Amerikalı yazar Richard Bach’ın kendinden daha ünlü masalsı
romanı “Martı” yı okuyanlar bilir. Bütün martıların amacı
uçmak değil yem bulmaktır, ama Martı Jonathan Livingston’un amacı uçmak ve yeni
şeyler öğrenmektir. Sonunda diğer martılardan daha yükseklerde ve daha uzun
uçmayı başarır. Özgürlüğün ve sonsuzluğun içinde tek tek balıkları değil
sürüler halinde gezen balıkları görür. Artık elinde kocaman bir resim vardır ve
her şeye hakimdir.
Biz o
martı kadar, olayların üstünde, resmin tamamını görüyor muyuz, hiç düşündünüz
mü? Görmediğimize eminim. Çünkü hiç birimizin hafızası kuvvetli değil. Eskileri
öyle pek kolay hatırlamayız. Görmek için önceki olayları unutmamak gerekir
oysa.
Hatırlayalım
mı?
Biz
hatırlatmalarımızı 1980 yılından başlatalım. Bu yıllar tarihimizin başlangıcı
değil elbette. Osmanlının son dönemlerinden, 19. ve 20. yy’dan başlayarak
hatırlatmamızı yaparsak gerçekçi yorum yapabiliriz. O zamanda yazımız çok
hacimli olur ki buna zamanımız yok. Üstelik yazımızın amacı bu değil.
1980
yılına girildiğinde terör ülkemizde insanları canından bezdirmişti. Bu
gerekçeyle ülke idaresine Kenan Evren liderliğinde bir askeri cunta el
koymuştu. Önce nedense bıçakla kesilmiş gibi terör durdu. Sonra yönetimsel
zaafları azaltacak düzeltmeler savıyla 1961 anayasasından geri, çalışanların
aleyhine, bir anayasa halk oylaması sonucu kabul edildi. Özelleştirmelerin ve taşeronlaştırmanın önü açıldı. Türkiye'yi büyük pazara
çeviren yeni-özel girişimci (Neo-liberal denen şey) dönüşüm sürecinin toplumsal
sonuçları artık fakirlik olarak gözle görülür hale geldi. Kamu işletmeleri,
kamu kaynakları ‘bir yağma merkezi’ haline getirilerek istihdamın ‘tasfiyesini’
sağlayan şartlar sağlanınca işsizlik arttı.
Kısa adı TÜİK'in yani Türkiye İstatistik Kurumunun asıl
gerçekten uzak verileriyle ‘renkli işsizlik haritaları’ çıkaran bütüncül akıl,
artık etnik bölge peşinde. Neden? Kimse neden bu fakirliği tartışmıyor? Bu
fakirlik unutuldu, unutturuldu, yöneticilerin delikanlı efelenmeleri konuşulur
oldu. Neden?
Budanan sosyal haklar ve giderek
azalan sosyal devlet ilkesi ‘bir kalkınma modeli’ olarak yutturuldu. Öyle
olmadığını çok acı tecrübelerle öğrendik. Öğrendik mi acaba?
Kullanım dışı kalemlerle gerçeklikten uzak ‘enflasyon’ ve ‘ekonomik büyümeleri’ gösteren iktisatçıların istatistik grafiklerinde ‘halkın’ değil hükümetin veya hükümetlerin yanı sıra egemenlerin çıkarları gözetildi. Neden?
Kullanım dışı kalemlerle gerçeklikten uzak ‘enflasyon’ ve ‘ekonomik büyümeleri’ gösteren iktisatçıların istatistik grafiklerinde ‘halkın’ değil hükümetin veya hükümetlerin yanı sıra egemenlerin çıkarları gözetildi. Neden?
Anayasanın hak olarak tanıdığı
kamu hizmeti, alınan ve satılan ‘bir şey’ haline gelirken, bu hizmetler de
‘sosyal hakları’ bulunmayan kiralık işçilerle verdirildi. Neden?
Ücretler en aza indirildi, sosyal
yardımlar kesildi, sendikalaşma engellendi, ‘çalışma yaşamı’ antidemokratik ve
otoriter alan haline getirildi. Buna rağmen harcama kalemleri arttıkça halkın
harcamaları arttı. Neyle? Kredi kartları ve uzun vadeli kredilerle tabii.
Neden?
Resmi görmek için cevaplarımızı
ters açıdan bakarak vermeye başlayalım. İstenen şey ülkenin yöneten ve
yönetilenlerinin, yani insanlarının toptan akıl tutulmasına saplanmaları. Daha
önceki bir yazımda akıl tutulmasının ay ve güneş tutulması kadar kısa
olmadığını hatta kronikleşebildiğini yazmıştım. Eh! Amaç bu değil mi zaten?
Açılımlar, etnik kimlikçilerin
tehditleri, acemilerin bile bu şekilde düzenlemeyeceği kendini ele veren gezi
olayları ve 1453 hareketi girişimleri, birilerinin bizi uyutma çalışmalarını
uyguladığının göstergesidir. Sürecin sonunda toplumun aklını kaybetmesi isteniyor.
Sunulan her şeye inanmamız için, hiçbir soru sorulmaması için, her şeyi
kaybetmemiz gerekiyordu.
Artık tepkisiz, sormayan, çözmeyen
bir Türkiye'de yaşıyoruz. İstenen olmuştur. Önce fakirleştirilerek, sonra bu
fakirliğe karşı çıkılmaması için haklar gasp edilerek, ardından düşünce sistemi
bozularak yeni bir orta doğu oluşturmanın temelleri atıldı. Biz orta doğulu
görünüme bürünmeden bunlar yapılamazdı. Yeniden örgütlenme hakkı olmadan, işçi
ücretleri, küreselleşme palavralarıyla kandırılarak fakirlik sınırının yarısı
kadar verilmesi engellenmeden, bu ülke kullanılmaktan kurtulamaz.
Görmemiz gereken resim budur.
Martı
Jonathan Livingston’un amacı gibi bir amacı sermayedarlarımızda
edinmelidir. Verdiğiniz az ücretle sizde az kazanırsınız, ülkemiz de az
kazanır, hatta şimdi olduğu gibi hep kaybeder. Önce çalışanlara yaşanabilir
ücret verilmezse ürettiklerinizi satın alacak kişi kalmayacak. En tatlı
kazançlar yurt içi satımlarda kazanılmıyor mu? Yurt dışına yapılan satışlar iç
satış fiyatlarının nerdeyse ¼ oranındadır. İç pazarlar için ücretlerin doyurucu
olması şarttır. Vatan severlik öyle hamasi edebiyatla olacak şey değil. Çalışanlar,
dolayısıyla halk sosyal refaha ulaştırılırsa doğusuyla batısıyla bütünlüğü
bozulmadan varlığını sürdürecektir.
Bize
büyük resmi görmemizi sağlayan bakış açısı çok önemlidir. Bu bakış açısını
yakalayacak kaç kişi var; işte o konu umudumu kırıyor.
Yayın Tarihi: 04.11.2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder