Bu sıralar bir hayli elektronik posta alıyorum sevgili
okurlar. Çok güzel hikâyeler yollayanlarda var. Kimilerinden etkilenmemek
mümkün değil. İçlerinden birini depremde evleri yıkılınca Karaman’daki kalıcı
konutlara taşınan, eski komşum; hoş sohbet, şakacı, güler yüzlü ve gülmeye her
an hazır, TEDAŞ’ta görevli, Hüsnü Yılmaz kardeşim yollamış. O hikâyeyi sizlerle
paylaşmak istedim. Daha sonra hikâyenin üstünde durduğu kavram hakkında
konuşuruz.
*** *** ***
Evvel zaman içinde bir adam kötü yoldan para kazanıp
bununla kendisine bir
inek alır. Neden sonra, yaptıklarından pişman olur ve hiç olmazsa iyi bir
şey yapmış olmak için bunu Hacı Bektaş Veli'nin dergâhına kurban olarak
bağışlamak ister. O zamanlar dergâhlar aynı zamanda aşevi işlevi
görüyordu. Durumu Hacı Bektaş Veli'ye anlatır, Hacı Bektaş Veli 'helal
değildir' diye kurbanı geri çevirir.
Bunun üzerine adam Mevlevi dergâhına gider ve aynı durumu Mevlâna'ya
anlatır. Mevlâna hediyeyi kabul eder. Adam aynı şeyi Hacı Bektaş Veli'ye
de anlattığını ama onun hediyeyi kabul etmediğini söyleyince Mevlâna şöyle
der:
"Biz bir karga isek Hacı Bektaş Veli bir şahin gibidir. Öyle her leşe
konmaz. O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz ama o kabul
etmeyebilir."
Adam üşenmez kalkar Hacı Bektaş dergâhına gider ve Hacı Bektaş Veli'ye,
Mevlâna'nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip Hacı Bektaş Veli'nin görüşünü
sorar. Hacı Bektaş da şöyle der:
"Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Mevlâna'nın gönlü okyanus gibidir.
Bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir ama onun engin gönlü kirlenmez.
Bu sebepten dolayı o senin hediyeni kabul etmiştir."
inek alır. Neden sonra, yaptıklarından pişman olur ve hiç olmazsa iyi bir
şey yapmış olmak için bunu Hacı Bektaş Veli'nin dergâhına kurban olarak
bağışlamak ister. O zamanlar dergâhlar aynı zamanda aşevi işlevi
görüyordu. Durumu Hacı Bektaş Veli'ye anlatır, Hacı Bektaş Veli 'helal
değildir' diye kurbanı geri çevirir.
Bunun üzerine adam Mevlevi dergâhına gider ve aynı durumu Mevlâna'ya
anlatır. Mevlâna hediyeyi kabul eder. Adam aynı şeyi Hacı Bektaş Veli'ye
de anlattığını ama onun hediyeyi kabul etmediğini söyleyince Mevlâna şöyle
der:
"Biz bir karga isek Hacı Bektaş Veli bir şahin gibidir. Öyle her leşe
konmaz. O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz ama o kabul
etmeyebilir."
Adam üşenmez kalkar Hacı Bektaş dergâhına gider ve Hacı Bektaş Veli'ye,
Mevlâna'nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip Hacı Bektaş Veli'nin görüşünü
sorar. Hacı Bektaş da şöyle der:
"Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Mevlâna'nın gönlü okyanus gibidir.
Bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir ama onun engin gönlü kirlenmez.
Bu sebepten dolayı o senin hediyeni kabul etmiştir."
*** *** ***
Hüsnü kardeşim hikâyenin sonunu
şöyle bağlamış: “Böylesi tevazu ve
incelikle, birbirini yermek yerine yüceltmeyi becerebilen
insanlar olmamız dileğiyle...”
Bir yazımda: kır yaşamını seven
kralcı Honore De Balzac, Cumhuriyet kavramının fikir babası Jean Jacques Rousseau,
kral karşıtı Emile Zola, sanayileşme ve devlet karşısında bireyin ezildiği
düşüncesiyle bu duruma karşı çıkarak varoluşçuluk akımını kuran üç kişiden biri
olan Jean Paul Sartre gibi birbirinden çok farklı, birbirine taban tabana zıt
edebiyatçı ve düşünürlerin, Fransızlarca, Fransa’yı oluşturduğunun
düşünüldüğünü, hiçbir yazar, düşünür ve bilim insanı arasında ayırım
yapılmadığını belirtmiştim.
Sonuç olarak yolları ve tarzları
farklı olsa da (ilki ve bizim yabancısı olmadığımız tümden gelim –her şey
Allah’tandır- kuralını uygulayanlarla,
ikincisi ve bizim görünüşte anladığımız, ama öte yandan hiç anlamadığımız bir
kuram olan tüme varımcılık –her şey daha özgür bir insan için- kuralını
uygulayanların) ikisi bir noktada buluşuyor. Yani ortaya toplumun kabul edeceği
“değer üreten değerlidir” konusunda
birleşiyorlar. Fakat arada bir fark var: “İlkinde tevazu, ikincisinde bütünü
anlamak ve sonucu fark etmek”
gibi..
Peki tevazu ve tevazu sahibi demek
olan mütevazi ne anlama gelir? Tevazu “alçak gönüllülük” mütevazi de “alçak
gönüllü” anlamında değil midir?
Neden “alçak gönüllülük” yada
“tevazu?”
Arada belirttiğim gibi tevazu “her
şey Allah’tandır” kuralı gereğidir. Yukarıda gördüğümüz gibi “Tevazu” karşıtı
“Kibirdir.” Allah’ın kullarında görmeyi hiç istemediği şeydir kibir. Çünkü
kibrin bir adım ötesi kendinden başka şeyi tanımamaktır. Bu ölüm severlikten,
ölüm saçarlığa kadar varan (burada anmak istemediğim birçok şeyde dahil olmak
üzere) bir dizi olumsuzluklara yol açar. Tevazu sahibi, yani mütevazi, yada
başka deyişle alçak gönüllü olmak edep gereğidir. Edepse varlığı; otu böceği,
kurdu kuşu, insanı hayvanı, en küçük organizmadan galaksilere kadar ne varsa
bir bütün olarak görmektir. Bunu gören büyük olamaz. O zaman haddini bilir.
Haddini bilmek kapladığı alana sahip çıkacak kadar söz sahibi olmaktır.
Çağımız ne yazık ki bireyleşme
çağı. Eskiden toprağı sürüp ekmek, sonrada topraktan ürünü almak için insana
ihtiyaç vardı. Çünkü tabiatın karşısında bir insanın yapabileceği çok fazla şey
yoktu. Bu yüzden toplu hareket etmek zorundaydı. Şimdi insan kendi kendisini
üretimin her aşamasından kovuyor. Bu insan koca koca kentlerde yapayalnız
artık. Bunu hayata bağlamak için ortaya ne konabilirdi? İşte bakın ne kondu:
Devir
tevazu devri değildir. Devir “kendini şımartma'” devridir. Siz “en iyisisiniz”
“kendinizi mutlu edin!” “İçinizde bir dahi var durmayın ortaya çıkarın!” “Dünyanın en güzel kadınısınız; veya en güçlü erkeği;
aklınızı sevin.” “Yıllara meydan
okursunuz bir çırpıda;” kırışıklıklar canınızı sıkmasın ve saçlarınızın güzelliği gözlerinize yansısın..çünkü size “hep
bakacaklar;” “bakmalılar”.. trafik karışmalı siz yolda yürürken. Artık tevazu; zayıfların
işidir. Yazıktır tevazuyla geçirilecek zamana.
Sonunda
çılgınca satın almaya başladı insanlar, önüne konan her şeyi.. İmparatorluklar
bunun için çökertildi. Şimdi sıra ulus devletlerde. Ulus devletlerin var olma
şartlarından biri olan gümrükler ortadan kalkmalı, varlığının temeli olan
sınırları korumakla yükümlü (kaynak tüketerek ülke ekonomilerine yük oldukları
gerekçesiyle) ordular yok edilmeli. Neden? Gelişmiş ülkeler dünyanın her
yerinde daha çok ve daha kolay mal satsınlar diye.
İşin
başka bir boyutuna gelelim.
Benim
iktidarlara karşı çıkışımın bir nedeni var. İktidar olmak bir iddiayı
gerektirir, tevazuyu değil. İktidar olanlar bu yüzden kötü olmaya eğilimlidir.
İster ilahi kanunlarla idare etsinler, ister insanların oluşturduğu anayasa ve
yasalarla. Kim ne derse desin bu böyledir. Bunun için mutlak idareye karşı (tek
parti veya koalisyon hükümetleri fark etmez) denetim mekanizması şarttır. Çünkü
onlardan “tevazu” beklemek fazla “iyimserlik” olur. İtalyan Faşistleri, Alman
Nazileri, Rus, Çin ve Kamboçya komünistleri tevazu yoksunu insanlık
kasabıydılar. Şimdinin Amerika’sı bunlardan daha iyi değil. Onları iyi gösteren
kendilerini eleştirmeleri ve çok çabuk karar değiştirmeleri. Yoksa onlarda da
tevazu denen şey yok! Tarihte de Emevi ve Abbasiler’de gücü yanlış kullanma,
dinde boş tartışmalar çıkartma olduğunu görürsünüz. Bir tevazu eksiklikliği
iktidarın bizzat doğası gibidir.
Şu unutulmasın; insan üstünde en şık duran
şey tevazudur. Bunu giyebilen, yüzündeki neşesinden belli olur. Çünkü
huzurludur. Çünkü şu kainatın içindeki milyarlarca galaksinin, milyarlarca
sisteminden biri olan güneş sistemindeki bilinen on gezegenin
içindeki yer küresinde milyarlarca türdeşinden sadece bir tanesidir.
Yayın Tarihi: 22.11.2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder