30 Mart 2012 Cuma

OSMANLIDAN CUMHURİYETE ANAYASALAR 6


Bir çok maddesi değişmiş olsa da bugün yürürlükte olan 1982 Anayasası’nın temel özelliklerini incelemeye başlayalım.

***

“Cumhuriyetin temel nitelikleri Anayasanın 2. maddesinde sayılmıştır. Buna göre, ‘Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.’ 

Başlangıç ilkeleri, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı: 1982 Anayasası Başlangıç bölümünü anayasa metnine dahil saymakta; 2. madde de başlangıçta belirtilen temel ilkelere atıfta bulunmaktadır. Edebi bir dille yazılmış ve anayasa koyucunun dünya görüşünü yansıtan Başlangıç bölümünden çıkarılabilecek ulusal egemenlik, güçler ayrılığı, Atatürk milliyetçiliği anlayışı gibi ilkeler Cumhuriyetin nitelikleri arasında kabul edilmektedir. ‘Toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde’ ifadesi ise somut bir içeriğe sahip olmadığından ancak Anayasanın diğer maddelerini yorumlamada göz önünde bulundurulabilir.” 

1982 anayasası 1924 anayasası gibidir, yer yer somut içerikten uzaklaşır. 1924 Anayasası bir kuruluş ve modernleşme anayasasıdır. Toplumsal veri çok fazla olmadığı için soyut içerikle hedefe yürüyüşü gerçekleştirmiştir. 1982 anayasası ise giderek keskin bıçak gibi ikiye ayrılmış toplumu birleştirmek için soyut kavramları seçmiştir. 

1982 anayasasında yer bulan ‘Toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde’ sözleriyle anlamını bulan kavram, Anayasanın diğer maddelerini de bağlayıcı nitelik taşımaktadır. Bütün esaslar bunun üzerine kurulmuştur. Atatürk milliyetçiliği anlayışı bundan ayrı düşünülemez. İfadesini ‘Ne Mutlu Türk’üm Diyene’ sözünde bulan Atatürk milliyetçiliği yalıtılmış, içindeki diğer unsurlara kapalı, bir milliyet ve bir ırkçı anlayışı değildir. Bu açıdan bakılırsa ikiside soyut içeriklerdir ve toplum idaresinde ideal oluşturmaktadırlar. 1961 anayasası somut öğelerle toplumsal hakları arttırınca ortaya çıkan hak arayışları ve yükselen ayrımcı sol fikirler 1982 anayasasının bu soyut içeriğiyle durdurulmak istenmiştir.

“Atatürk milliyetçiliğine bağlı devlet: ‘Atatürk milliyetçiliğine bağlılık’ devletin hangi milliyetçilik anlayışına sahip olduğunu göstermektedir. Bu milliyetçilik, ırk, din, mezhep esasına değil, kültür birliğine ve birlikte yaşama istek ve iradesine dayanır. Dolayısıyla Atatürk milliyetçiliği ırkçı ve şovenist bir nitelik taşımaz. Anayasanın 66. Maddesi de bunu desteklemektedir. Bu madde uyarınca, ‘Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür’. Bunun anlamı, ulusun parçası olmanın tek ölçütünün hukuki bir bağ olmasıdır. ‘Atatürk milliyetçiliğine bağlılık’ aynı zamanda devletin ulusal (Ulus-Devlet) niteliğine de işaret etmektedir. Bunun Anayasadaki yansımalarından biri, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olduğuna yönelik düzenlemedir. Bu hüküm, devletin tek bir ulusa, Türk Ulusuna dayanmasını ifade eder. Türk Ulusu, yukarıda da belirtildiği gibi, sübjektif millet anlayışına göre tanımlanmıştır. Söz konusu düzenleme uyarınca, Ülkenin ve ulusun birliği anayasa ile güvence altına alınmıştır. Resmi dilin Türkçe olduğuna ilişkin düzenleme de, Atatürk milliyetçiliğine bağlı devlet ilkesinin bir başka hukuki sonucudur. Bu düzenleme, resmi yazışma ve işlemlerin Türkçe yapılmasını zorunlu kılmakla beraber, vatandaşların özel yaşamlarında başka dilleri kullanmalarını yasaklamaz.” 

Anayasa koyucuları 1980 sonrasında çıkan post modernizmin geleceğini sanki biliyorlardı. Yoksa bu kadar soyut milliyetçilik anlayışı ortaya konmaz. Belkide Yugoslavya örneği (ki henüz parçalanmamıştı ama bünyesindeki diğer milletler aşırı sırp milliyetçiliği nedeniyle iyice ayrışmaya başlamıştı) bu konuda uyarıcı etkide bulunmuştur.


DEVAM EDECEK


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 30.03.2012
  

29 Mart 2012 Perşembe

OSMANLIDAN CUMHURİYETE ANAYASALAR 5

Yazı dizimizin giriş bölümü diyebileceğim ilk bölümde yeni bir anayasa hazırlanma aşamasında engelliler olarak katkıda bulunmak istediğimizi vurgulamış, anayasa yapmanın temel esasları üzerinde durmuş, cumhuriyet tarihi boyunca 3 kez, Osmanlı geçmişimizle birlikte 5 kez anayasa yaptığımızı ve anayasaların incelenirse özgürlüğe gidişin kilometre taşları olduğunun görüleceğini belirtmiştim.

İlk anayasanın kabul edildiği 1876 yılından günümüze kadar yaptığımız 5 anayasadan sonra 6.’sını yapma aşamasına geldiğimiz şu günlerde umarım ki ilk sivil anayasayı büyük uzlaşma ile tek parti dayatması olmadan daha özgür bir gelecek için yapmayı başarırız.

Bugüne dek yaptığımız anayasalarımızı incelediğimiz yazı dizimize kaldığımız yerden devam edelim. 

***

Darbeci anlayışlarla kesintiye uğratılan demokrasimiz bundan dolayı gelişmemiştir. 1961 anayasasının rejimi koruyan diğer esaslarına hiç itirazım yok. Daha sonra 1982 anayasasıyla yetkileri arttırılacak olan Milli Güvenlik Kurulunun oluşturulması bence demokrasiye güvensizliğin işaretidir. Devam edelim.

“Yukarıda da belirtildiği gibi, hukuk devleti ilkesi ilk kez bu Anayasa’da ifade edilmiştir. Devletin eylem ve işlemlerinin yargı denetimine tabi tutulmasını gerektiren bu ilke, “idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğu” biçimindeki hükümle Anayasada açıkça düzenlenmiştir. Yargı alanındaki en önemli yeniliklerden biri olan Anayasa Mahkemesi’nin kuruluşu ve yasaların anayasaya uygunluğunu denetleme yetkisinin bu mahkemeye verilmesi de hukuk devleti ilkesinin yaşama geçirilmesi açısından önemlidir. Böylece yalnızca idarenin işlemleri değil, yasalar da yargı denetimi içine sokulmuştur. Seçim yargısının da anayasal güvenceye kavuşturulması hukuk devleti ilkesiyle ilgili bu Anayasada yer alan bir diğer önemli yeniliktir. Bundan başka yargıçların altmış beş yaşından önce kendi istekleri dışında emekliye ayrılamaması; yargıçların özlük işlerine bakmak üzere Yüksek Hakimler Kurulu’nun kurulması gibi mahkemelerin bağımsızlığı ve yargıç güvencesine ilişkin düzenlemeler de hukuk devleti ilkesinin gerçekleştirilmesini sağlayan hükümler arasındadır.” 

Yeni anayasa hazırlandığı şu günlerde AKP hükümeti ve onun lideri başbakan sayın Erdoğan’ın anayasa referandumuyla YSHK kanununda yaptığı değişikliği dikkate alınmalıdır. Buradan şu anlaşılmalıdır; yeni anayasada hükümetler daha denetlenmez olacaklardır. Çıkacak yeni anayasa halkın egemenliği adına meclisin denetlenememesi, buna bağlı olarak hükümetlerin gücünün arttırılması söz konusu olacaktır. Temsili demokrasi kültüründe bu belki yeterli kabul edilebilir. Fakat çağımız temsili demokrasiyi aşmış, katılımcı demokrasiye geçmiştir. Hele hele internet denen hızlı iletişim ve bilişim çağında toplumu eski toplum zaaflarına sahip zannedip eski alışkanlıklara bağlı kalarak yönetmek mümkün olamayacaktır. Siyasi parti liderlerinin partiyi ve ülkeyi diledikleri gibi yönetebilmek için kendilerinin aday adayları arasından seçip aday yaptığı adaylar seçildikleri zaman milletin vekili olamaz, partinin ve liderinin memuru olmaktan öteye gidemezler. Şu anda olan budur. Buda temsili demokrasinin nasıl kötüye kullanılabileceğini gözler önüne seriyor. Temsili demokrasi aslına bakarsanız iflas etmiş durumdadır. Artık katılımcı demokrasi ülkemiz içinde birinci şart durumuna gelmiştir. Merkezin baskısının azaldığı, yerel yönetimlerin güçlendirildiği bir yönetim şekli katılımcı demokrasiye geçişte kolaylık sağlar.

1961 Anayasası 1971 ve 1973 yıllarında önemli değişikliklere uğramıştır. Bakanlar kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verilmesi; üniversite özerkliğinin zayıflatılması; TRT’nin özerkliğinin kaldırılması; Devlet Güvenlik Mahkemelerinin oluşturulması; Askeri Yüksek İdare Mahkemesinin kurulması ve asker kişilerle ilgili eylem ve işlemlerin yargısal denetiminin Danıştay’dan alınıp bu mahkemeye verilmesi; sivillerin askeri nitelikte olmayan suçlardan dolayı yargılanmasının olanaklı hale getirilmesi; bütün temel hak ve özgürlükler için geçerli olan genel bir sınırlama maddesi konması; sınırlama nedenlerinin artırılması söz konusu değişikliklere örnek olarak verilebilir. 


DEVAM EDECEK


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 28.03.2012 

OSMANLIDAN CUMHURİYETE ANAYASALAR 4

Anayasaların özgürlüklerin göstergesi olduğunu anlatmaya çalıştığım yazı dizimizin bu bölümünde sıra 1961 anayasasına geldi.

1961 Anayasası: 

“Önceki anayasalarımıza göre daha ayrıntılı ve uzundur. 1961 Anayasası pek çok açıdan anayasa hukukumuza yenilikler getirmiştir. Bu anayasa, 1921 ve 1924 Anayasalarından farklı olarak bir Başlangıç bölümüne yer vermiş ve bunu esas metinden saymıştır. 2. maddesi cumhuriyetin niteliklerini sıralamıştır. Bunlar içinde devletin insan haklarına dayanması, aynı zamanda sosyal bir hukuk devleti olması önceki anayasalarımızda yer almayan özelliklerdir. 1961 Anayasası, 1924 Anayasasına göre çok daha geniş ve ayrıntılı bir hak ve özgürlükler listesi sunmaktadır. Önceki Anayasadan farklı olarak sağlık, sosyal güvenlik, sendikal haklar gibi sosyal ve ekonomik haklar ilk kez bu anayasada yer bulmuştur. Siyasal partiler de, bu anayasada “demokratik yaşamın vazgeçilmez unsuru” olarak düzenlenmiş; siyasal partilerin mali denetimleri ile gerektiğinde kapatılmaları görevinin Anayasa Mahkemesi’ne verilmesi gibi bazı özel güvenceler öngörülmüştür. Bu anayasa, hak ve özgürlükleri saymakla yetinmemiş; hak ve özgürlüklerin kullanımının güçleştirilmesi ya da engellenmesini önleyici güvenceler de getirmiştir. Bu güvencelerin en önemlerinden biri, hak ve özgürlüğün özüne dokunulamayacağına ilişkin hükümdür.” 

Bu anayasa sayesinde bireyin korunduğunu ve çalışanların örgütlenip kendilerini ifade edebildiğini görüyoruz. Geçen süre içinde kendisini geleceğe taşıyacak sınıfsal temele dayanmayan cumhuriyet bu anayasa ile sınıfsal ayrılığı kabul etmiştir. İş dünyası ilk kez toplu sözleşmeler dönemine girmiş, 82 anayasasıyla ucuz iş cennetine döndürülmeye çalışılan ülkemizde bilinen anlamıyla sendikalaşma, mecburi sigortalılık gibi kurumlar bu anayasanın özgürlükçü anlayışının eseri olmuştur. Kaldığımız yerden devam edelim.

“1961 Anayasası’nın getirdiği bir başka yenilik egemenliğin kullanılışına ilişkindir. TBMM artık egemenliğin tek ve yegane temsilcisi değildir. Bundan böyle egemenlik, anayasanın koyduğu esaslara göre “yetkili organlar” eliyle kullanılacaktır. TBMM, bu yetkili organlardan yalnızca biridir. Yasama organının kuruluşu açısından bu anayasanın getirdiği yenilik çift meclis sistemidir. TBMM’nin bir kanadı genel oyla seçilen üyelerden oluşan Millet Meclisi; diğer kanadı ise, genel oyla işbaşına gelenlerin yanında, tabii senatörlük, atama gibi halk tarafından seçilmemiş üyelerin de yer aldığı Cumhuriyet Senatosudur.” 

61 anayasasının bence en garip uygulaması yarı krallıklarda görülen Lordlar kamarası gibi daimi senatörlüğün kurulmasıdır. Rejimi seçkinlerin koruyacağına olan inancın bir göstergesi olmaktan öteye gidememiş, yasamada fazladan zaman kaybına sebep olmuştur. Bunda demokrasiye geçilmiş olmasına rağmen iktidar döneminde yaptığı uygulamalar nedeniyle DP’nin rolü  büyüktür. Tıpkı tek parti dönemi gibi o da tek parti anlayışıyla ülkeyi yönettiği için ve (hâlâ iktidarların bir hastalığı olan) arzularına göre (rahmetli Özal’ın da uyguladığı ve Erdoğan hükümetlerinin ünlü maliye bakanı Unakıtan döneminde limanda bekletilen gemiler için çıkarılan kanunların boşaltma işlemleri bitince kaldırıldığı bir ülkedir ülkemiz) günü birlik çıkarılan kanunlarla iş görme ve denetlenmeme isteklerinin sonucu olarak parlamentonun karşısına senatoyu koymuşlardır. O da yetmemiş, yetkileri arttırılarak Anayasa Mahkemesiyle çıkarılan kanunların anayasaya uygunluğu denetlenmiştir. Bunu aşağıdaki açıklamalardan da göreceğiz. Devam edelim.   

“Anayasa’nın yasama-yürütme ilişkileri açısından getirdiği yenilik, cumhurbaşkanı seçimi ile meclisin seçim döneminin birbirinden ayrılmasıdır. Bir kişi TBMM tarafından ve kendi içinden yedi yıl için en çok arka arkaya iki kez cumhurbaşkanı olarak seçilebilir. Ayrıca, cumhurbaşkanının tarafsızlığını sağlamak amacıyla seçilen kişinin varsa partisiyle ilişiğinin kesileceği ve TBMM üyeliğinin son bulacağı belirtilmiştir. Meclis üyesi olmayanların da bakan olarak atanması bu anayasayla olanaklı hale gelmiştir. Ayrıca gensoru yoluyla hükümetin düşürülmesi zorlaştırılmıştır. Milli Güvenlik Kurulu anayasal bir kurum haline gelmiştir. Anayasanın getirdiği bir başka yenilik de TRT ve üniversitelere özerklik tanınmasıdır.” 

Milli güvenlik kurulu askerlere iç yönetimde yetki vermek anlamına geldiği için demokrasiyle bağdaşmaz. Askerin devleti koruma işi dışa yönelik olmalıdır. İçe yönelen asker siyasete bulaşır.


DEVAM EDECEK


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 26.03.2012

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 115

Merhaba sevgili okurlar. Bugün sizlere Özdemir İnceden şiirler seçtim. Önce araştırdığım kaynaklardan Özdemir İnce’yi sizlere tanıtmak istiyorum.1936 yılında Mersin’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini Mersin’de tamamladı. Gazi Eğitim Enstitüsü Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Ortaokul ve liselerde öğretmenlik yaptı. TRT’de çevirmenlik, şube müdürlüğü, Tv metin yazarlığı ve müşavirlik yaptı. Şiir ve çevirilerinden dolayı ödüller aldı. Pek çok gazete ve dergide şiir ve yazıları yayımlandı.

...

BAHÇIVAN

Rüzgara bırakma şikayet dilekçeni
yakarmalarla gelmez dünya
sen git onun ayağına

Rüzgara bırakma şikayet dilekçeni
veba sesiyle konuşuyor kahinler
yasaların dünyayı kirlettiği söyleniyor
yas tutuyor üzümde şarap
ve su dileniyor kavmin çocukları

Rüzgara bırakma şikayet dilekçeni
zaman daralıyor, aylardan dikim ayı
derinden sür tarlanın toprağını
yeni mahyalar dik
mahşerin karıklarına

Rüzgara bırakma şikayet dilekçeni

Sen dönek kent, yırtık kuma,
diye yaz kağıdın beyaz alınlığına,
sen hasret geçidinin softa bekçisi
çöl katlanıyor ve gelmiyor haberci.

Toprağa düşen neyin anlamıdır?

ÖZDEMİR İNCE

***

BİR KENTİ YAŞAMAK

Bir kenti yaşamak
ona boyun eğmektir-
sözleşmesiz, anlaşmasız-,
ne derse tek tek yapacaksın,
düşünmeden, direnmeden.

Yabancıysan
ve gezgin değilsen
"bir kent yeter" diyeceksin,
"tek bir ölüm";
boğazına oturmuş olan
bir bardak su isteyen.

Boyun eğeceksin yolcu!
bir köle gibi tıpkı,
anlamak için belki,
nedir mutluluğu bir tutsağın?

ÖZDEMİR İNCE

***

BİR TARİH YORUMU

Başkaları karar veriyor senin yerine
seni bildiğini tanıdığını sananlar
seni değil sadece kendilerini savunanlar
ama ne su içmişler seninle, ne yola gitmişler,
o, diyorlar, şunu yapar bunu yapmaz
o, diyorlar şunu sever bunu sevmez
o, diyorlar, kışın hiç güneye gitmez
sıcak bölgelere göçmen kuşlar gibi;

senin ceviz ve çınara hasret göçmenliğini,
senin eller yakan hasretini anlayamayanlar.

ÖZDEMİR İNCE

***

BİR YAZ GECESİ GÜLÜMSEMESİ


-I-
Son konuk olacağım uyuyan kurşun gövdende
gözcü sudan ve terli topraktan başka
bir de yuvarlak turuncu ve asi

-II-

İki gözün olacak bakan irdeleyen yüzünde

bengi savaşcısı etin tuzun kara ekmeğin
umut aşkın yakın aşkın kin aşkın.

-III-

Ağzının ince sessizliğinde ve kara kışın
direnmesi öç alması gibi durgun etinde

yaşanacak eşit harlı günlerde
senin aşkın
benim gücüm olacak.

ÖZDEMİR İNCE

***
CAN YELEKLERİ TAVANDADIR-1

Karada, denizde ve havada, kutlu olsun,
yeşil gözlerde, hokka ağızda, tas memelerde;

Her zaman ve her yerde, kutlu olsun,
ömrümüzün şarapları dolarken seher vaktinde;

Senlikte, bollukta, zenginlikte, kutlu olsun,
engin göz halkalarında, mavi ve lacivertte;

Savaşta ve barışta, harp ve sulhta, kutlu olsun,
tek bir atlı, yek süvari mürur edip geçerken de;

Karakolda, morgda, mezarlıkta kutlu olsun,
şehit ve gazilerde, temsili düşman kuvvetlerinde;

Bankalarda, faizlerde, batik kredilerde kutlu olsun,
Tarabya'da, dinamizm ve konforda, Etilerde;

Eşcinsellikte, ablacılıkta, oğlancılıkta, kutlu olsun,
hakem oyunlarında, Ermeni ve Yunan lobilerinde;

Kaptıkaçtıda, dolmuşta, limuzinde kutlu olsun,
Armani'de, Bulgari'de, Türk-İslam sentezinde;

Demirin pasında, camin kırığında, kutlu olsun,
şükran ve minnet duygularıyla papatya sepetinde;

--Can yelekleri tavandadır!

Kusursuz bir cinayet islemek için yıldızlar savasında
Görmek için kapalı tribünde Iran-Irak savaşını
Cennetin doğusuna göndermek için grevci isçileri
Bitpazarında satmak için kale ve burçları
Evde kalmış kızlar için yetmiş <>
Düşman şaşırtmak için üç yüz altmış <>, yüz bir <>
Zengin olmak için üçgen ve dörtgen muskalar
Bin Bir Gece için yeni şehzadeler, yeni beberuhiler
Devlet için yeni bir Sahriyar, yeni bir Sahzaman
Mülk için yeni bir Nizamulmulk ve kırk haramileri
Yeni bir halk için tasavvuf ve tarikat adâbı

Gönül birliği için Sehrazad ve denizci Sinbad

Asi kadınlar ve genç kızlar için anlamlı bir açıklama:

-- Can yelekleri tavandadır!

Bir tılsımlı gömlek gerek artık sana
halk kılığına girip halka karıştığın zaman
Sultan Cemin gömleğinin bir esi gömlek
Topkapı Sarayı’ndaki,
kılıç kesmesin diye etini
ok yürümesin damarlarında
kursun islemesin kemiğine
kement boynunu sıkmasın
eline çivi batmasın
ayakkabı vurmasın ayağını
ve görünmez olasın istediğin zaman
Battal Gazı’nın kılığına giresin
başın sıkışınca
avlucunda Hasreti Ali’nin kılıcını
tutasın

(Kalçayı saran elbiseler, romantik
kloş_ ve kemerli etekler,
bolerolar. Çok geniş paçalı ya da
sigara darlığında pantolonlar...)

ÖZDEMİR İNCE

***

DÖRT DUVAR ARASINDA

Bir şeyler kapanıyordu bir yerlerde,
belki bir kapı, belki bir mezar -
ama çatı değildi - sanki bir yangın,
tavşanların, kuşların hızından anlıyordun,
ama çatı değildi kapanan,
üzerinde bir bayrak dalgalanan.

Ama çatı değildi kapanan;
biraz daha ışık, diye haykırdın,
dağlarıma ve uçurumlarıma,
hepsini gövdeme
duvarlarıma kazıyacağım.

Bir şeyler kapanıyordu bir yerlerde:
Kiminin bahtı, kiminin yüreği,
kiminin kapısı ve penceresi.
Düşündün: Her şey butun bir sonsuzluk
ve bir dakikaydı önünde ve sonunda.

Bir dakika, o senin olan bir dakika,
yani yaşaman için sana bırakmadıkları.

ÖZDEMİR İNCE

***

DURUM

Pazar günü geçmek bilmiyor
Birden bir kavak fışkırıyor pencereden
Hızla kapıyı örtüyor bir sokak
Bir kız saatine bakıyor alanda
Gençliğim, güneşim, rüzgârım benim!
Bu çıraklık sabah akşam sürüyor.

Pazar günü geçmek bilmiyor
Toprağın alnında eriyor güneş
Sevdiğim uzakta, bir an kadar yakın
Aramızda sessizliğin amansız yasası
Aklımda denizle donatılmış kentim
Alışıyor sevgilim yaprak dökümüne.

Pazar günü geçmek bilmiyor
Nerede o ölüme yürümek öyküsü
Ölüme yürümek, bir tarla açarmış gibi,
Yürümek, genç ve mutlu, yürümek, sessizce.

Pazar günü geçmek bilmiyor
Gecenin güne değdiği yerde
Saatler geçiyor parmaklarımın arasından
Paslanmış demir renkli saatler
Taze kan kokusu yoğunlaşıyor aklımda
Bir pazar, yanmış küllenmiş bir gövde,
Bütün pazarlar gibi geçiyor
Bütün aylar, bütün yıllar gibi geçiyor.

Kentim biraz uzakta, donatılmış bir gemi.


ÖZDEMİR İNCE

***

EY OĞUL YAZICI OLURSAN

Ey oğul bir gün yazıcı olursan
gözü gözünde yüreği yüreğinde eli elinde
inancın tadını söyle ülkemin çocuklarına

Ey oğul bir gün yazıcı olursan
kuşkunun birikmenin ve beklemenin yazıcısı
sakın masal anlatma ülkemin çocuklarına

Zaman akıp gitmekte dağ taş değişmektedir
demir paslanmakta temel çürümektedir
al kalemi bildiğin en gerçek sözü yaz

İşte ateş tuğlası ağaçlar kökleri
işte ayağımızın bukağısı sırtımızdaki hançer
yazılmamış şiir isimsiz kapalı kitap

Erkeklerimiz var elmanın bir yarısı
biraz sabır biraz öfke biraz sarmaşık
sorusu sorulmamış yanıt boynu Pir Sultan

Ey oğul bir gün yazıcı olursan
sesini sev sevgini çoğalt yüreğini aç
onu güzel ölüyü anlat ülkemin çocuklarına

ÖZDEMİR İNCE

***

OT HIZI-1

Cema'atül - İfna(Yok Etme Meydanı)

V.
Hep yanımdadır benim kıblem:
Uyurgezer olduğum günlerde bile
geceleyin çatılarda dolaşırken.

Yalnız bırakmaz beni kendimle,
bir kez daha yitirince dönüş yolumu,
kuzeyi sorduğumda ağaç bedenlerine.

Dönüş yolu gerekmez, der sapkın dervişler,
bir kıblegâh yolunda Golgotha çıkanlara,
tabanlarının altında gizlidir dönüş yolu.

VI.
Masamda çilekeş karıncalar!
cerre çıkmış bir düğün alayı
ekmek kırıntıları arasında.

Bir aşk dulu bulsam aralarında,
alıp evime götürsem, avunmak için,
penceremde kedi yerine koysam.

Bir ad vermem gerekecek hallerine:
Tekir ya da Karabiber, yakışık almaz;
Ezgiler Ezgisi! desem, borçlu kalmam.

VII.
Tırnaklarımı rehin bıraktım özgürlüğe,
çöl yoluna düşerken yaşlı tırnaklarımı,
otların belleği için bir limon bahçesinde.

Afrika toprağında yaşamakta şimdi
bir başka bedenimin o ilk parçası.

Belki fala bakmakta, yılan oynatmakta,
bir kervan ararken ben Cema'atül-İfna'da.

VIII.
Ne korkunç çağrıdır arayıp kendini bulmak!
Razıyım ben ateşle suyun bir çift yıkımına,
halvet ile çözemeyeceksem tenimdeki ölümü?

Yürüdükçe, önümde arı peteği uçurumlar!
Çare yok: Kendime bir dalgıç mı olsam?

ÖZDEMİR İNCE

...


Bence ülkemizde yer alan her düşünceye saygı duymamız gerekir. Siyasi yelpazenin her kesiminden şair ve şiirlere yer vermemi bu açıdan değerlendirirseniz amacıma varmış olurum. Daha iyi bir gelecek için birbirimizi bilecek kadar dinleyelim. Hoşça kalın.


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 25.03.2012 

OSMANLIDAN CUMHURİYETE ANAYASALAR 3

1924 anayasasını incelemeye başlamıştık. Kaldığımız yerden devam edelim.

Genel Esaslar bölümünde Türkiye Devletinin Cumhuriyet olduğu; egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu; TBMM’nin ulusun tek ve gerçek temsilcisi olduğu ve egemenliğini TBMM eliyle kullanacağı belirtilmiştir. Yasama ve yürütme erkleri TBMM’de toplanmıştır. TBMM yasama yetkisini bizzat kendisi; yürütme görevini ise cumhurbaşkanı ve bakanlar kurulu aracılığıyla yerine getirmektedir. Yargı erki ise, millet adına bağımsız mahkemeler tarafından kullanılır. Tek meclisten oluşan TBMM dört yılda bir yapılan genel seçimlerle oluşmaktadır. Milletvekillerine serbestçe çalışmalarını sağlamak için yasama sorumsuzluğu ve dokunulmazlığı sağlanmıştır. Anayasa TBMM’ye, yasa yapmak, yorumlamak, para basmak, genel ve özel af ilan etmek gibi yasamaya ilişkin yetkiler yanında, soru, gensoru, soruşturma gibi hükümeti denetlemesini sağlayacak araçlar da vermiştir.” 

Yarı başkanlık sistemini andıran cumhur başkanlığı makamının gücüne karşılık meclisin denetleyiciliğide konularak bir tür parlamentarizmin uygulanmasını sağlamıştır. 

“Yürütme organının unsurlarından biri olan cumhurbaşkanı hem devletin hem de yürütmenin başıdır. TBMM tarafından, kendi üyeleri arasından bir dönem için seçilir. Anayasa, cumhurbaşkanına başbakanı seçme ve atama; başbakanın seçtiği bakanları atama; gerekli gördüğünde bakanlar kuruluna başkanlık etme; başkomutanlığı temsil etme; yasaları yayımlama; yasaları bir kez daha görüşülmek üzere Meclis’e geri gönderme gibi yetkileri tanımıştır. Cumhurbaşkanı sorumsuzdur; yürütme ile ilgili işlemleri karşı imza kuralına tabidir, yani başbakan ya da ilgili bakan tarafından imzalanması zorunludur. Yürütme görevini yerine getiren organ bakanlar kuruludur. Cumhurbaşkanı tarafından atanan bakanlar kurulu meclisten güvenoyu almak zorundadır. Başbakan ve bakanların meclise karşı kolektif ve bireysel sorumlulukları vardır. Yargı erki bağımsız mahkemeler tarafından millet adına kullanılır. Mahkemelerin yasayla kurulması; bağımsızlığı; yargı kararlarının bağlayıcılığı; savunma hakkı; yargılamanın herkese açık olması gibi yargı alanına ilişkin belli başlı ilkeler bu anayasada tanınmıştır. Sonuçta, meclis hükümeti sisteminin bazı etkileri devam ediyor olsa da, yasama-yürütme ilişkisi açısından bu anayasanın parlamenter sisteme yakın bir düzenleme getirdiği söylenebilir.” 

1924 Anayasasının özgürlük ve eşitlik anlayışı genel ve soyuttur. Klasik ve siyasi hak ve özgürlükler tanımış olmasına rağmen, ilköğretimin devlet okullarında parasız olması dışında, sosyal ve ekonomik haklara hiç yer almaz. Anayasa, düzenlediği hak ve özgürlükler için güvenceler öngörmemiş; milletin tek ve gerçek temsilcisi olan TBMM tarafından yasa yoluyla söz konusu hak ve özgürlüklerin düzenlenip korunacağını varsaymıştır. 1921 Anayasasının benimsediği yerinden yönetim ilkesi bu Anayasada benimsenmemiş ve yerel yönetimler merkezin denetimine bırakılmıştır. 

“1924 Anayasası önemli değişikliklere uğramıştır. 1928’de devleti laikleştirme yönünde adımlar atılmıştır. Bu doğrultuda devletin dininin İslam olduğu hükmü ile cumhurbaşkanıyla milletvekillerinin yeminlerinde yer alan “vallahi” sözcüğü metinden çıkarılmış; Meclisin şeriat hükümlerini uygulama görevi kaldırılmıştır. 1934’te yapılan değişiklikle kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınmış; seçme yaşı 18’den 21’e çıkarılmıştır. 1937 değişikliği ile de Cumhuriyet Halk Partisinin altı okunu simgeleyen ilkeler anayasaya eklenmiştir. 1945’te Anayasa’nın dili sadeleştirilmiş, 1952’deki değişiklikle ise eski haline getirilmiştir.”

1950’den itibaren Demokrat Parti ve onun iki lideri Celal Bayar’la Adnan Menderes’i iktidarda görüyoruz. 1924 anayasasının kuruluş amacından saptırılabileceği sanısıyla 1960 ihtilalinin ardından bireyi ön plana koyan, egemenliğin kullanımını sadece parlamentoya bırakmayan, cumhurbaşkanını (Avrupa’daki kralların temsili özelliğinin dışında yetkisiz olması gibi) yönetimden ayıran bir anlayış 1961 anayasasınca kabul edilmiştir. Gelecek yazımızda 61 anayasasını yerimiz yettiği kadarıyla inceleyelim.

DEVAM EDECEK


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 23.03.2012

OSMANLIDAN CUMHURİYETE ANAYASALAR 2

Engelliler olarak yeni anayasa yapımında görüşlerimizi bildirmek ve önerilerde bulunmak için anayasaları incelemeye başladım. Bu fikirden bir yazı dizisi doğdu. Anayasaları incelerken anayasa esasları üzerine makaleler okuyunca bu sürecin özgürlük tarihinin hem belgesi hem kilometre taşları olduğunu gördüm. Özgürlüklerin kilometre taşları olan anayasalar toplumun özgürlük istekleri sonucunda doğar. Oysa bizde böyle olmamıştır. Zamanın büyük devletlerinin baskısı sonucu azınlık haklarını koruyan ‘Kanun-i Esasi’ denilen ilk anayasamız ve ‘Gülhane Hat-ı Hümayunu’ olarak bilinen padişah buyruğu (fermanı) ile siyasi tarihimizde yerini almıştır.

Bu yazı dizisinde bizim tarihimizde Osmanlıdan bu yana anayasaların özgürlüğe giden bir yol olduğunu anlatmaya amacındayım. Başlangıçtaki toplumsal etki veya baskı eksikliğimize rağmen, daha sonraki tarihsel süreç incelendiğinde durumu açıkça görmek mümkün.

2. anayasamız çerçeve bir anayasa olan ‘Teşkilat-ı Esasiye’dir. Bu aynı zamanda kuruluş anayasası olarak göz önünde bulundurulursa cumhuriyetin ilk, döneminin sona ermemiş olması nedeniylede Osmanlı’nın son ve köklü dönüşüm anayasasıdır.

O günlerden bir kaynak:

1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu: 

“Bu Anayasa 24 maddeden oluşan çerçeve bir anayasadır. ‘Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu’ ilkesi ilk kez bu anayasada ifade edilmiştir. Bu hüküm, iktidarın kaynağında köklü bir dönüşümü göstermesi açısından önemlidir. Anayasa, millete ait olan bu egemenliğin tek ve gerçek temsilcisi olarak Büyük Millet Meclisini göstermektedir. Meclis seçimlerinin iki yılda bir yapılması ve meclisin kendiliğinden her yıl Kasım başında toplanması öngörülmüştür. Bu Anayasa, yasama ve yürütme yetkilerinin Parlamento’da toplanmasını öngören ‘meclis hükümeti’ sistemini benimsemiştir. Buna göre, Meclis kendi içinden bir başkan seçecektir. Yürütme görevi de, Meclis’in kendi üyeleri arasından seçtiği İcra Vekilleri Heyeti tarafından yerine getirilecektir. İcra vekilleri kendi aralarından bir başkan seçmekle birlikte, Meclis başkanı İcra Vekilleri Heyeti’nin de doğal başkanı olarak tanımlanmıştır. 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, meclis hükümeti sistemine uygun olarak, ayrı bir devlet başkanlığı makamı öngörmemiştir. Bu Anayasada nahiye şuraları ve idare heyetlerinin yargısal yetkilerinden söz eden düzenleme dışında yargı yetkisine de değinilmemiştir. Buna karşılık, yerinden yönetime yönelik düzenlemeler bu Anayasa’da geniş yer tutmuştur. Anayasa ülkeyi vilayetlere, kazalara ve nahiyelere ayırmış; bunlardan vilayet ve nahiyelere tüzel kişilik ve idari özerklik tanımıştır. 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda yapılan en önemli değişiklik cumhuriyetin ilanıdır.” 

Cumhuriyetin ilanına giden yolda yol göstericilik yapan bu anayasa daha sonra yerini 1924 anayasasına bırakmıştır. Mutlakiyetçilik, yani padişah buyruklarıyla (fermanlarıyla) ülke yönetme dönemi bitmiş, her hareketin kanuna uygunluğunu esas alan kanun devleti doğmuştur. Sanayi toplumunu geçtim, Osmanlının doğru dürüst köylü toplumu bile olmaması nedeniyle cumhuriyeti yaşatacak ve büyütecek kitlelerden mahrum çıkılan yolda özgürlüklerde sözde kalmak zorundaydı. Cumhuriyet dönemi uzun yıllar bunun mücadelesini vermiş, diğer İslam ülkelerinden farklı olarak, hiçbir doğal kaynağa sahip olmadan, bugün yetersiz olduğunu düşündüğümüz, fakat iyi kötü bir üretimin sağlandığı ve sadece bu üretim gücüyle zenginleşip gelişebilmiş, bunu halka indirgemeyi başarmış, onca itiş kakışa rağmen özgürlükler yolunda ilerleyen bir ülke olabilmiştir. Ülkemizin bu durumu o dönemin idealist dar kadrolarına borçlu olduğu apaçık ortadadır.

Şimdi gelelim 1924 anayasasına... daha ilk bakışta cumhuriyeti kurma ve yaşatma amacını güden ve devletin yapısının millete dayalı sistem olduğunu belirten, buna uygun şartların oluşmasını sağlamaya yönelik bir anayasa olduğunu söyleyebiliriz. Bu anayasa ile ilk defa millet padişahın tebası olmaktan çıkmış bir yurdun yurttaşı, vatandaşı olmuştur.

1924 Anayasası: 

“Ulus-Devlet anlayışının ürünü olan 20 Nisan 1924 tarihli Anayasa, Esas Hükümler, Yasama Görevi, Yürütme Görevi, Yargı Erki, Kamu Hakları ve Çeşitli Hükümler olmak üzere altı bölümden oluşmaktadır.


DEVAM EDECEK

  
Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 21.03.2012 

OSMANLIDAN CUMHURİYETE ANAYASALAR 1

Cuma günkü yazımda yeni bir anayasa hazırlanma aşamasında engelliler olarak katkıda bulunmak istediğimizi vurgulamış, anayasa yapmanın temel esasları üzerinde durmuş, cumhuriyet tarihi boyunca 3 kez, Osmanlı geçmişimizle birlikte 5 kez anayasa yaptığımızı ve anayasaların incelenirse özgürlüğe gidişin kilometre taşları olduğunun görüleceğini belirtmiştim.

Anayasalar toplumun ihtiyaçlarına göre yönetenlere karşı daha özgürlükçü bir gelişme göstermişlerdir.

Sermaye ve emek konusunda insan hareketlerinde kısıtlama ne kadar az ise özgürlükler o kadar geniş ve yaygındır. Bunun tersi daha çok yönetim erkini elinde bulunduranların işine yarar. Devleti temsil ettiğini iddia edenler devlet adına yasakçı veya daha az yasakçı olduğu ölçüde kendilerine iktidar olma ömrü biçerler. Devletlerin sık sık anayasa değiştirmesi bunun da işaretidir. Dünyada anayasası olmayan tek devlet İngiltere uzun ömrünü herhalde buna borçludur. Dünya siyasetine yön vermeye ve rejim ihraç etmeye başladığından beri ihtiyacı olan kanunları uygulamaya geçirirken bir yandan anayasa buyruğuna bağımlı olmama avantajına, diğer yandan devlet televizyonları aracılığıyla bile her türlü özel ve kamu kuruluşlarına, her türlü özel ve tüzel kişilere en sert eleştiriyi yapma hakkına sahipler.

Bizde Osmanlıdan başlayarak anayasal düzene geçişi, yazılarımı okuyanlar bilirler hep değinmişimdir, iç dinamiklerimiz zorlamış değildir. Cumhuriyetimizin kuruşlunda yapılan anayasa hariç diğerleri ortadoğuya biçim vermeye çalışan büyük devletlerin yön göstericiliğiyle yapılmıştır.

İlk anayasamız olan “1876 Kanun-i esasisi” toplumsal ihtiyaçtan değil, güçsüz düşen bir imparatorluğun içişlerine karışan o günkü büyük devletlerin zorlamasının eseridir. Padişah fermanıyla mutlakiyetten, yani padişah buyruğundan kanun devletine böylelikle geçilmiştir.

Tarihi kaynaklar bunu şöyle belirtiyor:

“O dönemde padişah II.Abdülhamid han sadrazamlığa getirdiği Mithat Paşa’nın hazırladığı ‘Kanun-ı Cedid’ adlı anayasa taslağı yerine,Fransız Anayasasını çevirtip nazırlarına inceleterek ikinci bir taslak hazırlattı.Anayasayı hazırlamakla görevli 28 kişilik Cemiyet-i Mahsusa’nın düzenlediği son taslak Heyet-i Vükela’da(Bakanlar Kurulu)kesin biçimini aldıktan sonra padişahın bir hatt-ı hümayunuyla kabul ve ilan edildi.”

Çıkarılan anayasa, Osmanlı Devletinin padişahçı ve dinsel özelliğine dokunmamıştır. Yalnız anayasayla iki kanatlı bir meclis kurulmuş (Meclis-i Umumi); padişahın seçtip atadığı Heyet-i Ayan üyeleri ve halkın seçtiği Heyet-i Mebusan üyeleri meclisin iki kanadında yer almışlardı. Bu Anayasa ile yeterli olmasa bile ilk kez halkın temsilcilerininde olduğu bir parlamento kurulmuştur. İlk anayasada padişahın yetkilerinin fazlalığı Heyet-i Mebusanın yasama sürecine katılma ve hükümetleri denetlemesine izin vermiyordu.

Bu izni II. Meşrutiyet verecekti. O sürecide tarihi kaynaklardan aktaralım.

“II. Meşrutiyet’in ilanından sonra toplanan Meclis-i Umumi 8 Ağustos 1909 tarihli yasayla Kanun-i Esasi’de çok önemli değişiklikler yapmıştır. Bu nedenle Kanun-i Esasi’nin yeni biçimi bazı yazarlarca “1909 Anayasası” olarak da adlandırılmaktadır. 1909 değişiklikleri, 1876 Anayasası’nın ilk biçiminden farklı olarak, padişahın tek taraflı iradesiyle değil, parlamentonun girişimi ve katılımıyla gerçekleştirilmiştir. Artık Bu düzenlemelerle Osmanlı İmparatorluğu’nda gerçek anlamda anayasal monarşinin benimsendiği söylenebilir.”

Yetkiler konusuda şöyle açıklanmış:

“Söz konusu değişikliklerle padişahın yetkileri önemli ölçüde sınırlanmıştır. Sadrazamı ve onun seçtiği Heyet-i Vükela üyelerinin Padişah tarafından atanmasına rağmen, Heyet-i Vükela bireysel ve toplu olarak Meclis-i Mebusan’a karşı sorumlu tutulmuş; bir konuyu görüşmek için Padişah’tan izin alma zorunluluğu kaldırılmıştır. Parlamento’nun Padişah’ın daveti olmaksızın kendiliğinden toplanması ve Padişah’ın iznine gerek olmadan yasa önerebilmesi mümkün hale getirilmiştir. Padişah’ın ‘mutlak veto’ yetkisi ‘geciktirici veto’ya dönüştürülmüştür.”


DEVAM EDECEK


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 19.03.2012

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 114

Merhaba sevgili okurlar. Uzun süren soğuk kıştan sonra bu günün baharın müjdecisi olmasını dileyerek bu gün şiirlerini sunacağım kadın şairimiz Lale Müldür hanımı önce güzelce tanıyalım. 1956 Aydın doğumlu şairimiz Aydın’ı hiç hatırlamıyor. Robert Koleji mezunu olan Lale hanım şiir bursu ile İtalya’nın Floransa kentine gider. Türkiye’ye döndüğünde ODTÜ Elektronik ve Ekonomi Bölümleri’ne birer yıl okur. 1977 yılında İngiltere’ye gider ve Manchester Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nü bitirir. Sonra Eddx Üniversitesi Edebiyat Sosyolojisi Bölümü’nden master derecesini alır. 1983’te Belçika’lı bir ressamla evlenir. 1986’da İstanbul’a döner. Halen edebiyat ve müzik dünyasında çalışmaları devam ediyor. 
İlk şiirleri 1980'de Yazı ve Yeni İnsan dergilerinde çıkar. Gösteri, Defter, Şiir Atı, Oluşum, Mor Köpük, Yönelişler, Sombahar dergilerinde çok sayıda şiiri ve yazısı yayımlanır. Şiirlerinden bazıları bestelenir, filmlerde kullanılır.

Şairimizin bir çok şiiri çeşitli sanatçılar tarafından bestelendiği gibi aşağıda okuyacağınız “Destina” adlı şiiri Yeni Türkü müzik grubu tarafından bestelenmişti.

SU

Firuze rengi suların önünde diz çökmüş
bir okçu, elinde altın yayıyla.
Karalarla kaplanlarla oynuyordu,
kemanıyla oynadığı gibi.
Firuze rengi sularda yüzen
sarı güller... lerin yansıttığı
yanılsamalar... içindeyim...
O uzun siyah eldivenimle
yürüyorum sularda.
sularla evlilik akuatik yeşillerle
gri gözlerle bir anima-kadın
soluk alıp verişi
karanlık yaprakların ardında
Bir yıldız gümüş notalar fısıldıyor
onun da kulağına... dolendo...
Seslerin ve notaların gümüş
ağırlığıyla dalıyor sulara, dalıyoruz.
bir denizaltı konuşması gibi
artık kimsenin dinlemediği iki insan arasında
boğulmamak için denizin dibinde konuşmaya çalışan
İki insan gibi neredeyse
dolendo
O uzun beyaz eldivenimle
tekrar çıktığımda sulara Miras’ım,
alnıma saplanacak altın bir ok olabilir.
Erden kızların önünde eğilmiş
oturuyor olabilirim alnımda altın bir okla.
Aramızda belirli uzaklıklarla eğilmiş
şarkı söylüyor olabiliriz gri sulara.
Aramızda kristal uzaklıklarla
göğe çekilmiş olabiliriz, ağlayan ünikornlar gibi.
Orion çekimi belki de yalnızca...

Lale MÜLDÜR

***

BUĞU BANYOSU

Kırgızistan’da batık bir vadide
Men seni bela sandım.

Kalbimden uzakta çok uzakta bir kurt öldü.
Şarap kızılı bir lale sızıpdur şimdi orada farkında mısın?

Geceyarısı batkıları ve al kanlar içinde ekşimden
öle budum. Yıllar ve yıllar var ki Bizansiyya’nın
tungasında erguvani balıkçıl gibi yaşadım.
Çünk heeç, heç görmedim dosttan vefa. Gözyaşım duştu.

Gözelsiz, vefasız, hakikisiz
Meleksiz, çeçeksiz, heykelsiz
Ben bu yerde yaşamadım.

Sonunda bir gün könlüme bir buğu banyosu yaptım.
Bulanık bir yağmur yağdı. Batkın eşklerden kendimi
kurtarıp başka bir tür Aşk’lara aldım.

Ben bu Aşk’a düşeli kimse yüzüm bakmaz.
Sevmiş bulundum güzelim gayri ne çare.

Ela gözlerim teninizin en derenlerine getti.
Batıl bir evlenme yaşadım. Sevsem de öldürüyorlardı
Sevmesem de. Düşerler onlar da yıkılıp düşer bir gün.
Heeç ağlamadım. Mavi kuzgun buğday başaklarını sıyırdı.
Gözyaşım duştu. Ben bu yerde heç yaşamadım.

Lale MÜLDÜR

***

Y-FAKTÖRÜ

o bana suda bir şey aramakta
yardım etti. yaşamımdaki
saklanmış şey bulundu.
bir inci kolye dizdim
kadın olmanın anlamını düşündüm.
onun için elinde çam dalı
tutan bir gelin olmak isterdim.
yok aşk değil, uyuşmak, anlaşmak
bütün o boktan şeyler değil.
yok yok aşk değil, aşk hiç değil.

Onun bir sözcüğüyle yaşamımda
Yer alan her şeyi çöpe atmak isterdim.
Gelgelim aşk değil bu, aşk hiç değil.
Bir şey arayan bir kadının aradığı şeyle
Karşılaştığında kendine iskambillerden
Kurduğu bir hayatın yıkılması gibi. Bir şey bu. Doppler etkisi...

Lale MÜLDÜR

***

ONA YAKLAŞARAK YOK OLDUM.

yaşamımdaki Y-faktörü yok oldu.
yok aşk değil bu, aşk hiç değil
beta ışınına dönüşmek belki
ama aşk değil
hep böyle kaybederek mi
galip oluyor o?
hep böyle umarsızca
kendini silerek?
hiçbir şey beklemediği için mi
benden, ben her şeyimi vermek
istiyorum ona?
yoksa benden daha çok
üzülmesi mi eski yaralarıma?
ama kaldı mı böyle kişiler şimdi,
ben mi yapıyorum kafamda yanılmasa?
tende kalan bir parıltı belki
aradığım şeyi bulduğumda
karşıma çıkan eter
hep o aradığım gizemli pürlük –

Lale MÜLDÜR

***

TADZİO –

nasıl tanımam onu karşıma
çıkarıldığında
nasıl asetonlamam beynimi
nasıl çam yeşili bir eter ve etera
gözlerini hep ayak uçlarına
dikip durduğunda

belki Tadzio da değil o
belki başka bir şey
gizli tutulması gereken bir şey
ama nasıl nasıl tanımam onu
karşıma çıkarıldığında.
enerjiye bağlanınca
raslantılar derin bir anlam
kazanıyor: esrarengiz peru
yazmalarının 9 sezgisinden
ikincisi söylüyor bunu.
gözlerimi kapadığımda
nasıl bir sitar ve eter ve etera
yok yok aşk değil bu, aşk hiç değil

saf olana duyulan çılgın bir tutku bu
kuğu sürülerine duyduğum özlem
yüreğime eldiven gibi
geçen birşey
eskiden önemsediğim ne varsa
şiirim, dostlarım hatta gururum
hepsi iskambil kağıtları gibi
yıkılıyor
ve belki de ben ilk kez aşık oluyorum.

Lale MÜLDÜR

***

BEYAZ

İz!
Beyaz bir ülkeden çıkıp gelen ikiz!
Lacivert çarşaflara buzdan siluetini çizen sonsuzluk
ve giz, Yaklaş!
Beden nerede parçalandıysa kartallar oradadır. Uykunun
beyaz kum tanecikleri gibi dağıldığı bir gün şeffaf
kanatlar seni yerden kaldıracaklar.
Tuz! Buzu çözen formül, kanallardan akan kar ve pus
Beden nerede parçalandıysa kanatlar oradadır.
Dev kanatların yalayıp geçtiği tuz çölleri,
kızgın havanın ve tuzun örttüğü, örterek çizdiği figürler,
prizmatik kuşlar, bale, beyaz değme noktaları....
Kim yaşamını kurtarmaya çalıştıysa kaybedecek. Kim
kaybettiyse bulacak onu yeniden. Fezanın
lacivert bir serap gibi insanları sardığı bir gün
dağınık hafif bir uykudan kalkar gibi
teyelleyeceksin kendini.
Yırtık neredeyse beyaz uyum noktaları oradadır sevgilim.
Uz! Yırtık bir göğün altında yaşıyor muyuz?
İşyerlerini saran beyaz yası
Unla kaplanan hasta yataklarını
Çocukluğun kırık kollu eğitimini düşündüğümde
Bana değdiğinde
O bilinmez elektrikte
Seni düştüğün yerden birisi kaldırdığında
Mutsuz bilincin beyaz kelebekleri savrulduğunda
savrulduğunda
Şok
Elektroşok
Kim rezerve ranzada yattıysa bilir.
Parçalar neredeyse kanatlar oradadır.
Seninle geçirdiğim bütün beyaz anların toplamı bu sevgilim
kendimi bütünlemeyi beklerken diktiğim.

İz!
İkiz bir ülkeden çıkıp gelen ikiz!
Lacivert çarşaflara buzdan siluetini çizen makas
ve sis, Yaklaşma!

Tuz! Tuz ve buz! Kendinden ayrılarak akan kar ve pus!
o beyaz ülkeden çıkıp giden ikizindi
ardından gelen yağmuru dinle şimdi

İkizinle geçirdiğim bütün beyaz anların toplamı bu sevgilim
kendini bütünlemeyi beklerken diktiğim.

Lale MÜLDÜR

***

DESTİNA

dün gece sen uyurken
ismini fısıldadım
ve hayvanların korkunç
öykülerini anlattım
dün gece sen uyurken
çiçeklere su verdim
ve insanların korkunç
öykülerini anlattım onlara
dün gece sen uyurken
yüreğim bir yıldız gibi
bağlandı sana
işte bu yüzden
sırf bu yüzden
yeni bir isim verdim sana
DESTİNA

sen öyle umarsız
uyusan da bir kösede
iste bu yüzden
sırf bu yüzden işte
yasamdan çok ölüme
yakin olduğun için
seni bu denli yıktıkları
için Destina
yaşamımın gizini
vereceğim sana

Lale MÜLDÜR

***

CAM SESLERİNDEN BİR ANI

kısacık bir andı, bana cam sesleri gibi
bir anı kaldı
kısacık bir andı, o çok duyarlı dengeler
yansıdı

ipe dizilen inci
dünya ile kişi

ilk yazdı, sonradan saydam birşeyler
yağdı
uyum karıştı ince havaya

kısacık bir andı, belki farkında bile
değildin sen
ben sonsuz kişiydim, o kapıdan
çıkarken

anıların cam kırıkları gibi
toplandığı o an
başka anıların anıları
geçiyor aklımdan...

Lale MÜLDÜR

***

DELTA GÜNLERİ

Duino harebelerinde bir gölge, ay
ve nesnesi olmayan bir melankoli...
Yitik şeyleri içselleştirmek... İçimizde
hareket eden akıl, Mobius dönüşleri, dönüşümleri...
Yeni bir melankolinin gizli imleri... delta günleri...

Uzak bir günde, delta günlerinin birinde
bir heksagram kurmak ve kapatmak - evreni, arzuyu
bilinmeyeni (ilk çizgi, kırık, öznesini iplerle, halatlarla
bağlanmış olarak gösteriyor... üç yıl boyunca
kendisini çözemeyecek ve kötülük olacak)

Ateş, barika, tehlike...
Gece umarsız bir Y işaretiydi ve düşüyordu sana doğru.
İsminin anagramlarında kendisiyle
karşılaştın ve evlendin
Bir uzaklık, ilk günlerdeki gibi, gizil rezonanslar...
Piyano seslerinin ve masaların üzerindeki cam
kırıkların arasından ona yaklaştın.
O yüzünü dönmedi.
İçinde bir şey, fümerol gibi bir şey, onu sevdi.
Hava yapıştı yüzüne. Sonunda anladı gerçek ismini
ve sana ne olmadığını söyledi.

Ağaçların arasında yitiyor gölgen, uzaklıklar, Pompei...

Biri yaralıyor diğerini
boğuyor
yutuyor

Ayşama dönemleri bitti artık...
Ağır yıldız kümeleri yer değiştiriyor aklımda...

Lale MÜLDÜR

***

ESKİ BİR AŞK ÖYKÜSÜ

boynumda yağmurdan bir kolye...
ıslak taşlara oturuyorum bugünlerde...
bir siyam kedisi ve ben... pek çok şeyi geriye doğru unutuyoruz...
eski rus bir sevgilim vardı...
başka birisini göze alamam bugünlerde...
öykü safir aynalı bir salonda geçiyordu...
herşey önce çok güzel başlıyordu...
sen, gözünde siyah bir bant, beni dansa kaldırıyordun...
ben seni portekizli bir korsan sanıyordum...
sonra ortaya çıkıyordu eski bir rus soylusu olduğun...
yelkenbezi fularını çıkarıp... bir reverans yapıyordun...
odadan yavaş yavaş herkes, soylu soysuz herkes çıkıyordu...
ikimiz bir de kediler kalıyordu... hava alamıyorduk...
kapıları mühürlüyorlardı... eskil bir aşk öyküsünün içinde
kalıyorduk... biz seni portekizli bir korsan sanıyorduk...
bir siyam kedisi ve ben...

Lale MÜLDÜR

***

KADİFE ŞAİRLER

ölüyor kadife şairler...
pazarların tozunda ve kulenin sisinde gömülü

gün geceye akıyor...gece güne...
ölüm yaşama akıyor yaşam bilince...

bilinç de akar/daha karar vermediler
gitse odalarından/gitse odalarından birileri...

Yalnızlık ve melankoli...

heryerdeydiler...
dönecek yerleri yok şimdi...

Lale MÜLDÜR

***

SENİ BIRAKIYORUM

seni bırakıyorum semender ellerimle
seni bırakıyorum
seni bırakıyorum
duvarlarda kurutulan anemon ellerimle

içimdeki sulara
içimdeki sazlıklara
içimdeki bataklıklara

seni bırakıyorum

seni bırakıyorum kendine kapanmış
kollarımın anarşik güzelliğiyle

içimdeki yosun yeşili sulara
içimdeki tehlikeli kıyılara
içimdeki siyah ışığa

seni bırakıyorum

seni yatıracağım ellerimde
bir ıhlamur yaprağı gibi
seni yatıracağım göğüslerimde
menekşeler gibi
seni yatıracağım gözlerimde
bir yağmur suyu gibi... 

Lale MÜLDÜR

***

Bu haftada bana ayrılan yeri sanırım zorlayacağım. İyisi mi fazla aşmadan yazımızı burada noktalayalım. Yoksa ipin ucu kaçacak sevgili okurlar. Hepinize iyi pazarlar.


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 18.03.2012


ÖZGÜRLÜKLERİN KABUL EDİLMİŞ HALİ: ANAYASA

Uzun zamandır yeni anayasa konusunda engelli (içinde bulunduğum yürüme engelli gurubunun görüşlerinin ağır basacağını tahmin ve takdir edersiniz) konularını içeren taslak hazırlamayı istemiş, bunu arkadaşlarıma, üyesi ve yöneticisi olduğum TSD Adapazarı şubesindeki arkadaşlarıma da iletmiştim. Onlarda bu konuda hukukçu tanıdıklarımızdan yardım isteyelim ve dernek federasyonlarına bu konuyu iletelim dediler. Hukukçu tanıdıklarımız bu konuya eğileceklerini, dernek federasyonları bu konuya herkesi duyarlı olmaya çağıracaklarını ve TBMM’ye bir taslak gönderilmesi konusunda öncülük yapacaklarını belirttiler.

Katılma süresi gittikçe azalıyor. Günler azaldıkça benim telaşım arttı. Beklediğimiz ilgi ve yardımı şimdiye kadar göremedik. Belkide son anda yardım gelir, umutsuz olmamak gerek. Umutlu olmak gerek belki fakat boş boş beklememekte gerek. Ne yaptım? Önce kendime şu soruları sordum:

Anayasa Nedir?
Anayasaların İçinde Neler Yer Alır?

Sonrada şu başlıkları belirledim:

Anayasaların Temel Esasları
Cumhuriyet Tarihi Boyunca Anayasalar.

Sonra cevapları teker teker aradım.

Anayasa Nedir?

Devletin esas kuruluşunu, devletin kişilerle ve kişilerin birbirleriyle olan münasebetlerindeki temel hak ve hürriyetlerini belirten, tanınan bu hak ve hürriyetlerinin kısıtlanmasını engelleyecek yasama ve yargı sistemini kuran temel kanun.

Anayasaların İçinde Neler Yer Alır?

Anayasaların çoğunda bir başlangıç bölümü bulunur. Başlangıç, anayasanın felsefesini, yapıldığı dönemin siyasal ve toplumsal koşullarını, yapılış nedenlerini, dayandığı temel ilke ve değerleri ortaya koyan metindir. Başlangıç bölümü edebi bir dille kaleme alınır. Bu nedenle de genellikle hukuki açıdan kendi başına bir değer taşımaz. Başlangıç bölümüne yer veren yaşayan en eski anayasa 1787 tarihli ABD Anayasasıdır. Çağdaş anayasalarda başlangıç bölümünün ardından genel esaslar bölümü gelir. Genel esaslar bölümünde devletin temel nitelikleri açıklanır. Devlet modeli (üniter, federal ya da bölgeli), din-devlet ilişkileri ve bireylerin devlet karşısındaki konumuna ilişkin ilkeler bu bölümde yer alır. 

Anayasaların Temel Esasları

Değiştirilemez Temel Hükümler
Devletin Görevleri
Egemenliğin Kullanılması
Kanun Önünde Eşitlik
Kuruluş, Seçme ve Seçilme
Yasama Dokunulmazlığı
Kişi Hak ve Hürriyetleri
a) Yaşama hakkı
b) sağlık hakkı
c) eğitim hakkı
d) güvenlik hakkı
e) seyahat hakkı
f) çalışma hakkı
g) din ve vicdan hürriyeti hakkı
h) her türlü fikir ve düşüncesini açıklama hakkı
 
Bunların hepsi anayasa konusunda engelli haklarını içerir bir katkıda bulunmamıza yardımcı olacağı kanısını bende iyice arttırdı. Bunun üstüne 1961 ve 1982 anayasalarını internetten indirdim. Şimdi bu soru ve başlıkların ışığında anayasalarımızı inceliyorum. Yakında TBMM başkanı sayın Cemil Çiçek beye bir taslak metin halinde biz engellilerin görüş ve dileklerini posta yoluyla ileteceğim.

Cumhuriyet tarihi boyunca 3 anayasa yaptık. Mayıs ayından sonrada 4.’sünü yapma çalışmaları başlayacak. Osmanlı geçmişimizi de katarsak şimdiye kadar 5 anayasa yapmışız.

1876 Kanun-i Esasisi 
1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu 
1924 Anayasası 
1961 Anayasası
1982 Anayasası

Her anayasanın bulunduğu dönemi yansıtan bir ruhu var. Bugün bunları anlatacak değilim. Sadece nerden nereye geldiğimizi göstermek açısından değinmek istedim. Ülkemiz ve dünyadaki ülke anayasaları izlenerek özgürlük mücadelesi hakkında bir fikir sahibi olunabiliyor. Bu açıdan da bakıldığında anayasalar önemli bir toplumsal göstergedir.   


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 16.03.2012

FORMAT ATMADANDA SORUN ÇÖZÜLÜR

Merhaba sevgili okurlar. Geçtiğimiz cumartesi sabahı gazeteye “Pazar Yazısı”nı yollamak için bilgisayarımı açtım. Gel gelelim internete giremedim. Firefox’tan başka hiçbir yazılım, tarayıcı ve program çalışmıyordu. Çaresiz gazeteye telefon ettim, karşıma çıkan Neriman hanıma Salı gününe, yani düne kadar yazı yollayamayacağımı bildirdim. Allahtan bazı yazılarımın konularını ve kaynaklarını oluşturmuş ve kaydetmiştim. İş bilgisayarıma zorunlu olarak format atmaya gelip dayanmıştı çünkü. Öte yandan format atmak kolay teslim olmak demekti. Bu düşünce aklıma üşüşünce durdum. Firefox çalıştığına göre bende internet erişimi vardı. İş bilgisayarımın tam kapasiteyle hangi hatadan dolayı internete giremediğini bulmaktaydı.

Bende bu konularda el yordamıyla iş gören kör gibiyim (bu sözle bir engelli gurubuna başka guruptan bir engelli olarak, sözün kısası sonuçta bir engelli sıfatıyla saygısızlık yapmak niyetinde değilim. O sözün ardı böyle geliyor). Biliyorum çok kişi bu durumda. Herkes bilgisayar ve internet konusunda tam donanımlı bilgiye sahip değil. Çok ayrıntı olduğu için temel özellikler dışında akılda pek bir şey kalmıyor. Birde geç yaşta bilgisayarla tanışınca bildikleriniz sınırlı kalıyor.

Olsun! Ben hatayı bulmaya niyetliyim, yetmez mi?

Konuşma ortam sağlayıcı ve aynı zamanda gazeteye yazı yolladığım mesenger adresimi bilmem kaç kez açtım. Bilmem kaç kez “onar” tuşuna bastım. Her seferinde 80048820 numaralı hata kodunu verdi durdu. “Onar” tuşuna basmadan öncede gelen durum gösterir listede proxi hatası ve anahtar bağlantı noktası sorunu yazıyordu. Firefox’tan bu kodu girdim. Aynı şekilde rapor gelince çözümü buldum (!). Proxi ayarımı değiştirmem gerekiyordu. Ama nasıl?

Dedim ya, el yordamıyla iş gören kör gibiyim; bir şeyleri hallederken garip bir korku duyuyorum. Google’a sorduğum soruya bir sitede cevap buldum. O cevaba göre yaptığım uygulamadan sonuç alamadım. Formatı atmadan koca bir gün ve geceyi çöpe attım. Bu sorunu formatsız halletme inadım nerdeyse bitmekteydi, bir kere daha mesenger adresimi açmaya karar verdim. DNS ayarlarımı otomatiğe çevirdim. Açılmayınca onara bastım, bir pencere açıldı. Orda proxi otomatik seçim işaretini kaldırmayı deneyeyim dedim. O işareti kaldırır kaldırmaz bağlı olduğum haber alarm programları bütün haşmetleriyle açıldılar. Bu internet bağlantım açıldı demekti.

Açılır açılmaz Beşiktaş’ımın Ordu’da Ordusporla  güç belâ berabere kaldığını öğrendim. Anlaşılan “playof”ta kalsak bile şampiyon olma şansımız kalmadı. Oyuncu antrenör kavgasıda dillerde. Dert bu olsun dedim ve bu olayın üstünden bir silindirle geçtim gittim. Gelgelelim kavgacı olduğumuzu bir kere daha onaylayan bir haberle canım gene sıkıldı. Millet vekilleri eğitimde tartışılan 4+4+4=12 yıllık yeni eğitim yasası nedeniyle birbirlerine tekme tokat girişmişler. Peş peşe bu iki haberin ardından eskilerin internet, televizyon, hatta radyo bile yokken ne kadar mutlu yaşadıklarını düşündüm. O dünya bugünün çocuklarına masal gibi gelir. Benim uğraştığım konu ve dünyanın bilgiye verdiği değerle gelinen noktaya rağmen bizde hâlâ işler el yordamıyla görülüyor. Tıpkı benim el yordamıyla iş görmem gibi.. akla baş vurup bir orta yol bulma yerine rakibini yok etmeye yönelik anlayışla bundan başka ne beklenebilir ki.. iktidar ve muhalefet birbirinden farklı değil. Kimse bu ayıbı üstünden atmaya kalkarak diğerini karalamasın. Artık kimse kanmıyor.

Neden bu bir birine ille format atma telaşı, anlamış değilim. Format atmadan da sorun çözülür.

Sevgili okurlar, bu yazı kim sorarsa sizlerden ayrı kalmamın nedenini açıklama ve merhaba yazısı olacaktı. Bu format merakımız beni öldürecek.



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 14.03.2012 
     

EROVİSİON; KÜÇÜK ADIMLARLA BÜYÜK OYUNLAR

Eurovision Şarkı Yarışması’nı delikanlılığa geçtiğim yıllardan beri bilirim. Geçmiş gün yılını hatırlamıyorum, daha o zamanlarda televizyonla tanışmamıştım; İstanbul’daki akrabalarımızdan gelen kardeşim Coşkun bu yarışmayı televizyondan izlemiş bana anlatmıştı. O yılların Türkiye’sini düşünecek olursanız Avrupa’nın televizyon görüntüleri üstelik siyah beyaz bile fakirliğimizi yüzümüze tokat gibi çarpıyordu. Düşünün bu toplum 1970’lerde televizyonla yeni yeni tanışıyordu. Eurovision şarkı yarışması işte o yılların en gözde şarkı yarışmasıydı.

Eurovision şarkı yarışması 1956 yılında İtalyanların ünlü Sanremo şarkı yarışması sırasında doğdu. Televizyon yayınlarının Avrupa’da yaygınlaşmaya başladığı yıllarda “ülke televizyonları arasında ortak canlı yayın yapabilme kabiliyetini gerçekleştirme ve kaliteyi arttırma” amacını taşıyan bu yarışma 1990’lara gelindiğinde uzay endüstrisinin katkılarıyla uydu yayınlarının başlaması ortak yayını kolaylaştırması sonucu bir süre tökezledi. Bunun üstüne yarışma gelişmiş endüstri ülkeleri yerine Avrupa ailesine yeni katılan ülkelerde dahil olmak üzere her ülkenin birinciliği kazanabilme ve yarışmanın bir sonraki yılında ev sahipliği yapma imkanı oluşturularak cazibesi arttırılmaya çalışıldı.  

Biz bu yarışmaya ilkez 1975 yılında katıldık. Ülkemizi temsil edecek parçanın seçimi için pop müzik tarihimizin en önemli müzik yarışması yapıldı. Bugün bile adı unutulmayan şarkıcılar o yarışmayla doğdu.

O yarışmanın unutulmazları arasında yer alan şarkıcı ve şarkıları şunlar:

Ali Rıza Binboğa: Yarınlar,
Uğur Akdora…...: Anılar (Hayırdır İnşallah nakaratıyla tanınmıştı),
Cici Kızlar...........: Delisin
Semiha Yankı......: Seninle Bir Dakika

Cici Kızlarla aynı puanı kazanan Semiha Yankı çekilen kura sonucu ülkemizdeki seçmeleri kazanmıştı. Yapılan halk oylamasında 1. olan Ali Rıza Binboğa ve şarkısı “Yarınlar” yarışmada jüri tarafından dördüncülüğe uygun bulunmuştu. İsveç’in başkenti Stokholm’de yapılan yarışmada ülkemizi temsil eden Semiha Yankı gençliğinin, tecrübesizliğinin kurbanı olarak Erovision’daki ilk maceramızı sonunculukla bitirmişti. Orkestra düzenlemesinin çok ağır oluşu, kıyafet seçimindeki büyük özensizlik güzelim şarkıyı yemiş bitirmişti. Bu gün bir klasik olan bu şarkıyı sevmeyen yoktur sanıyorum.

Erovision şarkı yarışmalarında birinci olup yıldız olan bir çok gurup ve şarkıcı var. fakat içlerinde en ünlü olanı benimde çok sevdiğim İsveçli grup ABBA’dır. Bir çok şarkısıyla uzun yıllar Avrupa listelerini kasıp kavurmuştu.

Daha sonraki yıllarda yarışma önemini yitirmişti. Dostlar alış verişte görsün türünden bir görünüme bürünen yarışma yukarda sözünü ettiğim biçime sokularak yeniden ilgi görmesi istenmişti. Fakat gelişmiş ülkeler kendi halkı için önemsiz durumuna düşen yarışmada dereceye girmek için ülkelerinde yaşayan yabancıları çekmeye çalıştıklarını görüyoruz. Hadise ülkemizde tanınmadan önce Belçika’da bu yolla tanındı. Oyun artık yeni kurallara göre oynanıyor. Herkesin temsil ettiği kitle kadar değeri var. Bu kitleyi kimse göz ardı edemiyor. 

Bu yıl Hollanda da babası Türk, asıl adı “Ayten Kalan” olan ve yarışmaya katılana kadar “Joan Franka” adını kullanan Hollandalı bir anneden doğan bir genç kızı sadece bu amacı gözeterek seçti. Tek kelime Türkçe bilmediği söylenen kızımızla gurbetçilerin oylarına talip oldu.

Bu kadarla kalsa gene iyi. Aramızda en yoğun sınır kapısı bulunan Bulgaristan bile şarkısının içine birkaç Türkçe sözcük katmış. Hem kendi ülkesindeki Türkleri, hem bölgesindeki Türkleri etkilemek onunda amacı olmuş.

Şimdi bütün bunları neden belirttim tahmin edersiniz herhalde. Bu durumda biz neden bir Yahudi’yle ve İngilizce sözlerle yarışmaya katılıyoruz? “One minute”u unutturmak için mi? İşin şakası bir yana dünyada her şey bir hesap üzerine yapılıyor. Burada modernleşmenin sonucu olarak ırkçılık olmasa bile milliyetçilik çok geçişkenli bir tanım oldu denebilir mi? Ben tersini düşünüyorum, artık küçük adımlarla büyük oyunlar sahnelenmeye başladı. Çağ o çağdır.  

  
Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 09.03.2012

BAŞARILI İŞE RAĞMEN BAŞARISIZ SONUÇ OLMAZ

Biliyorsunuz, 21 ocakta Akdeniz Üniversitesinde dünyada ilk kez bir hastaya çift kol ve tek bacak, bir başka hastayada yüz nakli yapılmıştı. Hemen ardından 24 şubattada Hacettepe
Üniversitesi gene bir hastaya yüz, bir başka hastayada bu sefer çift kol ve çift bacak nakliyle
dünyada bir ilki gerçekleştirmişti. “Dünyada ilk” biçiminde tanımlanan sihirli kelime bu
nakilleri cazip kılıyordu.

Her işte nihai sonuç beklenmeden, yapılmak istenen işlemin yapılmış olması başarı olarak
kabul edilir. Tıpta bunu anlatan çok güzel bir söz var “ameliyat başarılı geçti fakat hastayı
kaybettik”. Başarı için yapılan her şey istenen sonuç alınmamış olsa bile işin ustasına son derece cazip gelir... Bunun üstüne “dünyada ilk” olmayı eklerseniz o kişinin gerçeklerden uzaklaşmasının olağan olduğunu görürsünüz. Olması gereken bu değildir. Her ülkede ve bizde de olması gerekenleri oldurmak için denetim organları ve kurullar en sonunda da
mahkemeler var. Bütün bunlar kılı kırk yararak, yapılan işlerin en hafif deyimiyle
sulandırılmasını, hatta hatta cinayete varmasını önlemek amacını taşır.

Bu kurulları harekete geçirecek bir çok sebebin olduğunu belirtmek amacıyla yüz ve organ nakli konulu yazımda şu satırları yazmıştım.

“Akdeniz Üniversitesinin başarılı operasyonunun ardından kendilerini çok daha gelişmiş gören Hacetepe Üniversitesi bunu bir yarış haline çevirdi. Sağlık bakanlığının iyi niyetle çıkardığı organ bağışı ve nakli kanunundan yararlanarak, hatta bazı iddialara göre kimi
durumlar gizlenerek bir kişiye 2. yüz naklini, bir başka kişiye iki kol iki bacak naklini
gerçekleştiriyor.”

Bu yazıyı iddialar sözcüğü içinde geçiştirmemek için o yazımıza ek olarak yazıyorum.

Sabah gazetesi Şevket Çavdar’ın ölümüyle sonuçlanan çift kol ve çift bacak nakliyle ilgili korkunç bir durumu gözler önüne serdi. Ordan satırlar aktaralım.

“Ameliyatı yapan Hacettepe Üniversitesi ekibinin bir başka hasta için çift kol nakline onay aldığı ve donörden bacakları almaması gerektiği ortaya çıktı. Ancak Türkiye’nin ilk yüz naklini yapan Prof. Ömer Özkan’ın da bakanlığa başvurduğunu öğrenen Doç. Dr. Serdar Nasır; son anda, bakanlığın izni olmadan bacakları da aldı.

Ulusal Organ Nakli Koordinatörlüğü; İzmir’de, hayatını kaybeden Nazım Akan’ın organ ve dokuları bağışlanınca Akdeniz Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi, Gazi Üniversitesi ve Gülhane Askeri Tıp Fakültesi (GATA) Doku Nakil Merkezleri’nden donöre uygun yüz ve uzuv hasta listelerini istedi. Hacettepe Üniversitesi, yüz ile uzuv nakli bekleyen 4 kişiyi bildirdi. Listede Şevket Çavdar da vardı. Akdeniz Üniversitesi ise dirsek altından çift kol ve diz altından çift bacak nakli bekleyen hastalarının ismini gönderdi. Ulusal Doku Nakli Koordinatörlüğü, yaş, boy, cinsiyete göre Gazi ve GATA’nın listelerindeki hastaların donöre uymadığını bildirdi.

Hacettepe’den çift kol nakli için bekleyen hasta ile Akdeniz’den çift kol ve çift bacak nakli bekleyen hastalar donörle uyumluydu. Akdeniz Üniversitesi daha önce nakil yaptığı için Hacettepe Üniversitesi’ne nakil izni verildi. Bakanlık, her olasılığa karşı Akdeniz Üniversitesi’nin de hazır olmasını istedi. Doç. Dr. Nasır’ın da aralarında bulunduğu nakil ekibi, Sağlık Bakanlığı’na ait ambulans uçakla İzmir’e giderken, Prof. Ömer Özkan’ın çift kol ve çift bacak nakli için izin aldığına dair bir duyum aldı. Bunun üzerine Doç. Dr. Nasır, İzmir’e gittiğinde, bakanlığa bildirmeden donörden çift kolun yanı sıra çift bacağı da aldı. Ömer Özkan hemen bakanlığı arayarak, ‘Çift kol için izin verdiğinizi açıklamıştınız, bacaklar neden alındı?’ diye isyan etti. Bakanlık bu arada Hacettepe’ye ulaşmaya çalıştı ancak operasyon başlamıştı. Doç. Dr. Nasır ve ekibinin, Şevket Çavdar isimli hastaya çift kol ve çift bacak nakli yaptığı medyadan duyuruldu.”

Hokkabazlığı görüyorsunuz değil mi? Şöhret uğruna neler oluyor.. şöhret olma mücadelesini sadece sinema yıldızı adayı genç kızların mücadelesi mi sanıyorsunuz? Öyle olmadığını bu olay çok açık biçimde ortaya koyuyor.

O yazıdan alıntılara devam edelim.

“Bakanlık, Çavdar’ın durumu netleşene kadar açıklama yapmama kararı almıştı. Çavdar’ın ölümünden 2 gün sonra Kompozit Doku Nakli Bilim Kurulu, 6 üye ve 10 ayrı branştan uzmanın katılımıyla toplanıldı. Mevzuat dışı uygulama üyelere bildirildi. Kurul, 3 hafta sonra Hacettepe Üniversitesi Nakil Merkezi hakkında kararını verecek.”

Bu kadarla da kalınmadı. Bir dizi kararla yeni kurallar konuldu. Şimdide bunları gene Sabah Gazetesinden görelim.

“Ulusal Organ ve Doku Nakli Koordinatörlüğü’nün belirlediği standartlara göre donör ile alıcı aynı cinsiyetten olmalı. Donörle alıcı arasında maksimum artı-eksi 20 yaş ve artı-eksi yüzde 10 boy farkı bulunmalı. Donörün organların alındığı yerin en yakınındaki nakil merkezine verilmeli. Ancak bu koşul gerçekleşmiyorsa Ulusal listede durumu en uygun hastaya verilmeli. Ulusal listede hastalar arasında eşitlik sağlanırsa nakil merkezi sıralamasına bakılmalı. O zamana kadar hiç nakil yapmamış ya da nakil sırası tekrar gelmiş merkez seçilmeli.”

Bundan sonra aynı anda aynı merkeze hem uzuvların hem de yüzün verilmemesi yönünde karar alındı. Alınan kararlara uygun mevzuat değişiklikleri yapılması durumunda, bir merkezde yüz nakli yapılırken diğer merkezde uzuv nakli yapılabilecek.

Önceki yazımda bitirirken yazdıklarımı olduğu gibi aktarıyorum.

“Oysa doktorluk başarıyla sınırlı olmamalı. Doktorlar hastanın yerine kendini koyabilmeli. Söz konusu olan bir hayattır. Hayat söz konusuysa insan bir mesleğin malzemesi olmaktan çıkar.”

Bütün bunlar iki kol ve iki bacağın bir hastaya takılamayacağını bilmelerine rağmen “dünyada ilk olma” gözü dönmüşlüğüyle nakli yapıp hastayı kaybedince gelen kurallar. Şimdi sıra kurullarda. Bakalım nereye varacaklar?
  
Başarılı işler başarılı sonuçları doğurur. Ortada başarılı olmayan sonuçlar varsa sözü edilen “başarı” içi boş bir sözcükten öteye gidemez.


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 07.03.2012 

HASTANE YARIŞTI ŞEVKET ÇAVDAR VEFAT ETTİ

İlki 21 ocak 2012’de Akdeniz Üniversitesi Hastanesinde Prof. Dr. Ömer Özkan ve ekibi tarafından Ahmet Kaya’dan alınan yüz Uğur Acar’a, iki kol ve bir bacağı Atilla Kavdır’a; ikincisi 24 şubat 2012’de Ankara Hacettepe Üniversitesi Hastanesi Rektörü Prof. Dr. Murat Tuncer ve 54 kişilik doktor ekibi tarafından ailesinin isteği üzerine adı gizlenen vericiden alınan yüz 25 yaşındaki Cengiz Gül’e, aynı kişiden alınan iki kol ve iki bacak Şevket Çavdar’a nakledildi. Bu iki nakille uzun süredir Balkanların, Kafkasların, yakın doğu ve Afrika’nın, hatta gelişmiş pek çok Avrupa ülkesinin de ilgisini çeken ülkemiz tıbbı için çok sevindirici gelişmelerdi. Zaten tıp turizmi denen bir yolla yurdumuza hatırı sayılır gelir girmekteydi. Bundan sonra çok daha fazla tıp turisti akınına uğrayabiliriz diyordum.

Bunun için hastaneler tüm yurtta iyileştirilmiş en son teknolojiyle donatılmış, hantal yapı bırakılıp gerekli mevzuatlarla yeni yapı desteklenmişti. Bundan onbeş yıl önce büyük kentlerimiz için bile hayal olan bypass ameliyatları nerdeyse apandist ameliyatı gibi her hastanede yapılır olmuştu.

Bunu gözlemleyen, eski beraberliğimizden dolayı etki alanımızda olan diğer ülke yönetici ve vatandaşları bizleri dikkatle izliyorlar. Bu ülkelerden biride Kosova! Bakın Kosova’lı bakan neler demiş.

“Kosovalı Bakan Agani de Türkiye’deki yüz, kol ve bacak nakillerinin Türk sağlık sisteminin başarısı olduğunu belirterek, Türkiye’nin her alanda elde ettiği başarılardan son derece mutlu olduğunu söyledi. ‘Aramızdaki iş birliğini derinleştirerek bu tecrübeleri Kosova’da da göreceğiz'’ diyen Agani, Kosova’daki genç doktor ekibinin Türkiye’nin tecrübelerine ihtiyacı olduğunu söyledi.
Agani, Türk sağlık sektörünün dünyanın en tepe noktasında bulunduğunu ve bundan büyük mutluluk duyduklarını kaydetti.

Okudunuz değil mi? Türkiye böyle geniş bir coğrafyanın ilgiyle izlediği, mutlaka ilişki kurmak istediği tek yerdir ve sadece balkanlarla sınırlı değildir. Böyle bir coğrafyanın umudu olma bilinciyle ülkemiz her hamlesini hesaplı bir biçimde tasarlamak zorundadır. Bunu yapmadınız mı marketçi zihniyetten öteye gidemezsiniz. Her yere market aç, rekabete dayanamazsan her yeri tek tek kapat! Esnafı perişan eden marketçilik yurdumuzda bu durumdadır. Markete takılıp kalmayalım, konumuza devam edelim.

Akdeniz Üniversitesinin başarılı operasyonunun ardından kendilerini çok daha gelişmiş gören Hacetepe Üniversitesi bunu bir yarış haline çevirdi. Sağlık bakanlığının iyi niyetle çıkardığı organ bağışı ve nakli kanunundan yararlanarak, hatta bazı iddialara göre kimi durumlar gizlenerek bir kişiye 2. yüz naklini, bir başka kişiye iki kol iki bacak naklini gerçekleştiriyor.

Konumuz 2. yüz nakli operasyonu değil. Onun sonuçları her iki hastanede altı ay içinde alınacak. Bu gün sözünü ettiğim bir kişiye yapılan iki kol ve iki bacak naklidir. Çünkü bu nakiller sonrasında çok zorlu bir süreç başlar. Bu zorlu süreci hafifletmek için çok basit bir hesap vardır ortada. Bunu yapmadıkları belli oluyor. Bunun için 2. yüz ve organ naklini yarış haline çevirdiler dedim. O basit hesabı, yani kalbin 4 ayrı ve büyük yaraya kan yetiştirmeye çalışarak yorulacağını ve yetmeyeceğini ameliyata katılan 54 doktor bilmiyor muydu? Biliyorlardı elbette.

Akdeniz üniversitesinde hastaya iki kol ve bir bacak nakledilmişti. Ameliyattan birkaç gün sonra bedenin tepkisi nedeniyle bacak geri alınıyor. İki kolla iyileşme süreci devam ediyor. Fakat hacetepe üniversitesinde iki kol ve iki bacak nakledildiği için bedenin bunu kaldırması çok güçleşiyor. Önce tek bacak alınıyor. Yetmiyor, ikinci bacak alınıyor. Hayati riskin arttığı görülünce iki kolda alınıyor. Ne yazık ki büyük umutlarla gelip organ nakli olan hasta bütün müdahalelere rağmen hayatını kaybediyor.

Allah kimseye vermesin, ben engelliliğim yüzünden bir dizi operasyonlar geçirdim. 4 yaşından 12 yaşıma kadar bir çok kez ameliyat oldum. Hayati tehlikeye karşı annemden alınan imzaları görmediğim, görsemde o yaşlarda anlamını bilmediğim için annemin ne çok gözyaşı döktüğünü görür ve bu gözyaşlarının benim sonunda yürüyeceğime olan umut ve inancın gözyaşları sanırdım. Sonunda sırt yerine sağ dize yapılan operasyonla bütün umutlar tükenmiş ben engelli kalmıştım. Sonuç olarak ben hayattaydım, yaşıyordum. Sadece umut kaf dağının ardında kalmıştı. Annem hayatta oluşuma şükrediyordu.

İnanın bir meslek erbabı gibi bakıldığında da doktorlar için hastanın önemi oto tamirci ustasının araca verdiği önemden farklı değildir. İkisi de makineyi işler konuma getirmeye çalışır. İki makineden biri olan insanın zeka ve duygusunun, hasılı ruhunun oluşu işin içine bir duygunun girmesine ne kadar etkili olur? Cerrahpaşa da 32 yaşında olduğum ameliyatlar sırasında genç doktorlarla katıldığım bir gece sohbetinde yaşadıklarım bu fikrimi doğurmuştu. Bende bir aralar ekmek büfesinde ekmek satarken aileden kalma ekmeğe saygı duygusunu kaybettiğimi hatırladım. Bir konu mesleğiniz olursa o konuda duygu olmaz mı diye sormadan edemiyorum. Ben bir meslekle kalmadığım için bu soruya kısmen evet diyebilirim. Müzikte yapsanız (biliyorsunuz ben müzisyenim) bir yerden sonra işin ruhu aşınıyor. Orda sadece başarı söz konusu oluyor.

Oysa doktorluk başarıyla sınırlı olmamalı. Doktorlar hastanın yerine kendini koyabilmeli. Söz konusu olan bir hayattır. Hayat söz konusuysa insan bir mesleğin malzemesi olmaktan çıkar.

  
Ben bu olaydan şunu anlıyorum; hastane yarıştı, Şevket Çavdar vefat etti.


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


YayınTarihi: 05.03.2012   


ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 113

Merhaba sevgili okurlarım. Bugün sizlere Türk Edebiyat Tarihi’ne “Bayrak Şairi” olarak adını yazdıran Arif Nihat Asya’yı tanıtacak, şiirlerinden seçtiklerimi sunacağım. Şairimiz 7 Şubat 1904’te İstanbul’a bağlı Çatalca’nın İnceğiz Köyü’nde dünyaya geldi. Babası Tokatlı Zîver Efendi, annesi Tırnova’lı Fatma Hanımdır. Bir aylıkken babası vefat etti. Akrabalarının himayesinde büyüyen şairimiz ilk öğrenimine köyünde başladı. Daha sonra İstanbul’a geldi. Önce Haseki Mahalle Mektebi’ne daha sonra Gülşen’i Maarif Rüştiyesi’ne devam etti. Yatılı olarak girdiği Bolu Sultanisi kapatılınca, Kastamonu Sultanisi’ne aktarıldı. Liseyi bitirdikten sonra, İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu’nun Edebiyat Bölümü’nden mezun oldu. Milli Mücadele Dönemi’nde Ankara’da bulundu. Bu dönem onun şiire başladığı, Türklük ve vatan aşkı ile şiirler kaleme aldığı tarihlerdir.

Adana, Malatya, Edirne, Tarsus, Ankara ve Kıbrıs’taki liselerde edebiyat öğretmenliği yaptı. 1950-1954 arasında Seyhan (Adana) milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bulundu. Milletvekilliğinden sonra tekrar öğrtemenliğe döndü. Ankara Gazi Lisesi edebiyat öğretmeni iken 1962’de emekliye ayrıldı. İstanbul’a döndü. Yeni İstanbul ve Babıli’de Sabah gazetelerinde yazılar yazdı. 

Şiirlerinde hece, arûz ve serbest vezinleri kullanan Arif Nihat Asya, nazmın her tür ve şekliyle eserler vermiştir. Fikrin ağır bastığı şiirlerinde milliyetçilik konusu büyük bir yer tutar. Çok renkli ve değişik biçimli şiirler yazmış olan Asya, son şiirlerinde biraz da mistisizme yönelmiştir. Şiirinde daima bir yenileşme çabası içinde olan şair, etkilerden uzak kalarak kendine özgü bol renkli şiir dünyasını yaratmıştır.

Şiir Kitapları: Heykeltraş (1924), Yastığımın Rüyası (1930), Ayetler (1936), Bir Bayrak Rüzgar Bekliyor (1946), Rubaiyyat-ı Arif (1956), Enikli Kapı (1964), Kubbe-i Hadrâ (1956), Kökler ve Dallar (1964), Emzikler (1964), Dualar ve Aminler (1967), Aynalarda Kalan (1969), Kanatlar ve Gagalar (1946), Kıbrıs Rubaileri (1964), Avrupa'dan Rubailer (1971), Kova Burcu (1967).

***

AĞIT...

Ağlayın, parmakları nur
Sularından kınalı kızlarım
Ağlasın Meraga göklerinden
Meraga'ya bakıp yıldızlarım

Yollara Kürşadlar uzanmış ölü
Ağlasın Akülke, ağlasın Sütgölü
Yiğitlerim uyur gurbet ellerde
Kimi Semerkant'ta bekler beni
Kimi Caber'de

Caber yok, Tiyanşan yok, Aral yok
Ben nasıl varım?
Ağla ey Tanrı dağlarıdan
İndirilmiş Tanrım

Şu yakın suların
Kolu neden bükülmez
Fırat niçin, Dicle niçin, Aras niçin
Benden doğar, bana dökülmez?

Ben ki ataeşle konuşurdum.selle konuşurdum
İdil’le Tuna’yla Nil’le konuşurdum
“Sangaryos”u “Sakarya” yapan
“İkonyom”u “Konya” yapan
Dille konuşurdum.

ARİF NİHAT ASYA

***

ANNE..

İlk kundağın
Ben oldum, yavrum;
İlk oyuncağın
Ben oldum.

Acı nedir
Tatlı nedir... bilmezdin
Dilin damağın
Ben oldum.
Elinin ermediği
Dilinin dönmediği
Çağlarda, yavrum
Kolun kanadın
Ben oldum
Dilin dudağın
Ben oldum.

Belki kıskanırlar diye
Gördüklerini
Sakladım gözlerden
Gülücüklerini...
Tülün duvağın
Ben oldum!

Artık isterlerse adımı
Söylemesinler bana
‘Onun Annesi’ diyorlar...
Bu yeter sevgilim bu yeter bana!

Bir dediğini iki
Etmiyeyim diye öyle çırpındım ki
Ve seni öyle sevdim sana
O kadar ısındım ki
Usanmadım, yorulmadım, çekinmedim
Gün oldu kırdın...
İncinmedim;
İlk oyuncağın
Ben oldum.. Yavrum
Son oyuncağın
Ben oldum...

Layık değildim
Layık gördüler
Annen oldum yavrum
Annen oldum!

ARİF NİHAT ASYA

***

BAYRAK

Ey,mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,
Kızkardeşimin gelinliği,şehidimin son örtüsü!
Işık ışık, dalga dalga bayrağım,
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.

Sana benim gözümle bakmayanın
mezarını kazacağım.
Seni selamlamadan uçan kuşun
yuvasını bozacağım.

Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder...
Gölgende bana da, bana da yer ver !
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar.
Yurda ay yıldızın ışığı yeter.

Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün.
Kızıllığında ısındık,
Dağlardan çöllere düşürdüğü gün.
Gölgene sığındık.

Ey, şimdi süzgün, rüzgarlarda dalgalan;
Barışın güvercini, savaşın kartalı...
Yüksek yerlerde açan çiçeğim;
Senin altında doğdum,
Senin dibinde öleceğim.

Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim:
Yer yüzünde yer beğen !
Nereye dikilmek istersen,
Söyle, seni oraya dikeyim !

ARİF NİHAT ASYA

***

ÇOCUK VE AĞAÇ

Çocuk, çok sevdi ağacı...
Verirdi ona, her kış
Çiçekleri olaydı!

Ağaç, çok sevdi çocuğu...
Öperdi altın saçlarından
Dudakları olaydı!

Ve ona öptürmek için,
Eğilirdi yerlere kadar;
Yanakları olaydı!

Dökerdi önüne hepsini
Gümüşten, altından, sedeften
Oyuncakları olaydı!

Ve çocuk gittikten sonra,
Böyle kalır mıydı ağaç?
Ne olurdu onunda
Bacakları olaydı,
Ayakları olaydı!

ARİF NİHAT ASYA

***

DAĞLAR

Çekmece’den Maltepe’den ileri
Gitmemiş Sâdâbâd çelebileri
Alem tepesine Alemdağ derler...
Böyle bilmiş böyle yazmış eserler.

Dağlar var karanlık, dağlar var beyaz.
Korka korka eteğinden öper yaz;
Ağrıdağ, Babadağ, Gâvurdağ, Ilgaz
Kubbelerdir...dolaşır, aşılmaz.

Tendürük’te, Kop’ta Palandöken’de
Kurtların payı var gelip geçende...
Ki alırlar vermek istemesen de!

Dağlar var, tahtından inmeyen sultan
Dağlar var, yapılmış bundan, buluttan...
Dağlar var ki Bingöl, Binboğa, Süphan,

Medetsiz’ler, Mor’lar, Nur’lar, Yıldız’lar;
Karalar, Kızıllar, Bozlar, yağızlar...
Karla dolar ‘İmdat’ diyen ağızlar;
Yollar kesen, haraç alan dağlar var.

Bolkarda çamların sakızı damlar...
Ve bir yıldız düşer, tutuşur çamlar...
Bir kızıl şehrâyin olur akşamlar...
Tacı olan, tahtı olan dağlar var.

Tüter Sarıçiçek, burcu burcudur,
Akşamlar ya mor, ya turuncudur.
Ve kışın dünyanın öbür ucudur...

Sarkarken Cudinin karları dal dal
Bağdaş kuradursun yollara Karhal!
'Ferman padişahın, dağlar bizimdir;'
Dedi yerde bir kurt, gökte bir kartal.

Dönmez misiniz ey yolda kalanlar;
Yolcular, garipler, garip çobanlar;
Allahüekberde tekbir alanlar?
Ovalar, konaklar, yollar aşırı
Birbirini selamlayan dağlar var.

Dağlar var, batının yangınında kor...
Dağlar var; adları Nemrut, Balahor...
Kayışdağ kim, alemdağ kim oluyor?

Lakin ufukları görünce yoksul
Dağ yerine kubbe yapmış İstanbul;
Kurşun şamdanlarda mumlar fildişi...
Ki pırıltıları sularda pul pul.

ARİF NİHAT ASYA

***

D-III

Yatırırken bu sedef kakmalı şimşir beşiğe
Neyle kundakladılar Hazret-i Mevlânâ’yı?

Perdelerden taşırıp neyleri çığlık çığlık
Neyle kundakladılar Hazret-i Mevlânâ’yı.

Bir, ipekten ve köpükten yaratılmış yumuşak
Tüyle kundakladılar Hazret-i Mevlânâ’yı.

Kıyılardan, ovalardan dererek inciyle,
Çiyle kundakladılar Hazret-i Mevlânâ’yı.

Gece, mehtâbı elekten geçirip kirpikler
Ayla kundakladılar Hazret-i Mevlânâ’yı.

Mesnevî’sinde bir altın lüleden nûr akıtıp
Öyle kundakladılar Hazret-i Mevlânâ’yı.

‘Bu yürek durmayacaktır’ dediler.. esmâdan
‘Hay’la kundakladılar Hazret-i Mevlânâ’yı.

Sakalar doldurarak kırbaların Kevser’den
Meyle kundakladılar Hazret-i Mevlânâ’yı.

Ve açıp ağzını Nîsan Tası’nın Besmele’ler
Suyla kundakladılar Hazret-i Mevlânâ’yı.

Rûhlardan, kokulardan, durulardan duru bir
Şeyle kundakladılar Hazret-i Mevlânâ’yı.

Ulu Tûbâ’ların altında gönüller, eller
Böyle kundakladılar Hazret-i Mevlânâ’yı.

ARİF NİHAT ASYA

***

Bu hafta gene gönül telimizi titreten bir şairle; Arif Nihat Asya’yla birlikte olduk. Türkiye’yi Türkiye yapan sanatçıları, bilim ve düşün insanlarıdır. Ben hiç birini birbirinden ayırmadan hepsini hem seviyor hem okuyorum. Bir görüşün savunucusu olabilirim. Ama esas savunduğum görüş ülkemin bekası ve geleceği üstünedir. Bunun içinde yer alan her düşünceye saygı duyarım. Siyasi yelpazenin her kesiminden şair ve şiirlere yer vermemi bu açıdan değerlendirirseniz beni anlarsınız. Hoşça kalın.


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 04.03.2012