Bizim kuşağımız Kıbrıs çıkartma harekâtı
dışında bir savaş yaşamadı. O çıkartmada ülkemiz içinde bir arbede yaşanmadığı,
bir adayla sınırlı kaldığı için çoğumuzun o zamanlardan aklında Hasan
Mutlucan’dan dinlediğimiz kahramanlık türküleriyle, ışıkların dışarı
sızdırılmadığı karartma geceleri var. Ülke olarak çok ekonomik sıkıntılar
çektik, çok yokluklar gördük fakat hiç biri savaşta ortaya çıkan sıkıntı ve
yokluklar gibi olamaz. Bizim kuşağın savaşla ilgisi bu kadardır. Güneydoğuda
askerlik yapanlarında yaşadığı düşük yoğunluklu savaş densede bir savaş
değildir. Çünkü savaş iki ordunun çarpışmasıdır. Ortada tek ordu varken bunun
adına savaş denilemez.
Savaşa pikniğe gider gibi
gidilmez. Oysa savaş çığırtkanlarına bakarsanız savaşa değil pikniğe
gittiğinizi zannedersiniz. Hiçbir piknikte can verip can alınmaz. Bu sözü 2. dünya savaşını 3-9 yaşlarında, yani
çocukluğunda yaşayan annemden çok duymuştum. Rahmetli babamda bu savaşta
başlangıçta 11 yaşında, biterken 17 yaşında olduğu için daha yetişkin biri
olarak o yıllardan örnekler verirdi. Anlattıkları tek şey hava akınlarının
korkunçluğuydu. Eski uçakların gürültüsünü düşünürseniz hava akınının gelmekte
olduğunu herkesin fark edebileceğini anlarsınız. Şimdi öylemi ya! Uçaklar o
kadar seri ki, ses duyulmadan önce görünüyorlar, gürültüsünü duyduğunuzda her
şey bitmiş ve onlar gitmiş oluyorlar bile. Arkalarında onulmaz yaralar
bırakırlar. Arkalarında sadece ölüm ve yıkıntı kalır. Annesiz babasız bebeler,
ilaçsız, doğru dürüst çalışamayan hastaneler.. açlık ve sefalet içinde az da
olsa güvenle uyunulacak bir yer aranır durulur. Annemlerin ve babamların toprak
ve bir iki inekleri olduğu için onlara topraksız ve hayvansız köylüler gelip
getirdikleri bir teneke mısıra karşılık un isterlermiş. Un bulurlarsa on onbeş
nüfusu doyuracak ekmek yaparlarmış. Sadece ekmek bulan kendini şanslı sayarmış.
Şehirler daha beter. Orda devletin verebildiği kadarıyla yetinilir tabii.
Savaşlar eskiden ovalarda yapılırdı,
ki ona cephe denirdi. Cephede başlayan savaşlar gene cephede biterdi. Sonrası
galip olanın insafına terk edilirdi. Şimdiki savaşlar cepheleri genişletmiştir.
Eskiden savunma hattının gerisinde kalan halk can derdine düşmezdi. Şimdi
öylemi ya..
Geçtiğimiz günlerde meclisimizden
bir tezkere geçti. O tezkere ülke dışına asker gönderme yetkisini hükümete
verdi. Ayrıca ülkemiz hükümet eliyle savaşta ilan edebilecek. Savaş ilan
edilmeden savaş edilemez çünkü. İlan edilmemiş bir savaşı bütün dünya haydutluk
kabul eder.
İlan edilsin edilmesin savaş en
son çare olmalıdır. Savaş “yok” etmek üstüne değil “caydırmak” üstüne kurulmalıdır.
Böyle kurulsa bile açtığı yıkımlar birkaç kuşağı uzun süre ve derinden
etkileyeceği ortadadır. Gelgelelim savaşa bu düşüncelerle kimse gitmez. Herkes
yok etmeyi düşünür. Bunun için yer gök marşlarla titretilir, bunun için büyük
laflar edilir. Ortalığı aşırı, aklın kullanılmasını engelleyen bir coşku sarar.
Savaşlar coşkuyla başlar ama yılgınlıkla biter.
Kurtuluş savaşları hariç...
Başkalarının planı gereği yapılan
savaşlar, başkalarının çıkarına hizmet eden savaşlar kirli savaşlardır. Hele
böyle durumlarda hamaset yapmak olacak şey değildir. Hamasetle, içlerinde bu
savaşta belki ölecek olanları ölüme yollamak onları uyutmak değilde nedir? Bu
hamasete yöneticilerin katılması olağandırda, basının katılması olağan
değildir. Savaş lehine gösteri ve yürüyüş yapanlara ne demeli?
Osmanlı döneminde Girit için
Babıali de savaş yürüyüşü yapan bir gurup göstericinin askere alınmasını
dönemin nazırı emredince, emri duyan kalabalık bir anda yok olmuş. Savaşa
gitmeyeceklerin savaşa gideceklere ateşli nutuklar atmaları pekte ahlaki
değildir. Girit olayındaki gibi..
İşin başka ilginç yanı da savaşlara
savaşta ölmeyecek olanların karar vermesidir.
Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com Yayın Tarihi: 12.10.2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder