Gerçekten olmuş olay mıdır, fıkra
mıdır bilmiyorum, hep anlatılır. Ülkemizden bir kafile yurt dışına çıkmış.
Gittikleri ülkede bir öğlen sırasında acıktıkları için lüks bir restoranda
yemek yemeye karar vermişler. Yemekler ısmarlanıp yenmeye başlanmışken
garsonlardan biri kafileye ‘siz Türk müsünüz?’ diye sormuş. Bizimkilerde
İngilizce veya Fransızca her ne ise; konuştukları dile son derece hakim olduklarını
düşünerek garsona ‘nerden anladınız?’ demişler. Garson ‘Türklerden başka kimse
bir yemeğe hiç tatmadan tuz atmazda..’ demiş.
Sözün kısası aşırı tuzlu yeme
düşkünlüğümüz o kadar meşhurdur. Peki hiç düşündünüz mü; neden çok tuzlu yeriz?
Su içme alışkanlığımız yokmuş da, tuza düşkünlüğümüz onun içinmiş. Adını
hatırlamadığım bir uzmandan duydum. Su içmeyen insan mineral eksikliğini tuz
alarak giderirmiş. Oysa suda hem tuz hem mineraller fazlasıyla var. Su içilse
tuzlu yeme alışkanlığı büyük ölçüde biter deniyor.
Doktorlara göre su içme
ihtiyacının belirtisi olarak susama daha çok çocuklarda oluşur. Yetişkinler su
ihtiyacının belirtisini acıkma olarak hisseder bir iki lokma atıştırarak bu
açlığı bastırmaya çalışır. Oysa ihtiyacı olan sudur ve mineral eksikliğini bu
atıştırmalarla gidermiş olmaz.
Peki mineraller gıda yoluyla
alınamaz mı? Bugün organik tarım yerini nerdeyse zirai tarıma bıraktığı için
hormonlanmamış, zirai ilaçla korunmamış, geniyle oynanmamış tarımsal veya
hayvansal ürün hemen hemen kalmamıştır. Şişelenen, paketlenen her üründeki son
kullanma tarihi raf ömrünü gösterir. Bizler bu raf ömrüne yani son kullanma
tarihine bakarak bir gıda ürününün alınıp alınamayacağına karar veriyoruz. Oysa
üretim tarihide en az son kullanma tarihi kadar önemlidir. Neden önemlidir
biliyor musunuz? Çünkü ikisi arasındaki uzaklık o ürünün dayanıklılığını
arttıran katkı maddelerinin çokluğunu gösterir. Katkı maddeleri de o ürünün
besin değerini bilindiği gibi öldürür.
Besin değeri kalmayan,
paketlenmiş her ürünün mineral zenginliğide azalır. Dolayısıyla mineral
ihtiyacımızı sudan başka bir içecekle karşılayamayız. Pakete girmiş suda bu
konuda tehlikeler taşımaktadır. Hele ülkemizde kolay kazanç elde etme arzusu,
devletin koyduğu ağır vergilerle birleşince insan sağlığı için hiçte hoş
olmayan sonuçlar doğuruyor.
Yediklerimizden içtiklerimize
kadar her şey yapaydır. Gelişmişlik galiba sonunda bir duvara toslamak
üzeredir. Vergiler makul seviyelere inmedikçe, denetimler artmadıkça, cezalar
caydırıcı olmadıkça mezarlığımızda çürümeyen cesetlerle dolacaktır. Bu kadar
katkı maddesiyle raf ömrü uzatılan besinleri alan insanın cesedi çürür mü
sanıyorsunuz.
Fransa’da son zamanlarda yapılan
otopsilerde genç ölülerin cesetlerinin çürümediği görülmüş. Nedenini
araştırmışlar, besinlerdeki katkı maddelerinin insan bedeninde fazlasıyla
biriktiği sonucuna varmışlar. Bu katkı maddeleri insanı yaşarken değil öldükten
sonra koruyor deme ihtiyacını duyuyorum. Siz ne dersiniz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder