düşünün. Yada tiyatro oyuncusuyla tavla oyuncusunu veya toto ile loto oynayanlarla, toto yada lotonun çeşitli aşamalarında çalışanlarını..

Bu hikâyenin içinde rol alırken hikâyenin biçimlenişinde bulunduğumuz yada durduğumuz yere şans diyoruz. Bu duruşlarla bulunulan yerin tanımları kendi içinde bölünürler. Hepsine bir tek şey söylenebilir; sonucunu hayal etsek bile ne olacağını önceden bilmemiz imkânsızdır. Bu konuya oyunlardan örnek vereyim. Tavla oynuyorsak yenme ihtimalimizde, yenilme ihtimalimizde vardır. Rakibimizi gözümüze kestirsekte tavla oyunumuz sürpriz sonuçla bitebilir. Bilinmezlik, hayatın tıpkı oyunların oynanma nedeninde olduğu gibi renkli ve çekici olmasını sağlar. Başkalarının hayatı kimilerinin gözünde çekicidir. Onlar o gördükleri insanların şanslı olduklarını düşünür ve söylerler. Oysa ne demiştik? Şans dediğimiz şey hikâyenin içindeki duruşumuzdur. Bizim şansımız onun şanssızlığı, onun şansı bizim şansızlığımızdır. İşin bu tarafından sonra sözü dallandırıp budaklandırarak yer seçimininde şans olduğunu söylemek, hatta şansın “nerede durursanız durun yaka kartı gibi sizinle beraber gelir” demekte mümkündür.

Her ne ise.

Bulunulan, durulan yeri sürekli kazançlı çıkacak şekilde seçenler uzak görüşlü, akıllı insanlardır. Bunlar gönderdikleri topun karşılanması durumunda nasıl geri döneceğini bilen ve raket tutan ellerini tekrar karşıya yollayacakları topa vuracakları şekilde hazır bekleyen masa tenisi oyuncusu gibidirler. Bazen o top tam istedikleri gibi gelir. Bazen çok zor karşılayacak biçimde, bazende hiç karşılayamayacakları biçimde gelir. Ama nasıl gelirse gelsin topu her karşıladığınızda kimsenin size kızmaya hakkı yoktur. Aksine ortaya seyirlik bir oyun çıktığı için mutlu olmaları gerekir. Öylede oluyor.

Oyun öyledir de başkalarının hayatı, yani kaderi öyledir diye kızanlara ne demeli. Şanslı (biz nedenlerini bilsek hiçbir zaman var olamayacak kavram) olmak bir suç değil ki. Bende dahil olmak üzere şanslı olduğumuzda içten içe sevinmemize rağmen bu sevincimizi edep adına ölçülü olarak gösterir, hatta biraz da utanırız. Şanssızsakta kızgınlığımızın içinde öfke kadar bir utanmada vardır. Öncekini anlarımda şanssızlıktan neden utanırız? Beceriksiz, daha kötüsü akılsız olduğumuzun göstergesi olduğundan mı? Şanssızlık konusunda böyle düşünen kaç kişi vardır ki? Görünüşe göre pek fazla yok! Milli piyango alıp büyük ikramiyenin çıkmayacağını peşinen kabul etmek neyle açıklanabilir?

“Bana çıkmaz” dersiniz, en azından onu tutturursunuz. Oysa bileti alırken “bana çıksın” diyerek alırsınız. Belli ki sizde şanslı olmaktan utanıyorsunuz. Tavla oynarken de aynı şeyi yapıyorsunuz. Uygun bir zar attığınızda ne şanslı olduğunuz söylense bunu hakaret sayar ve kabul etmezsiniz. Akıllılık, ustalık göstergesinin kabulünden değil itirazınız, utancınızı gizleme telaşından sadece. Oysa bilinmezi kabul etmek gerekmez mi?

Oyunlar içinde bir tek tavla hayatın minik bir örneğidir. Bir yılın bölümleri gibi tavlada kendi içinde aynı biçimde bölümlere ayrılır. Saatler, günler, aylar.. karşılıklı 6’şardan 12’şer kapı, toplam 24 saat yani bir gün, gene 6’şar kapıdan bir bölümdeki 12 kapı 12 ay eder. Pulların siyah ve beyazı gece ve gündüz demektir. İki tarafın 15’şer pulu toplamda 30 günü temsil eder. İçine konan zar size verilen şanstan başka ne olabilir? O zar dönmeden oyun oynanamıyor.

Hayatta şans, dönen zardır. İşin içine hile karıştıranlar hep istedikleri zarı atsalar bile gün gelir bir zarı atamazlar. Onlara ne demeli? Şanslı veya şanssız olmak utanılacak şey değildir. Asıl utanılacak şey hile yapmaktır.


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com


08.10.2012 

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 143


Merhaba sevgili okurlar. Güzel geçen bir sonbaharın içindeyiz. Henüz yeşil ölmedi. Havalar güneşli ve sıcak. Şu doğalgaz zamlarının cüzdanları vuracağı düşünülürse fakir fukara, hatta  orta sınıf için bile kış ne kadar geç gelirse o kadar iyi olur.

Bu haftaki şairimizi sizlere tanıtmak isterdim. Ne yazık ki kendisi hakkında en ufak bir bilgiye ulaşamadım. Bu haftaki şairimizin şiirleriyle yetineceğiz. Beğeneceğinizi umuyor ve sizleri şiirlerle baş başa bırakıyorum.

...

AĞITLARIMIZI GİZLEDİK 

Ağıtlarımızı perçemlenmiş
dişlerimiz arasına gizledik.

Sarışın bir bedenin
pamuk tenine dokunurken
Ağlamadık, sızlamadık...

Gün olur dedik,
Zemheri ayını bekledik,

Siftah ederken
Ölümün sıcak nefesini ensemizde
Çıkardık
Zulamızdaki kızılcık şerbetini.
Savurduk suratlarına.

Ağıtlarımızı gün batımından
gün doğumuna birer birer söyledik.

Abdülvasi Köse

***

BİZ KAÇ KİŞİYDİK VE ÖLDÜK

Güneş saklanınca dağların ardına,
Günah melekleri çıkar sokaklara.
“İmparator” un çirkin köleleri
Ellerinde adisyon fişleriyle
Sıralanır loş masa önlerine..

Bir kuşun kanadında geçtik akdenizi
Altın sarısı kumlarını, kan kızıl koylarını,
Ve bir sevda türküsünü anımsadık.
İlk ışıkları vurunca akçadenize,
Dalgalar dinginleşir,
Şavkı vurur, aydınlanır odalar.
“Köleler” yataklarda yorgun
Çeker tespihini ya sabır makamında.

Benzer yaşam öykülerini anlatır,
Uzak diyarlarda maviş gözlü bebeler
Analara emanettir.
Ve yüreklerinde “bir gün mutlaka”
Sevgisiz, insansız, ihanetsiz yaşamlar..
Gerçekleşirse özlem,
Çırpınır bir daha Karadeniz.
Anlatılan masallar kalır dillerde.

Hani sıcaklar bastırır,yaz gelir,
Hani yürekler sevdaya palazlanır,
Hani iki yürek buluşur ya,
Eller kenetlenir, bedenler tümleşir..

Apansız fırtınalar kopar.
Dolunayda kan yükselir damarlarda.
Astımlı hasta gibi soluklar,
Zorlar göğsünün kafesini,
Anlatılar karadenizden
Akdenize uzanır,
Bir kuşun kanadından
Seyreylenir yaşamlar..

II.

Günahlar güneşle çekilir odalara.
İmparator " malibu" içerken meksikalı
Sapkın "yalnız kurtlar" dörtçekerlilerde
Taşır kanatsız melekleri,
gecenin en yalnız saatlerine.

Yüreğimizdeki sevdayı anlatırız.
Tanıdık, dişi bedenlere.
Tüm çekim eklerinin di’li geçmiş zamanını.
Bırakır bir kenara,
Ağıdımızı haykırırız.
Ey hüzün git artık,
Kuzeyli dilberlerle günah vaktidir
Sonra;
Tutkulu bedenlerde giyinik "geyşalar"
Karadenizin kuzeyini anlatır.
Dilleri dillerimize yabancı.
Ey kanadı kırık,
Yeleleri sapkın ayrılıklar
İhaneti dostluğa çanak tutanlar
Karadeniz, Akdeniz çırpınıyor
Kanatlarında seyreylerken yoz dağları
Gözlerim pınar olur, kan akar “çıkartmada”

Mor salkımlı dağları dolaşırız,
Figüran rollerde sarışın bedenler
Unutturmak eyleminin başlangıcı
Ve Beşparmak’ta yok olan umutlarım.
Ben ah çekerken, bir daha, bir daha ah..
Salkım olur, saçaklanır zakkumlu ağaççıklar.
Bir güzelin katli vacip fetvası savrulur manastırdan.

III.

Biz acıları tadarken bedenlerimizle,
Uzak diyarlardan seslenir ağıdımız.
Memet dayı’ya verdiğimiz ant,
Gözlerimizde şavkılanır.

Unutma;
Sözümüz namusumuzdur.
Sen rahat uyudukça toprağında
Andımız ve adımızdır arda kalan.

IV.

Biz üç kişiydik.
Ben , sen ve o.
Sen’i ihanet denizine gönderdim.
Ben, temmuza hükümlü.
O; gözleri (bakmaya doyamadığım),
Elleri (öylesine güzel, anlamlı) ve ruhuyla,
Bedenimde gizlidir.
Biz üç kişiydik.
Ben, infazım hazır "kaç ay kaldı ki,
Sen, yaşanmamış birkaç gün.
O; şimdi bedenimde onulmaz yaradır ,
Masum ve gizemli.

V.

Öyküler başladığı gibi bitmez.
Başlanan rol aktörleri de etkilerse,
Senaryolar değiştirebilir.
Şimdi ‘yaşam’ bölümünün finali çekilecek.
Kamera hazır.
Motor, başla komutu.
Gözlerimde hüznün bulutları gezinir.
Film biter.
Dağbaşları bulutlanır.

Yazılmamış öyküler,
Daha yaşanmamıştır bilesiniz.
Yaşanırsa sevinçler,
Acıdır ve hüzündür bilir misiniz?

Biz kaç kişiydik, öldük.
Bir sen kaldın geride,
Birde senli anılarımla ben.

08.06.1999
kırıkhan

Abdülvasi Köse

***

SEVMEYİ ÖĞRENİYORUM ANNE

Sevmeyi ilk annemle öğrendim.
O; beyaz yüzlü, güzeller güzeli kadından.
Seveceksin, herşeyi der,
Sevmenin anlamını, yüceliğini
Anlatırdı kırık kelimelerle.

Sevmeyi hala öğreniyorum.
Kuşları, böcekleri, çirkinlikleri,
-hamam böceklerini bile,,,
Birtek ikiyüzlü
Dostlları,
İhaneti,
Ve yalanı sevemedim.,
Bağışla beni anne.
Kurşunlayanı sevdim,
Dağlarda yaşayanları sevdim .
Dostluğa ihaneti sevemedim anne.

Bağışla beni anne.
Sevmeyi sen öğrettin
Bir bir yapıyorum dediklerini,
Sevmeyi daha çok seviyorum anne.
İhanetler olmasa, dostluklar bozulmasa,
Ne çok seveceğim daha anne.

Sevmeyi daha da çok sevdim anne.
Sen ne dedinse yaptım.
Birtek kalleşliği,
Hainleri,
Arkadan bıçaklamaları sevmedim.
Bağışla beni anne.
Seninle sevmeyi özledim.

06.06.99

Abdülvasi Köse

***

PAZAR GÜNÜNÜ HİÇ SEVMEM

"İlhami Vardiya"

Amik'ta ağustos ayları cehennemdir.
Sıcağın kemikleri erittiği saatte
Güneşi renklerine hapsetmiş arabada
ceketine sarılmış, sigara içiyor. 

“Agabek” diyor;
Çako dayinin
Ahıska günlerinden kalma hüznüyle. 
“Agabek;
Ben hiç sevmedim pazar gününü
Mapusane yadigarıdır bana.”

Ve biçkin delikanlılık günlerini
Ve keskin devrimci yanılgılarını
Ve Mapuseneyi anlattı İlhami Usta...

Cehennem sıcağında
Üşüyen adam,
derin bir oh çekiyor
Sigaranın tadına varıp.

Anlatır hüznün
ve yalnızlığın
ve üşümenin öyküsünü...

Mapusanelerde pazar günü

yalnızlıktır,
hüzündür,
gözyaşıdır.

Mapusanede en sıcak güneş
üşütür körpe, biçkin bedenleri.

Ve ben yıllardır
sıcak bölgelere hasretim.
Üşüyorum.
Sıcak Akdeniz koylarını düşlüyorum.

Ne gelen olur pazar günleri,
ne giden olur mahkemelere,
umutlar ertelenmiştir.
kimi yanık türküler okur,

Ben şiire sarıldım,
Ustaların şiirlerine
Yalnızlık buzdağıdır bedenlerimizin,

şimdi üşüyorsak,
Pazar günlerindendir “Agabek”

Abdülvasi Köse

***

Bugünkü şiir köşemizinde sonuna geldik. Hepinize iyi bir hafta sonu diliyorum. Haftaya görüşmek umuduyla..


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com


Yayın Tarihi: 07.10.2012

(Bir hikâye) ERDEM, YANLIŞ ANLAMA, ÖZÜR 2


Kuşkuya kapılmamak elde mi? Ortada yanlış anlama vardı ama kim yanlış anlamıştı? Kendilerine Ankara’dan telefon eden eşinin kız kardeşine telefon açıldı. Debre’li teyze kızının ölüp ölmediği soruldu. Ölmediği, kendisiyle telefonla görüşüldüğü haberini alınca ferahladılar. Yaşayan birisinin üzerinden gelişen tartışma çirkin tartışmaydı. Taraflardan biri Debre’li teyze kızının öldüğüne dair iddianın sahibiydi. Sanki bu iddiası o teyze kızının hayatından daha önemliydi. Haklılığının kanıtlanması için teyze kızı gerçekten ölmüş olsa üzülmekten öte mutlu olacaklardı.

Bayram sonrasıydı. Bayram ziyaretlerini misafir çokluğundan gerçekleştiremedikleri ve eşinin sağ olan teyzesinin hal ve hatırını soramadıkları için biraz mahcubiyet hissediyorlardı. O gün koca teyzeyi görmeye elini öpmeye karar verdiler. Eşi yaşamıyor bile olsa onun adamlarına saygı göstermekten bir gün bile vazgeçmemişti. Rahmetli eşinin öldüğü söylenen teyze kızının kızı ziyarete gidilen teyzenin görümcesinin oğluyla evliydi. Bütün bu olaylar bu açıdan bakıldığında bütün olan bitenler herkesi ilgilendirecek kadar yakın akrabalar arasında olup bitiyordu.

Baypaslı ikinci hanım kızını alıp rahmetli eşinin teyzesinin evine vardığında kendilerine gelmekte olan ev sahibi gelini ve oğlunu merdivenlerden inerken yakaladılar. Onlarda bayram ziyaretine gelememişlerdi. İnsanlar yaşlandığında torun torbanın bekçisi oluyor bir bakıma. Bir evde dahada büyük yaşlı veya yaşlılar varsa öyle kolay kapı dışarı çıkılabilir mi?

Neyse, gelip de şimdi kapı eşiğinde olanlar; “niyetlenmişsiniz madem bize gidelim”, merdivenden inenler, “a..a.. olur mu canım siz buraya kadar gelmişsiniz, buradan geri mi dönülürmüş” sohbetleriyle buyur edildiler. Oturup hal hatır sorma faslı bittikten sonra günün konusu ister istemez açıldı. Koca teyzenin oğlu cenaze evini aradığını Debre’li teyze kızının da öldüğünü öğrendiğini söyledi. Siz ölmediğini kimden öğrendiniz diye sorunca baypaslı ikinci hanımın kızı “küçük halamı aradık, o öldüğü söylenen teyzenin kızını aramış. Annesi de yanındaymış, hatta halam onunla da konuşmuş” deyince ortadaki çelişkiyi yaratanın kendilerinin olduğunu fark eden koca teyzenin oğlu ayağa kalkarak “keşke öyle olsa, Allah vermesin ama ben öldüğünü duydum” diyeceği yerde, “kızım beni sinir etme, ben o evle, ve söylediğin kişilerle bir saat konuştum” diyerek azarladı. Sanırdınız ki biraz sonra tokat faslı da başlayacak. Hışımla telefona sarıldı, bir numara çevirip açılmasını bekledi. Açılır açılmaz hal hatır sormadan direk olarak “sana bir şey soracağım senin annen öldü mü?” diye sorunca Makedonya Ohri’yi halasının oğluyla evli teyze torununu aradığı anlaşıldı. Karşı taraftan “hayır, çok şükür hayatta” cevabını alınca suratı düştü.

Sonradan hatanın nerde olduğunu baypaslı ikinci kadın çözmüştü. “Bir saat telefonda konuştum” diyen adam konuştuğu halasının gelini-teyzesinin torununun evlendiği sıralarda ölen babasını kastederek öksüzdüm şimdide yetim kaldım dediğini zannetmişti. Baypaslı ikinci kadın aynı kişiyi arayınca olayın tahmin ettiği gibi geliştiğini gördü. Meğer teyze torunu sülâlenin gelini kendisininde teyze oğlu olan ve Türkiye’ye gelmeyerek sağ kalan yaşlı adamın küçüklüğünde yetim ve öksüz kalışı hatırlanarak, şimdi eşi ve çocuklarını kaybettiği için bir kez daha yetim ve öksüz kaldığını yarım yamalak Arnavut şiveli Türkçesiyle söylediği için, Debre’li teyze kızının da öldüğünü sanmışlardı.

*

Her insan kendini haklı görür. Haklı olduğuna inanmadığı olayda da ya itibarını yada hayatını korumak için haklı olduğunu kanıtlama çabasına girer. Bazen de yanılgısının farkına varmaz ve bu çabası kuru bir inada dönüşür. Kuru inadın içinde birine gerçeği göstermek ne zordur. Sırf bu inat yüzünden herkese kırıcı olabilirler. Oysa inadı kıran bir özür dilemedir. Hata yapılabilir, hatasız insan yok! Erdemli insan bunu bilip hatasından dönerse daha da büyür.
Bunun işareti de bir özürdür. Öfkede neyin nesi..


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com


Yayın Tarihi: 05.10.2012