23 Ekim 2011 Pazar

HEDİYE VE HEDİYELEŞME 7

Bu bölüme kadar çeşitli hediyeleşme türlerini gördük. İslamiyet öncesinde dünyada ve biz Türklerde üretime ve paylaşmaya dayalı toplumun göstergesi olarak gelişen hediyeleşmenin daha sonra ticarileştiğini, bunun ardından tıpkı ticari ilişkiler gibi toplumsal ilişkiler içine girerek mecburilik, ardından karşılıklılık kazandığını söyleyebiliriz.

Hıristiyanlığın yaygınlaştığı dönemde hediyeleşmenin rüşvete yol açtığı düşünülerek yasaklandığını, fakat hediyeleşmenin daha sonra bütün özellikleriyle sızarak Hıristiyanlığa da yerleştiğini söyleye biliriz. Buna örnek veren yazımızın geçen bölümünü şöyle bitirmiştim.

“Hediye verme geleneğinin Batı dünyasındaki serüvenine göz atarken, Roma’nın ilk kralları döneminde bu anlayışın toplumda yayıldığını söylemiştik… Ama şu da bir gerçek ki, hediye ve armağan kavramının tarihçesi, sadece Roma ya da Ortaçağ ve sonrası Avrupa’sının kralları arasında değil, Doğu dünyasının şahları, padişahları ve sultanları arasında da kendine ilginç öyküler bulur.

Bu öyküler arasında, dillere destan olmuş hediye serüvenleri vardır. Örneğin bir Bizans imparatorunun Kurtuba kenti hâkimine gönderdiği kıymetli bir kitabın yanına, bir de çevirmen eklemesi ya da Harun Reşid’in Büyük Karl’a gönderdiği saat, bu tür hediye öykülerinin arasında, en çok öne çıkanlardır.”

Bugün kaldığımız yerden devam edelim ve adsız kaynağa tekrar dönelim.

“Osmanlı tarihine bakarsak, imparatorluk döneminde, yakın yada uzak, ilişkide bulunulan ülkelere gönderilmekte olan hediyelerin değerinin, 17. Yüzyıl’da dikkat çekici bir artış gösterdiğini söylemek mümkündür.

Ama elbette, bu armağanlara karşılık, ilişkide bulunulan ülkelerin hükümdarları da, İstanbul’a kendi hediyelerini gönderirlerdi…

Bu hediyeleşmelerde, armağanların cinsi, bize bugün, o dönemin kıymet ve zenginlik ölçüleri konusunda da fikirler verebilir…

1639’da, Hint hükümdarı Hurrem Şah’ın İstanbul’a gelen elçisi IV. Murad’a, o dönemin kuruş hesabıyla, yüz elli bin kuruşluk bir mücevherli kemer ve fil kulağından yapılıp üzerine gergedan postu kaplanmış bir kalkan sunmuştu.

1641’de Dersaadet’e gelen İran elçisi Sultan I. İbrahim’e, birçok kıymetli hediyenin yanı sıra, mükemmel birkaç küheylân ve pek çok ipek halı getirmişti.

1644’te gelip Saray’a kabul edilen Nemse elçisinin I. İbrahim’e sunduğu hediyeler arasında ise, en çok dikkati çeken, gümüşten yapılmış ve özel bir mekanizmayla hareket ettirilen bir şadırvandı.

Nemse elçisinin getirdiği hediyeler arasında, altın kakmalı 30 gümüş sahan, bir sini ve bir leğen-ibrik de göze çarpıyordu.

1653’te IV. Mehmet (Avcı) tarafından Hint hükümdarı Cihan Şah’a gönderilen hediyeler arasında, yirmi kadar cariye, zümrüt kabzalı bir hançer, pek mükemmel ve kıymetli bir at takımı yer alıyordu. Bu arada, Cihan Şah’ın elçisine de, altı bin altın, bir kürk ve bir at verilmişti.

Yine aynı yıl Cihan Şah, Osmanlı padişahının hediyelerine karşılık armağanlar göndermişti. Bunlar arasında, bir elmaslı sorguç ve hançer ile, o zamanlar, toplam değeri üç yüz bin kuruş olarak tahmin edilen kıymetli hediyeler yer alıyordu.

1656’da Hind hükümdarına elçi olarak gönderilen Muizade Efendi ile yollanmış hediyeler arasında, yekpare büyük zümrütlü bir sorgucun yanı sıra, altın ve mücevherlerle süslü koşumlarıyla beraber, dört küheylân vardı.

1657’de İstanbul’a gelen İran elçisi ile gönderilen hediyeler arasında ise, altın ve mücevherle süslü olağanüstü koşumlara sahip iki küheylân da bulunuyordu.

1657’de, yine IV. Mehmed’e İran şahı tarafından, birçok armağanın yanı sıra, birkaç katar deve ile bir büyük fil gelmişti.

1665’te Avusturya ile yapılan antlaşmadan sonra, Viyana’ya Kara Mehmet Ağa büyükelçi tayin edilince, Avusturya hükümdarına sunulmak üzere yanında götürdüğü hediyeler şunlar olmuştu:

Bir murassa sorguç, bir direkli çadır, yirmi seccade, beş acem halısı, yüz sarık, kırk hil’at, bir okka amber, on iki at, koşumları özel olarak yapılmış ve çok kıymetli iki at.

1682’de yine IV. Mehmed’e, Moskova elçisi vasıtasıyla, birçok hediyenin yanı sıra, tam 1.198 samur kürkü sunulmuştu.

II. Mustafa padişah olduğunda (1695), İran şahı tarafından cülûs tebriki nedeniyle gelen elçinin yanındaki hediyeler, birkaç katar deve yükü idi.

Bunlara karşılık olarak da, İstanbul’dan İran şahına, altın zincirli ve elmas, yakut, zümrüt ile bezeli koşumları olan birkaç safkan at; zümrüt ve elmaslarla işlenmiş özel bir topuz, altın ve mücevher bezeli bir hançer, elmaslı bir sorguç…

Gelelim Osmanlı’nın Tanzimat sonrası dönemlerine... Kırım Savaşı’nın ardından, 1856’daki Paris Kongresi nedeniyle, Fransız devleti kongre delegelerine son derece kıymetli hediyeler verir.

Osmanlı’nın kendini Avrupa’ya kabul edilmiş gören Bâbıâli yönetimi de, bu tür jestlerin gerisinde kalmak istemez: Kongrenin başkanı Valefski’nin eşine Bâbıâli yüz yirmi bin kuruş kıymetinde bir gerdanlık hediye eder.

Fransa ikinci delegesi ile Fransız Dışişleri müsteşarının ve kongre başkâtibinin eşlerine de, yine Bâbıâli tarafından, beşer bin kuruş değerinde gerdanlıklar verilir.

Avusturya Dışişleri Bakanı ile Fransa büyükelçisinin eşlerine, yine aynı vesileyle, yüzer bin kuruşluk gerdanlıklar hediye edilirken, İstanbul’daki Avusturya elçisinin eşine de, beş bin kuruşluk bir gerdanlık verilir…

Sultan Abdülaziz döneminin (1860-1876) ilginç bir hediye öyküsü de, padişahın Avrupa gezi sırasında yaşanır. Abdülaziz Fransa’da, III. Napolyon’un eşi İmparatoriçe Eugénie’ye, Saray’ın kuyumcubaşı Hoca Bogos’a yaptırılmış pırlantalı bir gerdanlık hediye eder. Bu gerdanlığın o günkü değeri, yedi yüz elli bin kuruş olarak hesaplanır.

II. Abdülhamid döneminin dillere destan bir hediyesi de İngiliz büyükelçisi Lord Canning’in eşine padişahın ihsan ettiği murassa altın bilezik ile çiçek buketi biçimindeki iğnedir. Bunların o günkü toplam değerinin yüz bin kuruş civarında olduğu rivayet edilir.”


DEVAM EDECEK



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi : 17.10.2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder