31 Ekim 2011 Pazartesi

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 100

Merhaba sevgili okurlar, geçen hafta son terör eylemiyle şehit düşün erlerimizden söz etmiş, Saraybosna katliamı sırasında Boşnakların, Sırpların tüm çevirme ve kuşatmalarına rağmen giyim kuşamlarından vazgeçmediklerini, böyle bir direniş yöntemiyle dünyanın ilgisini çektiklerini belirtmiş, bunu örnek alıp terörü yok sayarak Murathan Mungan şiirlerini sunmaya devam etmiştim. O Pazar, belki de siz o satırları okurken, Van’da yaşanan 7.2 şiddetindeki deprem birden bire hepimizin (kürt türk-türk kürt) kendimizle yüzleşmemize sebep olarak gündemi değiştirdi. Kim; omuzunda kimin olduğu bilinmeyen, üstelik o sırada ölmüş birinin eliyle gözlerinde müthiş kaygı, kurtarılmayı bekleyen, kurtarıldıktan sonra hastane yolunda hayatını kaybeden Yunus’u unutabilir. Kurtarılan Azra bebek için göz yaşı dökmeyen var mı? İnsan olduğumuzu deprem gibi felaketlerle mi hatırlayacağız? Bizi öyle gerdiler ki, farkında olarak veya olmayarak canavarlaştık. Peki böyle canavarlaşarak bu vatanın tek parça kalmasını nasıl başarırız? Deprem bu canavarlaşmanın önüne geçti mi? Biz bunu düşünürken terörden durmasını beklemek yanlış olur. Ama terörle kürdü birbirinden ayırmak gerek. Ayıramazsak iki tarafta da canavarlaşma devam edecektir. İnsan olduğumuzu unutarak hemde.. şiirin panzehirine sığınmaya devam edelim derim. Gene Murathan Mungan’la..    

...

KUPON

ucuz bir efsane alın
gündelik yaşamınızdan
bir İmge biçin kendinize
pazarın ürettiği görünmez kumaşlardan
ya da değişik tarihli parçalardan
yüzünüzü ısmarlayın
yukarıdan aşağıya üç
soldan sağa beş
üç beş kişi
sığdırın kendinize
yedeğinizde bulunsun
malum, bu durumlar belli olmaz
her çekiliş için farklı
kuponlar
bu durak olmazsa önümüzdeki durak
ilerleyelim beyler
öldürdükçe içimizi önde boş yer var

MURATHAN MUNGAN

***

KUZEYDEKİ PENCERE

kokladığın gülün kokusu kalmış sende
baktığın denizin tuzu
geçtiğin iklimlerin masalı sinmiş üstüne
kuzeydeki pencere açık
göçebe bin bir gece

sözcükler sökülmüş bir anıyı
ne kadar tamamlayabilirse
bir andır eski defterlerin
güneşinden vurur yüzüne
yazsam olmaz dersin
kimi zaman sırf bunun için
yazmaya değerse de
kuzeydeki pencereyi açarken
yere düşen defterden görünür:
eksik kule, yırtık nehir
sımsıkı kapatmış olsak da
bizi ürperten anıları hayatımızın
eski defter ya da kuzeydeki pencere

MURATHAN MUNGAN

***

LAVANTA


Ordadır
yazın eskittiği otlar arasında
uzakta bir nehrin gürültüsünü kazar
masmavi usturalar abanoz ağacına

Ordadır
uyuyan bir namlunun sessizliğiyle
günün sabahlığında
dudaklarının arasında bir ot, bir ıslık
iz bırakmaz sisler gibi geçer ağaçların arasından
varır kendini derinleştiren uçurumlara

Ordadır, bir devin tavşan uykusunda
aklında kımıldanan otlar, ağaçlar
düşünü düşürdüğü sular
yüzünü bıraktığı sular
almamış zaman kalmış kireç altında
çelimsiz bir kabuk başlamış yürek yarası
ki ne zaman çarşılara çıksa silahsız
onu vururlar
göğsünde siyah bir yıldızla
kalbinde kuruyan bataklık
kırlara yakın durur, yanık kokulara

serin çiy vakti çimenlerle konuşur
ne zamandır çıkmıyor sokaklar açık artırıma
ıssız bir kil ile gövdesini kateden bir ateştopu
Kendini sakladığı sular altında
ve son bir kez:
ışık ve çamurda kaldı lavanta

MURATHAN MUNGAN

***

Bu şiiri bilmeyen var mıdır? Bilmeyen ve dinlemeyen var mıdır bir yeni türkü gurubunun bu şarkısını?

...

MASKELİ BALO

Yaredir sinede eski sevgili
Eski sevgili eski günler
Hayata baksana takmıyor kimseyi
Hiçbir şey diriltmez artık geçmişi
Yaredir yine de

Yaktın gemilerimi
Dönüş yok artık geri
Tak etti canıma bu maskeli balo
Bu maskeli balo
Ve onun sahte yüzleri

Yaredir sinede eski sevgili
Ne yapsan kolay unutulmaz
Ağlama geçmişe yaşadık bitti
Anılar bizi yalnız bırakmaz
Yalnızız yine de

MURATHAN MUNGAN

***

METAL

pencerede kedi yalnızlığı
metal bir ay fener gibi
böyle gecelerde yağmurun sesi
kağıt hışırtısına benzer
ışık yıllarının karanlık hızında
yedi askı daha asili yıldızlara
takıyorum kulaklarımı
dalmaya ve uçmaya hazır
iki kişi olarak
bölündüğüm yerde
hard’n’heavy slowları
yer değiştiriyor içimde bütün kişilikler
tek basıma oynadığım cin ruleti
bir jeton, bir zıpkın
ayni anda isliyor
katil ile maktul arasında en kısa yol
kalkış takımları infilak ediyor
dans bittiğinde birimiz ölecek
büyük plato bildiriyor koşulları:
tek kişilik düello bir metal tango!

MURATHAN MUNGAN

***

MIRILDANDIKLARIM

Kırdın mı incittin mi birilerini
Kimleri kazandım, yitirdiklerim kimler.
Kendimi yeniledim mi yazdıklarımda?
Yeniden düşünmeliyim
Dostluklarımı, ilişkilerimi
Gözlerim çocukluk fotoğraflarında mı kaldı
Yitirdim mi yoksa masumiyetimi?
Borçlarımı ödedim mi?
Doğru seçtim mi soruların fiillerini?
Tırnaklarım kesilmiş, dişlerim fırçalanmış, saçlarım taranmış,
giysilerim ütülü, odam düzenli mi?
Geri verdim mi aldıklarımı:
Aşkları, dostlukları, sevgileri, güvenleri, bağları,
Kitaplara, sayfalara, satırlara borcumu ödedim mi?
Yokladım mı duygularımı
Hala sevebiliyor muyum insanları?
Ovmalı gümüşleri, bakırlarımı; cila geçmeli ahşaplarıma
ovmalı umutları
Saklı tutmalı gelecek inancını, yarınları eksik etmemeli ağzımızdan
Ey uzak akrabalarım, üvey aşklarım
Mevsim sonu dostlarım, işporta malı ayrılıklar
Arkadaş ölümleri, dost hançerleri, talan ettiğimiz zulalar
Gece telefonları, ıssız konuşmalar
Mağrur incelikler, vurgun yemiş ilişkiler
Uçurum duygusuyla yaşadığımız hayat ey
O kadar çok anlattım ki
Kendime kaldım anlatmaktan...
Bunaldım kendisiyle boğuşmasını
Başkalarında çözmeye çalışan insanlardan
Usandım sözcük oynamalarından, tılsımlı sıfatlardan,
Ofset duyarlılıklardan
Kaç zamandır duru, yalın, çalışkan, iyi insanlar özlüyorum
‘içtenliğin’ yada ‘dünya görüşünün’ kirletmediği
Kendime bir yeni yıl kartı yazarak bunları diliyorum
Aranıp duruyorum adresini yitirdiğim insanları
vitrin camlarına yansıyan yüzlerde
Bilmiyorum kalmış mıdır adresini yüzlerinde taşıyan insanlar
Hala bir umut var mıdır
Çıkmaz bir sokağa benzeyen bu avare avunması vitrinlerde
Ne çıkmaz sokaktayım nede mutsuz
Sadece rüzgarlardan daha güçlü olmak istiyorum o kadar
Açık denizlerde nice yolculuklara yelken açarken
Kış güneşinin mutlu ettiği bir kedi gibi mutlu, emin, tasasız
Sere serpe ve keyifli olmak tek isteğim ve dileğim
senin ve benim, yani bizim için...

MURATHAN MUNGAN

***

MİKA

Gökyüzünde yapıştırma bir yıldız
Şimşekler ormanında
Bir tek yıldırım
Selofan yağmurlardan sonra
Yine patinaj
Çekimine girdiğimiz
Manyetik alan
Dağılıyor elyaf ve aşk
Sezon değişiyor
Parabolik aynalarda
Başka bir set kuruluyor
Yepyeni bir dizayn
Işıl ışıl göz alıyor megastar mikalar
Klip hızında karton film derinliğinde
Bir marka gibi yaşanıyor aşklar
Merkezi sistem yönetiyor ayrılıkları, açıklamaları
Acı yok. Can yakmıyor tuzla buz olsa da
Dağılmış mika parçaları

Kesin çözüm
Acele servis
Buyrun, siz ne arzu etmiştiniz?

MURATHAN MUNGAN

***

Bu haftalıkta bu kadar sevgili okurlar. Hepinize mutlu hafta sonları ile birlikte önümüzdeki hafta bayram tatili nedeniyle buluşamayacağımız için şimdiden mutlu bayramlar dilerim.



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 30.10.2011

HEDİYE VE HEDİYELEŞME 12

ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE

Nihayet yazı dizimizin son bölümüne geldik. Bu son bölümde ülkemizde yaygın olan hediye ve hediyeleşme biçimlerinden söz edeceğiz.

Prof. Dr. Mahmut Tezcan; “Hediyeleşme konusunda başka kültürlerle İslami kültürde var olan kuramsal nitelikle ‘karşılıklılık,’ Türk kültüründede geçerlidir. Özellikle düğünlerde komşulara ve akrabalara götürülen hediyelerde bu konuya çok dikkat edilir. Herkes hediye alırken onlar bize ne getirmişti diye hatırlayarak ona denk, eşit bir hediye almaya dikkat eder. Hatta Anadolu’da kimi kırsal kesimlerdeki düğünlerde kimin ne hediye getirdiği herkese açıkça ilan edilir” der. Bunların kendi bölgemizin çeşitlilik arzeden nüfus yapısı nedeniyle ilimizde de yaşandığını görüyoruz.

Ülkemiz ve ilimizde şu hediyeleşme biçimleri batıdan gelmiş ve kabul görmüştür. 

Yeni yıl hediyeleri
Doğum günü hediyeleri 
Evlenme yıldönümü hediyeleri  
Bayi toplantılarında verilen hediyeler
Promosyon denilen tüketim arttırıcı hediyeler
Üniversite personelinin akademik unvan alma hediyeleri
Bir kurumdan emekli olunurken verilen hediyeler
Anneler günü hediyesi
Babalar günü hediyesi
Sevgililer günü hediyesi

Bu kabul edilen hediyeleşme günleri batı ticaret mantığının bir eseridir. İlk bölümlerde ilkel kavimlerle birlikte şaman inancına sahip eski Türk’lerde de toplumun yenileşmesi, üretimin devamlılığının sağlanması amacıyla eskilerin atılıp yenilerinin hediye edildiğini özellikle vurgulandığını belirtmiştim. Para ekonomisine geçildikten çok sonra 20. yüzyılda gelişen ve hızlanan ticaret bu düşünceyi abartılı biçimde kullanarak yeni gelir kaynaklarının arasına başlı başına bir konu olarak hediyeyi aldı. Tüketim toplumunun bu hediyeler aracılığıyla oluşturulduğunu, bu toplumun hediyelerinin de teknolojik olarak muhteşem olmalarına rağmen eşyanın insanla özdeşleşen uzun ömürlülük gibi yapısının olmaması nedeniyle ruhunu kaybettiğini soğuk ve kısa kullanımlık olduğunu görüyoruz. Oysa eski hediyeleşme biçimlerinde hediyeler at, kedi, köpek, ördek, kanarya gibi sevimli ve yararlı hayvanlardan; deri yelek, kayış, şapka köstekli cep saati gibi günlük kullanım eşyalarından oluşurdu. Bunlarda verilen kişiyle özdeşleşir bir bütünün iki yarısı olurlardı. Bunlardan birinin hayvan sevgisini aşılaması, diğerinin tutumlu olmayı sağlaması gibi iki ayrı yararı vardı.

Oysa kendimize has öyle güzel hediyeleşme biçimlerimiz vardır ki, saymakla bitmez. Gene Prof. Dr. Mahmut Tezcan’ın bu konuda yazdıklarına bir bakalım.

“Yaşlı nineler, dedeler, babalar, akrabalar ve tüm komşu köylüler askere uğurlamayı bir tören durumuna getirmişlerdir (Sözün burasında araya girme ihtiyacı duyuyorum. Benim ilk gençlik yıllarımda anne-babanın oğullarının askerlik yaptığı şehre giderek yemin törenine katılmak, tören sonrasında oğullarına küçük hediye vermek yoktu. Yakın dönemlerde bu bir gelenek haline geldi. A.G). Asker adaylarının el öpmeleri sırasında herkesin karınca kaderince onların ceplerine para koymaları, dayanışmanın, sevginin en güzel örneğidir.”

Ölü evine, adına hediye denmese de bir şeyler götürülmektedir. Kederlerinin büyüklüğünden ve gelen giden konukları ağırlama meşguliyetleri nedeniyle yemek yapamayacakları düşünülerek, kimi yerlerde komşu evlerden ve akrabalardan yemek götürüldüğü görülür. Prof. Dr. Mahmut Tezcan Ankara’nın Keskin ilçesinde lokum, Çorum’da bir kutu şeker, Erzurum köylerinde çay ve şeker, varlıklı ailelerden Konya ve Van köylerinde ise koç, Aybastı’da tatlı götürüldüğünü belirtiyor.

Geleneksel kültürümüzde hediye yarı açık, yarı gizli biçimde götürülen yere, sessizce bırakılan bir şeydi. Zamanla batının etkisiyle önce şehirlerde, daha sonra kırsal kesimde verilmek istenen kişinin eline verilir oldu. Gene geleneksel biçimiyle hediyeler verenin yanında görgüsüzlük sayıldığı için açılmazken, şimdi açılıp tıpkı batılı ülkelerde olduğu gibi teşekkür edilmektedir.

Ülkemizde şu gibi durumlarda hediye götürülmektedir.
1: Doğum, yani doğan çocuğu görmeye gidişlerde.
2: Yeni doğan çocuğu ilk gezmeye getirilen evlerde
3: Bebeğin ilk dişinin çıkışından
4: Kur’an hatmeden çocuğun hatim duasında
5: Sünnet olan çocuğa
6: Askere uğurlama ve asker ziyaretlerinde
7: Uzun yolculuğa çıkışlarda
8: Evlenme törenlerinde
9: Bayramlarda
10: Hacca gidişte 
11: Yeni ev almada, ev görmeye gidişte
12: Ölümlerde
13: Uzağa gidip tekrar dönüldüğünde (dönenden gittiği yerin meşhur bir şeyini en yakınları getirmesini bekler)
14: Okul mezuniyetlerinde öğretmenlere, öğrencilere (sözü geçen konuda öğrenciler öğretmenlerine, anne babalarda mezun olan yavrularına hediye verir)

Gördüğünüz gibi hayatın her evresinde hediye verilebiliyor. Peki hediye verilirken nelere dikkat edilmelidir onlarıda görelim.

a- Hediye alacak kişi, bütçesine uygun hediye almalı.
b- Hediye kullanılabilir olmalı.
c- Hediye vereceğiniz kişinin kişiliğine uygun olmalı.
d- Zamanında verilmeli.
e- Hediye yarışına girilmemeli, bütçe zorlanmamalı.
f- Hediye verilen kişi de yük altında bırakılmamalı.
g- Az veren candan, çok veren maldan ata sözü unutulmamalı.
     
Hediyenin az veya küçük oluşu daha makbul tutulur. Deyimlerimizde bunu göstermektedir. “Çam sakızı çoban armağanı”,  “Yarım elma gönül alma”,  “Bahşiş atın dişine bakılmaz”. Buna rağmen hediye veren mahcup olmamak için genellikle bu deyimlere pek dikkat etmez. Sadece mahcup olmakta değildir gözetilen, hediye verilen kişinin onuruda yükseltilmek istenir. Hediye verilen kişiyi küçük düşürmemekte hediye geleneğinin gereğidir.

Sonuç olarak hediye günümüz ve geçmiş toplumlarda insan ilişkilerinde olumlu sonuçların alınmasını sağlamıştır. İlişkilerde mutluluklar veren bir gelenek olarak insanlık tarihi kadar eski bir geçmişe sahiptir.

Bu yazı dizisini burada bitirirken sizler kimbilir daha nelerin eksik kaldığını düşünüyorsunuz? Her inceleme, her yazı tahmin edersiniz ki bir yanıyla eksiktir. Bu inceleme yazısı da benim gördüğüm yada görmediğim bir çok eksik yana sahiptir. Bir çok konu daha içine dahil edilebilirdi belki. Bu haliyle bile siz okurlarımın sabrını zorladığımı düşündüğüm bu yazı bundan daha hacimli olamazdı. Bundan daha kısa bir dizi olamadığı gibi..


BİTTİ


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 28.10.2011

HEDİYE VE HEDİYELEŞME 11

Bu bölüme kadar hediyenin 3 ana başlıkta özetleyeceğimiz biçimde verildiğini gördük.
1: Kişisel, sevgiye dayanan hediyeler.
2: Devletler arası ilişkileri veya devletin kendi kurumlarının birbirleriyle ilişkilerini geliştirmek amacına yönelik hediyeler.
3: Ticari ilişkileri sürdürmeye yarayan hediyeler.
Genel kanı hediyelerin sevgiyi ve ilişkileri arttırıcı etkisinin olduğu yönündedir. Bireysel olarak kötü amaçlada hediye verilmiştir. Bunlar rüşvet adıyla adlandırılır. Rüşveti hediyeden ayırıcı unsur, verenin menfaat isteyici, alanın menfaat sağlayıcı olmasıdır. En fazla menfaat sağlayıcı yönetim erkinin bir parçası olan devlet kurum veya özel kuruluş personelidir. Menfaat sağlanmasını istemekte menfaat sağlamakta ne kadar ahlaksız bir şeyse, bunun için alınan ve verilen adı rüşvet şeklinde çirkinleşerek değişmiş hediyelerde toplumun yozlaşmasına, çürümesine yol açtığı için o kadar ahlaksız bir şeydir (kimi şehirlerde durup dururken yıkılan binaların yapımında denetim yapmayarak oturma izni veren anlı şanlı belediyecilerimiz bu çürüme sebeplerine çarpıcı örnektir). Bulundukları makam ve mevkilerde olmasalar kesinlikle alamayacakları hediye ve hediye ötesi şeylerle suç işlenmesine zemin hazırlamaktan ve bir çok canın yitirilmesine sebep olmaktan dolayı suçludurlar. İşte böylesi hediyelerin topluma zararı çok büyüktür.   

Her şeyin bir kuralı olduğu gibi hediyeninde yazılı olan ve olmayan kuralları var. O kuralların kimi gelenekler, kimi dinsel uygulamalar yoluyla bugüne dek gelmiştir. Kurallar şunlardır.

1: Hediye edilen bir şey, hediyeyi alan kişinin mülkü olduğu için, onun haberi olmadan, geri alınamaz veya izinsiz kullanılamaz.
2: Verilen hediye her ne olursa olsun, geçerli bir neden olmadığı takdirde reddedilemez. Dinende bu şöyledir: “Hediye, Allahü teâlânın gönderdiği güzel bir rızıktır. Kabul eden, Allahü teâlânın gönderdiğini kabul etmiş olur. Reddeden de Onun gönderdiğini reddetmiş olur.”  (*1)
3: Hediye şu durumlara göre uygundur:
a- Hediye veya hibe [bağış], mevcut ve bilinen bir malı, birine karşılıksız temlik etmektir. Belli bir karşılık isteyerek vermek de uygundur. Mesela, borcunu ödemesini şart koşmak uygun düşer.
b- Karşılık vermek şartı ile yapılan hediye, karşılığı verilmedikçe geçerli olmaz. Hediyenin ve karşılığının, ayrılmadan önce verilmeleri gerekir.
c-“Sen ölürsen benim, ben ölürsem senin olsun” diyerek evini birisine vermek uygun düşmez.
ç- Ali, Veliye, “Yaşadığın müddetçe evim senin olsun” dese, Veli ölünce, ev, sahibine verilir.
d-“Al, sarf et” diye verilip, hediye olduğu söylenmeyen para, teslim edilince, ödünç verilmiş olur. “Al, giy” diyerek verilen elbise, hediye olur.
e- Hediye verilmeden önce, veren vazgeçebilir. Hediye verildikten sonra, ancak ikisinin rızası ile vazgeçilebilir.
f- Hâfız, pazarlık etmeden, Allah rızası için hatim veya mevlid okursa, kendisine verilen hediyeyi alması caiz olur. Az diye itiraz ederse, aldığı haram olur.
g- Çocuğun hediye vermesi geçerli değildir. Çocuğa verilen hediyenin geçerli olması için, çocuğun, hediye edilen şeyi eline geçirmesi gerekir.
ğ- Fakir, zenginin verdiği sadakayı zengine hediye etse, zenginin alması uygun düşer.
h- Biri, “Bu malı sana hediye ettim” dese, öteki de alsa, hediye tamam olur.
ı- Müşteri, malı teslim almadan başkasına hediye edebilir.
i- Henüz ele geçirmeden önce, ikisinden birisi ölse, hediye geçersiz olur.
j- İki kimse, ortak oldukları bir evi birine hediye etseler, uygun olur. Bir kimse, evini iki kişiye hediye etse, uygun olmaz. Çünkü, taksimi mümkün olan şeyi, hisse-i şayıalı olarak vermek uygun değildir.
k- Gelecek ay başında, şu malı sana hediye ettim demek geçerli olmaz.
l- Ölünceye kadar nafakasını vermek ve kendine hizmet etmek şartı ile evini birine hediye ve teslim edince, hizmete başlarsa, evi geri alamaz.
Evini, ölünceye kadar içinde oturmak şartı ile satmak anlaşma olarak kötü sayılsada, hediye etmek uygundur ve evi teslim ettikten sonra, geri alamaz.
m- Hediye verirken malın mevcut olması şart, hazır olması şart değildir.
n- Zorla alınan hediye geçerli değildir. Mesela bir kimse, hanımına, “Sana borcum olan bileziklerini bana hediye etmezsen, babanın evine hiç gidemezsin” dese, hanımı da hediye etse, geçerli olmaz. Çünkü kerhen, zor ile hediye vermek geçerli olmaz.
o- Hediye, ancak ele geçince mülk olur. Satın alınan mal ise, ele geçmeden önce mülk olur.
ö- Ölüm hastası, malının üçte birini, vârislerinden başkasına bağışlayabilir.
p- Alacağını borçlusuna bağışlayan, vazgeçemez. (Alacağım yok) deyince de, borç kalmaz.
r- Kazançları şüpheli olan, hediyeleşmeli ve ödünç alıp kullanmalıdır! Haramdan geldiği kesin olarak bilinmedikçe, hediye gelen şeyler helaldir.
s- Doğacak yavrusu benim olmak şartı ile bu hayvanı sana hediye ettim demek caizdir. Yavrusu da hediye olur.
ş- Mehr vermemek şartı ile nikah geçerli olur. Fakat sonradan mehrini verir.
t- Müşterinin başkasına satmaması şartı ile bir mal satmak veya başkasına satmamak şartı ile satın almak geçerli olup, bu şartların hepsi boştur, yapılmaz.

4: Hediye şu durumlarda geri istenmez.

Hediye bir malı birine karşılıksız vermek olduğu kadar bir karşılık isteyerek vermekte olabilir. Bazı durumlarda hediye özendirici ve teşvik edici olarakta kullanılabilir. Anne-baba çocuklarının sene sonunda “taktir” getirmeleri durumunda bisiklet, bilgisayar v.b hediye edeceğini söylemesi gibi. Mecbur kalmadıkça hediye geri istenmemelidir. Buhari’nin belirttiği hadise göre “Verdiği hediyesini geri isteyen, kustuğunu yalayan köpeğe benzer.”

Hediyeyi geri istemek kustuğunu yalamak gibiyse de, bir kimse, sebepli veya sebepsiz verdiği hediyeyi geri isteyebilir. Ancak şu yedi şeyden biri varsa, hediyesini geri alamaz:

a- Verilen hediyede kıymetini artıran fazlalık meydana gelmiş olması:
Hediye edilen bir kitabı alan kimse ciltletmişse, hediye edilen hayvan yavru yapmışsa, hediye edilen eve parke döşemek gibi kıymetini artırıcı bir şey ilave edilmişse, hediye edilen araziye bir şey ekilip dikilmişse, hediye edilen cekete astar gibi bir şey dikilmişse, yani verilen hediyenin kıymeti artmışsa, hediyeyi veren artık bunu isteyemez. Hediye edilen bıçak keskinleştirilse, hediye eden artık onu geri isteyemez.
Hediye edilen elbise boyanmışsa, boya da elbisenin değerini yükseltmişse, artık bağıştan geri dönülemez. Şayet boyanan elbise kıymeti artırmamış veya eksilmemişse, o zaman bağış yapan şahıs, bunu geri isteyebilir. Hediye edilen koyun, bayramda kurban edilse, sonra hediyeyi veren hediyesinden vazgeçerse, kesilmiş hayvanı alabilir; fakat öteki kurban borcundan kurtulmuş olur, yani onun kurbanı geçerli olur.
b- İkisinden birinin ölmesi:
Hediyeyi veren veya alan ölmüşse, artık hediye geri istenemez. Veren ölmüşse, verenin varisleri isteyemez. Hediyeyi alan ölmüşse, varislerinden bu hediye istenemez.
c- Hediyenin karşılığı olduğu bildirilerek bir hediye vermek:
Senin hediye ettiğin şu kıymetli bisiklete karşılık olarak şu kurşun kalemi verdim denirse, bisikleti hediye veren artık hediyesini isteyemez. Kalemi veren de geri isteyemez. Eğer hediyene karşılık demeden verirse, kalemi veren de bisikleti veren de geri isteyebilir. Şayet, verilen hediyede, büyük bir kusur bulursa, onu geri vererek, ona karşılık verdiği bedeli geri alamaz. Mesela bisikletin freni bozuksa, tekerlekleri yırtıksa bisikletini al, kalemimi ver diyemez.
ç- Hediye edilen malın, alanın mülkünden çıkması:
Hediye edilen şey, satılmışsa, kaybolmuşsa veya başkasına hediye edilmişse, artık geri istenemez.
d- İkisi arasında nikâh bulunması:
Karı koca, birbirine verdiği hediyeyi geri isteyemez. Erkek müslüman, kadın başka bir dinden olsa, hatta boşansalar da, bağışından dönemez, verdiğini geri isteyemez. Bir erkek, yabancı bir kadına bir şey bağışladıktan sonra onunla evlense, bu durumda bağış yapan, bağışından dönebilir; çünkü nikâh bağıştan sonra yapılmıştır. Bu durum, günümüzde çok görülüyor. Nişanlanıp, oğlan geline hediyeler takıyor. Nikâhtan önce veya sonra ayrılıyorlar. Kustuğunu yalamak gibi olsa da, oğlan, geline nikâhtan önce verdiği hediyeleri geri isteyebilir. Nikâhtan sonra verilenleri ise istemeye hakları yoktur.
e- Aralarında nikâhı ebedi haram eden akrabalık bulunmak:
Usûl ve fürular yani baba, babanın babası ve daha yukarısı, ana, ananın anası ve daha yukarısı, evlatlar, torunlar ve daha aşağısı ile kardeşler, kardeş çocukları, amcalar, dayılar, halalar, teyzeler, verilen hediyeleri geri isteyemezler. Bu şekilde akraba olan, ister Müslüman, isterse başka dinden olsun eşittir.
f- Hediyenin değişip başkalaşması:
Hediye edilen buğdayın öğütülüp un haline gelmesi veya bulgur yapılması yahut ekmek yapılması, verilen sütün peynir yapılması, yağının çıkarılması halinde, artık verilen hediye geri istenemez.

Birisine bin lira hediye edilse, sonra o kişiden bin lira ödünç istense, o kimse de bin lira hediye edene ödünç verse, ödünç alan kimse, zaten ben bu bin lirayı sana hediye etmiştim, vermiyorum diyemez.

Bir kimse, diğerinde bulunan alacağını bağışlarsa, ona bağışladığı şeyi geri isteyemez.
Bağışlanan şey satılsa, müşteri, onu bir kusurundan dolayı iade etse; önce bağış yapan şahıs, bu durumda bağışından dönemez.
Bağış yapan bedeli teslim aldığı zaman, her ikisi de verdikleri şeye geri dönemezler.
Kendine bağış yapılan şahıs, ister akraba olsun, ister yabancı olsun fark etmez. (*2)

Başkalarının yanında birine bir hediye verilse “onlar da ortak olur” hadisine göre her hediye herkesçe ortaklaşa kullanılacak demek değildir. Türkçemizdeki “göz hakkı” deyimi olarak kullanılan bir söze dayanarak bu ortaklığın yiyecek ve içecekler üzerinden, dahası bölünebilir şeyler üzerinden uygulanması mümkündür. Bir kalem gelmişse, kalem kırılıp oradakilere taksim edilmez.

Para hariç, al kullan diye verilen şey hediye olur. Ancak verenin bunu diliyle söylemiş olması gerekir. Hediyede söz geçerlidir. Şakadan bile söylense verilen şey hediye edilmiş olur. Onun oyunu olmaz.

Dinimizde, niyetin geçerli olup sözün geçerli olmadığı yerler olduğu gibi, sadece sözün geçerli olup niyetin geçerli olmadığı yerler de vardır. Mesela; “Şakadan da olsa nikâhlananın veya boşayanın, nikâhı da, boşaması da geçerli olur.” (*3)
“Üç şeyin şakası da, ciddisi gibi geçerlidir. Nikâh, tek taraflı boşanma, tek taraflı boşanmaktan vazgeçmek.” (*4)
Hediyede yukarıda sözü geçen konular gibi şakası olmayan bir konudur.
Alacağını borçlusuna hediye eden, “şakadan söylemiştim” dese de hediyesinden vazgeçemez. Niyeti geçersiz, sözü geçerlidir.


DEVAM EDECEK


KAYNAKLAR
*1 Ramuz
*2 İhtiyar, Redd-ül muhtar, Hindiye
*3 Taberani
*4 Tirmizi


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 26.10.2011

HEDİYE VE HEDİYELEŞME 10

ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE

Geçen yazımızı bitirirken yaptığım alıntılarla şunları yazmıştım:

Verilen hediyede bir art niyet yoksa, mutlaka almalı ve karşılığında az çok bir şey vermelidir!
Bir şey veremeyen kimse ise, hediye verene dua etmelidir! “Bunu bana falanca verdi, Allah ondan razı olsun” demelidir! Ebu Davud’un naklettiği Hadise göre Hz. Peygamber şu öğütlerde bulunmuştur:

“Kime bir iyilik yapılırsa, o iyiliği ansın! İyiliği anmak şükür olur. İyiliği gizleyen nankörlük etmiş olur.” 

Kaldığımız yerden devam edelim. 

Tirmizi’de şu hadisi aynı görüşü onaylamak için verir: “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allahü teâlâya şükretmemiş olur.”

Hediye, muhakkak bir mal vermekle olmaz. Selam vermek ve faydalı bir şey söylemek de hediye olur. İbni Mübarek’in naklettiğ şu hadis bunu çok açık biçimde belirtiyor:
“Mümini sevindireni Allahü teâlâ sevindirir.” 

Ayrıca bir insanı kötülükten alıkoymakta bir hediye sayılmaktadır. Ebu Ya’la’nın naklettiği şu hadisten bunu öğreniyoruz:
“Bir arkadaşın hidayetini artırıcı veya onu tehlikeden kurtarıcı bir söz söylemekten daha iyi hediye olmaz.”

Durum böyle olunca hediyeleşmede madde şartı aranmaz. Bir insanın bir insana yaptığı her şey hediye adını alabilir. İbni Asakir’den nakledilen şu hadis bütün bu anlattıklarımızı doğrulamaktadır.

“Hediyenin en iyisi, hikmetli bir sözü öğrenip birine öğretmektir ki, bu da bir yıl ihlâslı ibadet etmekten daha sevaptır.”

Gene İbni Asakir’den şu hadisi okuyalım:

“Seferden dönerken, çoluk çocuğunuza yararlı bir taş da olsa, hediye getiriniz.”

Taberani’den nakledilen şu hadis İslamiyet’te hediye sadece bu dünya ile sınırlı kalmadığını, iki cihanı kapsadığını gösteriyor:

“Kim sadaka verirken, sevabını müslüman ana-babasının ruhuna hediye ederse, verdiği sadakanın sevabı, onların ruhuna gideceği gibi, sevabından hiçbir şey eksilmeden kendine de yazılır.”

Hakim’in naklettiği hadis sevginin saklı kalmaması ve duyurulması gerektiğini şöyle belirtiyor:

“Arkadaşını seven, sevdiğini ona bildirsin.”

Sevgiyi, hediye ile bildirmek, dili ile bildirmekten daha kolay ve daha önemlidir. Bir arkadaşa, (Seni seviyorum) demek zor olabilir veya yanlış anlaşılabilir. Birisine hediye vermek seni seviyorum demenin bir başka şeklidir.

Elmalılı Tefsirinin Bakara Sûresi, 271.Âyetin açıklanmasından sonra yer alan “Sadaka” bölümünde bir hadis vardır. O hadiste kalabalık guruptan bir kişiye verilen hediye, bütün guruba verilmiş olduğunu şöyle belirtir:

“Her kime bir hediye sunulduğunda yanında bir cemaat varsa, onlar da o hediyeye ortaktırlar.”

Potlaç kültüründe gördüğümüz üretileni paylaşma ve yeniden üretme esası İslamiyet’le daha geniş alana yayılmaktadır. Ahmed Hulûsi 1 Kasım 1996 tarihinde basılan kitabı “Cuma Sohbetleri’’nde buna değinir.

Gene Ahmed Hulûsi Hz.Muhammed Neyi “Oku”du- "İNFAK"ın SEBEPLERİ kitabının 218. sayfasında şunları yazar.

 İster zekât, diye anlayın “infak”ı, ister sadaka diye, ister hediye diye... Önemli olan, elin altındakileri başkalarıyla paylaşabilmek; karşılık beklemeden onları bağışlayabilmektir...
Şu noktayı da gözden kaçırmamak gerekir...
“Karşılık beklemenin” temelinde yatan neden, “sahiplik düşüncesi ve benliktir”!... Kendine ait kabul ettiğin şeyi karşındakine verdiğinde, elbette onun karşılığını beklersin... Ama,
Allah’tan; ama, “kul”dan!...
Oysa sahibi olmadığın bir şeyi verince, elbette ki karşılık beklemek diye bir şey de söz konusu olmaz!..
Sana emanet verilen bir şeyi iade ettiğin zaman, buna karşılık bekler misin?.. Elbette ki hayır!..işte bu örnekte olduğu gibi, “karşılıksız vermenin” tek yolu o şeyin kendinde emanet olduğunu fark etmektir..



DEVAM EDECEK



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 24.10.2011 

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 99

Merhaba sevgili okurlar. Bu hafta ortasında terör nedeniyle gene gençlerimizi şehit verdik. Vatan bekçiliği sırasında gencecik fidanlar hayattan koparak aramızdan ayrıldılar. Milletimizin ve şehit ailelerinin başı sağ olsun.  

Sırpların Saraybosna katliamı yaptıkları sırada Boşnaklar, hiçbir şey yokmuş gibi süslenip püslenerek işe gidiyorlardı. Boşnakları yıkamayan sırp bu duruma çok kızıyordu. Amacı onları yıldırarak dize getirmekti çünkü. Bende bugün bunu yapıyor ve bölücüleri çıldırtacak bir tutum sergilemek istiyorum. Şehitlerimize üzülmüyor ve onları önemsemiyor değilim, haşa. Ben teröristleri önemsemiyorum. Göstermek istediğim bu. Onun için bu hafta her hafta Pazar günleri olduğu gibi gene şiire ayırdım. Murathan Mungan şiirlerini okumaya devam ediyoruz.

...

KADIRGA

Senelerce, senelerce evveldi;
Bir deniz ülkesinde... ve belki de
birbirine aktardığım defterlerin hepsinde
bu şiir vardı:
Senelerce, senelerce evveldi;
Biz seninle orada, o deniz ülkesinde tanıştık

uzak denizler, uzak yakınlıklar içinde
bir Kadırgada iki korsan
tarih, yarın, ütopya dolu sandıklar arasında
birbirimizi yaralarından tanıdık
dışı korsan, içi iç denizlerde yaşayan çocuklardık
konuşamadıklarımız bir bulut kalınlığında
duruyordu aramızda
oysa konuşsak yada dokunsak birbirimize
çekip gidecekti içimizdeki o korkunç noksanlık
batık gemilerin deniz diplerini saran
umutsuzluğu vurmuştu yüzümüze
birbirimizden ve aşkın keşfedilmemiş gizlerinden
ürküyorduk
bir definenin ikiye paylaştırılmış haritasında
bilmeden
birbirimize doğru ilerliyorduk.

MURATHAN MUNGAN

***

KAL..
Çek silahını dedim baba
vur gözlerimi aglayan yerlerinden.
Yüzüm ıslak bir kaldırım gibi baba
bas üzerimden geç, kaderim duello sesizliği
çek silahını dedim baba
affet.

MURATHAN MUNGAN

***

KAN, TUZ, ÖLÜ
Kanını değiştirir suyla
Birkaç dönemeç önceki ölü
Tuzunu yıkar deniz
Suyunu değiştirirken ırmağı
Denize tılsım dağlıyor
Kurşun yayılıyor tenine
Ağır
Ağır
Kurşun
Birkaç ölü her dönemeçte
Bir ırmak kaç büklüm dönerse
Doğuya edilen yemin
Kan, tuz, ölü hakkı
Kollarına çoğalan ırmaklar
Geleceğini tasarlayan coğrafya
Tarih ve yemin kuşatırken toprağı

MURATHAN MUNGAN

***

KANDEHAR

Kandehar, kalbe akar doğrudan
gece Semerkant’tır,
Nehrevan, dinleyeni kahraman yapan masal
Buhara’nın gözlerini sil geçerken
dışarıdan yardım almadan
tek başına şiir olan kelimeler
bazı şehirlerin adı kapalı dîvan
kale kapısıyken anlam ve imkân
toza kuma dumana şiir olan şehirler
coğrafyadan edebiyata atlas değiştirirler
ne kadar çıksan Alamut ipteki uçurum
gölün gamzesinden ürperir Akdamar
ne istila ne anahtar
yazdıkça görünür
başkasına yalnızca bir ad olan divan
kendi zamanlarında görülmedikleri kadar

MURATHAN MUNGAN

***

KAR PRENSİ

Karlı fundalıklarda bırak, kalın uykuların sabahında
yaşamın saf değerlerini
çekil başkalarının aynalarından
omuzlarında ödünç pelerin
ceplerinde kurşun paralar
bütün bunlar sana göre değil
Eldivenlerini çıkar, kırağı uçuğu çiçeklere
denizmercanlarına, sefer ateşleri yakmış
balıkçı teknelerine bak
sonra kayatuzu, şeytankınası,
ucu ağulu kargılarla kendine başla
bak daha şimdiden
deliller ve ayrıntılarla kan tutuyor geceyi


eşik altına saklanan bir anahtar
kuyuların ıslak bilezikleri
düz, sakin, kendinle konuşur gibi dene
kanını yenileyen serüveni
kav gibi gizli ateş,
ten gibi lav
sorgusuz sevişsek
uykunun beyaz yasası teslim almadan bizi

ne duello kanunları, ne görünmez kelepçeler
tabiatı keşfeder
kutuplarından ekvatoruna
kendin indir doğal afetlerini
haritanı sağlamlaştır
anıların ve geleceğin için
iki kişi olana kadar yaz kendini
biri emekli bir hayalet
shakespeare sonesi
öteki, mahzun şiirlerin yedek yolcusu
bir kar prensi


Döndüğünde orada olacağım
Karlı fundalıklarda bekleyeceğım seni

MURATHAN MUNGAN

***

KEŞKE..

Deniz kokulu taşlar döşenmişti yollara
Ben bile bilmiyordum nerde ayrıldık
söndür küllenmiş sözcüklerini geçmiş zaman
sararan firezleri geç
yorumu gökyüzüne bırakılmış uçurtmalı tepeleri
uzun bir yol için aldığın ne varsa bırak ardında
saklayabilseydim dalgın bakışlarımı böyle zamanlar için
saçlarını taradığım sular,rüzgar ve karanlık
bak adın yazılı yeşim taşından örülü duvarda!

MURATHAN MUNGAN

***

KETUM

aşıkken tamamlanır
düşmanken yarım kalan tehlike
ketum hançer, çiğ rüzgar
künyendeki kaza benim adım
yatışmaz artık içimde başlattığım hikaye
ben her yerden aşka çıkarım

ırsıdir aşk
babadan oğula geçtiği gibi
geçer bir aşktan diğerine
ruhumu beklet, dağı ertele
dönülmez sözler verdim
döndüğümde çaresine bakarım

MURATHAN MUNGAN

***

KIRILGAN

Kırılgan bir çocuğum ben
Yüreğim cam kırığı
Bütün duygulardan önce
Öğrendim ayrılığı
Saldırgan diyorlar bana
Oysa kırılganım ben
Gözyaşlarım mücevher
Saklıyorum herkesten
Ürküyorlar gözümdeki ateşten
Ürküyorlar dilimdeki zehirden
Ürküyorlar o dur durak bilmeyen
gözükara cesaretimden
Diyorlar: Bir yanı sarp bir uçurum,
Bir yanı çılgın dağ doruğu.
Oysa böyle yapmasam ben
Nasıl korurum içimdeki çocuğu?
Bir yanım çılgın nar ağacı
Bir yanım buz sarayı.

MURATHAN MUNGAN

***  

KİMSE.

zamanı yıllarla tartanlar
yanılırlar
hiçbir şey tartılmaz başka bir şeyle
hatta çoğu zaman kendiyle bile
yaşanır, içini tohuma bırakır
geçer gider
geçmez sandıkların bile

hiçbir geçen tartılmaz kalanla
neyin kaldığını çoğu kez kendi de bilmezken insan
kimse kimse kimse
sahi kimse
ya da hiç kimse
söylediklerimden çok
sustuklarım
seçtiklerimden çok
reddedilmek için
ne kadar varsam
o kadar kimseyim kendime

güç kötü bir şey
kaderken de
kaldıramazken de
güç kötü bir şey
güçlüyken de
güçsüzken de
kaldığın yerden devam etmenin karanlığı
benzemiyor hiçbir çaresizliğe
kimin kaldığı yer var ki dünyada
kaldım sandığın yer
bizden geçendir çoğunlukla
içimizi parçalaya çoğalta
hâlâ gittiğim sona aceleci adımlarla
bütün iş birinin dediği gibi,
yavaşça acele etmek aslında

ölene kadar yavaşla işte
ölene kadar yavaşla
ne başkalaştırırsan o kadarsın
başkalarının imtihanlarından büyük gelecekler umma

çaresizlik bile bizden bir başkası yapmaya yetmez
bize biçilmiş döngüye katlanırız yalnızca
bir bakıma hiçbir yerdeyiz
bir bakıma yalnızca buradayız
var oluşumuzun ağırlığı altında ezilirken yapayalnız
ait olduğunu sandığın bütün grupların içinde yapayalnız
reddin imkânları sayım kayıpları yoklama kaçakları
sanma ki hayat bizi bekler başka kıyılarda
oysa biz buradayız
halsiz, kanıtsız
yılların neyi tarttığını bile bilmeden
kendi gücümüzün altında azala azala

kollarımız kadar kulaç kalplerimiz kadar sahil
hiçbir adanın almadığı yalnızlarız,
tamamlanmamış haritasında
define ve varlık
geleceğin tarihe dağıttığı kayıplar
bir gün birbirini bulmanın umuduyla

gölgemizle barışmanın uzun yolculuğu: büyümek
kendiyle tanışmayı erteler insan çoğu zaman
hayat yanlışlarla kısalır
başka biri olarak girdiğimiz bir kapıdan
bir diğeri olarak çıkarız
gündeliğe katlanmak için başkalarını kandırırken kendimizi yanıltırız
içimizi denerken yüzeriz farklı yüzlerle kendi içimizde bile
bu yüzden aşk yalnızca bir fikirdir
bu sefer gerçekleştirdiğini sandığın bir fikir
hep öyle oldu bende
hep saklı kaldı içimdeki anahtar
ve hep aynı kilitte kırıldı

fikirler de zamanla değişir
kırıldıkları yerde
kırıldıkları yer her şeyi değiştirir

zamanla bir şey söylemez artık kırılmak bile
sonra başka bir başlangıcın kapısında
aynı korkularla kalakalırız
daha önce de söylemiştim:
kimse yoktur kimsenin kimsesizliğine
her şiirin gizi başka bir şiirle
açıklar kendini
demiştim ya, hep öyle oldu bende
böyle katlandım kimsesizliğe
o birini ararken bile biliyordum
hiç kimse hiç kimse hiç kimse

MURATHAN MUNGAN

***


Bu haftada Murathan Mungan’ın şiirlerine yer verdim. Elimdeki şiirlerinden seçtiklerim bitmedi. Bu haftalık bu kadar diyerek sizlerden ayrılırken herkese huzurlu bir hafta sonu diliyorum.



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 23.10.2011

23 Ekim 2011 Pazar

HEDİYE VE HEDİYELEŞME 9


ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE

Yazı dizimizin bugünkü bölümünde İslamiyet ve hediyeleşme konusunu ele alacağım. Çeşitli kaynaklardan Hz. Peygamberin toplumsal kaynaşma ve insanlar arasında sıcak ve samimi ilişkiler kurulması için hediyeleşmeye büyük önem verdiğini öğreniyoruz. Bu arada hediyeleşmenin rüşvete dönüşerek kötü amaçla kullanılmasını önlemek amacıyla devlet yöneticilerine hediye vermenin, onlardan hediye almanın doğru olmadığını vurgulayarak uyardığını ve yöneticilerle hediyeleşmeyi yasakladığını gene bu kaynaklar belirtiyorlar.

Kaynaklara gidelim ve konumuzu irdelemeye başlayalım.

“Hediyeleşmenin önemi büyüktür. Peygamber efendimiz, insanların birbirleriyle ilgilerini kesmemesi ve irtibatlarının kopmaması için hediyeleşmeyi emreder, hediyenin, alanı sağır ve kör ettiğini bildirirdi. Yani hediye sayesinde hediye verenin kötü sözlerini duyamaz, kötü işlerini göremez olur.” 

Verilen hediyeyi almanın şart olduğunu en büyük, en güvenilir hadisçi olan Buhari’nin naklettiği peygamberimizin “Davete icabet edin, hediyeyi reddetmeyin!” hadisinden anlıyoruz

Neden reddedilmemesi gerektiğini bir başka hadisçi H.Tirmizi’nin naklettiği peygamber efendimizin şu hadisinden öğreniyoruz. “Hediye, Allahü teâlânın gönderdiği güzel bir rızıktır.” Hadisin devamında hediyenin hediyeyle karşılık bulması gerektiği belirtiliyor. “Hediyeyi kabul edin ve karşılığında daha güzelini verin!” 

Hadisçi Nesai’nin naklettiği bir hadiste bu konuyu tamamlar nitelikte. “Hediye verene, siz de hediye verin! Eğer verecek bir şey bulamaz iseniz, onun için dua edin ki hediye karşılıksız kalmasın!”

Yani nakledilen hadislerden

1: Allahın güzel bir rızık’ı olduğu için verilen hediyeyi almak,
2: Karşılığında daha güzelini vermek şart!
3: Verecek bir şey bulamayanın dua etmesi de bu yüzden şart! Başkasına edilen duada hediyeden sayılıyor.

Küçükte olsa yasa dışı işler yaptırmak için hediye adı altında rüşvet verildiğini bilmeyen yoktur. Böyle olduğu için hediye ile rüşvet birbirinin zıt kardeşleridirler. Kimilerine göre böyle yerlere boş elle gidilmez. Bunu daha da ileri götürürsek yatırlara sunulan hediyelerde Allah’la temasımızı kendimiz kuramazmışız gibi, onlar kursun diye verilen bir nevi rüşvettir.  

Eskiden büyüklerimiz ‘nereye gidilirse gidilsin, boş elle gidilmez’ derlerdi. Sadece bu hislerle verilen hediyeleri verenin böyle bir art niyeti olmadığı biliniyorsa, reddetmek uygun değildir (resmi veya tüzel kişi veya makamlara getirilmiş ve bir amaç taşıdığı düşünülen hediye alınmamalıdır. Batılı ülkelerde rüşveti önlemek amacıyla hediye gelirden sayılıp vergilendiriliyor. Eğer hediye açıklanamaz boyut ve nitelikteyse sade vatandaş, devlet memuru ayırmaksızın yargılanabiliyor. Aydın Göle).

İ. Malik’in bildirdiğine göre Hazreti Ayşe, muhtaç bir kadının hediyesini kabul etmeyince Peygamber efendimiz, “O kadın muhtaç olsa da, hediyesini kabul edip ona daha fazla bir şey vermeliydin” buyurdu. Sahabeden bir zat da, verilen hediyeyi kabul etmeyip, “Ya Resulallah, birinden bir şey alanda hayır yok buyurduğunuz için almadım” deyince, Peygamber efendimiz buyurdu ki:

“O isteyerek alınan şeylere mahsustur. İstenmeden verileni alınız!” 

Verilen hediyede bir art niyet yoksa, mutlaka almalı ve karşılığında az çok bir şey vermelidir!
Bir şey veremeyen kimse ise, hediye verene dua etmelidir! “Bunu bana falanca verdi, Allah ondan razı olsun” demelidir! Ebu Davud’un naklettiği Hadise göre Hz. Peygamber şu öğütlerde bulunmuştur:

“Kime bir iyilik yapılırsa, o iyiliği ansın! İyiliği anmak şükür olur. İyiliği gizleyen nankörlük etmiş olur.” 


DEVAM EDECEK

  
Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 21.10.2011

HEDİYE VE HEDİYELEŞME 8


ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE

Anlaşılan o ki hediye ve hediyeleşme üzerine ayırdığım bu yazı dizisi birkaç dizi daha sürecek. Benim niyetim 6 bölüm yapıp bitirmekti. Ama hiçte ummadığım kadar zengin bir konuyu irdelerken, nereye el atsam gül katmerleri gibi açıldığı için bunları yazmamak olmazdı. Edindiğim bilgileri birkaç bölüm daha sürse bile sizlerle paylaşmayı uygun buluyorum.

Şimdiye kadar ilkel kabile yaşayışlarında, İslamiyet öncesi Türklerde, Hıristiyanlık öncesi ve Hıristiyanlıkla birlikte Avrupa’daki hediyeleşme kültürlerini incelemiş, ülkeler ve dinler arası hediyeleşmenin örneklerini verirken Müslümanlığı seçtikten sonra Türklerin kurduğu son imparatorlukta da bu iç ve dış hediyeleşme adetlerini sürdürdüğünü belirtmiştim. İslamiyetle birlikte Hz. Peygamberimizin koyduğu ölçüler içinde hediyeleşmekten elbette ayrı bir bölümde söz edeceğim.

Biz bu bölümde de devletler arası ilişkilerde yöneltme, sevketme ve gütme anlamında kullandığımız, Avrupa dillerinden dilimize giren kelimeyle “strateji” belirlemek amacıyla varlık bulan hediyeleşmeler üzerinde durmaya devam edelim.

Bu konuda çeşitli dönemlerde bir çok amaç güderek hediyeler verildiğini tarihi bilgiler içinde buluyoruz. 15. ve 18. yy arasında Osmanlının Rusların açık denizlere ulaşmasını engellemek amacıyla Kafkaslarda hediye siyasetini ön planda tuttuğunu belirtebiliriz. Rusya’nın sıcak denizlere inme politikasının İslam dünyası için bir tehdit olabileceğinin ilk defa farkına varan III. Murat olmuş, bu maksatla bölgede ileri gelen liderlerle ittifak kurmaya çalışmıştı. (Fahrettin Kırzıoğlu, Osmanlı Devletinin Kafkas İllerini Fethi, Ankara 1993)

Bu konuda Tarık Yalçın’ın “Osmanlı Siyasetinde Hediyeleşme” adlı yazısına göz atalım.

“Osmanlı Devleti Kafkasya ile ilişkilerinde hediye siyaseti daima önemli olmuştur. Kuruluş döneminden itibaren hediye siyasetini benimseyen Osmanlı devlet politikasının ayrılmaz temellerinden biri olmuş, hakimiyetinin sınırlarını ve sürekliliğini hediyelerle sağlamıştır. Fakat bu hediyeleri bir rüşvet olarak görmemek gereklidir. Çünkü hediye siyaseti karşılıklı çıkar ilişkisinden ziyade bölgedeki kargaşa ortamının önlenmesine yönelik olduğu Ahmet Vasıf Efendi’nin seferatnamaesinden anlaşılmaktadır.

Müslüman Kafkas toplulukları da İslam’ın lider devleti olarak gördükleri Osmanlı Devletinin desteğini kazanmak için de hediyeler göndermişlerdir. Bu hediyelerin daha ziyade sembolik düzeyde hediyeler olduğu görülmektedir. (Ahval-i Anapa Ve Çerakise, Haşim Efendi, Topkapı Müzesi kütüphanesi)

18. yüzyılda Osmanlı Devleti, Kafkasya’daki Rus tehlikesini önlemek ve Abaza, Çerkez, Çeçen direnişçilerin desteğini almak için hediye politikasını Panislavizme karşı bir kalkan olarak sürdürmüştür. Ferah Ali Paşa, Soğucak muhafızlığına atanarak, Kafkasya topluluklarının liderlerine nakdi ve silah yardımı yapılmıştır. Rusya 18. yüzyılın sonlarında Kırım dışında kafkasya’da hediye politikası yüzünden etkinlik sağlayamamıştır.
Osmanlı Devleti bu hediye politikasını İslami esaslara dayandırarak “celb-i kulub” yani kalplerin kazanılması olarak değerlendirmiş, Şeyhülislam’dan alınan fetva ile uygulanmıştır.
Yine Anapa kadısına İstanbul’dan gönderilen bir hükümden anladığımıza göre isyan ve kargaşaya tevessül etmeyen halkında ödüllendirilmesine yönelik ferman gönderildiğini görüyoruz. Kafkasya’da Rusya’nın yanında yer almayan Müslüman halkalara ramazan ve Kurban bayramlarında yardım gönderilerek sadece kabile liderlerinin değil halkında kalpleri kazanılmak istenmiştir.

Osmanlı halifesi ilk cihat ilanını Ruslara karşı yapmıştır.

Osmanlı Devleti’nde padişahların cihat ilan ettiği bilinmekle birlikte halifelik makamını kullanmadıkları bilinirdi. Osmanlı padişahı I. Abdülhamit vefat etmeden önce halife ünvanını kullanarak cihat ilan etmiştir. Abaza ve Çerkezlerin Rusya ile yapılacak savaşa katılmaları için hediye gönderilmiş fakat Abaza ve Çerkez liderler, halifenin çağrısına uymuşlar ve hediyeyi kabul etmemişlerdir. (Evamir-i Aliyye, 12 Şubat 1789)

Rusya’da Osmanlı’nın bu politikalarına karşı boş durmamış Kazakların desteğini sağlamak için, onlarda hediye politikasını yürütmüşlerdir. (Christoph Witzenrath, Cossack and Russian Empire, London). Kazaklar dışında diğer Müslüman topluluklar hediye politikasını benimsememişler, Osmanlı’nın yanında olmayı ya da bağımsız kalmayı tercih etmişlerdir.”

Gördüğünüz gibi hediye bir yeri elde tutmak, elde tutulan yerde iç karışıklık çıkarılmaması gibi durumlarda dahil olmak üzere, devlet veya din farkı güdülerek ortak düşmana karşı ittifak kurmak gibi düşüncelerlede verilebiliyor.



DEVAM EDECEK

  

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 19.10.2011 

HEDİYE VE HEDİYELEŞME 7

Bu bölüme kadar çeşitli hediyeleşme türlerini gördük. İslamiyet öncesinde dünyada ve biz Türklerde üretime ve paylaşmaya dayalı toplumun göstergesi olarak gelişen hediyeleşmenin daha sonra ticarileştiğini, bunun ardından tıpkı ticari ilişkiler gibi toplumsal ilişkiler içine girerek mecburilik, ardından karşılıklılık kazandığını söyleyebiliriz.

Hıristiyanlığın yaygınlaştığı dönemde hediyeleşmenin rüşvete yol açtığı düşünülerek yasaklandığını, fakat hediyeleşmenin daha sonra bütün özellikleriyle sızarak Hıristiyanlığa da yerleştiğini söyleye biliriz. Buna örnek veren yazımızın geçen bölümünü şöyle bitirmiştim.

“Hediye verme geleneğinin Batı dünyasındaki serüvenine göz atarken, Roma’nın ilk kralları döneminde bu anlayışın toplumda yayıldığını söylemiştik… Ama şu da bir gerçek ki, hediye ve armağan kavramının tarihçesi, sadece Roma ya da Ortaçağ ve sonrası Avrupa’sının kralları arasında değil, Doğu dünyasının şahları, padişahları ve sultanları arasında da kendine ilginç öyküler bulur.

Bu öyküler arasında, dillere destan olmuş hediye serüvenleri vardır. Örneğin bir Bizans imparatorunun Kurtuba kenti hâkimine gönderdiği kıymetli bir kitabın yanına, bir de çevirmen eklemesi ya da Harun Reşid’in Büyük Karl’a gönderdiği saat, bu tür hediye öykülerinin arasında, en çok öne çıkanlardır.”

Bugün kaldığımız yerden devam edelim ve adsız kaynağa tekrar dönelim.

“Osmanlı tarihine bakarsak, imparatorluk döneminde, yakın yada uzak, ilişkide bulunulan ülkelere gönderilmekte olan hediyelerin değerinin, 17. Yüzyıl’da dikkat çekici bir artış gösterdiğini söylemek mümkündür.

Ama elbette, bu armağanlara karşılık, ilişkide bulunulan ülkelerin hükümdarları da, İstanbul’a kendi hediyelerini gönderirlerdi…

Bu hediyeleşmelerde, armağanların cinsi, bize bugün, o dönemin kıymet ve zenginlik ölçüleri konusunda da fikirler verebilir…

1639’da, Hint hükümdarı Hurrem Şah’ın İstanbul’a gelen elçisi IV. Murad’a, o dönemin kuruş hesabıyla, yüz elli bin kuruşluk bir mücevherli kemer ve fil kulağından yapılıp üzerine gergedan postu kaplanmış bir kalkan sunmuştu.

1641’de Dersaadet’e gelen İran elçisi Sultan I. İbrahim’e, birçok kıymetli hediyenin yanı sıra, mükemmel birkaç küheylân ve pek çok ipek halı getirmişti.

1644’te gelip Saray’a kabul edilen Nemse elçisinin I. İbrahim’e sunduğu hediyeler arasında ise, en çok dikkati çeken, gümüşten yapılmış ve özel bir mekanizmayla hareket ettirilen bir şadırvandı.

Nemse elçisinin getirdiği hediyeler arasında, altın kakmalı 30 gümüş sahan, bir sini ve bir leğen-ibrik de göze çarpıyordu.

1653’te IV. Mehmet (Avcı) tarafından Hint hükümdarı Cihan Şah’a gönderilen hediyeler arasında, yirmi kadar cariye, zümrüt kabzalı bir hançer, pek mükemmel ve kıymetli bir at takımı yer alıyordu. Bu arada, Cihan Şah’ın elçisine de, altı bin altın, bir kürk ve bir at verilmişti.

Yine aynı yıl Cihan Şah, Osmanlı padişahının hediyelerine karşılık armağanlar göndermişti. Bunlar arasında, bir elmaslı sorguç ve hançer ile, o zamanlar, toplam değeri üç yüz bin kuruş olarak tahmin edilen kıymetli hediyeler yer alıyordu.

1656’da Hind hükümdarına elçi olarak gönderilen Muizade Efendi ile yollanmış hediyeler arasında, yekpare büyük zümrütlü bir sorgucun yanı sıra, altın ve mücevherlerle süslü koşumlarıyla beraber, dört küheylân vardı.

1657’de İstanbul’a gelen İran elçisi ile gönderilen hediyeler arasında ise, altın ve mücevherle süslü olağanüstü koşumlara sahip iki küheylân da bulunuyordu.

1657’de, yine IV. Mehmed’e İran şahı tarafından, birçok armağanın yanı sıra, birkaç katar deve ile bir büyük fil gelmişti.

1665’te Avusturya ile yapılan antlaşmadan sonra, Viyana’ya Kara Mehmet Ağa büyükelçi tayin edilince, Avusturya hükümdarına sunulmak üzere yanında götürdüğü hediyeler şunlar olmuştu:

Bir murassa sorguç, bir direkli çadır, yirmi seccade, beş acem halısı, yüz sarık, kırk hil’at, bir okka amber, on iki at, koşumları özel olarak yapılmış ve çok kıymetli iki at.

1682’de yine IV. Mehmed’e, Moskova elçisi vasıtasıyla, birçok hediyenin yanı sıra, tam 1.198 samur kürkü sunulmuştu.

II. Mustafa padişah olduğunda (1695), İran şahı tarafından cülûs tebriki nedeniyle gelen elçinin yanındaki hediyeler, birkaç katar deve yükü idi.

Bunlara karşılık olarak da, İstanbul’dan İran şahına, altın zincirli ve elmas, yakut, zümrüt ile bezeli koşumları olan birkaç safkan at; zümrüt ve elmaslarla işlenmiş özel bir topuz, altın ve mücevher bezeli bir hançer, elmaslı bir sorguç…

Gelelim Osmanlı’nın Tanzimat sonrası dönemlerine... Kırım Savaşı’nın ardından, 1856’daki Paris Kongresi nedeniyle, Fransız devleti kongre delegelerine son derece kıymetli hediyeler verir.

Osmanlı’nın kendini Avrupa’ya kabul edilmiş gören Bâbıâli yönetimi de, bu tür jestlerin gerisinde kalmak istemez: Kongrenin başkanı Valefski’nin eşine Bâbıâli yüz yirmi bin kuruş kıymetinde bir gerdanlık hediye eder.

Fransa ikinci delegesi ile Fransız Dışişleri müsteşarının ve kongre başkâtibinin eşlerine de, yine Bâbıâli tarafından, beşer bin kuruş değerinde gerdanlıklar verilir.

Avusturya Dışişleri Bakanı ile Fransa büyükelçisinin eşlerine, yine aynı vesileyle, yüzer bin kuruşluk gerdanlıklar hediye edilirken, İstanbul’daki Avusturya elçisinin eşine de, beş bin kuruşluk bir gerdanlık verilir…

Sultan Abdülaziz döneminin (1860-1876) ilginç bir hediye öyküsü de, padişahın Avrupa gezi sırasında yaşanır. Abdülaziz Fransa’da, III. Napolyon’un eşi İmparatoriçe Eugénie’ye, Saray’ın kuyumcubaşı Hoca Bogos’a yaptırılmış pırlantalı bir gerdanlık hediye eder. Bu gerdanlığın o günkü değeri, yedi yüz elli bin kuruş olarak hesaplanır.

II. Abdülhamid döneminin dillere destan bir hediyesi de İngiliz büyükelçisi Lord Canning’in eşine padişahın ihsan ettiği murassa altın bilezik ile çiçek buketi biçimindeki iğnedir. Bunların o günkü toplam değerinin yüz bin kuruş civarında olduğu rivayet edilir.”


DEVAM EDECEK



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi : 17.10.2011

HEDİYE VE HEDİYELEŞME 6

Bu bölüme kadar dünyada ilkel kabilelerdeki hediyeleşme ve İslamiyet öncesi Türklerdeki hediyeleşme ile dünyanın bildiği ve Çanakkale’de geçen Truva Atı hediyesinin mitolojik hikâyesinden eski yunan geleneğine girmiş savaş hilesi bir hediye biçimine yer verdim.

Savaş hilesi hediyeleri arasında neler yok ki. Amerika’nın egemenleri savaşla yenemedikleri yerli halkı kızılderilileri dize getirmek için verilen hediyelerle soy kırım yapıldığını biliyoruz. Onlara çiçek hastalığı mikrobu bulaştırılmış battaniyeler verilerek hastalıktan kırılmaları sağlanmıştı. Bugünkü Newyork, beyaz adam gelmeden önce Kızılderililerin dilinde Yucatapa idi.

Günümüze gelirken bu hileli hediyeler arasına suikast bombası gizli hediyelerle, çeşitli hastalık mikrobu bulaştırılan her çeşit kutlama kartı ve hediyeleri de girmiştir. Bu konuyu kısaca anlattıktan sonra bugünkü asıl konumuza; Avrupa’daki hediyeleşmenin tarihine geçiyor ve elimdeki adsız kaynaktan olduğu gibi aktarıyorum.

“1647-1685 yılları arasında yaşamış olan Antik Çağ meraklısı Lyon’lu gezgin Jacob Spon, ‘Hediyelerin Kökenine Dair’ adlı kitabında, hediye verme geleneğinin Roma’nın ilk krallık dönemlerine rastladığını vurgular. Bu bilgiye Spon, Roma’nın çoktanrılı ‘resmî’ dininin Batı dünyasındaki son savunucularından Simmakus’un mektuplarında ulaşıldığını belirtir.

Simmakus’a göre, krallığın önde gelen yöneticilerine, bayram ve yılbaşı hediyesi niyetine, bir saygı nişanesi olarak, Sağlık Tanrıçası Strenia’nın ormanlarından toplanmış mine çiçeği dalları gönderilirdi. Bu dallardan, bir bitki çayı yapılırdı. Latin dillerinde, bayram ya da yılbaşı hediyesi anlamına gelen ‘strenna’ ya da ‘étrenne’ sözcüğü de işte buradan gelir…

Sonra zamanla, dostlara tatlı ve hoş bir yıl dilemek adına, bu mine dallarının yanına incir, hurma ve bal da eklendi. İmparatorluk dönemi Roma’sında, işler değişti; soylu tabaka ve seçkinler, atalarının bal çömleği yerine, içinden altın şıkırtıları gelen çömlekleri yeğlediler!

Ancak Roma Kilisesi’nin Batı’ya ve Doğu’ya hâkimiyeti, çoktanrılı dönemi anımsatan her şeyin yasaklanmasına ve bu arada, hediye verme geleneğinin de dışlanmasına yol açtı. Fakat Hıristiyanlık da kendi geleneklerini yerleştirirken, hediyeler ve armağanlar da işin içine ‘sızdılar’…

18. Yüzyıl’ın Batı dünyasında, yani din baskısının azaldığı ve ‘Aydınlanma’ döneminin yaşandığı zamanlarda, armağan vermenin aynı zamanda bir ziyafet veya parti vermekle eş anlamlı olarak kullanıldığını görüyoruz. Burada da yine bir zevk kavramı söz konusudur.

Tabii bu arada, doğum günleri, yıldönümleri, Noel ya da yılbaşı hediyeleri, artık neredeyse sosyal bir zorunluluk olarak kabul edilmektedir. Ayrıca doğru zamanda verilmesi, alan kişide bir sevinç ve şükran duygusu uyandırması gibi, hediyenin gerçek anlamına uygun düşecek bazı kurallara uyulması da önemsenir artık…

Bir diğer kural da, verilmeden önce, hediyenin ne olduğunun söylenmemesi ve sürpriz olarak kalmasıdır. Bu arada, hediyeyi verenle alanın konumlarının da birbirine uygun düşmesi önemsenir.

Hediyenin parasal değerinin ne çok az ne de çok fazla olmaması da kişiler arasındaki ilişki dengesini bozmaması açısından, önem verilen bir konu haline gelir. Son olarak armağanın, verilen kişinin zevkine uygun olması, aynı zamanda veren kişinin buna olan ilgisini ifade etmesi makbuldü.

Hediye verme, bir armağan sunma konularının belli kurallara, toplum tarafından gelen kabul gören alışkanlıklara bağlanması da 18. Yüzyıl’da yaygınlaşır.

Bu dönemin Batı Dünyasında, armağanlaşmak, artık beraber çalışan veya bir arada yaşayan çeşitli zümrelerden insanlar arasında, geleneksel bir ‘âdet’ halini alır. Özellikle çocuklar, armağanların verildiği bayram ve yılbaşı gibi özel günleri, dört gözle beklemeye başlarlar…

19. Yüzyıl’ın ortalarına gelindiğinde, kuzeydeki bazı ülkelerde ve Fransa’nın doğusunda Noel armağanlarının, ‘Aziz Nikolas Günü’ armağanları ile aynı dönemde verilmeye başlandığı görülür.

Patara doğumlu olan ve bugünkü adıyla ‘Derme’, antik ismiyle de ‘Myra’ kentinin piskoposluğunu yapan ‘Aziz Nikola’, aralarında, çocukların diriltilmesi de dahil olmak üzere, çeşitli mucizeleri olduğuna inanılan kutsal bir zat olarak kabul gören tanınmış bir Hıristiyan din adamı idi…

6 Aralık’ta kutlanan ‘Aziz Nikola Günü’, Kuzey ve Doğu Avrupa’da ‘çocukların günü’ olarak kabul edilir... Tabii bu bölgelerin, Güney Batı Anadolu’nun koşullarından çok farklı olan kültürüne ve iklim şartlarına ‘uyum sağlayan’ Aziz Nikola böylece uzun, kırmızı paltosu ve Ren geyikleriyle, çocuklara hediyeler dağıtan ‘Noel Baba’ olmanın ilk adımlarını atar…

Kuzey Amerika’ya göç eden Hollandalı ve Alman göçmenler de, bu geleneği Kuzey Amerika’ya aktarırlar.

Aslında, 1850’lerin Avrupa’sında sahneye giren ve 1930’larda yeni rolüne iyiden iyiye yerleşen Noel Baba’nın varlığı, çocuklara verilen Noel armağanlarının, yavaş yavaş eski dinî bağlantılardan kopmasına yol açar!

Bir çelişki gibi gözükse de, bu böyledir: Hz. İsa’nın doğum gününün kutlandığı 24/25 Aralık günü ve Noel Haftası ile yılbaşının birleştirilmesi, ilginç bir sonuca yol açacaktır:

‘Noel Baba’ imajının Hıristiyanlık kisvesinden giderek sıyrılıp laik bir yılbaşı simgesi haline gelmesi süreci yaşanacaktır…

Hediye verme geleneğinin Batı dünyasındaki serüvenine göz atarken, Roma’nın ilk kralları döneminde bu anlayışın toplumda yayıldığını söylemiştik… Ama şu da bir gerçek ki, hediye ve armağan kavramının tarihçesi, sadece Roma ya da Ortaçağ ve sonrası Avrupa’sının kralları arasında değil, Doğu dünyasının şahları, padişahları ve sultanları arasında da kendine ilginç öyküler bulur.

Bu öyküler arasında, dillere destan olmuş hediye serüvenleri vardır. Örneğin bir Bizans imparatorunun Kurtuba kenti hâkimine gönderdiği kıymetli bir kitabın yanına, bir de çevirmen eklemesi ya da Harun Reşid’in Büyük Karl’a gönderdiği saat, bu tür hediye öykülerinin arasında, en çok öne çıkanlardır.”




DEVAM EDECEK




Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 14.10.2011


HEDİYE VE HEDİYELEŞME 5

ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE

Şaman kültüründeki eski Türk inancına göre kişi öyle istediği gibi Kağan olamaz. Onun bir töreni vardır. Kağanlık Tanrının o tören sonunda Kağanlık meziyetine sahip insana bir hediyesidir.. Yrd.Doç.Dr. Kemal Üçüncü bunu şöyle açıklıyor.

“1.Kut: İslamiyet öncesi Türk kültüründe kağanlık Kök Tengrinin kişioğluna bahşettiği
bir ihsan, bir hediyedir. Kişinin kendi başına kağanlık iddiasında bulunması söz konusu
olamaz. Bu süreç üç aşamada gerçekleştirilir,

a. Kağan kaldırma yükseltme işlemi: Bu hareket adayın Tanrı ile ilişkiye geçmesi, iletişim kurmasıdır. Bunun için tanrıya yagış adı verilen özel bir kurban sunulur. Ardından iletişim kurulması eyleminin kolaylaştırılması için kağan adayı aşağıdan yukarıya doğru kaldırılır.

b. Yukarı Çıkarma işlemi [yügerü kötürme].Tanrı, adayı uygun bulursa, onu bulunduğu yerde iken tepesinden tutup yukarıya yanına çıkarır. Bunu yapmasının sebebi açıktır. Yarlık, kut, küç, ülüg ve il beratı vermek içindir. Kağan adayı Tanrı tarafından bu emanetler kendisine verildikten sonra kağan yapılmış olur

c. Kağan Oturtma İşlemi: Kağanlık görevi verilen ve tanrı tarafından kağan seçilen aday, yine tanrının buyruğu ile yeryüzüne indirilir ve kişioğlu üzerine kağan oturtması ile son bulur. Artık herkes kağanın buyruğu altındadır. Kağan bu yetki ile onları yönetme durumundadır.
Kağan meşruiyetinin kaynağını Tanrıdan alır. Türk tarihi içerisinde Timur’un Altın Ordu hanları ile girdiği meşruiyet tartışmaları bu çerçevededir. Bu nedenle hanlık ünvanını ölünceye dek kullanmamıştır.”

Karadeniz Teknik Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Yardımcı Doçent Doktoru Kemal Üçüncü, “Kut” başlığı altında Kağanlık makamının verilişini anlattığı bölümde, ikinci olarak “Bayrak” başlığı altında, Tanrı hediyesi kağanlığı törenle alan kişiye, diğer beylerin birlik nişanesi olarak tuğ hediye etmelerini alıntı ve örneklerle anlatıyor.

Aynı bölümde bayrağın çeşitli dillerdeki serüveninden şöyle söz eder.    

“2.Bayrak: Divanü Lügat’it Türk de batrak diye geçer. Batrak diye yazılan bayrak
kelimesi savaşlarda ucuna bir ipek parçası takılan mızrak şeklinde açıklanmaktadır. Ve
ifadelerden bunun ferdi ün kazanmış kahramanlara, alplara verilen bir alamet olduğu
anlaşılmaktadır. Aynı ederde bir manzumede ise kelime bayrak şeklinde kullanılmakta ve
Oğuzlar arasında öyle telaffuz edildiği yazılmaktadır.
Seçuklular ve Harzemşahlar devrinde yetişen İranlı şairlerin kelimeyi bayrah şekliyle
kullanması ve Selçuklu devrine ait Farsça kaynaklarda bu şekilde geçmesi bu kelimenin
Farsçaya Büyük Selçuklular zamanında Oğuzlar vasıtasıyla geçtiğini göstermektedir. Kelime
Arapçaya bayrak, Bulgarcaya bayrak, Rumenceye bairac şekillerinde girmiştir.
Bat-mak kökünden gelen ve değişmesi neticesinde bayrak şeklini alan bat-ır-ak
Batrak, batrak, bardak, bayrak kelimesi semantik bakımdan sancak kelimesi ile benzerliği
açıktır. DLT ye göre Karahanlı Türk hükümdarlarının bayrakları turuncu denilen al ipektendi
Uygur metinlerinde de kelime badruk şekliyle geçer.

DLT ve İbn-i Mühenna Lügatinde Tuğ kelimesi Arapça alem yani bayrak karşılığı olarak kullanılmaktadır. Başkırt şivesinde bugün tuğ kelimesi hala bayrak manasına kullanılmaktadır.”

Yrd. Doç. Dr Kemal Üçüncü bu bölümde oldukça ayrıntılı açıklamalar yapar. Burada siz okurlarımın sabrını zorlamak istemiyorum. Genede bu bölümü özetlemeden geçemeyeceğim. Başlarda beylerin birlik nişanesi olarak kağana hediye ettikleri tuğ daha sonra yararlıkları oranında kağan tarafından beylere verilir. Savaşlardaki kahramanlıklarına karşılık alplara da (savaşçı bilgelere de)  gene kağan tarafından tuğ verilir. Bu hediye zamanla terfiye dönüşür, terfide, madalyalara..

Ayrıca azat edilen kölelere azatlık beratı denen bir hediyeden de söz etmek gerekir. Bu da beylerin kapısında çalışan savaş esiri veya çeşitli ırktan cinsiyet gözetmeksizin pazarda alınıp satılabilen insanlara beyleri tarafından verilirdi. Herhalde bu hediye şimdiye kadar saydığımız hediyelerin içinde en anlamlı olan hediyedir.

Yrd. Doç. Dr Kemal Üçüncü bu bölümü şöyle bitirir.

“Simge ve semboller sözel olarak dillendirilmesi güç olan kendiliklerine ait tasarımlarını dillendirir. Bayrak ve Tuğ, hakimiyet sembolü olması nedeniyle mistik ve ilahi bir karaktere sahiptir. Devlet ve siyasi bağımsızlık sembolü, hakimiyet sembolü, budunun ortak simge ve işareti, Yetki belgesi [siyasi ve idari olarak], siyasi olarak tanıma ve kabul etme gibi iletişimsel işlevlere sahiptir.
Antropolojik olarak uygarlık tarihinde hakimiyet kaynağının Tanrısal olması onu
temsil eden unsurlara da kaçınılmaz olarak bir kutsallık izafe etmiştir.”

Dolayısıyla böyle verilen hediyelerinde kendiliğinden kutsallık değeri kazanması kendi doğası gereğidir. Bu ne adla ve ne olarak verilirse verilsin değişmez ölçüdür.

Bu gün yazımız için sevgili kardeşim Coşkun Göle’den hediye Truva Atı karikatürünü alınca bu yazıya savaş hilesi bir hediyenin hikâyesini yazmak şart oldu. Yunan mitolojisinde geçen bu hediye hikâyesi şöyle:

“Paris, Sparta Kralı Menelaus’un genç ve güzel karısı güzel Helena’ya aşık olur ve aşk tanrıçası Afrodit’in yardımlarıyla Helena’yı Truva’ya kaçırırlar. Bunun üzerine Kral Menelaus’un kardeşi Agamennon Truva’ya saldırır ve Truva savaşları başlar. Nifak Tanrıçası Erins’in saçtığı nifak tohumları yeşermiş ve Akhalarla Troyalılar karşı karşıya gelmişlerdir. Tarihin en kanlı savaşları cereyan etmiştir. Yıllarca süren bu savaşlar sonucunda Akhalılar, Troyalıları savaş hilesi yapmadan yenmenin mümkün olamayacağını düşünerek bir tahta at içine en kahraman savaşçılarını saklayıp Troya surlarının önüne bırakırlar.
Akhaların kaçtığına inanan Troyalılar tahta atı içeriye alarak eğlenmeye başlarlar. Erken gelen bu zafer sarhoşluğu içinde tahta atın içinden çıkan savaşçılar Troyalıları gafil avlar ve Troya kapıları Akha savaşçılarına açılır. Sonuçta Troya Akhalılarca işgal edilir.”

Bu hikâyeden sonra Yrd. Doç. Dr. Kemal Üçüncü’ye tekrar gelelim. Sayın Kemal Üçüncü yazısının sonunda yararlandığı kaynakları verir. O kaynakları bu yazıda dolaylıda olsa kullandık. Bu yüzden yazımızında dayanağı o kaynakları bilgi olması açısından aktarıyorum.

KAYNAKCA

Anna Britannica, C II, “Armağan değiş-tokuş maddesi”
TDV İslam Ansiklopedisi, C.6 , “Bayrak Maddesi”
Divanü Lügat-it Türk (1991), Besim Atalay, Ankara: TTK Basımevi
Bahattin Ögel (2000). Türk Kültür Tarihine Giriş, C VI, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.
Sever, Erdoğan (2000). Türkçe Öğretimi ve Tam Öğrenme Kuramı, Ankara: Anı Yay.
Erdoğan. İrfan (2002).iletişimi Anlamak, Ankara: Erk Yay.
Ergin, Muharrem (1994), Dede Korkut Kitabı i (Giriş-Metin-Faksimile], Ankara: Türk Dil
Kurumu Yayınları
Yıldırım, Dursun (1998). “Köktürklerde Kağanlık Süreci; Kaldırma, Kötürme, Oturma”,
Türk Bitiği, Ankara: Akçağ Yay,1998, s. 102-113
Smith, Anthony D. (2002). Ulusların Etnik Kökeni (Çev.S. Bayramoğlu, H.Kendir), Ankara:
Dost Yay.



DEVAM EDECEK


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com







HEDİYE VE HEDİYELEŞME 4

ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE
Geçen yazımızı bir tür hediyeleşme kültürü olan potlaç kültüründen esinlenen kapitalizmin insanlığı o ilkel döneme geri götürdüğünü belirtmiş ve şu alıntıyla bu görüşümüzü desteklemiştik.

“Kapitalizmin önemli nirengi noktalarından bir olan tüketim ve dolayısıyla özel günler ihdası üzerinden armağan kültürünü canlı tutma çabası bir ölçüde paganizme geri dönme durumudur. Çünkü hediye üzerinden karşılıklı dostluktan ziyade para gücünü tecessüm ettirmektedir. Zira kapitalist tüketimde marka ve etiket her şeyin önündedir. Bu yol izlendiğinde bile armağan üzerinden bir tabakalaşmanın ya da deyim yerindeyse sanki kast sisteminin oluşturulduğunu gözlemlemek mümkündür.”

Buna gidişin elbette bir yolu olmalıydı. O da mübadele aracı olarak ortaya çıkan paranın icadıydı. Başlangıçta masum olan para daha sonra ekonomik düzenleri, ardından da dünya ekonomik düzenini getirmesiyle insanı doğadan kopartınca insanın özgürlüğünü ekonomik çerçevenin içine sokarak bitirdi. Oysa bütün bunlar insanın özgürleştirilmesi olarak sunulmuştu. Bütün bunlardan ilkelliği, kabileciliği savunduğum sanılmasın. Ben bir duruma ayna tutuyorum. Alın size bir ayna daha. 

“Yine dikkatten kaçmamamsı gereken bir başka özellik ise, paranın, ilk kez potlaç düzeninde ortaya çıkmış olmasıdır. Ne var ki o dönemde para, ekonomik bir gösterge olarak değil siyasal bir güç göstergesi ve barışı sağlamaya yönelik bir değiş tokuş nesnesi olarak kabul görmüştür. Parasal ekonomik düzenin ortaya çıkması, ancak akılcı bir düşünce sisteminden sonra mümkün olabilmiş, bunun için de çok çok uzun yüzyıllar gerekmiştir. Parasal ekonomik düzenin ortaya çıkışı durumunda bu kez eşya evrensel bir ruhun taşıyıcısı değil de, bizzat paranın bir göstergesi haline gelmiştir.”

Ben böyle bir insan türünün oluştuğunu ve geliştiğini çok gördüm. İki kardeş aldıkları duvar saatlerinden kendilerinin aldıkları saatin daha güzel ve değerli olduğunu ödedikleri para ile göstermeye çalışıyorlardı. Bu günkü kredi kartları (ki çoğunluğun en üst seviyede kazanca sahip bile olsa neticede sınırlı sayılacak bir paraya sahip olacağından, yarınlarını bugünden harcayacak şekilde sınırsız harcama yapabilmesi için paranın da hayattan kovularak soyut rakamlara geçişle çiplerden kurulu yeni kölelik düzenini oluşturacak başka bir insan türünün geliştirildiğini belki bir yazıda, yada başka dizi yazıda görürüz) ile bu tür insan daha çok artmıştır. En son model elektronik eşya, bilgisayar ve cep telefon satışlarının patlaması bunun eseri olduğunu düşünüyorum. Bunlar sahip olunan paranın göstergesi olarak kabul ediliyor.  

Aynalara bakmaya devam edelim.

“Böylece potlaç kültüründe, eşyanın değişmezliğin ve şimdinin sembolü olmasından dolayı ritüelde oluş ve bozuluşu temsil etmek bakımından yağmalanmasına gerek kalmamıştır. Zira modern zamanlarda eşya, zaten hızlı tüketimle aynen bu anlamı karşılamaktadır. Dahası asıl olan değişim olmuştur ya da tüketim.

Tüketimciliğin ve devlet kurumlarının egemen olduğu bir çağda, pek çok insan, öz çıkarın toplumdaki baskın güdü olduğuna inanır. Armağanlar da, en iyi ihtimalle, yararsız süsler olarak görülür. Armağan Dünyası isimli kitabında Jacques Godbout, armağanın aslında günümüz toplumlarında nasıl da hakim olduğunu gösteriyor. Antropolog Marcel Mauss, ‘ilkel’ ve arkaik toplumlarda armağan aracılığıyla kurulan ilişkileri incelediği ünlü eserinde, bu değiş tokuşun temel özelliğinin, tarafları, değiş tokuş edilen nesnelerin maddi değerinin üzerinde ve ötesinde bağlayan bir sosyal bağ kurması olduğunu göstermişti. Bu karşılıklı soyut ‘borçlar’ sosyal dokuyu oluşturuyorlardı.”

Son cümle ile günümüze gelmiş olacağız ama bu konuda daha söylenecek sözümüz olduğu için şimdilik günümüze gelmeyi erteleyelim.

Karadeniz Teknik Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Yardımcı Doçent Doktoru Kemal Üçüncü’nün açıklamalarını görelim.

Armağan vermekteki esas ilke karşılık beklemeksizin vermek olduğu düşünülse de gördük ki, çoğu toplum ve bireylerde hediyeleşmede karşılıklılık ilkesi de vardır. Yrd.Doç.Dr. Kemal Üçüncü adak ve kurbanlarda bu ilkeye sahip (sunum denilse bile) hediyelerdir, armağanlardır diyor.

“Armağan vermekten kasıt beklenilen bir davranışın, durum veya beklentinin gerçekleşmesini; gerçekleşmişse daha güçlü bir şekilde yinelenmesini sağlamaya dönüktür. Bu yönüyle bireysel ve kurumsal iletişimde bir pekiştirme faktörü olduğu görülür.

Pekiştirme ‘bir davranışın ileride yinelenme olasılığını uyarıcı olarak’ tanımlamaktadır. Bu manada olumlu pekiştireçlerin bireyler arası ve devletler arası ilişkileri geliştirici ve kuvvetlendirici bir etkisi olduğu açıktır. Bu çerçevede İslamiyet öncesi kültür geleneğinde ki bazı armağanları şöylece değerlendirebiliriz”

DEVAM EDECEK




Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi : 10.10.2011

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 98

Merhaba! Geçen hafta yazımın sonunda bu haftada Murathan Mungan’ın şiirlerini sunmaya devam edeceğimi belirtmiştim sevgili okurlar. Onun için söylenmiş sözlerle başlayalım mı, ne dersiniz?

Günün hangi saatinde olursa olsun, hiç fark etmiyor... beni böylesine etkileyebilen tek şair... “Yalnız Bir Opera” isimli yapıtın sahibi... hayran olduğum ender insanlardan biri...

İyi yazar, kötü bir reklam kampanyasıyla, okura ulaşmak adına maymuna nasıl döner, ajansta çektirilen fotoğraflar önce basına dağıtılır, her fotoğrafa uygun birer yazı yazılır, sonra duyarlı ve isyankâr olunur. Peh! Nene gerek yağlı börek!

Mezopotamya Üçlemesi gibi dehşet ötesi üç oyunu, devlet tiyatroları bünyesinde izlemeseydim, asla hak ettiği değeri vermeyecektim adama.

99 tüyap kitap fuarında metis yayınlarının etrafında haddinden fazla güzel kadın vardı, genç işten çıkmış görüntülü 30larını/a oynayan kadınlar..bir süre kitap seçtim, parasını ödemek için ilerlerken karşımda gördüm oydu, Türk kadınlarının en çok okuduğu (daha doğrusu satın aldığı) ..

“Yalnız bir operası” vardır ki yaz geçer’de ömre bedel..

Herkes okumuştur, ya kitap ya da bir mailden, yazmadan da geçemeyeceğim...
“Gittin. Şimdi bir mevsim değil, koca bir hayat girdi aramıza. Biliyorum ne sen dönebilirsin artık, ne de ben kapıyı açabilirim sana.”

“Hayatın öldürmediği bir şey vardı onda..belki de son darbeyi yememişti daha”
Hikayeleri şiirlerine bin basan, bütün yazdıkları güzel olmasa da aradan hasta olunası yazıları bulunan aşmış insan.. kırk oda ve üç aynalı kırk oda (bu kitabıyla tanımıştım ve bir edebiyat sever olarak yazdıklarıyla çarpılmıştım. A.G) masalların gerçek yüzleri.

...

GECENİN UZUN SÖYLEVİ

I.
Coşkularımız yetim kaldı. Yoksul kağıtlarımızı onarmıyor artık şiirlerimiz. Şiirlerimizin kireci vuruyor yüzümüzdeki duvara. (Eksik fakat aydınlık anlatımları her çeşit mutsuzluğun...) Ve ellerimizi koğuşturuyoruz durmadan. Sabıkalı şiirlerimizden artan ve kendimizce yorumladığımız ellerimizi. Durmadan kendimize tırmanıyoruz uzun soluklarla. Ayaklarımız çiğnenmiş leylaklardan devşirilmiş; leylak yorgunu sarp yollar inmekte denizin sabıkalı sevdalarına.
(Korsan yorgunu denizin; gökyüzüne rengi yitik şafakların yamadığı...)

II.
Gece. Zaman ihtilali. Kurşun geçirmez yüreklerimiz. Yani uzatmalı yasakların konakladığı o mağrur suskunluk. Kuşatmalardan artakalmış yaralı insanliğina kefil yürek. Şimdi gecenin uzun söylevinde yaşanan dilsiz şiirlerin yitik kafiyelerine ayak uydurmaya çalışıyor. Yetim kalmış çarpıntılarına; yaralarını sararak. Geveze dilsizliğin ikilemini yaşayan kafiyelerin küçük, ürkek adımlarına. Sessizliklerinde dingin bir barışıklığın büyüsü. Hangi büyülerle onarmaktayız kendimizi, bir parça daha yaşamak için.
(Kıyılarımızda suskunluk. –Ellerimizin bizle birleştiği yerde- Biz lisanı bilinmeyen rehin bırakılmış bir coğrafya atlası.) Oysa deniz biziz. Kıyı biz. Sevişmek, bir gençlik karantinası.
Ve uzun kalemlerin gölgeleri dolaşıyor yaralı duyarlıklarımızın üzerinde.

Biz gündüz sürgünleri!
Yazmakla tamamladık mı kendimizi?
Yazmakla tanımladık mı?
Kalemlerimizin uçları yine de nar çiçeği.

III.
Eski harfler kilitlemiş babamın tarihini cep yazmalarında. Ağır bir gözlük kalmış tahta mağaralarında deri çekmecelerin (ve uzun senelerin) . Beni o tanımlayabilirdi ancak. İnce siyah çizgili, o acı yeşil, kırık dolmakaleminin kuruyan kanıyla. (O hiç unutamadığım dolmakaleminin. Ve herkesin hırsızı şiirlerinin...) Beni o tanımlayabilirdi ancak. Ben beş yaşındayken öldürdüğüm babam. Şimdi yırtık fotoğraflarını arka cebimde gezdirdiğim sünnetçi babam.

IV.
Acımlayabilirim biraz daha. Dilerseniz biraz daha ışıklandırabilirim nesnel gerçekliğimi; (sizler için) . Bana kendimi anlatmamış beni size anlatabilirim. Şiirlerimle sizden kaçırdıklarımı (gecelerimi) yakınlaştırabilirim karanlığımla.
Gece. zaman ihtilali. Bu kültür birikimi hangi umarsız unutkanlığımızın hüviyetidir? Açıklar mısınız?

V.
Siz ve biz (birbirimizi görmeden, belki görmek bile istemeden) bin yıl daha gezinelim aynalı karanlığımızda. Yeraltı duyarlıklarımızdan biçtiğimiz civan giysilerimizin görece özerkliğini sınayalım. Gecenin eklemediği isyanlarımız ve şiirlerimizle; belin ve kanın eklemediği ideoloji çarşaflarında. Yani her sevişmenin son ihtilal provasında.
Ve bin yıl daha kilitleyelim gizlerimizi çarşılı ilişkilerimizle. Çarşılı ilişkilerimizin müfredata uygun diliyle.
Belki sonra, ondan sonra, her şey açık, apaçık yazılabilir, herkes için.
(Bir duyarlık ihtilalinde kendimizi talan edip, sevdiğimiz zaman...)

VI.
Kan. Irmak tanrısının suçu kan.
Kimsenin birbirini tanımaması, anlamaması bundan.

VII.
Şimdi gecenin uzun söylevinden, insan olmaktan, toplumsal bir insan olmaktan, onanmaktan ve redd-i ilhaktan toplayabildiklerimiz bunlar. Kendimiz.
Sunaklarımıza acılarımızı koyuyoruz.
Bunlar hiçbir hapishanede yazılmamış hapishane defterleridir Efendim. Lütfen kabul buyurunuz.

MURATHAN MUNGAN

***

GEÇİLMEZ DENİZ

I-

ahreli bir kağıt üstüne simsiyah kapanmışım
kazırım kendimi bir secdeden, ellerimde gizli hattatlar
ve söze gelmez devrik duyarlıklarım
gözlerim -hüznün dilsiz masalcısı-
gözlerimde hiçbir dile çevrilmez intiharlar
oysa saklı hançerimi mağrur bildiniz
kendimin tenha bir yerinde vurulmuşum, yatarım
orası bir denizin gölgesidir, göremezsiniz
ölüm üzre bir akrepken menekşelenirsiniz
ve ahreli kağıtlar dürülür ferman diye
yufka ölümlerin hazin tarihleriyle
kar altında kalmış imzasız karanlıklarım
ve azgın sularda kendini arayan deniz
ben konuşmam, susarım
bu aklamaz ki sizi
katilimsiniz

II-

katilimsiniz en azgın sularda
ellerinizde kan mürekkepleri sarhoş
ölüm nasıl bir sarmaşık ki
(deniz gören) en mağrur balkonlarda
bir gün siz de katilleri seversiniz

MURATHAN MUNGAN

***

GELME..

baktığın yerde karanlık bir tomurcuk bırakıyorum
çarşılar avuçlarında aykırı
sokakların lisanı adımlarında
gelme, geldiğinde her şey yitiriyor kendini
vurgun: ölümlerin en kostağı
vurgun ölümlerden kaçgun yanımız
konaklarda boğulmuş eski bir ana
şöyle buyurur:

sen seç kendine bir hayat
ve öylesine yaşa, nasılsa
kaldığın yerden vurgun sürdürür
ve hep bak kendine
birörnek aynalara asi bir suret bırak
baktıkça gözlerin
kendini öldürür...

MURATHAN MUNGAN

***

GEMİCİ ISLIĞI

Ay boşalmış gökyüzünde
Dağılıp gitmiş tekneler
Kimsesiz denizlerde çalkalanan
Yıldızları söndürülmüş geceler
Hatırlanacak ne bıraktıysak geride
Islıkla çalıyoruz
sözlerini unuttuğumuz şarkılar gibi
hangi limanlarda kaldı kim bilir
bir bizim sanarken ömrümüzü
yazdığımız
okunaksız defterler

kim dikti önümüze bu görünmez engelleri
açık denizlerde bile bir geçit arıyoruz kendimize
yetmiyor yolculukla ödeşmek
yetmiyor unutmanın borçlarını ödemek
öyle bir yere varmışız ki farkında bile olmadan
birbirinden aynı uzaklıkta
iki yıldız gibi şimdi
hem geçmiş hem gelecek

deniz karanlık
kimsesiz gece
bir tek ıslıkla aydınlanıyor
seferini unutmuş tekne
bir tek ıslık
insanı nereye kadar götürürse

MURATHAN MUNGAN

***

GÜZ BEYLERİ

Güz beyleri Güz beyleri
Kızarmış yapraklar saltanatı, nal sesleri
cam çekiçler göğsünüzde
hiçbir uyku silemez yüzünüzden
yılın değil bu ömrün hazanı
başka göklerden bir yıldız
başka dağlardan bir ırmak
başka atlaslarda yaşadı
bağrınıza kadar battığınız gece
hiçbir yağmur yıkayamaz artık bu duayı
bulutların atlarla birlikte uyuduğu
bir zamanlar sizin olan mevsimden
bir yaprak düşüyor
ne zaman gözlerimin önünden geçseniz
cam çekiç
yüreğimden kopmayan çığ
Siz yoktunuz ben sizin mevsiminize geldiğimde

MURATHAN MUNGAN

***

HAM FERMAN

el yapımı kağıt üzerine
el yapımı şiir
ellerden sakladığın
gün gelir
elden ele gezinir
herkesin içindeki ham içindeki çiğ
düşman duygular insan içi eskitir
gel geç buralardan
gerisi zamanın işidir
kiminin yüreğindeki zaman
okutur geçmiş fermanları
zamanda saklanan ham bilgiyi
aktarır
kendi zamanını aşanların kalbiyle
el yapımı şiirin
hâlâ mümkün olduğu kalplere.

MURATHAN MUNGAN

***

HERKES VE BİRKAÇ KİŞİ

Yağmur Herkese Yağar
Güneş Isıtır Herkesi
Mevsimler Herkes İçindir
Yalnız Çığ Altında Kalan
Sele Kapılan Her Zaman Birkaç Kişi

Herkes İçindir Aşk Da Ayrılık Da
Yalnızca Birkaç Kişi Ölür Acıdan
Eskiden Ölümle Tartılırdı Ayrılık
Kiminin Hayatı Yalnızca Unutkanlıktan

Her Şey, Herkes İçin Değildir Oysa
Kimi Hiçbirşey Ögrenmez Karanlıktan
Yalnızlığı Kullanmayı Bilmez Kimi
Kimi Ayrılamaz Karanlıktan

Yağmur Herkese Yağar
Ama Çok Az İnsan Tutar Yağmurun Ellerini
Onca Şarkı Onca Film Onca Roman
Ama Sevmeye Yetmez Herkesin Kalbi

Çığ Altında Kalan Sele Kapılan
Aşktan Ve Acıdan Ölen
Birkaç Kişi Dünyayı Başka Bir Yer Yapmaya Yeter
Aslında Onların Hikayesidir Anlatılan
Diğerleri Dinler, Seyreder, Geçer Gider
Geçer Gider Herkes
Hikayelerdir Geriye Kalan.

MURATHAN MUNGAN

***

İÇİMİZDEN EKSİLDİ

Artık heyecanlandırmıyor beni 
garlar, peronlar, benzin istasyonları, 
uykulu mola yerleri, yabancılıklar, 
bilmediğin dağ rüzgarlarıyla ürpererek uyanmak 
bir gece vakti, dalgın bakışmalar 
sonra uykusuz sabahlarda indiğin sahil kasabası 
daha gövdene uyanmadan serin tuz, kıştan kalma dalgalar 

bir yerlerde beklediğini sandığımız büyük rüyalar 
galiba artık heyecanlandırmıyor kimseyi 
nicedir eksildi içimizden o çekip gitme duygusu 
eski neşesine bir türlü kavuşamayan kalbim 
saçıp savurdu buraya gelene kadar 
içindeki şarkıları 
şimdi gündelik hayatın sade gürültüsü, kuru düzeni kuşatırken 
sessizliğimi 
ardına saklandığım kelimeler 
kadar bir hayat 
ölmeden önce okunacak, yazılacak birkaç kitap.

MURATHAN MUNGAN

***

İDARE LAMBASI

Bağbozumuydu hiç unutmam
Lambanın ışığı vuruyordu yüzüne
üzümlere vurur gibi
sonra sesin,ışıkla aynı rekteydi
nedense bal demek geliyor içimden
ikisini birden düşündüğümde
'kendi içiyle ilişkisi kopmuş biri
başkalarına gerek duymaz bir daha'
demiştin.Susup seni dinlemiştik.

O yılın şarabı bambaşkaydı.

Duyguları çektik kıyıya
hiçbir fırtınaya gücü kalmamış
yorgun tekneler tekliyor
gün günden çürüyen
bir iç denizde kirleniyoruz
son büyük dalgayı kaptırmamak için
serseri bir vurguna
bütün güvencemiz bu liman
yatıştırılmış bir denizin çalkantısını
idare ediyoruz
idare lambası altında

O yılın şarabını hiç unutmam!

MURATHAN MUNGAN

***

İKİ BIÇAK

İki bıçak seç kendine
Biri yaralamak için
Biri öldürmek
Pusu kur gözleri
Karanlık gölgesine
Biri sevmek için
Biri ihanet
İki yürek seç kendine
Biri yaşamak için
Biri gizlenmek
Bir korkak, bir kaçak, bir firar
Kaç kişisin sen sevdiğim, çocuk
İçimdeki bıçak bir kere daha dönüyor
Olduğu yerde
Kalırsan sel basar yataklarımı
Gidersen uçurum çiçekleri açar kalbimde
Kimi zamanlar olur sevgilim
İki bıçak bile yetmez bir tek ölüme

MURATHAN MUNGAN

***

İKİ YEMİN

Ben hep çabuk çekilen tetiğe yaşadım
Yemin ettim
Yüreğimdeki ve bedenimdeki
bütün yaralar adına
yüzünün kuyusuna düştüğüm kuytuda
Sana olanca aydınlığım ve karanlığımla baktım
aşktan yorgun düştü dinim
dağıldı kehribarım
gül ve buğday yetiştiren
Ömrüm adına yemin ederim ki:
Ben seçmedim bu ölümü
Kaçmasan vurmayacaktım


MURATHAN MUNGAN

***


Bu Pazarda Murathan Mungan şiirlerine doyamadım. Haftaya bir bölüm daha yapmak düşüncesiyle sizlerden izin istiyorum sevgili şiir sever dostlar. 5. Murathan Mungan haftasıyla tekrar karşınızda olmak umut ve dileğiyle hoşça kalın.



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi : 09.10.2011