31 Mart 2015 Salı

HEDİYE VE HEDİYELEŞME 1

Sevgili okurlarım, 6 şubat Cuma 2015’te başladığımız yazı dizimize, hastalığımın tedavisi amacıyla hastaneye yatabileceğimi söylenmesi üzerine 9 şubat 2015’te 2. bölümle ara vermiştim. Bu dizi yazımızın aradan geçen zamanla unutulmuş olabileceği kaygısıyla konuyu en başından alıyor, ilk iki bölümü tekrar veriyorum.                                                

*

Hediye ve hediyeleşme konusunda 3-5 kişiden oluşan mini bir anket yaptım. Amacım yeni yazı dizisine katkı yapacak fikirleri edinmekti. Yaptığım ankete göre hediye ve hediyeleşme konusunu insanlarımız çok farklı biliyor ve değerlendiriyor. Önceden kestiremediğim sonuçlara da varanı gördüm. Bizim büyüklerimiz böyle şaşırtıcı sonuçlar alınabileceğini hatırlatmak maksadıyla “kes parmağını, çık pazara” derlerdi. Pazardaki her kes parmağın neden ve nasıl kesildiği hakkında başka tahminlerde bulunur ve gene herkes başka başka tedavi yöntemleri önerir, ne yapacağınızı şaşırırsınız. Bende bu mini ankette şaşırdım.

Hediye ve hediyeleşme nedir diye sorarak başladım. Karşılık beklemeksizin verilen şeye hediye denilebileceğinde anlaştık. Hediyeleşme neyi sağlar dediğimde ortalık karıştı. Hediyeleşme sevgi toplumu oluşturmayı sağlar diyen yoktu. Herkese hediye verilir mi, her şey hediye olur mu diye sorduğumda bir fikir birliğine varamadık. Sonunda kimilerinin bağış ve yardımı, hediyeden saydığını gördüm. Hediye ile rüşvetin bir bağı var mı diye sordum, şaşırma sırası deneklerime gelmişti. Karşı çıkanlar oldu. “Peki,” dedim “siz hiç annenizi, babanızı, yada herhangi bir büyüğünüzü etkilemeye çalışmadınız mı? Daha büyük bir fayda sağlamak üzere kimseye küçükte olsa bir şey vermediniz mi?” diye sordum. Hiç hediye vermediklerini ve almadıklarını söyleyenler bile böyle bir eylemde bulunduklarını kabul ettiler. Bunun adının hediye değil rüşvet olduğunu belirtince iç içe geçmiş bir konuyu nasıl ayırmak gerektiğini sordular. Hazreti peygamberimizin ölçüsü geldi aklıma; “bu hediyeyi alan, bu makamda değilde evinde otursaydı, aynı kişilerden hediye alabilir miydi?” Bu soru ölçünün ta kendisi! Cevap hayırsa verilen hediye değil rüşvettir, alınanda hediye değil rüşvettir. Rüşvetin sevgiyi sağlamadığı, toplumu bozduğu düşünülürse sakıncası ortaya çıkar. Hediye verirken bu açıdan dikkatli davranmak gerek.

...

Ben hikâye anlatmaya bayılırım. Konumuza uygun oldukça etkileyici bir yabancı bir hikâye okudum. Bu hikâyenin kahramanının adını değiştirerek kendimize uyarladım. Şimdi size bu hikayeyi sunuyorum.
...

Dilara erken uyanmıştı. Eşini kaybettiği henüz bir hafta olmamıştı bile. Bu gün kendisinin doğum günüydü. Böyle kara bir doğum günü sabahına uyanacağını hiç düşünmedim diyordu kendi kendine. Yataktan çıkmak istemiyor, başını yorganın içine, günün ışığından kaçarak karanlıklara gömüyordu. Beraber geçirdikleri yirmi beş yılın her biri tek tek gözlerinin önünden film şeridi gibi geçiyordu. O hiçbir doğum gününü unutmaz, her özel güne ayrı bir hediye verirdi. Doğum günü armağanı yıllardır değişmemişti: Bir adet kırmızı gül!

Dilara bunu hatırlayınca yorganın içinde bir gözyaşı fırtınasına daha tutuldu. Dizlerini karnına çekti, anne karnındaki ceninden farkı kalmamıştı. O kadarda korunmaya muhtaç hissetti ki kendini. Az şey değil, arkasındaki koca dağ yıkılmıştı.

Bir süre öyle ağladı. Artık gözlerinin yaşı kesilince başını gün ışığına uzattı. Ne tatsız tuzsuz bir gün ışığıydı bu gün ışığı. Keşke ben ölseydim diye geçirdi içinden, sonra bu düşüncesinden pişman oldu. İyiki ben ölmemişim, yoksa o nasıl dayanırdı bensizliğe, mahvolurdu. Belki de, hatta belki de değil kesinlikle dayanamaz intihar ederdi, diye düşündü. Derin üzüntüsünün arasında küçük bir teselli değildi bu. Sevdiğine dokunamamanın kıyamamanın bir çeşit dile gelişiydi sadece. O yaşasaydı o acı çekecekti, ama şükür ki bu acıyı o çekmemişti. Şimdi yaşamak bir ıstırap olsa bile, razıydı.

Yatağından kalktı Dilara. Gitti elini yüzünü yıkadı. İstemeye istemeye kendine bir çay yapmaya karar verdi. Buz dolabından peyniri domatesi, iki kandıra biberini çıkardı masaya koydu. Günlerdir doğru dürüst bir şey yememişti. Çok aç olmasına rağmen canı hiçbir şey istemiyordu. Kahvaltı bıçağı ve çatalı tuzu derken kendini kahvaltı ederken buldu. Şaşırdı tabii. “Ne zaman sofrayı kurdum?”

Hiç çocukları olmamıştı. Birbirlerine düşkünlükleri birazda bundan dolayı fazlaydı. Bir gün olsun birbirlerine olan sevgileri azalmamış, yıllar daha çok arttırmıştı hatta. İkiside yalnız bir yere pek gitmezlerdi. Gitseler bile en uzak yerde bir günden fazla kalamaz, mutlaka geri dönerlerdi.

Kendini kahvaltı masasında bulan Dilara bugünün doğum günü olduğunu yine hatırladı.

“Neye yarar doğum günüm olsa, o elinde kırmızı gülle gelip dudaklarıma şefkat dolu kutlama öpücüğünü kondurmadıktan sonra.”

Onunla birlikte yaşadığı 25 kendisinin, 25’te onun 50 doğum gününü hayalinde canlandırdı. Burnunun direği sızladı, yeniden gözleri yaşardı.



Yayın Tarihi04.03.15

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder