Hediye ve hediyeleşme konusunda 3-5 kişiden oluşan mini bir anket yaptım. Amacım yeni yazı dizisine katkı yapacak fikirleri edinmekti. Yaptığım ankete göre hediye ve hediyeleşme konusunu insanlarımız çok farklı biliyor ve değerlendiriyor. Önceden kestiremediğim sonuçlara da varanı gördüm. Bizim büyüklerimiz böyle şaşırtıcı sonuçlar alınabileceğini hatırlatmak maksadıyla “kes parmağını, çık pazara” derlerdi. Pazardaki her kes parmağın neden ve nasıl kesildiği hakkında başka tahminlerde bulunur ve gene herkes başka başka tedavi yöntemleri önerir, ne yapacağınızı şaşırırsınız. Bende bu mini ankette şaşırdım.
Hediye ve hediyeleşme nedir diye sorarak başladım. Karşılık beklemeksizin verilen şeye hediye denilebileceğinde anlaştık. Hediyeleşme neyi sağlar dediğimde ortalık karıştı. Hediyeleşme sevgi toplumu oluşturmayı sağlar diyen yoktu. Herkese hediye verilir mi, her şey hediye olur mu diye sorduğumda bir fikir birliğine varamadık. Sonunda kimilerinin bağış ve yardımı, hediyeden saydığını gördüm. Hediye ile rüşvetin bir bağı var mı diye sordum, şaşırma sırası deneklerime gelmişti. Karşı çıkanlar oldu. “Peki,” dedim “siz hiç annenizi, babanızı, yada herhangi bir büyüğünüzü etkilemeye çalışmadınız mı? Daha büyük bir fayda sağlamak üzere kimseye küçükte olsa bir şey vermediniz mi?” diye sordum. Hiç hediye vermediklerini ve almadıklarını söyleyenler bile böyle bir eylemde bulunduklarını kabul ettiler. Bunun adının hediye değil rüşvet olduğunu belirtince iç içe geçmiş bir konuyu nasıl ayırmak gerektiğini sordular. Hazreti peygamberimizin ölçüsü geldi aklıma; “bu hediyeyi alan, bu makamda değilde evinde otursaydı, aynı kişilerden hediye alabilir miydi?” Bu soru ölçünün ta kendisi! Cevap hayırsa verilen hediye değil rüşvettir, alınanda hediye değil rüşvettir. Rüşvetin sevgiyi sağlamadığı, toplumu bozduğu düşünülürse sakıncası ortaya çıkar. Hediye verirken bu açıdan dikkatli davranmak gerek.
...
Dilara erken uyanmıştı. Eşini kaybettiği henüz bir hafta olmamıştı bile. Bu gün kendisinin doğum günüydü. Böyle kara bir doğum günü sabahına uyanacağını hiç düşünmedim diyordu kendi kendine. Yataktan çıkmak istemiyor, başını yorganın içine, günün ışığından kaçarak karanlıklara gömüyordu. Beraber geçirdikleri yirmi beş yılın her biri tek tek gözlerinin önünden film şeridi gibi geçiyordu. O hiçbir doğum gününü unutmaz, her özel güne ayrı bir hediye verirdi. Doğum günü armağanı yıllardır değişmemişti: Bir adet kırmızı gül!
Dilara bunu hatırlayınca yorganın içinde bir gözyaşı fırtınasına daha tutuldu. Dizlerini karnına çekti, anne karnındaki ceninden farkı kalmamıştı. O kadarda korunmaya muhtaç hissetti ki kendini. Az şey değil, arkasındaki koca dağ yıkılmıştı.
Bir süre öyle ağladı. Artık gözlerinin yaşı kesilince başını gün ışığına uzattı. Ne tatsız tuzsuz bir gün ışığıydı bu gün ışığı. Keşke ben ölseydim diye geçirdi içinden, sonra bu düşüncesinden pişman oldu. İyiki ben ölmemişim, yoksa o nasıl dayanırdı bensizliğe, mahvolurdu. Belki de, hatta belki de değil kesinlikle dayanamaz intihar ederdi, diye düşündü. Derin üzüntüsünün arasında küçük bir teselli değildi bu. Sevdiğine dokunamamanın kıyamamanın bir çeşit dile gelişiydi sadece. O yaşasaydı o acı çekecekti, ama şükür ki bu acıyı o çekmemişti. Şimdi yaşamak bir ıstırap olsa bile, razıydı.
Yatağından kalktı Dilara. Gitti elini yüzünü yıkadı. İstemeye istemeye kendine bir çay yapmaya karar verdi. Buz dolabından peyniri domatesi, iki kandıra biberini çıkardı masaya koydu. Günlerdir doğru dürüst bir şey yememişti. Çok aç olmasına rağmen canı hiçbir şey istemiyordu. Kahvaltı bıçağı ve çatalı tuzu derken kendini kahvaltı ederken buldu. Şaşırdı tabii. “Ne zaman sofrayı kurdum?”
Hiç çocukları olmamıştı. Birbirlerine düşkünlükleri birazda bundan dolayı fazlaydı. Bir gün olsun birbirlerine olan sevgileri azalmamış, yıllar daha çok arttırmıştı hatta. İkiside yalnız bir yere pek gitmezlerdi. Gitseler bile en uzak yerde bir günden fazla kalamaz, mutlaka geri dönerlerdi.
Kendini kahvaltı masasında bulan Dilara bugünün doğum günü olduğunu yine hatırladı.
“Neye yarar doğum günüm olsa, o elinde kırmızı gülle gelip dudaklarıma şefkat dolu kutlama öpücüğünü kondurmadıktan sonra.”
Onunla birlikte yaşadığı 25 kendisinin, 25’te onun 50 doğum gününü hayalinde canlandırdı. Burnunun direği sızladı, yeniden gözleri yaşardı.
Kapının zili çaldı. Kim olabilir bu sabahın erken saatinde diyerek meraklandı. Kapıya gitti, açmadan önce “kim o?” diye seslendi. “Çiçekçi” diyen genç bir erkek sesi duydu. Kapıyı açtı. Birkaç sokak ilerdeki çiçekçiden bir genç delikanlı, elinde bir adet kart iliştirilmiş kırmızı gül ve bir mektupla karşısında duruyordu. “Kimden” diye sordu, delikanlı “bilmiyorum, patronum bu adresi tarif etti ve bunları size vermemi söyledi” dedi.
Dilara’nın aklından şimşek hızıyla neler neler geçmedi ki..
Almaması gerekiyordu bu mektubu ve bu gülü. Bu jesti kim yapıyorsa yanlış kişiyi seçmişti, öyle düşündü. Ama aldı, delikanlıya teşekkür edip kapıyı kapattı. İçeri girdikten sonra karttaki el yazısı gözüne çarptı. Onun el yazısıydı. Her zamanki gibi kısa ve net:
“Canıma…”
Onun öldüğünü bilmese şaka yaptığına hükmedecekti. Nerdeyse kapıya gidip bakacaktı. Belki bütün olanlar bir şakaydı, o kapının ardındaydı ve ona doğum günü sürprizi yapacaktı, kim bilir. Ah keşke öyle olsaydı. Olamazdı ki. Gerçekle hayal bir süre çarpıştı, gerçek kazandı ve Dilara’nın canı yandı.
Kırmızı gülü eline aldı, uzun uzun baktı, okşadı, öptü.
Sonrada eli mektup zarfına uzandı. Açtı. Mektuptaki el yazısı da ona aitti, özenle okumaya başladı.
“Canıma;
Bu satırları okuduğunda ben ölmüş olacağım. Bundan sonrada sen yaşadığın sürece yanında olamayacağım. Seni yalnız bıraktığım için çok özür dilerim. Bu satırları yazarken öleceğimden daha çok bunu düşündüm. Benim güvercinim yalnız kalamaz. Bensiz sofrada yemek yemeyen, ben üşüdüğümde titreyen, ben sevindiğimde nerdeyse davul zurnayla sevincimi herkese duyuran, üzüldüğümde kolları ana şefkatiyle beni saran, güç zamanlarımda güçlüklere göğüs geren, her güçlükle yırtıcı dişi kaplan gibi kapışan güvercinime bunu ben yapamazdım. Ama kaderin önüne geçilmez. Geçemedik işte. Kanser bizim kaderimizmiş canım.
Birlikte olduğumuz 25 yılın her günü altın değerindeydi benim için. Neylerim serveti? Senin sevgin bütün servetlerden daha değerli. Şunu bil bir tanem, ben mutlu ölüyorum. Bunu düşün ve bir insanı bu dünyada mutlu ettim diye kendinle övün. Sen her övüncü hak ediyorsun çünkü.
Bu mektubu doğum gününde almış olacaksın canım. Hastalığım sırasında bir gün senden, yalnız çıkmak için zorla izin aldığım günü hatırlıyorsun değil mi? İşte bu kırmızı gülü almak ve bu mektubu yazmak için aldım o izni. İznimde çiçekçiye sana her doğum günü bir kırmızı gül getirmesi için siparişte bulundum. Ödeme içinde bankaya gül hesabı açtım. Sen yaşadığın sürece her doğum gününde bu kırmızı gülü alacaksın.
Canından canına..
Sonsuz sevgilerde buluşmak üzere..
...
İşte hediye. Başka tür hediye aranmasına gerek yok bence. Bu kadar vefalı kim olabilir? Hediye vefalılığın bir örneği olmalı. Yani sevgiyi büyüterek sürdürmeli hediye.
DEVAM EDECEK
Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder