30 Ekim 2012 Salı

SAVAŞLARA SAVAŞTA ÖLMEYECEK OLANLAR KARAR VERİR


Bizim kuşağımız Kıbrıs çıkartma harekâtı dışında bir savaş yaşamadı. O çıkartmada ülkemiz içinde bir arbede yaşanmadığı, bir adayla sınırlı kaldığı için çoğumuzun o zamanlardan aklında Hasan Mutlucan’dan dinlediğimiz kahramanlık türküleriyle, ışıkların dışarı sızdırılmadığı karartma geceleri var. Ülke olarak çok ekonomik sıkıntılar çektik, çok yokluklar gördük fakat hiç biri savaşta ortaya çıkan sıkıntı ve yokluklar gibi olamaz. Bizim kuşağın savaşla ilgisi bu kadardır. Güneydoğuda askerlik yapanlarında yaşadığı düşük yoğunluklu savaş densede bir savaş değildir. Çünkü savaş iki ordunun çarpışmasıdır. Ortada tek ordu varken bunun adına savaş denilemez.

Savaşa pikniğe gider gibi gidilmez. Oysa savaş çığırtkanlarına bakarsanız savaşa değil pikniğe gittiğinizi zannedersiniz. Hiçbir piknikte can verip can alınmaz. Bu sözü  2. dünya savaşını 3-9 yaşlarında, yani çocukluğunda yaşayan annemden çok duymuştum. Rahmetli babamda bu savaşta başlangıçta 11 yaşında, biterken 17 yaşında olduğu için daha yetişkin biri olarak o yıllardan örnekler verirdi. Anlattıkları tek şey hava akınlarının korkunçluğuydu. Eski uçakların gürültüsünü düşünürseniz hava akınının gelmekte olduğunu herkesin fark edebileceğini anlarsınız. Şimdi öylemi ya! Uçaklar o kadar seri ki, ses duyulmadan önce görünüyorlar, gürültüsünü duyduğunuzda her şey bitmiş ve onlar gitmiş oluyorlar bile. Arkalarında onulmaz yaralar bırakırlar. Arkalarında sadece ölüm ve yıkıntı kalır. Annesiz babasız bebeler, ilaçsız, doğru dürüst çalışamayan hastaneler.. açlık ve sefalet içinde az da olsa güvenle uyunulacak bir yer aranır durulur. Annemlerin ve babamların toprak ve bir iki inekleri olduğu için onlara topraksız ve hayvansız köylüler gelip getirdikleri bir teneke mısıra karşılık un isterlermiş. Un bulurlarsa on onbeş nüfusu doyuracak ekmek yaparlarmış. Sadece ekmek bulan kendini şanslı sayarmış. Şehirler daha beter. Orda devletin verebildiği kadarıyla yetinilir tabii.

Savaşlar eskiden ovalarda yapılırdı, ki ona cephe denirdi. Cephede başlayan savaşlar gene cephede biterdi. Sonrası galip olanın insafına terk edilirdi. Şimdiki savaşlar cepheleri genişletmiştir. Eskiden savunma hattının gerisinde kalan halk can derdine düşmezdi. Şimdi öylemi ya..

Geçtiğimiz günlerde meclisimizden bir tezkere geçti. O tezkere ülke dışına asker gönderme yetkisini hükümete verdi. Ayrıca ülkemiz hükümet eliyle savaşta ilan edebilecek. Savaş ilan edilmeden savaş edilemez çünkü. İlan edilmemiş bir savaşı bütün dünya haydutluk kabul eder.

İlan edilsin edilmesin savaş en son çare olmalıdır. Savaş “yok” etmek üstüne değil “caydırmak” üstüne kurulmalıdır. Böyle kurulsa bile açtığı yıkımlar birkaç kuşağı uzun süre ve derinden etkileyeceği ortadadır. Gelgelelim savaşa bu düşüncelerle kimse gitmez. Herkes yok etmeyi düşünür. Bunun için yer gök marşlarla titretilir, bunun için büyük laflar edilir. Ortalığı aşırı, aklın kullanılmasını engelleyen bir coşku sarar. Savaşlar coşkuyla başlar ama yılgınlıkla biter.

Kurtuluş savaşları hariç...

Başkalarının planı gereği yapılan savaşlar, başkalarının çıkarına hizmet eden savaşlar kirli savaşlardır. Hele böyle durumlarda hamaset yapmak olacak şey değildir. Hamasetle, içlerinde bu savaşta belki ölecek olanları ölüme yollamak onları uyutmak değilde nedir? Bu hamasete yöneticilerin katılması olağandırda, basının katılması olağan değildir. Savaş lehine gösteri ve yürüyüş yapanlara ne demeli?

Osmanlı döneminde Girit için Babıali de savaş yürüyüşü yapan bir gurup göstericinin askere alınmasını dönemin nazırı emredince, emri duyan kalabalık bir anda yok olmuş. Savaşa gitmeyeceklerin savaşa gideceklere ateşli nutuklar atmaları pekte ahlaki değildir. Girit olayındaki gibi..

İşin başka ilginç yanı da savaşlara savaşta ölmeyecek olanların karar vermesidir.



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com 


Yayın Tarihi: 12.10.2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder