Eskilerin
“hurafe” dedikleri boş inançlarım hiç yoktur. İşin özüne ve direk bilgiye
inanırım, güvenirim. Bazı açıklanamayacak konularda yok değil. Şans bunlardan
biridir. İnanırsınız veya inanmazsınız o sizin bileceğiniz iş. Ama gelin şunu
bana açıklayın, açıklayabilirseniz..
Övünmek
gibi olmasın ama bir çok kağıt ve 3
çeşit tavla (normal tavla, gülbahar, hapis) oyununu iyi derecede oynamayı
bilirim. Genellikle oyunlarda müzmin şanssızımdır. Bazı arkadaşlarımın
şanslarına hayran kalıyordum. Bazen yerimi bu arkadaşlarıma bırakıyordum. Öyle
ters ve öyle yanlış oynuyorlardı ki gene de onlar kazanıyorlardı. Yerime tekrar
geçtiğimde şansızlığımı beni bekler bulurdum, yani durum eski hamam eski tas
oluverirdi. Aynı masa, aynı sandalye, aynı oyun ve aynı oyun araçları, sadece
oyuncu değişiyordu. Ama her şey anında o olumsuz görünüme bürünüyordu. Biz
olacakları bulut gibi başımızın üstünde taşıyoruz. Arada yaptığımız seçim diğer
seçim yapanların yaptıklarıyla uyum ve uyumsuzluğu yengiyi veya yenilgiyi
belirliyor. Bu 4 bilmecenin içinde 1 bilineni inceleyip 3 bilinmezi görüp
durdurarak sonuca ulaşmak ne kadar zeki olursanız olun imkansızdır. Ortada
pasif bir 5. bilinmeyen olduğu için onu çözümlemek mümkün değil. Açık
söyleyelim ki daha net anlaşılsın; 4 kişilik bir masada herkes tek (yani eşli
değil) okey oynanıyor. Her oyuncu sadece kendi taşlarını görür. Kendisinden
başka diğer 3 kişi her oyuncu için bir bilinmezdir (eğer oyunun içinde hile
yoksa, hile konumuzun dışında çünkü). Oyuncu rakiplerinin aldığı ve attığı
taşlardan onların nereye gittiğini az çok belirleyebilir. Bu 3 bilinmez bir
ölçüde çözülür. Ama ortada 5. bilinmez olarak
sırası belli olmayan orta taşları vardır. İşte bu alış veriş bu sıraların
değişmesine neden olur. Çok dürüst bir oyunda bu sırayı kimse bilemez. İşte
buradan itibaren çözümü mümkün olmayan denklemle karşılaşılır. Bunun adı
şanstır. Bu şans kimilerine en olmaz biçimde gelir, kimilerine hiç gelmez.
Bu
konuyu geçelim. Şansla ilgili yaşadığım başka bir örnek vereyim:
1983
yılıydı, mahallemin 5 delikanlısı 20 gün sonra askere gidecekti. İçlerinden
biri asker öncesi balık avlamaya gidelim dedi. Bir temmuz sabahı saat beşte
üstü tenteli bir kamyonete bende dahil 9
kişi doluştuk, Poyrazlar’a gittik. Gün ışıyordu. Genişçe bir çayırlık seçildi,
araç gereç ne varsa açıldı, önce göle yemler ardından oltalar atıldı. Çok
geçmeden ilk müjde geldi. Derken ikinci üçüncü müjdeler.. öyle şanslıydık ki
orda yiyebileceğimiz kadar tutalım diye düşünürken evlere götürecek kadar balık
avlanıyordu. Derken bizim yarım metre sağ tarafımıza balık avlamaya geldiler.
Onların bizi görünce iştahı kabardı. Oltaları attılar, bekle Allah bekle tık
yok!
Karşı
kıyıda komşumuz, hem olta, hem ateşli silahla avlanmaya meraklı, rahmetli Ali
Rıza Koçyiğit (bir kızı, bir oğlu vardı. Kızının adı Hülya idi. Soyadlarına
bakar mısınız? Kızının adıyla soyadı birleşince, ortaya; Hülya Koçyiğit gibi,
sinemamızın 4 yapraklı yonca olarak tanımlanan kadın oyuncularından birinin adı
çıkıyordu.) ağabeyimizi gördük. Rüzgar bizim sesimizi oraya götürüyordu,
çağırdık, motosikletiyle 5 dakikada geldi. O da bizim tuttuğumuz balıkları
görünce “iyi ki geldim” dedi. Karşı kıyıda bir tane bile balık tutamamış. Onu
da arkadaşlarım aralarına aldılar. Herkes çatır çatır balık tutuyor, ama o
tutamıyordu. Sonunda balık pişirdik yerken o tutma inadından vazgeçmedi. Ama
sıfır çekti inanır mısınız? Aramızda balık tutmaktan bir haber bir arkadaşımız
vardı; Orman İşletmesinden memur Mümin Bozkurt. Aşka geldi kamış oltaların
birini aldı, alelade yem koydu, atma oltayı karacaksın diyenlere rağmen attı,
atar atmaz çekti, saniye bile sürmemişti. Sazlıklara attığı için olta kırıldı
tabii. Ama ne görelim oltanın ucunda minik bir balık sallanmıyor mu? O dönüşte kamyonetin ön camına asıldı,
mahalleye geldiğimizde arkadaşlardan biri onu elektrik direğine örnek diye
astı. O günden sonra zaten balık dediğimiz Mümin’in adı “Balık Mümin” olarak
tescil edilmiş oldu.
Şansla
ilgili rahmetli babamın bir sözü vardı, ilk ondan duyduğum sözdü: “VERMEYİNCE
MABUD, NEYLESİN SULTAN MAHMUT”
Bunun
bir hikayesini de anlatırdı. Size onu da anlatayım artık farz oldu.
****
Sultan Mahmut kılık kıyafetini değiştirip dolaşmaya başlamış. Dolaşırken bir kahvehaneye girmiş oturmuş. Herkes bir şeyler istiyor. “Tıkandı baba, çay getir, Tıkandı baba, kahve getir. Tıkandı baba, şurup şerbet getir.”
Bu durum Sultan Mahmut'un dikkatini çekmiş.Hele baba anlat bakalım, nedir bu Tıkandı baba meselesi?
Uzun mesele evlat, demiş Tıkandı baba.
“Anlat baba anlat merak ettim” deyip çekmiş sandalyeyi. Tıkandı baba da “peki” deyip başlamış anlatmaya;
“Bir
gece rüyamda birçok insan gördüm, her birinin bir çeşmesi vardı ve
hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu ama az akıyordu. -Benimki de onlarınki kadar aksın- diye içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım. Ben uğraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya başladı. Bu sefer içimden -Onlarınki kadar akmasa da olur, yeter ki eskisi kadar aksın- dedim ve uğraşırken oluk tamamen tıkandı, hiç akmamaya
başladı. Ben yine açmak için uğraşırken Cebrail göründü ve Tıkandı baba, tıkandı. Uğraşma artık, dedi. O gün bu gün adım "Tıkandı baba" ya çıktı. Hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdide burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyoruz.”
hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu ama az akıyordu. -Benimki de onlarınki kadar aksın- diye içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım. Ben uğraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya başladı. Bu sefer içimden -Onlarınki kadar akmasa da olur, yeter ki eskisi kadar aksın- dedim ve uğraşırken oluk tamamen tıkandı, hiç akmamaya
başladı. Ben yine açmak için uğraşırken Cebrail göründü ve Tıkandı baba, tıkandı. Uğraşma artık, dedi. O gün bu gün adım "Tıkandı baba" ya çıktı. Hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdide burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyoruz.”
DEVAM EDECEK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder