ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE
İlk bölümde enerji kaybımızın
uyarısı olan acıkma olgusunu gidermekle başlayan mutfak kültürünün tek başına
bir kültür olmadığını buna müzik ve mimarininde dahil edilmesi gerektiğini
belirtmiştim. Oktay Ekinci’nin mutfak ve mimari konulu yazısından alıntılarla
sürdürdüğüm yazımıza bu son bölümle kaldığımız yerden devam edelim. Oktay
Ekinci’ye sözü bırakıyorum.
“Kimlikli yaşamak
sadece boğazdan geçmiyor; yöresel mutfaklarla bütünleşmiş mimariyi de yaşatmak
gerekiyor. Tıpkı Beypazarı’nda çayın eşliğinde yediğiniz “kuru”daki tadın,
konuk olduğunuz geleneksel evlerden süzüldüğünü gördüğünüz gibi; ya da Safranbolu’da
diyet yapanları bile yoldan çıkartan “su böreği”nin ancak o muhteşem
konakların mutfaklarında yaratıldığını fark etmeniz gibi…
Sofralar ve evler
Yöresel tatlarımızla
övünürken, o tatların yaratıldığı yerel mimariye neden özensiz kaldık?”
Damak tadı zevki denen şey öyle kolay oluşmamış, binlerce
yıl denene denene günümüze ulaşmıştır. Bunları deneyenler yaşadığı çevresel
özellik ve güzelliklerden ilham almıştır. Hep üzerine koya koya..
Oktay Ekinci’nin söyledikleri yabana atılır şeyler değil.
Her yemek yediğimizde aklımıza gelmesi gerekir.
Örneğin Malatya’nın
kayısısı olağanüstü ise, “Eski Sinemalar Caddesi”nin yeniden o unutulmaz
akşamların yaşanacağı hale getirilmesi, kayısıyı yaratan emeğe karşı da bir
borç değil midir?
Ya da Kars kaşarıyla
ve dünyada eşi olmayan gravyeriyle övünebilmenin koşulu, bu lezzetleri miras
bırakan tarihsel kültüre ait mimari ve kentsel dokunun da aynı gururla
korunması olsa gerek.
Edirne peyniriyle
gururlanmanın yolu da başta Selimiye olmak üzere anıtsal yapılarla taçlanmış
kentin, sofralarında aynı peynirin eksik olmadığı geleneksel evlerini de
yaşatmaktır.
Hele Kayseri
pastırmasının, sucuğunun ve tabii ki mantısının lezzetini yaratan kültür
birikiminin, söz gelimi tarihi Tavukçu Mahallesi’ndeki eşsiz taş evlerden,
Ağırnas’taki (mimar) Sinan’a ilk ilhamı veren ‘yeraltı kenti’nden; güvercin
gübrelerini toplamak için yapılmış ‘kuş evleri’nden geldiğini görmek
gerekiyor...”
Hiç kimse doğup büyüdüğü çevreden ayrı yetişmez. Herkeste
annesinin yaptıklarından bir tat vardır. Bu ilk adım yereldir ama daha sonra
mimar Sinan örneğinde olduğu gibi evrenselleşir.
Şehir olgusunu bu açıdan önemsemek gerekir. Bizdeki çok
sayın (kendinden menkul değerler) belediye başkanları belli çevrelere rant
yaratmaktan önlerini göremedikleri için geleceğimizi harcadıklarının farkında
değiller.
Gene sözü Oktay Ekinci’ye bırakalım.
“Bursa’dan kestane
şekeri alacaksanız, karayolu kenarındaki mola yerlerini değil, kentin içine
girip Muradiye’den Yıldırım’a gezindikten sonra kuşaktan kuşağa hizmet veren
eski dükkânları yeğlemelisiniz.
Burdur’da ceviz
ezmesini tadacaksanız, zaten tarihi çarşıdaki helvacıları ziyaret etmekten
başka şansınız yok. Üstelik helvanın nasıl hâlâ geleneksel usullerle
yapıldığını görüp daha çok alabilirsiniz…
Diyarbakır’da kaburga
dolması için sizi ne yazık ki Suriçi’ndeki eski kentin gizemli sokakları yerine
sur dışında bir lokantaya götürecekler… Aynı çelişki Adana’da da var.
Efsanevi Adana kebabının en mükemmeli için tarihi kentteki kebapçılar yerine ‘kimliksiz
Yeni Adana’daki ‘hangar’ gibi ‘fast-food’lokantaları tavsiye edebilirler...
Gaziantep’te ise
ister kebaplarını, ister fıstıklı baklavalarını merak edin, eski kentteki
lokantalar yüzlerce yıllık lezzetleri ikram ediyorlar...
Bu örneklere
başkentimizde Ankara tavasını, Tokat’ın kebabını, Mardin’in badem şekerini,
Kocaeli’nin saray helvasını, Kilis’in pekmezini, Ordu’nun mıhlamasını,
Balıkesir’de tiriti, Trabzon-Akçaabat’ta, Tekirdağ’da ve İnegöl’de‘köfte’yi,
Konya’da etli ekmeği, Amasya’da çatal çorbasını, Mersin’de aslında tarihi
olmayan ama yöreselleşen ‘tantuni’yi, Bayburt ve Erzurum’da ‘cağ
kebabı’nı ekleyin...
Eklenmesi gereken ama unutulan bizim ıslama köftemizde var!
İçecek olarak şalgamla beraber yenilen ıslama köftemiz yaşatılmayan kent
mimarimizin yaşatılan mutfak kültürüdür. Ne yazık ki evlerimizde değil
lokantalarımızda yer bulmaktadır.
Oktay Ekinci’nin yazımıza ilham veren konumuzla ilgili
yazdıklarının sonuna geldik.
Ya da Şanlıurfa’nın
çiğköftesini, Erzincan’ın tulum peynirini, Van’ın otlu peynirini, Zonguldak’ın
Osmanlı çileğini, Düzce’de Çerkez tavuğunu, Giresun’un fındığını,
Eskişehir’de ‘çiğ böreği’, Bolu’nun orman kebabını, Artvin’de Laz
böreğini, Kütahya’nın ‘cimcik’ini, Antalya’nın reçellerini, Kastamonu’nun
dibek kahvesini, Antakya’nın kendi peyniriyle künefesini düşleyin…
Benzer şekilde
Kapadokya’nın şaraplarını, Kahramanmaraş’ın Hititler’den miras dondurmasını,
Rize’nin Anzer balını, İzmir’in ‘çupra’sını ve daha nicelerini
anımsadıktan sonra “rakı, balık Ayvalık” gibi şiirleşen yöresel yeme
içme keyiflerini de “ait oldukları kentlerin geleneksel mimari
değerleri”ne gösterilen; ya da gösterilmeyen özenle kıyasladığınızda, özetle şu
söylenebilir:
Kimlikli yaşamak için
midemize düşkünlüğümüzü nasıl yöresel mutfakla gideriyorsak, “karakterli
kentliler” olabilmek için de geçmişten miras sivil mimarimize aynı ilgiyi
göstermeliyiz.
Aksi halde beton
yığınlarında yaşamaya mahkûm “yerel yemek obezleri” bol bir toplum
olacağız...
Tıpkı rap müziğine vurularak müziği katletmek gibi. Şimdi
kulak obezleri var artık. Onlar müzik yapmıyor, anlaşılmaz süratte konuşuyorlar
sadece. Konuşmanın bile bir müziği vardır, onlarınsa sinir bozmaktan başka bir
şeyleri yok! Amerikan İngilizcesinin bozduğu Türkçeyle tek düze sıkıcı
hikâyeler anlatmaktan başka şey olmayan rap müziği ve fastwood yemek tarzından
hangi mimari doğar dersiniz?
Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder