30 Kasım 2013 Cumartesi

BÜYÜK RESMİ GÖRMEK

Amerikalı yazar Richard Bach’ın kendinden daha ünlü masalsı romanı “Martı” yı okuyanlar bilir. Bütün martıların amacı uçmak değil yem bulmaktır, ama Martı Jonathan Livingston’un  amacı uçmak ve yeni şeyler öğrenmektir. Sonunda diğer martılardan daha yükseklerde ve daha uzun uçmayı başarır. Özgürlüğün ve sonsuzluğun içinde tek tek balıkları değil sürüler halinde gezen balıkları görür. Artık elinde kocaman bir resim vardır ve her şeye hakimdir.

Biz o martı kadar, olayların üstünde, resmin tamamını görüyor muyuz, hiç düşündünüz mü? Görmediğimize eminim. Çünkü hiç birimizin hafızası kuvvetli değil. Eskileri öyle pek kolay hatırlamayız. Görmek için önceki olayları unutmamak gerekir oysa.

Hatırlayalım mı?

Biz hatırlatmalarımızı 1980 yılından başlatalım. Bu yıllar tarihimizin başlangıcı değil elbette. Osmanlının son dönemlerinden, 19. ve 20. yy’dan başlayarak hatırlatmamızı yaparsak gerçekçi yorum yapabiliriz. O zamanda yazımız çok hacimli olur ki buna zamanımız yok. Üstelik yazımızın amacı bu değil.

1980 yılına girildiğinde terör ülkemizde insanları canından bezdirmişti. Bu gerekçeyle ülke idaresine Kenan Evren liderliğinde bir askeri cunta el koymuştu. Önce nedense bıçakla kesilmiş gibi terör durdu. Sonra yönetimsel zaafları azaltacak düzeltmeler savıyla 1961 anayasasından geri, çalışanların aleyhine, bir anayasa halk oylaması sonucu kabul edildi. Özelleştirmelerin ve taşeronlaştırmanın önü açıldı. Türkiye'yi büyük pazara çeviren yeni-özel girişimci (Neo-liberal denen şey) dönüşüm sürecinin toplumsal sonuçları artık fakirlik olarak gözle görülür hale geldi. Kamu işletmeleri, kamu kaynakları ‘bir yağma merkezi’ haline getirilerek istihdamın ‘tasfiyesini’ sağlayan şartlar sağlanınca işsizlik arttı.

Kısa adı TÜİK'in  yani Türkiye İstatistik Kurumunun asıl gerçekten uzak verileriyle ‘renkli işsizlik haritaları’ çıkaran bütüncül akıl, artık etnik bölge peşinde. Neden? Kimse neden bu fakirliği tartışmıyor? Bu fakirlik unutuldu, unutturuldu, yöneticilerin delikanlı efelenmeleri konuşulur oldu. Neden?

Budanan sosyal haklar ve giderek azalan sosyal devlet ilkesi ‘bir kalkınma modeli’ olarak yutturuldu. Öyle olmadığını çok acı tecrübelerle öğrendik. Öğrendik mi acaba?
Kullanım dışı kalemlerle gerçeklikten uzak ‘enflasyon’ ve ‘ekonomik büyümeleri’ gösteren iktisatçıların istatistik grafiklerinde ‘halkın’ değil hükümetin veya hükümetlerin yanı sıra egemenlerin çıkarları gözetildi. Neden? 

Anayasanın hak olarak tanıdığı kamu hizmeti, alınan ve satılan ‘bir şey’ haline gelirken, bu hizmetler de ‘sosyal hakları’ bulunmayan kiralık işçilerle verdirildi. Neden?

Ücretler en aza indirildi, sosyal yardımlar kesildi, sendikalaşma engellendi, ‘çalışma yaşamı’ antidemokratik ve otoriter alan haline getirildi. Buna rağmen harcama kalemleri arttıkça halkın harcamaları arttı. Neyle? Kredi kartları ve uzun vadeli kredilerle tabii. Neden?

Resmi görmek için cevaplarımızı ters açıdan bakarak vermeye başlayalım. İstenen şey ülkenin yöneten ve yönetilenlerinin, yani insanlarının toptan akıl tutulmasına saplanmaları. Daha önceki bir yazımda akıl tutulmasının ay ve güneş tutulması kadar kısa olmadığını hatta kronikleşebildiğini yazmıştım. Eh! Amaç bu değil mi zaten?

Açılımlar, etnik kimlikçilerin tehditleri, acemilerin bile bu şekilde düzenlemeyeceği kendini ele veren gezi olayları ve 1453 hareketi girişimleri, birilerinin bizi uyutma çalışmalarını uyguladığının göstergesidir. Sürecin sonunda toplumun aklını kaybetmesi isteniyor. Sunulan her şeye inanmamız için, hiçbir soru sorulmaması için, her şeyi kaybetmemiz gerekiyordu.

Artık tepkisiz, sormayan, çözmeyen bir Türkiye'de yaşıyoruz. İstenen olmuştur. Önce fakirleştirilerek, sonra bu fakirliğe karşı çıkılmaması için haklar gasp edilerek, ardından düşünce sistemi bozularak yeni bir orta doğu oluşturmanın temelleri atıldı. Biz orta doğulu görünüme bürünmeden bunlar yapılamazdı. Yeniden örgütlenme hakkı olmadan, işçi ücretleri, küreselleşme palavralarıyla kandırılarak fakirlik sınırının yarısı kadar verilmesi engellenmeden, bu ülke kullanılmaktan kurtulamaz.

Görmemiz gereken resim budur.

Martı Jonathan Livingston’un  amacı gibi bir amacı sermayedarlarımızda edinmelidir. Verdiğiniz az ücretle sizde az kazanırsınız, ülkemiz de az kazanır, hatta şimdi olduğu gibi hep kaybeder. Önce çalışanlara yaşanabilir ücret verilmezse ürettiklerinizi satın alacak kişi kalmayacak. En tatlı kazançlar yurt içi satımlarda kazanılmıyor mu? Yurt dışına yapılan satışlar iç satış fiyatlarının nerdeyse ¼ oranındadır. İç pazarlar için ücretlerin doyurucu olması şarttır. Vatan severlik öyle hamasi edebiyatla olacak şey değil. Çalışanlar, dolayısıyla halk sosyal refaha ulaştırılırsa doğusuyla batısıyla bütünlüğü bozulmadan varlığını sürdürecektir.

Bize büyük resmi görmemizi sağlayan bakış açısı çok önemlidir. Bu bakış açısını yakalayacak kaç kişi var; işte o konu umudumu kırıyor.

Yayın Tarihi: 04.11.2013 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder