30 Kasım 2013 Cumartesi

AŞIRILIK HER ŞEYİN ENGELİDİR

Aşırı olan her şey dikkat çekicidir. Politikacılar da aşırıcıdırlar. Partili olmak bile aşırıcı olmak değil midir? Bir partiye sadece gönül yakınlığı duymak, insanın aşırı olmasına yeter. İçlerinden kimileri işi iyice abartır. Bu her dönemde vardır. Nerden kaynaklanır bu? Bir aidiyet ihtiyacını yıldızlı pekiyi alarak giderir de onun için midir bu aşırılık? Aşırılık; yüksek, erişilmez, başka bir kişilikle kendi kişiliğini silmek midir? Karmaşık bir konu. Hayranlıkla iç içe geçmiştir ve bütün bu saydıklarımdır. Aşırılık akılcı düşünmenin önünde önemli bir engeldir. Öyle ki kendinden güzel, kendinden akıllı, kendinden cesur, hatta hatta hepsinden kötüsü kendinden başka kimse olsun istemez. Her şeyi tek bilen, herkesten adil, herkesin bağlanacağı tek model kendisidir. Denetlenmek istemeyen, eleştirilmekten hoşlanmayan bir olumsuz karakter çıkar ortaya.

Aşırılığa bir örnek; bu ülkede hep ikinci Atatürk aranıp durulur. Kıbrıs Fatihi lakabıyla rahmetli Bülent Ecevit bir süre 2. Atatürk olarak gösterildi. 12 eylülden sonra bu sıfat ekonomik kararlarla köklü dönüşümler gerçekleştirdiği savıyla rahmetli cumhurbaşkanı Turgut Özal’a verildi. 2. Atatürk sıfatı galiba daha pek çok lidere yakıştırılacak. İşi daha da aşırılaştıranlar da var. Onları 2. Atatürk olmak tatmin etmemiş. 

İşte o aşırılık örnekleri:

  1. MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural, 2008 seçim mitinglerinde “2’nci Atatürk” pankartları açılan bir partinin lideri için o partinin Aydın İl Başkanın yaptığı bir konuşmada “İkinci Peygamber gibidir” dediğini öne sürdü. Aşırılık böyle bir şeydir işte. Ama durun bitmedi bir örnek daha verelim
  2. Denizli’de bir ev kadını yazdığı ‘İlahilerle Hakka Çağrı’ adlı ilahi kitabında  “(...) O Allah yolunun bekçisidir. Onu üzmek Allah'ı üzmektir. Sevenlerini üzmek de aynıdır.”

Ne korkunç aşırılıklar olduğunu görüyor musunuz? Bir sevgiye mazhar olduğu düşüncesiyle sevilen kişi, söylenen (aşırı) övgü sözlerini kabul ederken övgücülüğe davetiye çıkarıyor demektir. Kutsallık nerde kaldı? Dini değerlerle benzetme yapılır mı? Oyun sahası mıdır din? Bu durum şaklabanlığı da geçmiş, bir akıl tutulmasına gelmiştir. Akıl tutulması kişiyi ne dediğini bilmez duruma düşürür. Şu örnek buna güzel bir örnektir.

3. Ben onun g.nün kılıyım.

Aidiyet aşırılığının hangi katmanına girer bu? Tavan yapan bir aidiyetin dip tutması değil herhalde. Bu akıl tutulmasının sarhoşluğudur. Ancak alkol alan bir kişi böyle akıl tutulmasına uğrar.

Daha önceki yazılarımda yazdığım gibi akıl tutulması güneş tutulması kadar kısa sürmez. Bu yüzden bir süre sonra kendi söylediklerinize inanırsınız. Boş inançlarda olsa inançlar öyle kolay değiştirilemez. Bu yolun sonu nedir biliyor musunuz?  Bu yol kutuplaşmaya açıktır. Bu yol kutuplaşmaya gider.

Bir yöneticinin yönetici makamında bulunması sarhoşluğuyla başının döndüğünü bu övgülere uyarı getirenlere gösterdiği tepkiyle belli olur. Kavgacı bir üsluba sahip olan yönetici her konuda olduğu gibi burada da ortamı gerer. Böylece kendisinin de aşırıcı olduğunu her zaman ki gibi gene gösterir. Çünkü başka bir damardan beslenmemiştir. Ne menkıbeler, ne felsefe kavgacının ilgisini çekmez. Sanattan estetikten ne kadar anladığını her hali belli eder. Oysa yönetici dediğin kadife eldiven giymiş olmalı ve kavgayı bir tarz olmaktan çıkarmalıdır. Herkese kafa tutma mecburiyeti mi var? Beni yöneticiler önce yönetim becerileri, sonrada kültürleriyle kendilerine bağlarlar. Yöneticiler merakla izlenen herkesin herkesle kavga etmekte sakınca görmediği BBG evinde yada “Gelinim Olur musun?” programında değiller. Sorumluluk kültürüyle aşırılıkları önlemelidirler.

Yöneticiler kendilerini sevenlerin nasıl etkileneceğini çok düşünmeli, nasıl tepki vereceklerini hesaba koymalıdırlar. Yöneticilere yakın duranların kendilerini sorgulamaları da akıl tutulmasının önüne geçebilir. Sevmek, bağlı olmak güzel şeydir de aşırıya varmış olanı hiç güzel değildir. Bu özgürlük ve demokrasinin kapısını açmaz. Aksine kapatır. Aşırılık her şeyin engelidir. Bizzat sevginin aşırısı bile sevgiye engeldir.

Benim gönderdiğim vekillerim koskoca gövdeleriyle küçük çocuklar gibidirler. Her zaman boks eldivenlerini yanında taşıyan parti başkanlarımız, önüne geleni dövmekten ve susturmaktan büyük keyif alıyor. Bu durum onların sağlığı içinde tehlikeli. Bildiğim kadarıyla kimilerinin şekeri de var. Bu kadar öfke şeker hastalığına hiç yaramaz. Tansiyon hastası olmasalar bile sürekli gerginlik tansiyonu yükselir. Şeker ve tansiyon birleşti mi yıpranmayan organ kalmaz.  


Tekrar edelim. “Aşırılık her şeyin engelidir. Bizzat sevginin aşırısı bile sevgiye engeldir.”
Çünkü o sevmekten öte bir tapınmadır. Oysa biz bir tek yüce Allaha taparız.


Yayın Tarihi: 29.11.2013



DÜNYA SOLA TEKRAR İHTİYAÇ DUYAR MI?

2008 yılında çıkan küresel ekonomik kriz nedeniyle “Dünya Tekrar Sola İhtiyaç Duyacak mı?” sorusu soruldu. Venezuela’da 1998 yılında seçimle iktidara gelen Hugo Chavez’in ölene kadar liderliğini yaptığı yeni sol, dünya soluna yeni soluk getirebilecek miydi? Beklenti bu iken küresel ekonomik kriz sonucu beklenti arttı ve yukarıdaki soru sorulur oldu. Evet bu kapitalizmin sorunuydu. Fakat sorun böyle çözülecek miydi? Bence çözülmezdi.
Solun klasik söyleminden öte bir söyleminin olması gerekir. Artık dingin durgun bir hayat özlemi ile söylem geliştirilemez. Ama Sol kapitalizmin payandası da olmamalı.. İngiltere İşçi Partisi, yada Yeni Avrupa solu veya Latin Amerika’da yükselen “21. yy solu” gibi..  Sol, üretim araçlarının ve buna bağlı olarak kas gücüne dayanan emeğin artık değişmekte olduğunu ve yeni tip sömürünün yerleştiğini görmeli.

Kapitalizmin bu gün geldiği nokta üretime dayanmadan kâr etmektir. Yani ortada ürünün sadece adı varken üstünden hayali etiketlerle fiyatlandırılarak (hisse senedi ile) para kazanılıyor. O bile hayali bir para. Sonunda olmayan ürünün, yada az miktarda olan bir ürünün fiyatının toplamının kat kat üstünde bir fiyatla bankalar boşaltır duruma geldi. İşte kapitalizmi serbest bırakmaktan söz eden liberaller bunu göremediler. Yatırıma gitmesi gereken paralar böylelikle (para üstünden para kazanma hırsıyla) buhar oldu. Devlet müdahalesi bizim gibi ülkeler için kominizmle eş değer tutulup tu kaka edilirken, kendileri batık şirketlere müdahaleden çekinmediler. Sol; gelişen teknolojiyle, değişen üretimle birlikte, gittiği yeri ve sonunda (solu değil) kendini de yutan sermayeyi yeniden değerlendirmelidir.

Sol bu değerlendirmeyi yapamazsa zengin fakir uçurumu giderek artacak, ya eski yunandaki yurttaşlık tanımı yeniden gelecek, veya buna direnen kesimlerin (ezilen halkların) zengin ülkeleri istila etmesi mümkün olacak. Babamın bir sözü vardı; "zor, oyunu bozar" derdi. Yani zorda kalanlar en zor şartları dinlemezler, kendi bildiklerini okurlar demekti bu. Sol her zaman için zoru bozan olmalıdır. Ama yerine bir şey koyarak.. yoksa onun adı sol olmaz.
Sol, teknolojinin tanrılaştığı yerde, teknolojiye dayalı hayat tarzının dinselleştiği zamanda eski romantik söylemiyle bu yeni dini ve bu yeni tanrıyı nasıl görecek ve en önemlisi idealini oluşturan eşitlik anlayışını nasıl kabul ettirecektir? Egemenliğin sınıfsal temele oturtulduğu bir çağın üretim araçları ve çalışma saatleri öyle değişmiştir ki; artık her yer üretim yeridir, her saatte çalışma saati. Üretimden planlamaya kadar çeşitli aşamalar artık eskisi kadar yorucu olmasa da, eskisinden fazla usandırıcıdır. Şimdi iş üretimi paylaşmak kadar, bu usandırıcı ve baş döndürücü temponun içinde yeni biçimlerle yer alabilmektir.

Eskiden sol insanı toplu davranışlarda bulunma alışkanlıklarını kazandırma amacını güderdi. Bunun eğitimini vererek tek tip insan modeli yaratmaya çalışırdı. Şimdi ürettiğine yabancılaşmaktan geçtim, ne ürettiğini göremeyen yeni insana bu tip eğitimleri vermek ne kadar doğru olacaktır? Çünkü kendisinin yerini kendi kendine yeten makinler almış, sadece bu yüzden bile giderek yalnızlaşmıştır. Çünkü muhatabı olan insanlar bile o makinelerin bir parçasıdır ve o makineler kadarda duygusuzdur. İşte solun en önemli konularından biride budur. Karşısında gene kendisinin yarattığı eskisinden beter bir egemen vardır. Adı makinedir bu egemenin. Bu makinenin kanıda enerji.. Enerji başlı başına bir konu.. Onu incelemeden üretim araçları, üretim türleri kolay anlaşılmayacaktır.

Bir yerde şöyle bir söz okudum. "Bence insan olmanın ve insanca yaşamanın öncül kurallarından ve sistemin düzenli, halka yakın, ezmeyen bir yapıya kavuşmasının anahtarıdır Sol." Bu bir dilek. Çünkü yöneten ve yönetilen diye toplum eski klasik yapısıyla ortada duruyor. Durdukça da gerçekleşme ihtimali yok. Kutsal emek kavramı kutsal hayata kadar geriledi. Neden? Çünkü iş gücünün aklı yoktu, o robottan farklı biçimde de kullanılmadı zaten. Robotların çoğaldığı çağda da tedavülden kaldırılıyor. Eski üretim biçimlerinde 16-18 saat iş gücü kullanılırken, gelecekte yılda 15 gün iş gücü kullanılacaktır. Bunun içine idare mekanizmasının da gireceği düşünülürse iş gücünün kutsallığı kalmaz. Bu gün için nüfus, maliye, tapu kadastro ve daha bir çok konunun bilgi işlem merkezinde bilgisayarlarla çok daha hızlı ve çok daha güvenli sonuç alınıyor. Şimdilik o bilgisayarların arkasında insan var olmaya devam ediyor. Daha ilerde bütün alanlarda bir tek insana rastlanmayacaktır. Üretim aşamalarında da durum farklı değil. Emek şimdi bunun sancısını çekiyor. Ezmeyen bir yapının anahtarı soldur demek bence romantizmle açıklanabilir durumdur. Yöneten ve yönetilen olduğu sürece ezen ve ezilen olacaktır çünkü. Sol bu yapıyı değiştirmeyi beceremedi. Teknoloji becerecek mi? Bilmiyorum, ama umuyorum. Bu konuda itici güç dünyanın varlığında bizim yaratacağımız olumsuzluklardan kaynaklanacaktır.




Yayın Tarihi27.11.2013

HAYALİ CİHAN DEĞER

“Hayali cihan değer” olan nedir? Geçmişte kişisel yaşananlar mı, yoksa gelecek hakkında olması istenen şeyler mi? Bu söz böyle eksik yazılırsa her anlama gelir tabii. Oysa o başlık “Geçmiş Zaman Olur ki, Hayali Cihan Değer” olmalıydı. Çok uzun bir başlık olacağı için kısaltınca böyle açıklama yapmak ihtiyacı doğacağını biliyordum. Evet geçmiş zamanlar elekten geçmiş ve saf suyla yıkanmış gibi parıldar. Yaşanırken hiç farkına varılmayan şeyler aradan geçen zamanla çok değerli olurlar. Herkesin değerli anları olmuştur. Yeri gelsin gelmesin o anları anmak anıların sahibine buruk tatlar bırakır. Artık ona ulaşılmaz çünkü.

Kaç yaşlarında olduğumu hatırlamıyorum, belki yirmili yaşların sonundaydım, bir rüya gördüm. Vapura binmiştim. Bir süre sonra halatları çımacılar çözüp vapur limandan ağır ağır ayrılırken gençliğim, yani bir yanım limanda kalmıştı. Geleceğim yani bir yanım da vapurdaydı. Karar verip limana atlasam gençliğimden ayrılmayacaktım. Denize açılmayı tercih ettim ve onu limanda bıraktım. İşte hayat buydu. Bu rüya gibi her limanda bir yarımızı bıraka bıraka eksiliyoruz. Hatıralar kenar köşelerde bıraktıklarımızı toplamak ve eksilen parçalarımızla tekrar bütünleşmek harekâtıdır.

İlhan Bardakçı’nın (Murat Bardakçı’nın babası) yazdığı “İmparatorluğa Veda Ederken” adlı kitabını okudum. “Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer” sözünün çok edildiği Osmanlının çöküş dönemini anlatan ilginç bir tarihi araştırma kitabı. Kıyaslamalı tarihi sohbet tarzıyla anlatan bu kitabı elimden bırakamadım. Çok kısa olarak özetlemek isterim.

Padişahların yetersizliklerinin de nedeniyle tahttan indirilerek çöküşe çarelerin arandığı çağda İttihat ve Terakki adında ilk siyasi partimiz ortaya çıkar. Bu günkü anlamda dış dayatmalarla demokrasi çabaları başlar. Bugün milliyet gazetesi yazarı olan Hasan Cemal’in dedesi Cemal Paşa, Talât Paşa ve lider Enver Paşa partinin sacayağıdır. Balkanlar kaybedilir, Arabistan için için kaynar, Afrika da Trablus, yani bugünkü Libya elden çıkmaktadır. Rusların gözü İstanbul’da, yani boğazlardadır. Almanlar biran önce petrol bölgelerine İngilizlerden önce varmak ister. Fransızlar da petrol bölgelerine en azından yaklaşmak, İtalyanlar pastadan pay almak, Amerikalılar kalan Türk devletinde güç sahibi olmak derdindedir. Ayak oyunlarının çokça olduğu bir zamandır. İngilizlerden parası verilip de alınan savaş gemisi teslim edilmez. Bu arada Alman’lar iki gemiyle Akdeniz de kendilerini kovalayan İngilizlerden kaçarak  Çanakkale’den Marmaraya girerler. Oradan Karadeniz’e geçerek Rus limanlarını topa tutarlar. Bunun üzerine gemiyi satın aldığımızı söyleyerek 1. Dünya savaşına gireriz. Bütün savaşlardan diğer ülkelerin en fazla %16  insan kaybı olurken, bizim %34 insan kaybımız olur. Toprak kaybı sadece bize reva görülür. Amaç gerçekleşir. Vatanperver olduklarından hiç kuşku duyulmayacak bu devlet adamları particilik yaparak ve kişisel ihtiraslarına kapılarak koskoca imparatorluğun sonunu hazırladıklarını diğer sebepleri unutmadan rahatlıkla söyleyebiliriz.

Kitabın son sözleri çok çarpıcı. İstanbul’da Türk ve Müslüman halk o dönemde süpürge tohumu yer. Cephelerden dönen askerlerimiz aç ve sefil dolaşır. Halk askerine acır onlara bir tas çorba vermeye çalışır.

O kitabın sonundaki İlhan Bardakçı’nın şu sözündeki anlama dikkatinizi çekmek isterim. “Söğüt-Ankara arasındaki altı saatlik yolu biz 622 yıl 2 ay 23 günde almışız.”  Fazla söze gerek var mı?  

İlginç rastlantı; bu kitabı okuyup bitirmemin üstüne Habertürk televizyonunda Murat Bardakçı, Erhan Afyoncu ve (o sıralar henüz ayrılmamış olan) Pelin Batu’nun sundukları “Tarihin Arka Odası” adlı programda konu Avrupa’da Türk düşmanlığıydı. İnebahtı deniz savaşına kadar yenilmez olarak gördükleri Türklerden korunmak için dualar bile yazmışlar. Türkleri tasvir eden resimler yapmışlar. Türkler şeytansı varlıklar olarak resmedilmişler. Kanuni Sultan Süleyman zamanında Türklerin aleyhine çalışan Almanya imparatoru ve İspanya kralı Şarlken’e karşı o zaman ülkesi Fransa fakir ve kendisi Şarlken’e esir düşen Fransız kralı 1. Fransuva’ya ticari (kapütilasyonlar) ayrıcalık tanıyıp bir denge oluşturmak istemişti. Böylelikle daha o zaman Türklere karşı kurulan bir çeşit Avrupa Birliğini dağıtmış oldu.

Murat bardakçı Türkler için uydurulan dualardan söz ettikten ve çizilen resimleri gösterdikten sonra gelen Amerika’lı bir bayan konuğuna İstanbul’u gezdirirken yaşadıklarını anlattı. O bayan konuk İstanbul’u çok beğenmiş. Dönüp Murat Bardakçı’ya bu güzel kenti neden işgal ettiniz diye sormuş. Murat Bardakçı işgal etmedik fethettik demiş. Bayan bu farkı anlamamış. İşte dünyadaki görünümümüz bu. Günün birinde bu bile sorulursa şaşırmam. Bizde o zaman “Adamlar haklı kardeşim, bakın İstanbul’u  ne hale getirdik, onlarda kalsaydı bugün dünyanın incisi olurdu” diyenler  çıkacaktır, adım gibi eminim. İşte o zaman “Geçmiş Zaman Olur ki Hayali Cihan Değer” sözünü hatırlamıyor bile olabiliriz.


Yayın Tarihi: 25.11.2013 

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 24

         Merhaba sevgili okurlar. Bu günün ilk şiirinde dilimize zorla sokulan şu “in” ve “out” kelimelerini konu alıyorum. Yükselişte ve inişte demek olan bu kelimeler benim canımı çok sıkıyor. Buna basının alet olmasına ne demeli? Bu işin bir yanı tabii. Şiirde ikinci yanına daha çok vurgu var, amacım ikisini anlatmaktı. Başarılı olup olmadığımı takdirinize bırakıyorum.

…   …  …

“in” benim bildiğim ayılarındır afedersiniz
“out” topun dışarı çıkması
Ne zamandır gözde şimdi “in” ler
Ben modanın peşinde değilim
Ama Moda da yaşasaydım eğer
Bu çamur deryasından kurtulurdum
Benim yaşantım hep “out”
Yani oyunun dışında tutuluyorum
Hiçbir oyunu kazanamayışım bundan
Mazeretim yok aslında
Bir mazeretim varsa 
                       DÜRÜSTLÜĞÜMDÜR


Aydın Göle
19.05.2001

***   ***   ***

         Numaralı şiirler telefonla mesaj olarak gönderilmiş şiirlerimdir. Bu şiir de “Hoş Sada” da  birlikte müzisyenlik yaptığımız, eski usta bağlamacı Rahmi Oskay arkadaşımın şirketi Karsan Soğutma’da kısa süre sekreterlik yapan Fethiye’li, burada yüksek öğrenim gören bayana memleketine gidişinde yazıldı.

…   …   …

43
Gidiyor musun
Bu şehir üzdü mü seni
Ağlattı mı kara geceleri
Umudunu mu çaldı yarına ait
Gitmezsen oraları 
               gidersen buraları 
            özleyeceksin mutlaka
Gidiyor musun
Saat kaçta kalkacak otobüs
Gönderenin var mı, orda karşılayanın
Ben iki güvercin yolluyorum 
                                    seni yolcu etmeye
Ben, ben gelemem, gücüm yok vedalara
Sahi gidiyor musun
Belki son anda vazgeçersin ha
Ama git! Yolundan almayayım
Git! Yolların türküsünü söyleyerek
Gökteki yıldızlar kadar umut, 
                                saçların kadar 
                          mutluluklar diliyorum
Burçlarındaki sevgi bayrağını 
                       dalgalandıran rüzgarın 
                            hiç eksik olmasın
                                                     Git!..


Aydın Göle
28.05.2001

***   ***   ***

         Bu şiir bu günkü ilk şiirimizin son mısraıyla başlayıp bitmesi nedeniyle devam niteliğinde görülebilir. Okuduğunuzda göreceksiniz bu şiir bir devam şiiri değil. Aslında devam şiiri olsaymış, fena olmazmış hani. O zaman “ bu hamur daha çook su kaldırır” derdim. 

…   …   …

Demiştim ya 
     dürüstlüğüm tek mazeretimdir
Mahcubiyeti onurla harmanladım
Cadı avına çıktım cesaret yüklenip
Her şeyde pis koku –iç çürümesi-
Gazeteciler haber peşinde
Rotatifler, teleksler, fakslar dolu
Medya kartel
Para babaları 
      eski solcuları 
      kırpıp kırpıp anchorman* yaptılar
Boğaza bakan villalarında 
               asansör boşluğuna düşer kimi
Kimi nur tarikatının sözcüsü
Kimi  evlilikleri rekabete açar
Kimi ihale için hazırol’da
Kimi hükümetin gözcüsü
Kimi çocuk satar Avrupa sosyetesine
Kimi kadın memesi için vatanı 
Kimide bir Çingene’den meme emmiştir
Ama hiç biri 
              nerde duracağını bilmemiştir
Derin mavi, derin devlet
Askercilik oynar, 
                yada belde jop 
               ve kelepçe polis
Karanlığa ışık yaktık
Sürekli aydınlık için işi gücü bıraktık
Şimdi partinin her katı ışıl ışıl
Devr-i sultanın 
                masal sevdası 
            ürküttü rüzgârları
Benim dürüstlüğüm gene tek mazeretim

Aydın Göle
29.05.2001/18.12.2009

***   ***   ***

         Bir gün ummadığım anda bayan Che yanında okuldan arkadaşı, Adana’lı bayanla geldi. Onları Sultan Sekinin yanındaki Galaksi Cafe’de ağırladım. (Daha sonra orası çelik kapı mağazası oldu. Alt geçit oradaki bütün dükkanların işini bitirdiği gibi onunda işini bitirdi. Üç  senedir kiralık tabelası var ama kiralayan yok!) Konuşma arasında bu mısraları söyledim. Kendim bile şaşırdım. Bu ilkti ve şimdilik tek kaldı. Hemen orda kağıda dökmesem unuturdum.  

…   …   … 

Bileti ayırmıştım, gidiyordum
Senden kaçıyordum, 
                mazimden aklım sıra
Yapamadım Allah kahretsin
Gidemedim bu lanet şehirden
Terk edemedim seni 
     bütün gemilerin batmışken
Omzun düşmüşken, 
             umutsuz bir bulut 
           konmuşken gözlerine
Bileti iptal edemedim bile
Kim bilir kim gitti benim yerime
Nereye gitti
Ölüme mi, düğüne mi

Aydın Göle
04.07.2001

***   ***   ***

         Gene Karsan Soğutmada kısacık bir zaman sekreterlik yapan çok güzel, çok genç, çok aksi, çok asi, çok havalı, şıpıdık bir kızı tanımıştım. Bir işe gelişi vardı, görmeliydiniz. Asimetrik etekler, balo ayakkabıları, varla yok arası yada devasa çantalar, başında mutlaka şapkalar… oysa geldiği yer Çaykışla köyüydü. Kendisini anlatan şiir yazmamı istedi. Ona bu şiiri adından esinlenerek yazdım
…   …   …

Benim aradığım aslıdır, 
                        tebessümünde, 
                              sevginin de
Hatta bazen dağları titreten 
                                 öfkeninde
Oysa o kendini 
      bir film yıldızına benzetiyor
Yıldızın sureti buradaysa 
                                ASLI nerde
Benim aradığım aslıdır, 
                                   kederinde, 
                                   sevincinde
Adam gibi dikilmeli karşıma 
                   kılıcı olsa bile elinde
Aradığımı bulamam 
                      her şeyin suretinde
oysa o bir surette kendini yaşıyor
ASLI burdaysa, suret nerde
Benim aradığım ASLI’dır, 
                        söyleyin ASLI nerde


Aydın Göle
05.07.2001

***   ***   ***

        Bu şiirle arzularımıza karşı teslimiyeti engellemenin akılla mümkün olduğunu anlatmak istedim. Arzularına yenilip işini, eşini ve çevresini kaybedenleri çok gördüm çünkü. Şimdi özgürlükler seksle başlıyor, seksle bitiyor. Bireyselleşmenin verdiği yaşam hazzı, telaşı, gerçek özgürlüğün iktisadi özgürlük olduğunu unutturuyor. Böyle olunca seks başta olmak üzere, kredi kartlarına kadar varan yaşam hazzı aceleciliği başka türlü bir tutsaklığı getirmedi mi sizce de?

…   …   …

Hoş geldin tatlı arzu
Al bedenimi istediğin gibi sar
Sana emanet etim ve kemiğim 
                     ve hatta bütün derim
Bulursan bir olgun kadın isterim
Sokak lambasının 
                odama giren 
           ışığıyla dans etsin
Işıkla, gölgelerle, benle, 
                       sabaha kadar sevişsin

Hoş geldin tatlı arzu
Al bedenimi istediğin gibi sar
Sana emanet etim ve kemiğim 
                     ve hatta bütün derim
Usumu bana bırak, ben onu isterim
Ben onunla kölelikten kurtulurum 
                    onunla kendime yeterim

Aydın Göle
08.07.2001


Haftaya görüşmek dileğiyle iyi pazarlar sevgili okurlar.


Yayın Tarihi: 24.11.2013


*anchorman: ana haber sunucusu



TEVAZU/ALÇAK GÖNÜLLÜLÜK

Bu sıralar bir hayli elektronik posta alıyorum sevgili okurlar. Çok güzel hikâyeler yollayanlarda var. Kimilerinden etkilenmemek mümkün değil. İçlerinden birini depremde evleri yıkılınca Karaman’daki kalıcı konutlara taşınan, eski komşum; hoş sohbet, şakacı, güler yüzlü ve gülmeye her an hazır, TEDAŞ’ta görevli, Hüsnü Yılmaz kardeşim yollamış. O hikâyeyi sizlerle paylaşmak istedim. Daha sonra hikâyenin üstünde durduğu kavram hakkında konuşuruz.  

***   ***   ***

Evvel zaman içinde bir adam kötü yoldan para kazanıp bununla kendisine bir 
inek alır. Neden sonra, yaptıklarından pişman olur ve hiç olmazsa iyi bir 
şey yapmış olmak için bunu Hacı Bektaş Veli'nin dergâhına kurban olarak 
bağışlamak ister. O zamanlar dergâhlar aynı zamanda aşevi işlevi 
görüyordu. Durumu Hacı Bektaş Veli'ye anlatır, Hacı Bektaş Veli 'helal 
değildir' diye kurbanı geri çevirir. 

Bunun üzerine adam Mevlevi dergâhına gider ve aynı durumu Mevlâna'ya 
anlatır. Mevlâna hediyeyi kabul eder. Adam aynı şeyi Hacı Bektaş Veli'ye 
de anlattığını ama onun hediyeyi kabul etmediğini söyleyince Mevlâna şöyle 
der: 

"Biz bir karga isek Hacı Bektaş Veli bir şahin gibidir. Öyle her leşe 
konmaz. O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz ama o kabul 
etmeyebilir." 

Adam üşenmez kalkar Hacı Bektaş dergâhına gider ve Hacı Bektaş Veli'ye, 
Mevlâna'nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip Hacı Bektaş Veli'nin görüşünü 
sorar. Hacı Bektaş da şöyle der: 

"Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Mevlâna'nın gönlü okyanus gibidir. 
Bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir ama onun engin gönlü kirlenmez. 
Bu sebepten dolayı o senin hediyeni kabul etmiştir." 


***   ***   ***

Hüsnü kardeşim hikâyenin sonunu şöyle bağlamış: “Böylesi tevazu ve incelikle, birbirini yermek yerine yüceltmeyi becerebilen insanlar olmamız dileğiyle...”

Bir yazımda: kır yaşamını seven kralcı Honore De Balzac, Cumhuriyet kavramının fikir babası Jean Jacques Rousseau, kral karşıtı Emile Zola, sanayileşme ve devlet karşısında bireyin ezildiği düşüncesiyle bu duruma karşı çıkarak varoluşçuluk akımını kuran üç kişiden biri olan Jean Paul Sartre gibi birbirinden çok farklı, birbirine taban tabana zıt edebiyatçı ve düşünürlerin, Fransızlarca, Fransa’yı oluşturduğunun düşünüldüğünü, hiçbir yazar, düşünür ve bilim insanı arasında ayırım yapılmadığını belirtmiştim.

Sonuç olarak yolları ve tarzları farklı olsa da (ilki ve bizim yabancısı olmadığımız tümden gelim –her şey Allah’tandır-  kuralını uygulayanlarla, ikincisi ve bizim görünüşte anladığımız, ama öte yandan hiç anlamadığımız bir kuram olan tüme varımcılık –her şey daha özgür bir insan için- kuralını uygulayanların) ikisi bir noktada buluşuyor. Yani ortaya toplumun kabul edeceği “değer üreten değerlidir” konusunda birleşiyorlar. Fakat arada bir fark var: “İlkinde tevazu, ikincisinde bütünü anlamak ve sonucu fark etmek” gibi..

Peki tevazu ve tevazu sahibi demek olan mütevazi ne anlama gelir? Tevazu “alçak gönüllülük” mütevazi de “alçak gönüllü” anlamında değil midir?

Neden “alçak gönüllülük” yada “tevazu?”


Arada belirttiğim gibi tevazu “her şey Allah’tandır” kuralı gereğidir. Yukarıda gördüğümüz gibi “Tevazu” karşıtı “Kibirdir.” Allah’ın kullarında görmeyi hiç istemediği şeydir kibir. Çünkü kibrin bir adım ötesi kendinden başka şeyi tanımamaktır. Bu ölüm severlikten, ölüm saçarlığa kadar varan (burada anmak istemediğim birçok şeyde dahil olmak üzere) bir dizi olumsuzluklara yol açar. Tevazu sahibi, yani mütevazi, yada başka deyişle alçak gönüllü olmak edep gereğidir. Edepse varlığı; otu böceği, kurdu kuşu, insanı hayvanı, en küçük organizmadan galaksilere kadar ne varsa bir bütün olarak görmektir. Bunu gören büyük olamaz. O zaman haddini bilir. Haddini bilmek kapladığı alana sahip çıkacak kadar söz sahibi olmaktır.

Çağımız ne yazık ki bireyleşme çağı. Eskiden toprağı sürüp ekmek, sonrada topraktan ürünü almak için insana ihtiyaç vardı. Çünkü tabiatın karşısında bir insanın yapabileceği çok fazla şey yoktu. Bu yüzden toplu hareket etmek zorundaydı. Şimdi insan kendi kendisini üretimin her aşamasından kovuyor. Bu insan koca koca kentlerde yapayalnız artık. Bunu hayata bağlamak için ortaya ne konabilirdi? İşte bakın ne kondu:

Devir tevazu devri değildir. Devir “kendini şımartma'” devridir. Siz “en iyisisiniz” “kendinizi mutlu edin!” “İçinizde bir dahi var durmayın ortaya çıkarın!” “Dünyanın en güzel kadınısınız; veya en güçlü erkeği; aklınızı sevin.” “Yıllara meydan okursunuz bir çırpıda;” kırışıklıklar canınızı sıkmasın ve saçlarınızın güzelliği gözlerinize yansısın..çünkü size “hep bakacaklar;” “bakmalılar”.. trafik karışmalı siz yolda yürürken. Artık tevazu; zayıfların işidir. Yazıktır tevazuyla geçirilecek zamana.

Sonunda çılgınca satın almaya başladı insanlar, önüne konan her şeyi.. İmparatorluklar bunun için çökertildi. Şimdi sıra ulus devletlerde. Ulus devletlerin var olma şartlarından biri olan gümrükler ortadan kalkmalı, varlığının temeli olan sınırları korumakla yükümlü (kaynak tüketerek ülke ekonomilerine yük oldukları gerekçesiyle) ordular yok edilmeli. Neden? Gelişmiş ülkeler dünyanın her yerinde daha çok ve daha kolay mal satsınlar diye.

İşin başka bir boyutuna gelelim.

Benim iktidarlara karşı çıkışımın bir nedeni var. İktidar olmak bir iddiayı gerektirir, tevazuyu değil. İktidar olanlar bu yüzden kötü olmaya eğilimlidir. İster ilahi kanunlarla idare etsinler, ister insanların oluşturduğu anayasa ve yasalarla. Kim ne derse desin bu böyledir. Bunun için mutlak idareye karşı (tek parti veya koalisyon hükümetleri fark etmez) denetim mekanizması şarttır. Çünkü onlardan “tevazu” beklemek fazla “iyimserlik” olur. İtalyan Faşistleri, Alman Nazileri, Rus, Çin ve Kamboçya komünistleri tevazu yoksunu insanlık kasabıydılar. Şimdinin Amerika’sı bunlardan daha iyi değil. Onları iyi gösteren kendilerini eleştirmeleri ve çok çabuk karar değiştirmeleri. Yoksa onlarda da tevazu denen şey yok! Tarihte de Emevi ve Abbasiler’de gücü yanlış kullanma, dinde boş tartışmalar çıkartma olduğunu görürsünüz. Bir tevazu eksiklikliği iktidarın bizzat doğası gibidir.

Şu unutulmasın; insan üstünde en şık duran şey tevazudur. Bunu giyebilen, yüzündeki neşesinden belli olur. Çünkü huzurludur. Çünkü şu kainatın içindeki milyarlarca galaksinin, milyarlarca sisteminden biri olan güneş sistemindeki bilinen  on gezegenin içindeki yer küresinde milyarlarca türdeşinden sadece bir tanesidir.   


Yayın Tarihi22.11.2013

VERMEYİNCE MABUD, NEYLESİN SULTAN MAHMUT 2

Geçen hafta Çarşamba günü başladığımız 2 bölümlük yazımızın 2. bölümünü sunmak bugünün kısmetiymiş. Geçen Cuma bitmesi gereken yazımız benden kaynaklanan nedenlerle gazeteye ulaşamadı. Pazartesi günüde dernek etkinliklerimizin yoğun koşuşturmacaları araya girince yayına veremedim. Bu iki günlük ara nedeniyle (iki günde bir yazdığım ve Pazar gününü şiirlere ayırdığım için yazımızın ilk bölümüyle 2. bölümü arasında bir hafta geçmiş oldu) sizlerden özür diliyorum. Hikâyemize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

***

Tıkandı baba'nın anlattıkları Sultan Mahmut'un dikkatini çekmiş.
Çayını içtikten sonra dışarı çıkmış ve adamlarına ;

Hergün bu adama bir tepsi baklava getireceksiniz. Her dilimin altında bir altın koyacaksınız ve bir ay boyunca buna devam edeceksiniz.”

Sultan Mahmut'un adamları peki demişler ve ertesi akşam bir tepsi baklavayı getirmişler.
Tıkandı baba'ya baklavaları vermişler. Tıkandı baba baklavayı almış, bakmış baklava nefis. " Uzun zamandır tatlı da yiyememiştik. Şöyle ağız tadıyla bir güzel yiyelim" diye içinden geçirmiş. Baklava tepsisini almış evin yolunu tutmuş. Yolda giderken "Ben en iyisi bu
baklavayı satayım evin ihtiyaçlarını gidereyim" demiş ve işlek bir yol kenarına geçip başlamış bağırmaya;
Taze baklava, güzel baklava!”
Bu esnada oradan geçen bir Yahudi Baklavaları beğenmiş. Üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar ve Tıkandı baba baklavayı satıp elde ettiği para ile evin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış. Yahudi baklavayı alıp evine gitmiş. Bir dilim baklava almış yerken ağzına bir şey gelmiş. Bir bakmış ki altın. Şaşırmış, diğer dilim diğer dilim derken bir bakmış her dilimin altında altın.
Ertesi akşam Yahudi acaba yine gelirmi diye aynı yere geçip başlamış beklemeye. Sultanın adamları ertesi akşam yine bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı baba yine baklavayı satıp evin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için aynı yere gitmiş. Yahudi hiçbir şey olmamış gibi;
Baba baklavan güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam senden alırım,” demiş. Tıkandı baba da “Peki,” demiş ve anlaşmışlar. Tıkandı babaya her akşam baklavalar gelmiş ve Yahudi de her akşam Tıkandı baba'dan baklavaları satın almış. Aradan bir ay geçince Sultan Mahmut; Bizim Tıkandı baba'ya bir bakalım, deyip Tıkandı baba'nın yanına gitmiş. Bu sefer padişah kıyafetleri ile içeri girmiş. Girmiş girmesine ama birde ne görsün bizim tıkandı baba eskisi gibi darmadağın. Sultan;

Tıkandı baba sana baklavalar gelmedi? mi, demiş
Geldi sultanım”
Peki ne yaptın sen o kadar baklavayı?”
Efendim satıp evin ihtiyaçlarını giderdim, sağolasınız, duacınızım.”

Sultan şöyle bir tebessüm etmiş. Anlaşıldı Tıkandı baba anlaşıldı, hadi benle gel, deyip almış ve Devletin hazine odasına götürmüş.

Baba şuradan küreği al ve hazinenin içine daldır küreğine ne kadar gelirse hepsi senindir,” demiş. Tıkandı baba o heyecanla küreği tersten hazinenin içine bir daldırıp çıkarmış ama bir tane altın küreğin ucunda düştü düşecek.

Sultan demiş; Baba senin buradan da nasibin yok. Sen bizim şu askerlerle beraber git
onlar sana ne yapacağını anlatırlar demiş ve askerlerden birini çağırmış Alın bu adamı Üsküdar'ın en güzel yerine götürün ve bir tane taş beğensin. O taşı ne kadar uzağa atarsa o mesafe arasını ona verin demiş. Padişahın adamları "peki" deyip adamı alıp Üsküdar'a götürmüşler.

“Baba hele şuradan bir taş beğen bakalım, demişler.”
Baba,Niçin,” demiş.
Askerler “Hele sen bir beğen bakalım” demişler.
Baba şu yamuk, bu küçük, derken kocaman bir kayayı beğenip almış eline
“Ne olacak şimdi,” demiş.
Baba sen bu taşı atacaksın ne kadar uzağa giderse o mesafe arasını padişahımız sana bağışladı,”demiş.
Baba taşı kaldırmış tam atacakken taş elinden kayıp başına düşmüş. Adamcağız oracıkta ölmüş. Askerler bu durumu Padişaha haber vermişler. İşte o zaman Sultan Mahmut o meşhur sözünü söylemiş;

"VERMEYİNCE MABUD, NEYLESİN SULTAN MAHMUT"

Şansınız bol olsun.


Yayın Tarihi20.11.2013 
  

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 23

         Merhaba sevgili okurlar. Kışın ilk aşamasında puslu bir kasım sabahı bu yazıyı yazıyorum. Siz okurken havanın iyi olacağını meteorolojiden öğrendim. Hava nasıl olursa olsun, kışa doğrudur yolumuz. Ama konumuz kış değil.

Aşağıdaki şiirde bir rahatsızlığımı dile getirmek istemiştim. Okuyunca fark edeceksiniz; yandaş bularak din konusunda kendilerinde söz söyleme hakkını görenlerin ayyuka çıkan yolsuzluklarını anlatmak istemiştim. Belki mürit denen yandaşları farkında değil ama böyle bir ilişkinin bir dindar olarak, puta taparlıkla eş olduğunu düşünüyorum. Şiirde bunu anlatmaya çalıştım.
… … …

Müritlerim bağırışıyor
Yüzde yüzlük alkolden
        daha yüksek vecdle
Ne Allaha, ne şeytana,
    banadır ettikleri secde
Mayısın kanatlarında
     getirip önlerine cenneti
Ağustos çıkmazıyla yaşatıp cinneti
Cami duvarlarını,
                hatta tuğlalarını
            çil çil dolarlara sattım
Ve emirlerime uyuyorlar
“Beni izleyin ey cemaat!
Bize uysal ve ılımlılar lazım değil
Söylediklerimi yapmayan
              zinhar görecektir ateşi”
Benden birer parçadır bakın her kes.
                                             Bakın!
Herkeste adrenalin fazlası var
Futbol oynasalar
           –cimbomlu futbolcuların yerine-
Kara cübbeleriyle yenerlerdi,
                         yener ve elerlerdi Real’i




Aydın Göle
17.05.2001

*

Sıradaki şiirde sevginin bir ezber olduğunu anlatmak istemiştim. Ezberi sakın papağan tekrarı sanmayın! Ezber; bilmenin beyne işlenmiş halidir. Bildiklerimizi ezberleriz, bilmediklerimizi unuturuz.

… … …

Ne arıyorsun telefonla
Ne mesaj soluyorsun
Unuttun mu beni, ha?
Oysa sen aklımdan çıkmıyorsun
Seni ezberlemek istiyorum
Sesini, nefesini
Gülüşünü, yürüyüşünü
Sen aklımı karıştırıyorsun
Ben başımı kaşıyorum
Seni ezberlemek,
         kokunu ezberlemek
Gözlerini, saçlarını özlemek istiyorum
Havuzunda sazan olmak
Ne düşündüğünü sezen olmak
                                İSTİYORUM



Aydın Göle
17.05.2001

*

Gelişmiş ülkelerin askerlere ve askerliğe bakışı bizim kadar cesur değil. Teknik donanımla da askersiz savaşmanın yollarını arıyorlar. Birey oralarda varlığını sürdürmenin telaşında. Bunun felsefesini geliştirerek yöneticilerini denetliyor. Kahramanlık bu çağda bambaşka alanlara kaydı. Şiirde bunun nedenini anlatmaya çalıştım.
… … …

Gördüğüm düşler hep aynı
                        kırları görüyorum yemyeşil
Koştuğumu görüyorum
                          nefes nefese,
                               papatya topluyorum
Sonra merdivenlerle çıkıyorum
                      uçsuz bucaksız göğe doğru
Pencereler bahar rüzgârlarına açık
Bütün kapılar kilitsiz,
                         ardına kadar nisan
Oysa kilitliyim bir kafeste
Gördüğüm düşler aynı
Aslanın yelesine tutunup
                         antilop avlıyorum
Sonra acıyorum ceylanlara
                    aslanla boğuşuyorum
Kan içinde ellerim, uyanıyorum
Kahramanlar aç,
                   tarlalar dolusu öldüren
Askercilik oynayan çok!
Öldürmek üzerine eğitimler
Sevmek kazılıp atılıyor genç beyinlerden
Kahramanlar çok ve aç
Denizcilerin sıtmasına tutulmuş hepsi
Dimdik görünme uğruna korkutmuşlar
                                               herkesi
Bir buğday başağı olamayıp
Hafif bir rüzgâr, tatlı bir meltem
                                  bitirmiş katılıklarını
Parmaklarımın ucunda bir buton
                         milyonlarca ton
                             yükü kaldırıyorum
Sanal alemde uçuyorum
Kahramanlar aç, acıyorum


Aydın Göle
18.05.09

*

         Aşağıdaki şiiri günümüzün şartlarında okuyunca bireyden topluma, toplumdan devlete ve devletten devletlere ilişkiler yumağının vardığı sonucun karamsarlığını gördüm. Bu beni ürküttü. Yaşama dair güzellikleri inanç, ve güzel sanatlarda bulmasak dünya yaşanmaz olurdu herhalde.

… … …

Ölmeye mi doğmuşuz başka bir şeye mi?
Başkalarının şöhreti için mi acı çekiyoruz
Cüzamlı başkanlar kandırdı bizi
Zihnimizi köreltti kör bağnazlıklar
Ve kurtulamadığımız ölesiye sadakat
Bulaşıcı hastalık mıdır, yakalanmayan yok!
Güce tapınma molalarıdır vaazlar
Küçük göllerde balığız biz,
                      oltalar atılır üstümüze
Her iğnede biz varız; biz
Yaşama veda
Uzaklardan bir seda
“Küçük heveslerin tutsakları
                  soframızı şenlendirdiniz"




Aydın Göle
18.05.2001

*

         İnsan en sevdiğinden ayrıldığında nasıl yıkılır? Toparlanmak çok zordur bilirim. Ne demişti bir şiirinde büyük usta Atilla İlhan: “ayrılıkta sevdaya dahil.” Yani dostlar, yaşamın içinde her şey var, zor ama katlanılması gerek. Unutulmasın ki; acılar insanı olgunlaştırır. Acılara direnmesini ve çare üretmesini insan en büyük çaresizliklerine borçludur. Sadece gülmeyle hayat geçseydi hepimiz şımarık çocuklar olurduk. Ben acılarımı da seviyorum.

… … …

O şimdi gitti!..
İçimde aradım kendimi
Yoktum, onunla gitmiştim
Dolaşan ayaklarım
                        bir başımı
                ve canlı naaşımı
                  taşıyor isteksiz
O şimdi gitti!..

Aydın Göle
18.05.2001

*

         Bütün gelişmeler tekerleğin icadına bağlansa da bence yazının icadıyla başladı. Yazmaya başlayınca hem zamanı kaydettik, hem zamanın içinde yaptıklarımızı.. yazı ile daha çok üretme ve daha çok tüketmenin yollarını birbirimize öğrettik, ve bunun adına uygarlık dedik. Uygarlığın geldiği yer ormanın yok oluşuna gidiyor ne yazık.

… … …

Herkes selüloz manyağı
Kimi bembeyaz kâğıdı karalar boşuna
Sulu boya resim yapar kimi
Şiir yazar kimi, gökten yıldız düşürüp
Ağlayarak sevdiğine kimi
                         bir ucu yanık mektup,
      tarih düşerken üstüne günü unutup,
                             yollar uzak diyarlara
Kimi kitap toplar, kimi pul
Kimi sağdan bol sıfırlı hesap cüzdanları
Kimi yeşil yeşil dolar
Herkes selüloz manyağı
Bundan mıdır yoksa orman katliamı


Aydın Göle
18.05.2001



Yayın Tarihi: 17.11.2013

VERMEYİNCE MABUD, NEYLESİN SULTAN MAHMUT 1

Eskilerin “hurafe” dedikleri boş inançlarım hiç yoktur. İşin özüne ve direk bilgiye inanırım, güvenirim. Bazı açıklanamayacak konularda yok değil. Şans bunlardan biridir. İnanırsınız veya inanmazsınız o sizin bileceğiniz iş. Ama gelin şunu bana açıklayın, açıklayabilirseniz..

Övünmek gibi olmasın  ama bir çok kağıt ve 3 çeşit tavla (normal tavla, gülbahar, hapis) oyununu iyi derecede oynamayı bilirim. Genellikle oyunlarda müzmin şanssızımdır. Bazı arkadaşlarımın şanslarına hayran kalıyordum. Bazen yerimi bu arkadaşlarıma bırakıyordum. Öyle ters ve öyle yanlış oynuyorlardı ki gene de onlar kazanıyorlardı. Yerime tekrar geçtiğimde şansızlığımı beni bekler bulurdum, yani durum eski hamam eski tas oluverirdi. Aynı masa, aynı sandalye, aynı oyun ve aynı oyun araçları, sadece oyuncu değişiyordu. Ama her şey anında o olumsuz görünüme bürünüyordu. Biz olacakları bulut gibi başımızın üstünde taşıyoruz. Arada yaptığımız seçim diğer seçim yapanların yaptıklarıyla uyum ve uyumsuzluğu yengiyi veya yenilgiyi belirliyor. Bu 4 bilmecenin içinde 1 bilineni inceleyip 3 bilinmezi görüp durdurarak sonuca ulaşmak ne kadar zeki olursanız olun imkansızdır. Ortada pasif bir 5. bilinmeyen olduğu için onu çözümlemek mümkün değil. Açık söyleyelim ki daha net anlaşılsın; 4 kişilik bir masada herkes tek (yani eşli değil) okey oynanıyor. Her oyuncu sadece kendi taşlarını görür. Kendisinden başka diğer 3 kişi her oyuncu için bir bilinmezdir (eğer oyunun içinde hile yoksa, hile konumuzun dışında çünkü). Oyuncu rakiplerinin aldığı ve attığı taşlardan onların nereye gittiğini az çok belirleyebilir. Bu 3 bilinmez bir ölçüde  çözülür. Ama ortada 5. bilinmez olarak sırası belli olmayan orta taşları vardır. İşte bu alış veriş bu sıraların değişmesine neden olur. Çok dürüst bir oyunda bu sırayı kimse bilemez. İşte buradan itibaren çözümü mümkün olmayan denklemle karşılaşılır. Bunun adı şanstır. Bu şans kimilerine en olmaz biçimde gelir, kimilerine hiç gelmez.

Bu konuyu geçelim. Şansla ilgili yaşadığım başka bir örnek vereyim:

1983 yılıydı, mahallemin 5 delikanlısı 20 gün sonra askere gidecekti. İçlerinden biri asker öncesi balık avlamaya gidelim dedi. Bir temmuz sabahı saat beşte üstü tenteli bir kamyonete bende  dahil 9 kişi doluştuk, Poyrazlar’a gittik. Gün ışıyordu. Genişçe bir çayırlık seçildi, araç gereç ne varsa açıldı, önce göle yemler ardından oltalar atıldı. Çok geçmeden ilk müjde geldi. Derken ikinci üçüncü müjdeler.. öyle şanslıydık ki orda yiyebileceğimiz kadar tutalım diye düşünürken evlere götürecek kadar balık avlanıyordu. Derken bizim yarım metre sağ tarafımıza balık avlamaya geldiler. Onların bizi görünce iştahı kabardı. Oltaları attılar, bekle Allah bekle tık yok!

Karşı kıyıda komşumuz, hem olta, hem ateşli silahla avlanmaya meraklı, rahmetli Ali Rıza Koçyiğit (bir kızı, bir oğlu vardı. Kızının adı Hülya idi. Soyadlarına bakar mısınız? Kızının adıyla soyadı birleşince, ortaya; Hülya Koçyiğit gibi, sinemamızın 4 yapraklı yonca olarak tanımlanan kadın oyuncularından birinin adı çıkıyordu.) ağabeyimizi gördük. Rüzgar bizim sesimizi oraya götürüyordu, çağırdık, motosikletiyle 5 dakikada geldi. O da bizim tuttuğumuz balıkları görünce “iyi ki geldim” dedi. Karşı kıyıda bir tane bile balık tutamamış. Onu da arkadaşlarım aralarına aldılar. Herkes çatır çatır balık tutuyor, ama o tutamıyordu. Sonunda balık pişirdik yerken o tutma inadından vazgeçmedi. Ama sıfır çekti inanır mısınız? Aramızda balık tutmaktan bir haber bir arkadaşımız vardı; Orman İşletmesinden memur Mümin Bozkurt. Aşka geldi kamış oltaların birini aldı, alelade yem koydu, atma oltayı karacaksın diyenlere rağmen attı, atar atmaz çekti, saniye bile sürmemişti. Sazlıklara attığı için olta kırıldı tabii. Ama ne görelim oltanın ucunda minik bir balık sallanmıyor mu?  O dönüşte kamyonetin ön camına asıldı, mahalleye geldiğimizde arkadaşlardan biri onu elektrik direğine örnek diye astı. O günden sonra zaten balık dediğimiz Mümin’in adı “Balık Mümin” olarak tescil edilmiş oldu.


Şansla ilgili rahmetli babamın bir sözü vardı, ilk ondan duyduğum sözdü: “VERMEYİNCE MABUD, NEYLESİN SULTAN MAHMUT”

Bunun bir hikayesini de anlatırdı. Size onu da anlatayım artık farz oldu.



****



Sultan Mahmut kılık kıyafetini değiştirip dolaşmaya başlamış. Dolaşırken bir kahvehaneye girmiş oturmuş. Herkes bir şeyler istiyor.Tıkandı baba, çay getir, Tıkandı baba, kahve getir. Tıkandı baba, şurup şerbet getir.”

Bu durum Sultan Mahmut'un dikkatini çekmiş.Hele baba anlat bakalım, nedir bu Tıkandı baba meselesi?

Uzun mesele evlat, demiş Tıkandı baba.

Anlat baba anlat merak ettim” deyip çekmiş sandalyeyi. Tıkandı baba da “peki” deyip başlamış anlatmaya;
“Bir gece rüyamda birçok insan gördüm, her birinin bir çeşmesi vardı ve
hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu ama az akıyordu. -Benimki de onlarınki kadar aksın- diye içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım. Ben uğraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya başladı. Bu sefer içimden -Onlarınki kadar akmasa da olur, yeter ki eskisi kadar aksın- dedim ve uğraşırken oluk tamamen tıkandı, hiç akmamaya
başladı. Ben yine açmak için uğraşırken Cebrail göründü ve Tıkandı baba, tıkandı. Uğraşma artık, dedi. O gün bu gün adım "Tıkandı baba" ya çıktı. Hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdide burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyoruz.”

DEVAM EDECEK



Yayın Tarihi13.11.2013 

ŞEYTANA ÖDETMEK

Daha önce yazdığım gazetedeki köşemde konuya uygun karikatürlerde vardı. Hatırlayanlar bilir. Çizen  kardeşim Coşkun Göle’ydi. İşlerinin yoğunluğu nedeniyle kendisinden bir-iki yıldır pek karikatür alamıyorum. Bu sabah bir hikâye gönderdi. Yazanı belli değil ne yazık ki.. Bilirsiniz, internette böyle hikâyeler dolaşır durur. Kimileri gerçekten çok güzeldir. İşte bu da onlardan biri. Konunun özüyle oynamadan fakat biraz farklı anlatacağım için hikâyeyi bilenler beni bağışlasın.

***

Dindar bir yaşlı kadın bütün dualarını yüksek sesle yaparmış.

“Allah’ım sana şükürler olsun. Kimseye rezil-rüsva etmediğin bir ömür verdin bana, zorluklara göğüs gerecek sabır, en olmazı olduracak güç, sorunları çözecek bilgi, hepsine direnecek sağlık verdin. Belki çok güzel değildim, ama tatlı dil verdin, sohbetlerden büyük haz aldım. Belki mal mülk zenginliğim olmadı, ama seherin uyanışında horozların sesleri ve kuş sesleriyle doldu odam. Çiçeklerin en güzel kokusuyla evim, bahçem misler gibi koktu. Yapay değildi hiç bir şey. Domates; domatesti, kavunsa kavun. Ağaçlarımın dalları kırıldı verdiğin meyvalarla. Sana nasıl şükretsem azdır Allah’ım. Şükürler olsun Allah’ım, şükürler olsun. Cennet bir vasıta, seni görmek için. Cemalini görenlerden eyle Allah’ım beni..”

Ve ardından her defasında yan komşusunun sesini duyarmış:

“Tanrı yoktur kadın, tanrı yoktur.”

Yaşlı kadın ne kadar sinirlense de yine her sabah böyle dua edermiş, komşusu da inatla her seferinde ona öyle bağırırmış...

Neyse, bir akşam, komşusu yaşlı kadına bir oyun etmeye kalkmış... Markete gidip bir sürü meyve sebze ekmek vs. alıp torbalara doldurmuş, yaşlı kadının kapısının önüne bırakmış.

Ertesi sabah yaşlı kadın kapıyı açıp da yiyecekleri görünce çok şaşırmış ve sevinçle bağırmış:
 
            “Sana şükürler olsun Allah'ım, bu gönderdiğin yiyecekler için sana şükürler olsun!”

              Ağacın arkasından onu seyreden komşusu seslenmiş:

            “Tanrı yok kadın Tanrı yok! O yiyecekleri ben aldım!”

 Yaşlı kadın hiç istifini bozmamış:
 
“Yüce Allah’ım sana ne kadar şükretsem azdır!  Hem bu yiyecekleri göndermişsin, hem de parasını şeytana ödetmişsin!”

***

Bu hikâyedeki ince espriyi hayatımızın kuralı haline getirirsek önemli bir korunma kalkanı edinmiş oluruz. Bu sanıldığı kadar zor bir şey de değil. Böyle bir kuralı edinerek her kötü görünen şeyi kendi anlayış ve kavrayışımıza orantılı olarak, zararsız, hatta bir ölçüde yararlı hale döndürmemiz mümkün olacaktır.

Şu an ülkemizin içinden geçtiği dar kapıları fırsata dönüştürme işi de böyle bir kurala sahip bireylerin çokluğuna bağlı. Burada da sabırlı ve dayanıklı olmak gerekiyor. Bu çağda bir kurtarıcı lider çıkmadığına göre...



Yayın Tarihi: 11.11.2013

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 22

         Merhaba sevgili okurlar. Bugün “ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz” sözüne uyarak şiirlere daha çok yer vermek istiyorum. Geçen hafta nevrozlarıyla boğuşan bayan Che’den söz etmiştim ya, bu haftada ona yazılmış Şiirleri sunmaya devam ediyorum. Her birinden gidişatı anlayacaksınız. Onun için fazla söze gerek yok bence!

...

40
Fırtınaya yakalandım açık denizlerde
Sığınacak liman arayan
                  şehir gibi ışıl ışıl gemiyim
Bana yol gösterecek
                       deniz fenerleri nerde
Çok korktum, bir anne gibi sar beni,
                  güvenle koynuna gireyim
Sevgin deniz fenerimdir
Hem ışık saç bana, hem kollarını aç
Fırtınadan kurtar beni

Aydın Göle
27.01.2001


*


41
Nedir aradığım, bulduğum nedir
Günler geçerken hızla
Bende kalan nedir
      ben, ben olduğumu sanırken
Yitirdiğim kimdir
Sessiz çığlığım saklı soluğumda
Bir boşluğa gider
Arayın, uzayda bir yerdedir
Yetişemiyorum düşüncemin hızına
Seçemiyorum arttıkça artan
Düşüncelerimi
Kim yetişir bu hıza,
kim yakalar
tavşan gibi doğurgandırlar üstelik
Ellerime şaşırıyorum
Hala inatla nasıl sadık
Korkuyorum ellerimden
İttifak olursa düşüncelerimle
Ayaklarım benden kaçmaya güçsüz
Yastığım beni uyutmuyor artık
Yorganım dünden soğuk
Nedir aradığım, bulduğum nedir

Aydın Göle
28.01.2001


*

42
Akvaryumda balıkmıyım
Gözlerimde perde
Çığlık çığlık sessizlik
            (kulağım duymaz)
            Tıkıldı boğazıma
Hayat için oksijen lazım
Lazım da
Yeşili yitik ormanım Adapazarı’nda
Adım orman!
Zor mu arayıp sorman?

Aydın Göle
10.04.2001

*

KORKULARINI BİÇİMLENDİRİRDİ

Omzunda beyaz farenin
                   bıyıkları ürkekti
             titriyordu hiç durmadan
       hiç durmadan iki omuzu arasında
           koşuyordu, bitmeyecek
                            uzun bir yolculukta
Beni korkutan gözleri
Sözleri anlamını yitirmişti çoktan
Hiç yoktan kıyabilirdi canına
Gözleri kararlı dinginlikte
Gözleri ısırır gibi iz bırakır üzerinizde
Uzaklarda geziniyor
Ellerimi uzatıyorum, tutamıyor
Size elleriyle dokunurdu bilir misiniz
Korkularını biçimlendirirdi
                                   görmezdiniz
Bir beyaz fare omzunda
                       onun kadar korkardı
Bıyıkları durmadan titrerdi


Aydın Göle
10.04.2001

*

YERDE SENİ KISKANDI, GÖKLERDE

Lale yaprağında ismini gördüm
Saz uçurtmalarında sevincini
Menekşelerde tiryakiliklerini
Turnaların kanadında
                    umudunu gördüm
Yerde seni kıskandı, göklerde


Baharın koynundan çıkmış
                          bir meltemsin
İpek mendile sarılmış yüreğine
Güller gözyaşı döküyor
Çiğ damlalarında gözlerin vardı
Yerde seni kıskandı, göklerde

Aydın Göle
12.04.2001


*

CİNAYET, İÇİNDEKİLERİ ÖLDÜRDÜKLERİNLEDİR

Kederleri biriktir!
Delilerin diliyle konuş!
Eski iyi günleri unut!
Şimdi sen busun!
Ne içersen iç!
Kollarına şırınga bas!
Su, istersen zehir
Kaşların kalksın yukarı
Yüzün köylü ihtiyarlar gibi
Toprak gibi kırış kırış olsun
Sen busun!
Aynalara itiraz etme!
Onlar doğru sözlüdürler
Yiten heybetindir
Gençliğinle beraber
Damarlarına şırıngayla
                 basamazsın onuru
Kalk dikil önüme ve ellerine güven
Mahirdir onlar
Aklın kadar
Cinayet, içindekileri öldürdüklerinledir.
Kalanlar seni ele verir

Aydın Göle
16.05.2001


*

MÜCADELE KAÇAĞI

Benden başka bana
           kimse kötülük edemez
Uçları yıpranmış benliğimin
Yoluma engeller koyuyorum
İçsel çelişkilerimin toplamıyım
Ve bu yüzden mücadele kaçağıyım
Hayata bakaya kaldım
Nerden başlayacağımı bilmiyorum
Fotoğraf makinelerinin flaşları dehşet
Dalga dalga geliyor korkular
Amazonlardan mı kaçıyorum
Luti’lerden mi, Safo’lardan mı
Kendimden mi bu kaçışım


Aydın Göle
16.05.2001

*

DÜŞ GEZGİNİNİN SONU

Söylediğim yalanları unuttum
Sonra kendim inandım
                   söylediklerime
Bir parçası yok oldu
            her yalanımla evrenin
Görmedim
Köprüleri attım
Her limanda bir gemi yaktım
Adi orospularla yattım
Umurumda değildi düzen
Bir gün yalnızlık çıkageldi
Ondan kurtulamayacağımı
BİLEMEDİM.

Aydın Göle
16.05.2001

*

KAPLUMBAĞAYA İMRENİYORUM

Sahip olduklarım
               genişletti evrenimi,
                        ufkumu açtı
Şimdi yıldızlarla geziyorum
Işık
    ardımdan koşmaya çabalıyor
Bir kaplumbağaya imreniyorum
Canı nerde isterse,
                          orda yatıyor

*

         Haftaya görüşmek umuduyla iyi pazarlar sevgili okurlar.


Yayın Tarihi: 10.11.2013

AKILLI TOPLUMUN TEPKİSİ

Her kafadan bir ses çıkıyor, herkes beğenelim veya beğenmeyelim ortaya bir fikir atıyor. Her gün yeni bir kıyamet teorisi ortalıkta geziyor. Bunda haksız da değiller hani. Baksanıza ortalık toz duman. Kafamızı deve kuşu gibi kuma gömelim demeyeceğim, şu haberleri izlemeyelim bir süre, gazetelerin pembe haberlerine bakalım. Manşet haberlerini görmeyelim. Mümkünse kitap okuyalım. Ruh sağlığımızı yitireceğiz böyle giderse.

Öyle diyorum ama ülkemin geleceğini ölesiye merak ediyorum. Bu durumda gündemi izlemeden duramıyorum. Şimdi bana bu senin işin diyebilirsiniz. Doğru, bir şeyler yazmam lazım. Ama o şeyler başka konularda olamaz mı? Amaç yazmaksa ne yazarsan yaz da, köşeni doldur. Olmuyor işte, olmuyor!

Gerçi önerim yabana atılır şey değil. Gelin bir günlüğüne hiç alış veriş yapmayarak, hatta sokağa çıkmayarak, işe gitmeyerek, demokratik tepkimizi ortaya koyalım. Buna kim karşı çıkar ki? Bütün bürokrat, siyasetçi, iş adamı, ve esnafa böyle bir uyarıda bulunsak anlalar mı acaba? Çok barışçı, çok kibar, çok masum bir eylem olmaz mı bu? Her evde camlara “Sizleri İzlemekten Yorulduk.” yazılı dövizler koysak. Çok masum tepkilerimizi Türk, Kürt, Laz, Abaza, Çerkez, Roman demeden ortak olarak göstersek. Kim bu yaşanan durumdan memnundur ki? Bu vatanda bu belki son devlet olmayacak ama, bu devlet bu topraklara hakim olamazsa, buraları hiç birimize vatan olmayacak, kaçımız bunu biliyor ve düşünüyor?

Kaç gündür ülkemin türkülerini dinleyemiyor ve söyleyemiyorum. Her biri bıçak yarası gibi bağrımı deliyor. Güvenecek yönetici, politikacı, iş adamı, bürokrat arıyorum, tutunacak dal arar gibi. Bizans’ın son dönemini bize yaşatmaya kimin hakkı var? Osmanlının yıkılışı (yüzyıla yaklaşıyor) yoksa hatıralardan silindi mi? Devletler tarihinde yüzyıl nedir ki? Bu vatanı hep beraber kurtarmadık mı? Şimdi neyi kimden kurtarıyoruz? Evet biz siyasetçilerden çok çektik. İktidardakiler muhaliflerle, muhalifler iktidardakilerle kavga etmeden olmaz sanki!.. Artık kurtarıcılarımızdan da kurtulmalıyız. Akıllı bir toplum akıllı yöneticiler çıkarır. Yoksa bizde o akıl yok mu?

Demek ki yokmuş. Biz neysek yöneticilerimizde o. Bunun lamı cimi yok! Önce kişisel çıkarları bırakalım. İş adamı çalıştırdığı insanları, çalışanlarda iş adamını düşünmeden düzen sağlanmaz. Kimse az çalışmayla çok kazanma sevdasında olmamalı. Hiçbir iş adamı da en az maliyetle işçi üzerinden büyük kârlar kazanmayı düşünmemeli. Ülkemiz bir seferberlik ilan etmişçesine dikkatli davranmalıyız. Tek taraflı fedakârlık dönemi bizi buralara kadar getirdi. Devlet devletliğini böyle durumlarda riski paylaştırarak göstermeli. Kazançta gösteremediğini riskte göstersin yeter. Böylelikle güven sağlanır. Gene tek tarafa fatura edilecek bir krizden çıkamayız artık.

Tepkisiz bir toplum olduğumuzu söyler dururuz. Nerdeyse hepimizin evinde bilgisayar ve internet var. Hangimiz yayın kuruluşlarına bir satır yazdı? Hangimiz kamuoyunu yönlendirenlere gerçeği gösterme konusunda bilgi verdi. Bunu yapabildiğimiz oranda toplum oluruz. Tersi durumda sürü olmaktan kurtulamayız. Canlı – online – oyunlarla, mesela çiftçilik veya balıkçılık oyunlarıyla tam istedikleri kıvama getirildiğimizi aklımızdan çıkarmayalım.

Tepkimizi o oyunlara gösterdiğimiz ilginin onda biri kadar göstersek bile yeter. 1998 yılında Ali Kırca’nın o zamanki ATV televizyonunda yayınlanan, (geçen döneme kadar Show Tv de süren, Ali Kırca’nın Show Tv’den ayrılması nedeniyle, yeni bir anlaşma yapmadığı için bu sezonda herhangi bir kanalda görünmeyen) Siyaset Meydanı Programına, depremden sonra İzmir’e yerleşen özürlü Volkan Yıldız arkadaşım, 1 milyon ileti yollayarak, o hafta seyredemediğimiz Atilla İlhan’ın tek başına konuk olduğu bölümün tekrar yayınlanmasını sağladı. Bu benim hiç aklımdan çıkmaz. İstekler ve tepkiler dikkate alınmaz değil, mutlaka alınır. Kırmadan-dökmeden, zarif biçimde tepkiler gösterilirse ilgisiz kalamazlar.

Akıllı bir toplum akıllı yöneticiler çıkarır. Akıllı bir toplum akıllı ve şık tepkilerle ilgi odağı olur. Gene soracağım: Yoksa bizde o akıl yok mu?


Yayın Tarihi: 08.11.2013 
  

BUGÜN SAÇMALAMA İZNİ İSTİYORUM (ALGIDAN BİLGİYE GİDEN YOL)

Bugün biraz saçmalamama izin verir misiniz? İnsan aslında bilgi azlığından bilmeyerek saçmalar. Bense bilgi azlığından ve bilmeyerek değil, içinde bulunduğumuz, yada tarafı olduğumuz yaşam biçimlerinde, sözünü edeceğim konu veya konuların, günlük hayatta hiç yaygın kullanılmaması nedeniyle, ilginç olacağını düşünerek, bile bile saçmalamak için sizden izin istiyorum. Aslında izin dediğim şey bu yazıyı okuyun demektir. Yani siz okumasanız da bu yazı burada olacağına göre izin istemek başka ne anlama gelir ki? İşte daha başlarken saçma bir cümleyle saçmalamaya başladım bile.

Efendim yeryüzünde iki çeşit hayat tarzı var. Biri alet kullanarak yaşadığımız hayatı oluşturduğumuz, adına uygar dediğimiz hayat tarzı, diğeri alet kullanmadan doğayla iç içe, doğayla uyumlu, bedeni güçlere önem veren hayat tarzı. İlkinde üretim ve tüketime yönelik ekonomilerin belirlediği, tüketimin baş tacı edildiği, batıya gelişme kapılarını açan hayat tarzını görürüz. İkincisindeyse vücudun ihtiyaçlarını ölmeyecek düzeye kadar indiren, bedenden algıyı yerine göre düşüren, yerine göre olağanın çok çok üstüne çıkaran beyinin oluşturduğu metafizik ve felsefi bir hayat tarzı vardır. Bu da doğu toplumlarının ekonomik geri kalmışlıklarının nedenini ortaya koyar. Konumuz bunun sosyo-ekonomik boyutunu anlatmak değil. O boyutu konu edinirsem saçmalamış olmam ki.. Oysa bugün sizden saçmalamak için izin istedim.

İçinde olmadığımız bir hayatın varlığından bile haberdar değiliz. Bu hayattan yansımalardan bize kadar gelenlere baktığımızda ortada sihirli bir durum var sanırız. Oysa bu bir metottur. Doğuya özgü sayısız metot var. Batı toplumlarında birey, içinde bulunduğu duruma inanç sistemi ve yönetim biçimleriyle yalnızlaşınca, doğunun hayat biçiminden doğan felsefeyi öğrenmeye ve uygulamaya çalışmıştır. Bunun örneklerini batı sanatındaki doğu, daha çok uzak doğu sanatlarının izlerinde görebiliriz.

Yıllar önce TAOCU YAŞAM VE SEKS adında bir kitap okudum. Jolan Chang’ın yazdığı bu kitabın ana fikrinidavranışlarında sabırlı, esnek ve yumuşak, çevrenle - doğayla uyumlu ol, akarak yaşa, sert olan kırılır, saldırgan yenilmeye mahkumdur” şeklinde özetleyebilirim.  Taoculuk nedir derseniz hemen belirteyim; Konfiçyusculuk ve Zen Budacılığı ile Çin Kültürünün üçlü sac ayağından biridir.

Kitap, özet fikri olarak sözünü ettiğim konuda davranış metotları sunar. Önce nefes almakla işe başlar. İlk aşamada bir dakikada nefes alıp bir dakikada nefes vermek şartıyla, bin nefes alıp vermeyi, ikinci aşamada her cinsel birleşmede (insanın bedensel gücünü sağladığı düşüncesiyle yaşam suyunun azalmaması için) boşalmamayı egzersizlerle öğreterek yaşam kontrol altına alınmaya çalışılır. Böylece kişi kendi bedenini doğadan koparmadan denetleyerek, hem kendisinin, hem hayatının hakimi olur.

Uzak doğu inanç ve felsefesinde böylesi bir hakimiyetin ardından nesneleri ve nesnelerde var olan enerjileri bilmek ve onları kullanmak vardır. Burada beynin kullanılmayan bölümünü kullanmakla bu yol açılır deniliyor. Ruslar doğu inanç ve felsefelerinin sırlarını çözerek bilim haline getirmeye çalışıyorlar. Adına “Holografik beyin teknikleri” demişler. Bu tekniklerle Kapalı gözlerle renklerin görülebildiği, ellerle yazıların okunabildiği iddia edilerek, amacın çok azını kullandığımız beynimizin kapasitesini yüzde 80'e kadar çıkarmak olduğu belirtiliyor.

Ülkemizde de Holografik beyin teknikleriyle uğraşanlar var. Onlar “Kişi bu yolla kendisinin farkına varıyor. Ne kadar güçlü olduğunu kavrıyor. Sadece beyinde kullanmadığı alanları nasıl kullanabileceğini öğreniyor. Bu da çok olağanüstü bir şey değil, herkes yapabilir. Önce tabii her insanın beyninde bir bilgisayar bulunduğunu ve onu nasıl açacağını öğretiyoruz.” Diyorlar. Bu çalışma, zihinle beden arasındaki ilişkiyi gevşetmek ve beyne daha geniş kullanım imkânları tanımak için yapılıyormuş.

Epey oluyor; Hürriyet Gazetesinde Ayşe Arman bu gurupla yaptığı söyleşiyi yayınladı. O söyleşide çok iddialı sözler söylenmiş: “Yeni bir çağ başlıyor. Ve bunlar birtakım evrensel bilgiler. Bugüne kadar beynin daha geniş alanlarını kullanma imkânları tapınaklarda ve tarikatlarda sır olarak saklandı ve sembollerle anlatıldı. Çünkü insanlar bunu anlayabilecek düzeyde değillerdi. Şimdi hazırız.”

Bilgiye ulaşmanın geçmişe göre artık çok kolay olduğunu söylerken bizden güzel bir örnek vermişler: “Eskiden bu tür bilgilere ulaşmak için çok uğraş vermek gerekirdi. Yunus mesela, 40 sene eğri olmayan odun taşıdı dergâhına. Bir şeye odaklanarak egolarını indirmeye çalışmışlar. Ama şimdi öyle teknikler söz konusu ki, 6-7 yaşındaki çocuklar bile bunu kolayca öğrenebiliyorlar.”

Beyin gücüyle yaptıklarını söyledikleri oldukça ilginç ve inanılır gibi değil. Bakın nelermiş:

1: “İnternetten kızıl ötesi dürbün resmi indirdik, beyinlerine yükledik, sistemi çalıştırdık.” (Yer altında ve uzakta olan şeyleri böylece gördüklerini söylüyorlar.)

2: “Saati de beyninize kurabiliyorsunuz.”  (Normalde pek çok insan istediği saatte uyanabilir mesela, o da bir tür beynin programlanması. Bu kabul edilir bir şey. Bende bile böyle bir alışkanlık var! A.G.)

3: “Evrendeki her şey kayıt altında. Konuştuklarımız, gördüklerimiz, yaşadıklarımız, düşüncelerimiz, her şey. Bunları nasıl okuyabiliriz, nasıl öğrenebiliriz? Belli enerji normlarına gelerek. Ama okumak istediğimiz şeyi, açık ve net belirtmeliyiz ki, o bilgileri istediğimiz kaynak önümüze doğru olarak getirsin. Bu çalışmalar devam ederken, birdenbire depremlerde göçük altında kaybettiğimiz insanlar geldi aklıma. “Nasıl yapabiliriz?” derken, bir deprem programı hazırladım. Biyoekranlarını kullanabilenler, o binaları şeffaflaştırabilirler ve enkaz altında yaşamayı sürdüren insanların nerede olduklarını görebilirler. Kurtarma ekipleri de, vakit kaybetmeden o insanları kurtarabilirler.” (Bu düşüncenin saçmalığını bir kenara bırakın sözünü edeceğim makinenin icadında doğrudan bir faydası oldu mu bilmiyorum ama enkaz altında kalanları bulan yaşayıp yaşamadıklarını bilen bir makine icat edildi ve bu depremlerde kullanılacak dendi. İnsanın düşünmesi bile yetiyor bakın. Algıdan bilgiye giden, bilgiden yaşama dönen yoldur bu. )

Bu konuda AKUT derneği başkanı Nasuh Mahruki’yi ikna etmişler.

4: “Kaybolan bir insanı bulmamız bile mümkün. Beynimize navigasyon sistemi kuruyoruz.”

Sözü şöyle bağlıyorlar: “Bu işin, şahsi bir beceri olmaktan çıkıp, bir teknoloji haline gelmesi lazım. Biz bu aşamadayız. Bir sürü insana deli saçması gibi gelebilir ama görecekler, yaşam böyle bir düzene doğru gidiyor.” Sözün sonunda da bu işin başarılmasının sırrını açıklarken hayli iddialı söz söylemekten çekinmiyorlar: “İnsanlığın artık bu teknolojiye hazır hale gelmiş olması... Sır bu. Bunlar artık beynin imkânları dahilinde. Bir süre sonra da ışınlanabileceğiz ve aynı anda iki yerde birden olabileceğiz...”

Doğu inanç ve felsefesinden kaynaklanan bir takım güçler uygulanabilir bir bilim dalı olabilir mi? İnsanoğlu hep eşyanın ardındakini aramıştır. Bazen merakı yüzünden ters yollara sapmıştır. Falcılık ve muska yazma işi de ters yollardan biridir. Elbette sözünü ettiğim konu bu değil. Değil ama istismara açık bir konu olduğu da kesin.


Yayın Tarihi: 06.11.2013 

BÜYÜK RESMİ GÖRMEK

Amerikalı yazar Richard Bach’ın kendinden daha ünlü masalsı romanı “Martı” yı okuyanlar bilir. Bütün martıların amacı uçmak değil yem bulmaktır, ama Martı Jonathan Livingston’un  amacı uçmak ve yeni şeyler öğrenmektir. Sonunda diğer martılardan daha yükseklerde ve daha uzun uçmayı başarır. Özgürlüğün ve sonsuzluğun içinde tek tek balıkları değil sürüler halinde gezen balıkları görür. Artık elinde kocaman bir resim vardır ve her şeye hakimdir.

Biz o martı kadar, olayların üstünde, resmin tamamını görüyor muyuz, hiç düşündünüz mü? Görmediğimize eminim. Çünkü hiç birimizin hafızası kuvvetli değil. Eskileri öyle pek kolay hatırlamayız. Görmek için önceki olayları unutmamak gerekir oysa.

Hatırlayalım mı?

Biz hatırlatmalarımızı 1980 yılından başlatalım. Bu yıllar tarihimizin başlangıcı değil elbette. Osmanlının son dönemlerinden, 19. ve 20. yy’dan başlayarak hatırlatmamızı yaparsak gerçekçi yorum yapabiliriz. O zamanda yazımız çok hacimli olur ki buna zamanımız yok. Üstelik yazımızın amacı bu değil.

1980 yılına girildiğinde terör ülkemizde insanları canından bezdirmişti. Bu gerekçeyle ülke idaresine Kenan Evren liderliğinde bir askeri cunta el koymuştu. Önce nedense bıçakla kesilmiş gibi terör durdu. Sonra yönetimsel zaafları azaltacak düzeltmeler savıyla 1961 anayasasından geri, çalışanların aleyhine, bir anayasa halk oylaması sonucu kabul edildi. Özelleştirmelerin ve taşeronlaştırmanın önü açıldı. Türkiye'yi büyük pazara çeviren yeni-özel girişimci (Neo-liberal denen şey) dönüşüm sürecinin toplumsal sonuçları artık fakirlik olarak gözle görülür hale geldi. Kamu işletmeleri, kamu kaynakları ‘bir yağma merkezi’ haline getirilerek istihdamın ‘tasfiyesini’ sağlayan şartlar sağlanınca işsizlik arttı.

Kısa adı TÜİK'in  yani Türkiye İstatistik Kurumunun asıl gerçekten uzak verileriyle ‘renkli işsizlik haritaları’ çıkaran bütüncül akıl, artık etnik bölge peşinde. Neden? Kimse neden bu fakirliği tartışmıyor? Bu fakirlik unutuldu, unutturuldu, yöneticilerin delikanlı efelenmeleri konuşulur oldu. Neden?

Budanan sosyal haklar ve giderek azalan sosyal devlet ilkesi ‘bir kalkınma modeli’ olarak yutturuldu. Öyle olmadığını çok acı tecrübelerle öğrendik. Öğrendik mi acaba?
Kullanım dışı kalemlerle gerçeklikten uzak ‘enflasyon’ ve ‘ekonomik büyümeleri’ gösteren iktisatçıların istatistik grafiklerinde ‘halkın’ değil hükümetin veya hükümetlerin yanı sıra egemenlerin çıkarları gözetildi. Neden? 

Anayasanın hak olarak tanıdığı kamu hizmeti, alınan ve satılan ‘bir şey’ haline gelirken, bu hizmetler de ‘sosyal hakları’ bulunmayan kiralık işçilerle verdirildi. Neden?

Ücretler en aza indirildi, sosyal yardımlar kesildi, sendikalaşma engellendi, ‘çalışma yaşamı’ antidemokratik ve otoriter alan haline getirildi. Buna rağmen harcama kalemleri arttıkça halkın harcamaları arttı. Neyle? Kredi kartları ve uzun vadeli kredilerle tabii. Neden?

Resmi görmek için cevaplarımızı ters açıdan bakarak vermeye başlayalım. İstenen şey ülkenin yöneten ve yönetilenlerinin, yani insanlarının toptan akıl tutulmasına saplanmaları. Daha önceki bir yazımda akıl tutulmasının ay ve güneş tutulması kadar kısa olmadığını hatta kronikleşebildiğini yazmıştım. Eh! Amaç bu değil mi zaten?

Açılımlar, etnik kimlikçilerin tehditleri, acemilerin bile bu şekilde düzenlemeyeceği kendini ele veren gezi olayları ve 1453 hareketi girişimleri, birilerinin bizi uyutma çalışmalarını uyguladığının göstergesidir. Sürecin sonunda toplumun aklını kaybetmesi isteniyor. Sunulan her şeye inanmamız için, hiçbir soru sorulmaması için, her şeyi kaybetmemiz gerekiyordu.

Artık tepkisiz, sormayan, çözmeyen bir Türkiye'de yaşıyoruz. İstenen olmuştur. Önce fakirleştirilerek, sonra bu fakirliğe karşı çıkılmaması için haklar gasp edilerek, ardından düşünce sistemi bozularak yeni bir orta doğu oluşturmanın temelleri atıldı. Biz orta doğulu görünüme bürünmeden bunlar yapılamazdı. Yeniden örgütlenme hakkı olmadan, işçi ücretleri, küreselleşme palavralarıyla kandırılarak fakirlik sınırının yarısı kadar verilmesi engellenmeden, bu ülke kullanılmaktan kurtulamaz.

Görmemiz gereken resim budur.

Martı Jonathan Livingston’un  amacı gibi bir amacı sermayedarlarımızda edinmelidir. Verdiğiniz az ücretle sizde az kazanırsınız, ülkemiz de az kazanır, hatta şimdi olduğu gibi hep kaybeder. Önce çalışanlara yaşanabilir ücret verilmezse ürettiklerinizi satın alacak kişi kalmayacak. En tatlı kazançlar yurt içi satımlarda kazanılmıyor mu? Yurt dışına yapılan satışlar iç satış fiyatlarının nerdeyse ¼ oranındadır. İç pazarlar için ücretlerin doyurucu olması şarttır. Vatan severlik öyle hamasi edebiyatla olacak şey değil. Çalışanlar, dolayısıyla halk sosyal refaha ulaştırılırsa doğusuyla batısıyla bütünlüğü bozulmadan varlığını sürdürecektir.

Bize büyük resmi görmemizi sağlayan bakış açısı çok önemlidir. Bu bakış açısını yakalayacak kaç kişi var; işte o konu umudumu kırıyor.

Yayın Tarihi: 04.11.2013