Hiç düşündünüz mü, yemeğin mekânla bir ilgisi olduğu
aklınıza gelir mi? Karın açlığı dediğimiz enerji kaybının uyarısı üzerine evde
yada bir lokantada yemek yerken karın doyurmaktan başka konular gözetilir mi
sizce? Herkesin temizlik ve lezzet üzerinde duracağını tahmin etmek zor değil.
Çünkü bunlar yemek yemenin ilk etabında aranan önemli şeylerdir. Mekânın
önemide bu konuyla sınırlıdır sanıyorum. Oysa mekânın önemi sadece bunlarla
sınırlı kalmamalıdır. Bana sorarsanız bunlara müzik ve mimari de eklenmelidir. Bu
üçü toplumsal kültürü oluşturan çok önemli sacayağıdır.
Yemek, müzik ve mimari bir milletin karakterinin önemli
göstergesidir. Bunların üçünü birbirinden ayırmak imkânsızdır. Büyük
mutfakların büyük mimarisi, büyük mimarinin büyük müziği olur. Geleneksel Türk
mutfağının zenginliği düşünülürse müzikte “ıtriler”, “dede efendiler” mimaride
mimar Sinan’ı yetiştirdiği dönemin zenginliğinden olduğu görülecektir. 19.
hatta 20. yy’ın ilk yarısında neoklasik dönem bitene kadar gelen (bu dönemin
sonu Münir Nurettin Selçuk’un ölümüyle başlar) Türk müziği, müzikle birlikte Türk
mimarisi de zengindi.
Sofraların mimariyle ilk ilintisi evlerimizle başlar.
Şehirleşmenin çarklarına sunulan adak gibi kurban ettiğimiz klasik
şehirciliğimizin ünlü konaklarının yerini koca koca Alış Veriş Merkezleri
(AVM’ler) aldıkça, oralarda hamburger, pizza gibi (şeker hastalığını arttıran, dolayısıyla alzheimer'e yol açan ve obeziteye davetiye çıkaran) garabet yiyecekler satıldıkça
yeme alışkanlıklarımızdan korkarım eser kalmayacak. Sonuçta sofra adabımız
değişerek ortadan kalkarsa şaşırmayalım. Sofra bir ailenin buluşma yeridir de.
Çok şükür büyük şehirlerdeki küçük bir azınlığın dışında her akşam sofralar
kurulmaya devam ediyor. Mutfakta pişen ailece keyifle ve iştahla yeniyor.
Yıllar önce yazar Oktay Akbal’ın “önce ekmekler bozuldu”
adlı bir kitabı yayınlanmıştı. Kitabın adını duyardım ama kendisini hiç
göremedim, dolayısıyla okuyamadım. Ben o kitabın adından yola çıkarak önce
ekmekler bozulursa orda müzikte bozulmuştur, mimaride diyeceğim. Günümüzde
olduğu gibi. Her yanı AVM’ler aldı. Oysa biz AVM’leri çok daha önce çarşılar
kurarak batıya öğretmiştik. En ünlü çarşımız İstanbul’daki kapalı çarşımızdır.
Bugünkü AVM’ler hem büyüklük, hem ürün çeşitliliği bakımından onun yanında cüce
kalırlar.
Bu yazıyı Cumhuriyet gazetesinden Oktay Ekinci’nin
“Uygarlıkların İzinde” adlı köşesinde yayınladığı “Anadolu’da Mutfak ve
Mimarlık” adlı yazısını okuyunca çok etkilenerek kaleme aldım. Gerçi o yöresel
mimari ve mutfaktan söz etmiş. Benim sözünü ettiğim daha üst düzey kültürüyle
halk kültürünün birbiriyle kopmaz bir ilintisi var.
Oktay ekinci başlangıçta şöyle diyor:
“Yöresel
yemeklerimizi yaşatırken, onların yaratıldığı evlerin yok oluşuna aldırmıyoruz
Bitlis’le Siirt
arasında ‘Büryan bizimdir’ tartışması alevlendiğinde görüşümü
soranlara demiştim ki; ‘Tarihi kent dokusunu hangisi daha iyi korumuşsa
büryana sahiplenmek onun hakkıdır.’ Çünkü ünlü türküsündeki ‘beş minare’si
bile beton yığınları arasında ‘yok!’ olan; içinden geçen Bitlis Çayı’nın
üzerini devasa Özel İdare İş Hanı’nın kapattığı bir kent, büryanını nasıl hak
edebilir ki?
Aynı durum Siirt için
de geçerli. Kuşaktan kuşağa süregelen tarihi çarşı ve pazarları yaşatmak yerine
süpermarketlere heveslenmesi, aslında kimliğini de terk etmesi demek değil
miydi?”
Günümüzün gerçeği ne yazık ki bu. Şehrin güzelleşmesini batı
ülkelerinin kentlerine benzemek olarak anladık. Dünyada da böyle çılgınlık var.
Suudi Arabistan’da Mekke’deki kutsal Kâbe etrafındaki çok katlı otelleri
fotoğraflarda görünce paranın ibadete bile egemen olduğunu anladım. Gelen
hacıları birkaç kilometre ötede olabilecek otellerden araçla getirmek yerine
Kâbe’nin dibine kurulmuş otellerle ayak üstü yapmak başka nasıl açıklanabilir?
Turizm gelirlerini arttırmakla hac gelirlerini arttırmak arasında siz bir fark
görüyor musunuz? Oysa Osmanlı dedelerimiz, oranın siluetinin korunması için
elinden geleni yapmıştı.
Gelelim büryan meselesine..
Büryan biz Rumelilerinde önemli bir yemeğidir. Bitlis’li mi
yada Siirt’li mi olduğu tartışılan büryanın bizim büryanımızla benzerliği var
mı bilmiyorum. Belki de sadece isim benzerliği olan bizim büryanımız parça
etli, soğan ve kırmızı toz biberli, tepsiye dizilip fırına verilen pirinç
pilavıdır.
Oktay Ekinci mutfak ve mimari konulu yazısında devamla
şunları söylüyor:
“Bir Bitlis gezimizde
çirkin yapı yığınları arasında yol ararken trafik polisi durdurarak demişti
ki; ‘Ters yöndesiniz!’
‘Bu kentin neresi düz
ki?’ diyemedim elbette…
Karşıdaki ‘büryancı’yı
gösterip ‘Şurayı arıyorduk, tabelayı göremedik’ dediğimde cezadan
kurtulduk.
Polis de Bitlis
büryanını tatmamızı önemsiyordu.
Ne var ki o toz duman
caddede ne büryanın tadını anlayabildik ne de tandırda pişmesini hayâl
edebildik. Oysa örneğin Muğla büryanını asırlık“yayla kahveleri”nde yediğinizde,
eski kentin neden korunduğunu da anlayabiliyorsunuz...
DEVAM EDECEK
Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com
NOT:
(şeker hastalığını arttıran, dolayısıyla alzheimer'e yol açan ve obeziteye davetiye çıkaran) cümlesi gazetede yayınlanan biçimiyle bulunmamaktadır. Bloguma bu yazıyla bugün (28.0912) ekledim.
(şeker hastalığını arttıran, dolayısıyla alzheimer'e yol açan ve obeziteye davetiye çıkaran) cümlesi gazetede yayınlanan biçimiyle bulunmamaktadır. Bloguma bu yazıyla bugün (28.0912) ekledim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder