Sevgili okurlarım, 6 şubat Cuma 2015’te başladığımız yazı
dizimize, hastalığımın tedavisi amacıyla hastaneye yatabileceğimi söylenmesi
üzerine 9 şubat 2015’te 2. bölümle ara vermiştim. Bu dizi yazımızın aradan
geçen zamanla unutulmuş olabileceği kaygısıyla konuyu en başından alıyor, ilk
iki bölümü tekrar veriyorum.
*
Hediye ve hediyeleşme konusunda 3-5 kişiden oluşan mini bir
anket yaptım. Amacım yeni yazı dizisine katkı yapacak fikirleri edinmekti.
Yaptığım ankete göre hediye ve hediyeleşme konusunu insanlarımız çok farklı
biliyor ve değerlendiriyor. Önceden kestiremediğim sonuçlara da varanı gördüm.
Bizim büyüklerimiz böyle şaşırtıcı sonuçlar alınabileceğini hatırlatmak
maksadıyla “kes parmağını, çık pazara” derlerdi. Pazardaki her kes parmağın
neden ve nasıl kesildiği hakkında başka tahminlerde bulunur ve gene herkes
başka başka tedavi yöntemleri önerir, ne yapacağınızı şaşırırsınız. Bende bu
mini ankette şaşırdım.
Hediye ve hediyeleşme nedir diye sorarak başladım. Karşılık
beklemeksizin verilen şeye hediye denilebileceğinde anlaştık. Hediyeleşme neyi
sağlar dediğimde ortalık karıştı. Hediyeleşme sevgi toplumu oluşturmayı sağlar
diyen yoktu. Herkese hediye verilir mi, her şey hediye olur mu diye sorduğumda
bir fikir birliğine varamadık. Sonunda kimilerinin bağış ve yardımı, hediyeden
saydığını gördüm. Hediye ile rüşvetin bir bağı var mı diye sordum, şaşırma
sırası deneklerime gelmişti. Karşı çıkanlar oldu. “Peki,” dedim “siz hiç
annenizi, babanızı, yada herhangi bir büyüğünüzü etkilemeye çalışmadınız mı?
Daha büyük bir fayda sağlamak üzere kimseye küçükte olsa bir şey vermediniz mi?”
diye sordum. Hiç hediye vermediklerini ve almadıklarını söyleyenler bile böyle
bir eylemde bulunduklarını kabul ettiler. Bunun adının hediye değil rüşvet
olduğunu belirtince iç içe geçmiş bir konuyu nasıl ayırmak gerektiğini
sordular. Hazreti peygamberimizin ölçüsü geldi aklıma; “bu hediyeyi alan, bu makamda
değilde evinde otursaydı, aynı kişilerden hediye alabilir miydi?” Bu soru
ölçünün ta kendisi! Cevap hayırsa verilen hediye değil rüşvettir, alınanda
hediye değil rüşvettir. Rüşvetin sevgiyi sağlamadığı, toplumu bozduğu
düşünülürse sakıncası ortaya çıkar. Hediye verirken bu açıdan dikkatli
davranmak gerek.
...
Ben hikâye anlatmaya bayılırım. Konumuza uygun oldukça
etkileyici bir yabancı bir hikâye okudum. Bu hikâyenin kahramanının adını
değiştirerek kendimize uyarladım. Şimdi size bu hikayeyi sunuyorum.
...
Dilara erken uyanmıştı. Eşini kaybettiği henüz bir hafta
olmamıştı bile. Bu gün kendisinin doğum günüydü. Böyle kara bir doğum günü
sabahına uyanacağını hiç düşünmedim diyordu kendi kendine. Yataktan çıkmak
istemiyor, başını yorganın içine, günün ışığından kaçarak karanlıklara
gömüyordu. Beraber geçirdikleri yirmi beş yılın her biri tek tek gözlerinin
önünden film şeridi gibi geçiyordu. O hiçbir doğum gününü unutmaz, her özel
güne ayrı bir hediye verirdi. Doğum günü armağanı yıllardır değişmemişti: Bir
adet kırmızı gül!
Dilara bunu hatırlayınca yorganın içinde bir gözyaşı
fırtınasına daha tutuldu. Dizlerini karnına çekti, anne karnındaki ceninden
farkı kalmamıştı. O kadarda korunmaya muhtaç hissetti ki kendini. Az şey değil,
arkasındaki koca dağ yıkılmıştı.
Bir süre öyle ağladı. Artık gözlerinin yaşı kesilince başını
gün ışığına uzattı. Ne tatsız tuzsuz bir gün ışığıydı bu gün ışığı. Keşke ben
ölseydim diye geçirdi içinden, sonra bu düşüncesinden pişman oldu. İyiki ben
ölmemişim, yoksa o nasıl dayanırdı bensizliğe, mahvolurdu. Belki de, hatta
belki de değil kesinlikle dayanamaz intihar ederdi, diye düşündü. Derin
üzüntüsünün arasında küçük bir teselli değildi bu. Sevdiğine dokunamamanın
kıyamamanın bir çeşit dile gelişiydi sadece. O yaşasaydı o acı çekecekti, ama
şükür ki bu acıyı o çekmemişti. Şimdi yaşamak bir ıstırap olsa bile, razıydı.
Yatağından kalktı Dilara. Gitti elini yüzünü yıkadı.
İstemeye istemeye kendine bir çay yapmaya karar verdi. Buz dolabından peyniri
domatesi, iki kandıra biberini çıkardı masaya koydu. Günlerdir doğru dürüst bir
şey yememişti. Çok aç olmasına rağmen canı hiçbir şey istemiyordu. Kahvaltı
bıçağı ve çatalı tuzu derken kendini kahvaltı ederken buldu. Şaşırdı tabii. “Ne
zaman sofrayı kurdum?”
Hiç çocukları olmamıştı. Birbirlerine düşkünlükleri birazda
bundan dolayı fazlaydı. Bir gün olsun birbirlerine olan sevgileri azalmamış,
yıllar daha çok arttırmıştı hatta. İkiside yalnız bir yere pek gitmezlerdi.
Gitseler bile en uzak yerde bir günden fazla kalamaz, mutlaka geri dönerlerdi.
Kendini kahvaltı masasında bulan Dilara bugünün doğum günü
olduğunu yine hatırladı.
“Neye yarar doğum günüm olsa, o elinde kırmızı gülle gelip
dudaklarıma şefkat dolu kutlama öpücüğünü kondurmadıktan sonra.”
Onunla birlikte yaşadığı 25 kendisinin, 25’te onun 50 doğum
gününü hayalinde canlandırdı. Burnunun direği sızladı, yeniden gözleri yaşardı.
Yayın Tarihi: 04.03.15
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder