30 Kasım 2010 Salı

ÖZGÜRLÜĞÜMÜZÜN YENİ SLOGANI; 1


ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE

Ükemizin son yirmi yedi yılı devletin ekonomik alandan çekilmesiyle geçti. Kısaca K.İ.T olarak adlandırdığımız kamu işletmeleri devlete yük olduğu söylenerek, hiç bir önem gözetmeden satıldı. Gelen her iktidar ezberletilmiş gibi hep aynı sözü söylediler. “Devlet sütçülük yapamaz, devlet manavlık yapamaz!” Devlet ne yapar diye sorsanız “çelik çomak oynar” cevabını alamazsınız elbette. “Vergi alır” diyeceklerdir muhakkak. Vergi alabiliyorsa alır. Alamadığı ortada.. o kadar ortada ki, devlet ikide bir af çıkarıyor. Affedilen vergiler değil, ödenmeyen vergi borçlarının birikmiş faiz borçlarıdır. Bu bence devletin sattığı bir şeyin karşılığıdır. Elinde K.İ.T’ler olmadan ne satmıştır diye sorulursa en azından hizmet satmıştır diyeceklerdir. Hani devlet alım satımla yani ticaretle uğraşmazdı? Hizmette ticaret metaı değil mi? Buda gösteriyor ki devlet istese de ticari hayatın dışında kalamaz. Sigarayı, benzini, doğalgazı, elektriği, ekmeği, kibriti size sattırır, sattırma izni olarakta dolaylı vergi dediğimiz bir pay alır. Ticaret; devletin varlığını sürdürebilmesinin bir çok yolundan biridir çünkü. Kim ne derse desin devlet en büyük tüccardır. Öyle tüccardır ki hükümetler eliyle kuralları kendi koyar.

Kurban bayramından bir gün önce, arife günü vergi affıyla ilgili manşetleri gazetelerden okumuş, televizyonlardan izlemişsinizdir. “Tarihi af” adıyla anılan yeni vergi affıyla sevinenlerde, üzülenlerde var. Vergisini düzenli ödeyende, ödemeyende sorarsanız kendini haklı görür.

Fatih Altaylı afla ilgili gazetesinde şunları yazmıştı:

“HÜKÜMET arife günü bayram hediyesini açıkladı.
Her zaman olduğu gibi Türk işi.
Kaçakçıyı, ahlâk dışı hareketi alışkanlık haline getireni, devlete kazık atmaktan zevk alanı, tüyü bitmedik yetim hakkı yiyeni ve bilcümle namussuzu sevindirecek bir bayram hediyesi.
Dedim ya tipik Türk işi.
Kaçanın ve kaçıranın anası ağlamazmış.
Zaten bu da Türk atasözü.
Yıllardır vergisini ödemeyen, yıllardır devletin parasını, milletin parasını haksız zenginleşme için kullanan herkesin yüzü gülüyor.
Çünkü devlet baba, onları affetti. Çaldılar çırptılar, ödemediler ve ceza olarak yüzleri güldü, bayram hediyesi aldılar.
Ayıp değil mi?
Yıllardır tek kuruş aksatmadan vergisini ödeyen işadamına, daha parası eline geçmeden vergisi kesilen çalışana, primini ve borcunu gününde yatırana ayıp değil mi, yazık değil mi?
Bu ülkede kazanmak için, sevinmek için ve hediye almak için ille de ahlâksız mı olmak gerekiyor!
Bu ülkenin milyonlarca namuslu vatandaşı, şimdi namussuz sever devletinden bir hediye bekliyor.
Şimdi de namuslular, erken ödeme primi, vaktinde ödeme faizi, namuslu olma ödülü istiyor. Vermeyecekseniz eğer iki çift lâfım var.
Kaçakçının cebine koyduğunuz hediye haram olsun!
Boğazından geçmesin, çoluk çocuğuna yaramasın!
Namuslunun elinden başka bir şey gelmiyor. Bedduadan başka.”

Gazete Vatanda düşündüklerini yazan Mustafa Mutlu Fatih Altaylı’dan farklı düşünmüyordu. Bakın neler yazmıştı:

“ -Vergi borcu namus borcudur- diyen siz enayiler, derdinize yanın!
Üç kuruşluk emlâk vergisi borcunu ödemek için yüksek faizle banka kredisi kullanmak zorunda kalan...
İşçilerinin SSK primlerini zamanında yatırmak için arabasını satan...
Satacak bir şey olmayınca tefeciden borç alan ya da kredi kartından para
çekip, daha sonra donuna kadar haciz yiyen... Belki de cezaevine düşen...
Kısacası, devlete olan tüm borçlarını gününü gününe ödeyen sizler...
Kusura bakmayın ama bu devlet size -enayi- muamelesi yapıyor!
Ve bu sıfatınız dün bir kez daha tescil edildi...
Hükümet, Cumhuriyet tarihindeki en kapsamlı borç yapılandırmasını dün resmen açıkladı.
Koskoca maliyeciler size boşuna mı -kümesteki kaz- diyor, bir bildikleri var elbette...
Kümesteki kazları yoluyorlar, yaban ördeklerini ise balla börekle besliyorlar!

Tamam; namuslusunuz, borcunuza sadıksınız, dürüstsünüz...
İyi de -eşit- değilsiniz!
Devlet sizi değil, vergi borcunun namus borcu olmasına aldırmayanları...
Kendisine kafa tutanları...
Borçlarının üstüne yatıp, paralarını işletenleri kolluyor!
Durmadan af çıkarıp ödüllendiriyor...
Siz ise her defasında dizlerinizi dövdüğünüzle kalıyorsunuz!

Tüm sivil toplum örgütlerini ve dürüst vatandaşları bu –haksızlığa- karşı omuz omuza mücadele etmeye davet ediyorum.
Her defasında -kendisine kafa tutanları ve borcunu ödemeyenleri- ödüllendiren devlet, önümüzdeki yıldan itibaren borcunu tıkır tıkır ödeyen mükellefleri de ödüllendirmeli...
Geçmişte hiç vergi borcu takmamış mükellefleri belirleyerek, onların önümüzdeki beş yıl boyunca ödeyecekleri tüm vergilerde ve primlerde yüzde 20 indirim yapmalı...
Vadeyi ve oranı ben kafadan atıyorum; ama bu, en azından oturup tartışılmalı...
Sadece -devlete baş kaldıranlar- değil, -uysallar- da teşvik görmeli!

Tekrar ediyorum:
Tüm partileri...
Dernekleri, vakıfları, sendikaları ve siz sıradan ama namuslu vatandaşları bu konuda mücadele etmeye davet ediyorum!
Eğer gerçek bir demokraside yaşıyorsak...
Ve hepimiz sözde değil özde de eşitsek; o zaman devlet, namuslu mükelleflerini de koruyup kollamak zorunda...
Haydi; (….)
-Enayi- ya da -kümesteki kaz- olmadığınızı gösterin!”

NOT:

Özgürlüğümüzün yeni sloganını bu

yazıda bilerek vermedim, verseydim

bu yazının devamı gereksiz olurdu. Onun

için 2 bölümlük bu yazı dizisinin 2. ve

son bölümünde sloganı bulacaksınız.

Biraz merak uyandırmak istedim sevgili

okurlarım. Umarım beni hoş görürsünüz.

Çarşamba günü görüşmek üzere…

DEVAM EDECEK

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 29.11.10


27 Kasım 2010 Cumartesi

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 63

Merhaba sevgili okurlar. Bu hafta bayağı yoğun bir haftaydı. Çarşamba günü devletimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ümüzü ölümünün 72. yılında saygıyla andık. Her fani gibi atamızda ebediyete intikal etmiştir. Artık ona ağlamanın dönemlerini çoktan geride bırakmış olmalıyız. Bundan sonrası onun yapmak istediklerini anlamak ve eserlerine sahip çıkmak olmalıdır. Aklı bilim ışığında bilgiyle donatmadan onu anlamamız mümkün değildir. Onu anlamadan “fikri hür, vicdanı hür” bir birey olamayacağımız gibi, ülkemizin bağımsız kalmasını da sağlayamayız. Bağımsız ülkenin fikri ve vicdanı hür insanları bayramlarını coşkuyla kutlama hakkına sahip olurlar. İnancını, fikri ve vicdani bağımsızlığıyla pekiştirenler yarınları daha kolay üretebileceklerdir. Önümüzde 16 kasım 2010 Salı günü idrak etmeye başlayacağımız bir kurban bayramı var. Bu yılın son bayramını kutlayacağız. Yüce Allahın bizlere canlarımızın diyeti olarak gönderdiği kurbanı keserek emrini yerine getirdikten sonrada yoksulların sofralarını şenlendireceğiz. Allah kurbanlarınızı kabul etsin. Kurban bayramınızı şimdiden kutlarım.

Bu haftanın ilk şiiri Ahmet Haşim’den. Çok küçük yaşlarda bu şiirle karşılaştım ve çok sevdim. Sonunda besteledim de..

................

Merdiven

Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,
Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak...

Sular sarardı... yüzün perde perde solmakta,
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta...

Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller;
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller,
Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?

Bu bir lisan-ı hafidir ki ruha dolmakta,
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta...

Ahmet Haşim

...........

muttasıl = aralıksız

hafi = gizli

***

Sıradaki şiiri bilmeyen var mı? Şiire isim olan mısra bile bu şiiri tek başına anlatacak kadar güçlü. Bir sevda bu kadar anlatılabilir. Peki müziğini Ahmet Kaya’dan dinlemeyen kalmış mıydı? Çok etkileyici ses tonuyla söylediği şarkılarını ilk keşfim biraderim Coşkun Göle sayesinde olmuştu. Sesini ve şarkılarını sevdim, ama siyasi görüşüyle barışamadım. Genede bu toprakların gür sesidir. Ahmet Kaya, Ahmet Arifin bu şiirinin kimi yerlerini müziğe ve felsefesine göre değiştirmişti.

................

Hasretinden Prangalar Eskittim

Seni, anlatabilmek seni.
İyi çocuklara, kahramanlara.
Seni anlatabilmek seni,
Namussuza, halden bilmeze,
Kahpe yalana.

Ard-arda kaç zemheri,
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
Dışarda gürül-gürül akan bir dünya...
Bir ben uyumadım,
Kaç leylim bahar,
Hasretinden prangalar eskittim.
Saçlarına kan gülleri takayım,
Bir o yana
Bir bu yana...

Seni bağırabilsem seni,
Dipsiz kuyulara,
Akan yıldıza,
Bir kibrit çöpüne varana,
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne.

Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
Yitirmiş öpücükleri,
Payı yok, apansız inen akşamdan,
Bir kadeh, bir cigara, dalıp gidene,
Seni anlatabilsem seni...
Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır
Üşüyorum, kapama gözlerini...

Ahmed Arif

***

Geçen hafta başlayıp bitiremediğim şiirimin söz verdiğim gibi tamamını sunarak yazımı bitiriyorum.

............

16

Bana nefes alma deseydin almazdım

Deniz dibinde yaşa deseydin yaşardım

Bana güneşte eri deseydin erirdim

Benden can isteseydin verirdim

Yazma deme duramam

Ben sevgisiz yaşayamam

Bülbülü susturabilir misin

Gül bahçelerini yok etmeden

İhtimâl, o zaman denerim

Sana göz veririm, söz veremem

İhtimâl, o zaman denerim

Sağnak sağnak yağdım hep

Yağmursuz bulut olamadım hiç

Yağmazsam bahçeme yağmam

Sen kankamsın

Sen kristal camsın

Sana dokunmaya kıyamam

Kırmam mümkün değil

Siğil çıktı bedenimde, yüzlerce siğil

Kızardım güneşte kızaran domatesler gibi

Yüzümü görme

Irkım değişti aniden

Utancımı görme

Ben küçücüğüm

Ben yerden bitme

Sözüm geçmez ki kendime

Ne yeminler bozdum bilsen

Bu yüzden borcum çok

Bir yüreğim var verebileceğim

Çok şükür o hacizsiz

Al senin olsun, zaten içinde sen varsın

Sığdın desem ona, bilirim sığmazsın

Bana yazma deme

Ben sana yollayayım

İstersen okuma

Sana gitti bileyim bu şiir

Bu bana yeter

Sen kankamsın

Sen kristal camsın

Seni kırmam mümkün değil

“Önemli şeyler dışında yazma,

Zaten dardasın” demiştin.

“Bu sıralar işler durgun,

Zaten hardasın” demiştin.

Beni düşündüğün için bu kadar

Yüreğim karıştı ırmaklara

Seni seviyorum bu önemli değil mi

Zaten dünya karışık

Gene Amerika Irak’la savaşta

Irak’ta gene Saddam

Amerika’da bu kez oğul Bush

Belli değil nereye varır bu iş

Kıyamet kopabilir

Zaten kopuyor Irak’ta

Bir dilim ekmeğe bir yudum suya

Orda vakit yok

Sevmek akla gelir mi

Yürekler ince ince kanar mı

Sevda ateşinden

Bedenler parçalanmışken..

Ne çok değişti dünya

Fransa birde Almanya

“DUR!!”

Deseler de jandarmaya

Döndüler güneş dönmüş dondurmaya

Hükmü yok sözlerinin

(uzaklarda yarı açık ceza evi Çin

yarınlarda yeri olması için

küçük boyuna bol fistanlarla

cılız bir nida

bırakıyor semaya)

Tıkanmış kapitaliyle

Vermem diyor “sam amca”

Yeryüzü ticaretini

Pençesini atmış aç yabanıllar gibi

Dişliyor masumların etini

Irakta gene Saddam

Amerika’da bu sefer oğul Bush

Bilinmez nereye varır bu iş

Kıyamet kopabilir zaten kopuyor Irak’ta

Sırtlarını dinlendirmeden sıcak yatakta

Sığınaklara kaçışıyor, kaçabilen

Genç, yaşlı

Kadın, erkek

Çoluk çocuk

Gönülleri yaslı

Kaçamayan caddelerde ceset

Binlerce ton bomba atılıyor Mezopotamya’ya

İnsanlığın beşiğini anneler sallamıyor artık

Kısa geçmişinin hikâyesizliğiyle

Kudurmuşluğuyla yüzü bulanık

Yeni dünyalı “sam amca”

Depremlerle

Sallıyor boş beşikleri

Bir zamanlar Kore’de, sonra Vietnam’da

Daha sonrada dişlemediği yer mi kaldı

Kıyamet kopabilir zaten kopuyor Irak’ta

“Post modern” giydirilmiş erleriyle

Onlar “tek dişi kalmış canavarlardır.”

“Vatanın bahtı kara maderini”

Kurtaracak biri elbette vardır

Kıyamet kopabilir zaten kopuyor Irak’ta

Kazmayı, küreği almalı

Bırakmalı bir köşede ayrılıkları, aykırılıkları

Din bizim, millet bizim; hepsi bir

Birlik ve dirlik için bırakmalı tarikatları

Gidilecek yön tekse neden bu kadar çok yol var

Her yol ayrımı ayrılıklara çıkar

“Ya istiklal ya ölüm” demiş

mavi gözlü dev ve sarışın kurt

yurdum “düvel-i muazzama”dan kurtulmuş

Sevgiye dur demeden muhakkak

Severek birbirimizi ve herkesi

“Ya istiklal ya ölüm” Arap kardeşim

Kürt ve Türk kardeşim

“Ya istiklal ya ölüm”

Ben seni seviyorum bu önemsiz mi

Suçlu kim

Suçlu kim kankam söyle bana

Cinayet işleyen mi

Koskoca sevgimizle

Yoksa, yoksa biz mi

Sen kankamsın

Sen kristal camsın

Seni kırmam mümkün değil

Sana yazmadan duramam, bunları


Aydın Göle

25 mart 2003

Bu haftalıkta bu kadar sevgili okurlar. Bu hafta boyunca gazetemizde yazılarımla sizlerle olamayacağım. Şimdiden bayramınızı kutluyor, nice sağlıklı ve mutlu bayramlara erişmenizi yüce Allahtan diliyorum. En kısa zamanda görüşmek üzere..


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 14.11.10


GEREKSİZ BİLGİLER 3


ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE


Patates ve patates kabuğundan enerji üretme konusunu bitirememiştik. Yazımızın bu son bölümüne kaldığımız yerden devam edelim.

“Konuk, üretim kapasitesinin artırılması için yapılan çalışmaların yanı sıra ürün çeşitliliğini artıracak projelerin de hayata geçirildiği tesislerde, üretim sonrası ortaya çıkacak bitkisel atıklardan da biyogaz üreteceklerini vurgulayarak, şunları kaydetti:

‘Bu çerçevede biyogaz üretimi için düğmeye bastık. Konya Şeker enerjisini boşa harcamadığı gibi atıktan enerjisini çıkararak hiçbir ekonomik değerin israf edilmesine göz yummuyor.

Biz sadece Seydibey Tesisimizde değil tüm yatırımlarımızda bu ilkeyi benimsedik.

Bitkisel ürünün işlendiği ve fizibl olduğunu tespit ettiğimiz her tesisin yanında atıkları enerjiye dönüştürecek bir tesisin yükseldiğini göreceksiniz.

Bu konuda Türkiye’nin en iddialı şirketiyiz. Konya şeker, temiz enerji kullanımı, enerji verimliliği, sera gazı emisyonlarının azaltılması ve tarıma dayalı yenilenebilir enerji konusunda Türkiye'nin öncü sanayi kuruluşudur.’

Konya Şeker’in kurduğu biyoetanol tesisinin Türkiye’nin biyoyakıt üretim kapasitesinin yüzde 56’sına karşılık geldiğini dile getiren Konuk, şimdi 6 MW gücünde biyogaz tesisi kurmak üzere projelendirme çalışmalarını sürdürdüklerini açıkladı.

Konuk, bu tesisin üretim faaliyeti sonrası ortaya çıkan bitkisel atıklardan yılda 2,3 milyon m3 biyogaz üreteceğini vurgulayarak, tesisin yılda 20-22 bin ton karbondioksit eşdeğeri karbon kredisi için sertifikalandırılmasına ilişkin prosedürü de başlattıklarını belirtti.

Patetes kabuklarından ve atıklarından elde edilecek olan biyogaz tesislerinin inşaatının hızlı bir şekilde devam ettiğini dile getiren Konuk, projenin 2011 yılı Nisan ayında tamamlanmasının ve biyogaz tesislerinden üretilecek gazın Konya Şeker’in enerji ihtiyacını karşılamaya başlamasını beklediklerini söyledi.

Konuk, Seydibey Patates Entegre Üretim Tesisleri’ndeki bu yeni yatırımların tutarının 20 milyon lirayı bulacağını, bunların tamamlanmasından sonra ise yeni projelerle tesislerdeki yatırım hamlesinin devam edeceğini bildirdi.

Yeni yatırımlar kapsamında patates kroketi üretmeyi planladıklarını, geçtiğimiz ay bununla ilgili makinelerin getirilip montajına başlandığını açıklayan Konuk, yakın zamanda parmak patatesin yanında kroket üretiminin de yapılacağını duyurdu.”

Patates Osmanlı İmparatorluğunun son zamanlarında İngilizler kadar enerji kaynaklarına ulaşmak isteyen Almanların askerlerini doyurmak için elverişli gördükleri Adapazarı ovasına ekmeleri sonucu ülkemizin tarım ürünlerinin arasına girdi. Girmekle kalmadı, en önemli beslenme kaynaklarından biri oldu.

Bugün patatesli bir çok yemek çeşidimiz var. Güzel bir yemek kadınlara göre erkeğin kalbine giden yoldur. Demek ki güzel yemek yapmayı bilen her kadın erkeğini elde etmekte zorlanmaz. En kısa zamanda parmağına (kölelik halkası –şaka şaka.) yüzüğü takıverir demektir. Alın size gereksiz bir bilgi daha. Bu defa konumuz yüzük..

Neden evlilik yüzüğü yüzük parmağına takılır biliyor muydunuz ?

“Evlilik yüzüğü neden hep aynı parmağımızdadır, neden işaret parmağı baş parmak ya da serçe parmak değil de neden yüzük parmağı?...

Evlilik yüzüğünü ilk defa eski mısır prensesi Nefertiti takmıştır...o yıllardaki
Tıbbın ne kadar ilerde olduğu ayrı bir tartışma konusudur ama yüzyıllar sonra anlaşılmıştır ki direk kalbe giden tek damar evlilik yüzüğünü taktığımız Parmaktadır.. Başka hiç bir parmağımızdan direk kalbe giden bir damar yoktur.”

Haftanın yedi günü yirmi dört saat kalpten gelen damarla kan parmaktan tekrar kalbe giderken yüzüğün basıncıyla eşini daha çok düşünmesine mi neden olur? Öylede olsa yüzük erkek veya kadının evli olduğunun topluma duyurusudur, işaretidir. Haftanın yedi günü, yirmi dört saati, yüzüğün yaptığı budur.

Haftanın yedi günü dedimde aklıma geldi. Hafta neden yedi gündür, ne zamandan beri hafta yedi gündür? Gereksiz bir bilgi daha..

Bir hafta niçin 7 gündür ?

“Babilliler 7 günlük haftayı zaman birimi olarak kullanıyorlardı. İlk çağlarda bilinen beş gezegen ile güneş ve ayın sayısının 7 oluşu bu sayıyı gizemli ve uğurlu kılıyordu. Daha sonra dinlerde göğün 7 kat oluşu ve doğadaki ana renk sayısının 7 oluşu, müzik notalarının 7 oluşu 7 sayısının önemini daha çok arttırdı. Daha sonra Fransa takvim yapısını değiştirerek hafta sayısını 10 yaptı ama kabul görmedi. Rusya 5 günlük hafta uygulamasına geçti, o da tutulmadı. Sonunda yine hafta 7 gün olarak kaldı.”

Haftanın yedi günü hep aynı geçmez. Ülkemizde devlet işçi ve memurları 5, özel sektör işçileri 6 gün çalışır, kalan bir veya iki gün tatil yaparak dinlenir. İster çalışırken görev gereği, ister tatil günleri kişisel zevk edindiği şehirler arası geziler sırasında geceleyecekleri yerlerin başında oteller yer alır. Bu otellere, (giren çıkan sayısının çok olduğu yerler arasında sayabileceğimiz devlet dairelerine, alış veriş merkezlerine, eğlence yerlerinede) neden döner kapılar konur, hiç düşündünüz mü? Yoksa bu konuyu gereksiz bir bilgimi gördünüz?

Niçin otellerin kapıları döner kapıdır ?

Döner kapıların tek amacı enerji ve yer tasarrufudur. Büyük binaların içerleri devamlı olarak ısıtılır. Açılan normal kapıdan içeri soğuk hava rahatlıkla girer. Eğer normal kapı kullanılırsa hava değişimi nedeniyle klimalar veya motorlar yeniden çalışacaktır. Özellikle çok kişinin girip çıktığı otel veya benzeri binalarda enerji tasarrufu için döner kapı kullanılır. Döner kanatlar sıcak havanın dışarı çıkmasına, soğuk havanın da içeri girmesini engeller. Üstelik tüm bu işlev kapı çapı kadar yer alır.

(Bu konu lastik gibi uzayabilecek bir konu, bu konuya dair bilgileri sizlere yeri geldikçe sunarım. Benim çok hoşuma gitti. Ne çok gereksiz sandığımız, ama bilmek gereken bilgi varmış değil mi?)


BİTMEDİ AMA BİTTİ

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 12.11.10

GEREKSİZ BİLGİLER 2


ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE

Önceki yazımızda;

Dünyanın en çok söylenen

şarkısı hangisidir?

sorusunu sormuş, cevabını vermeyi bugünkü yazım

ıza bırakmıştım. Kaldığımız yerden devam ediyorum.

“Bu şarkı “Happy birthday to you” dur. Hepinizin bildiği gibi bu şarkı doğum günü şarkısıdır artık. “Mutlu yıllar sana” sözleriyle başlayan bu şarkıyı her doğum günü kutlamalarında söylüyoruz. Şarkının asıl kaynağı Amerikalı iki kız kardeşe aittir. Orijinal adı “Good Morning to All” yani “hepinize günaydın”dır. Daha sonra güftesi değiştirilerek bütün dünyaya yayılmıştır. Fakat telif hakkı kardeşlere aittir, onlardan sonra da Warner/chappel müzik şirketine geçmiştir. Müzik ticari amaçlı kullanıldığı zaman şirkete ödeme yapma zoru

nluluğu vardır.”

Gereksiz bilgiler kapsamına telif haklarını alabilir miyiz bilmiyorum. Bununla ilgili elimde çok ilginç listeler var. Bunlardan biri de artık yaşamayan sanatçıların devam eden yıllık gelirleri.. Nasıl? Bu haber ilginç mi geldi? Vatan gazetesinin “forbes” dergisinden aktardığı haber şöyle:

“Forbes dergisinin, ölümünden sonra bile kazanan ünlüler listesinin ilk sırasını bu yıl 275 milyon dolarlık gelirle pop yıldızı Michael Jackson aldı. Jackson'ın geliri, 12 kişilik listedeki diğer ünlülerin toplam kazancını geçti.

Listenin ikinci sırasında rock efsanesi Elvis Presley 60 milyon dolarla bulunurken, ‘Yüzüklerin Efendisi’nin yazarı J. R. R. Tolkien 50 milyon dolarla üçüncü sırayı aldı. Charlie Brown ve Snoopy’nin yaratıcı Charles Schulz 33 milyon dolarlık kazançla dördüncü olurken, eski Beatles üyesi John Lennon 17 milyon dolarla beşinci sıraya yerleşti.
Presley, Tolkien, Schulz ve Lennon, mal varlığının büyük bir bölümünün satışından elde edilen 350 milyon dolarlık gelirle Yves Saint Laurent’in birinci olduğu geçen yılki listede de bulunuyordu.”

Görüyorsunuz adamlar öyle bir isim oluyorlar ki, dünyanın bildiği bir marka olarak sadece isimleri bile gelir getirmeye yetiyor.

Gereksiz bilgilere devam edelim.

Patatesin ülke tarımındaki geçmişi yüz yılı sanırım biraz geçer. Çay üretimi ise yeni yeni 80 yaşına ulaştı. Ama ikisi de başlıca tarım ürünlerimizden.. Patates kabuğuyla ne yapılır diye sorsam ne dersiniz? Yapılsa yapılsa tavuklara yem yapılır mı dersiniz?

Bakın bakalım ne yapılırmış:

PATATES KABUKLARINDAN VE ATIKLARINDAN BİYOGAZ ÜRETİLECEK

“Türkiye’nin en büyük kurulu üretim kapasitesine sahip olan Seydibey Patates Entegre Üretim Tesisleri'nde biyogaz üretimi yapılacağı bildirildi.

Pankobirlik Genel Başkanı, AB Holding ve Konya Şeker Yönetim Kurulu Başkanı Recep Konuk, yaptığı yazılı açıklamada, bu yıl 32 bin ton patates alımı yapılan Seydibey Patates Entegre Üretim Tesisleri'nde saatte 12 ton patates işlendiğini belirtti.

Üretilen ürünlerin 60'ı aşkın bayi kanalıyla ülke genelindeki tüm otellere, restoranlara ve fastfoodlara ulaştırıldığını ifade eden Konuk, dondurulmuş patates üretimiyle birlikte yeni yatırımlara da başlandığını bildirdi.

(Patates konusu bayağı uzun bir konu. Bu konuya devam etmek üzere şimdilik burada ara veriyorum.)


DEVAM EDECEK


Not: Bugün biraderim Coşkun Göle’den konumuzla ilgili

iki karikatür geldi. Kumbara büst karikatürü geçen yazıda

para konusunda değindim bilgi üstüne çizilmiş. Bu dizi

yazıyı bütün olarak düşünürseniz yanlış zamanlı karikatür

olmadığını kabul edersiniz. Aşağıdaki adresten köşe

yazılarımın hepsinin yayınlandığı “blog”umu ziyaret edip

bu yazı dizisini bütün olarak okuduğunuzda bana hak

vereceğinize inanıyorum.


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 10.11.10

GEREKSİZ BİLGİLER 1


ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE

Gereklilik veya gereksizlik ölçüsü kullanılabilirlilik ve kullanılamazlıkla bağlantılıdır. Bir şeyin gerekliliğini veya gereksizliğini kullanılabilir olması kadar, o anda bulunulan şartlar belirler. Bazen en gereksiz denen şey hiç umulmadık yerde o kadar gerekli olur ki, yeri gelir hayat bile kurtarır. Bazende gerekli olan bir şey uygun olmayan şartlarda gereksiz duruma düşebilir. Buna örnek olarak düğünde gerekli olan çalgı ve müziğin cenazede gereksiz olduğunu gösterebiliriz.

Gerekli veya gereksizlik konusundaki yargıyı en çokta bilgileri edinme tercihlerinde yaparız. Bir bilgi kullanılmayacaksa çoğu kişi için gereksizdir. Oysa kültür bu ayırımı yapmadan, eskilerin dediği gibi diyecek olursak, “hâl üzere hükmü” kolaylaştırıcı bilgilerin hepsidir. Bu bilgi bir düşünürün, bir bilim insanının ve bir sanatçının ortaya koyduğu eser ve toplum üstündeki etkileri yerine, bu eserleri insanlığa kazandıranların boy-bos, kaş-göz, huy, zevk ve alışkanlıkları konulu olmamalıdır elbette. Eskiler bu şekildeki bilgilere “malûmat-ı furuş,” yani faraşlık biligi, böyle bilgileri edinenlere de “malûmat furuş” yani “bilgi çöpçüsü” derlermiş.

Bir bilginin gereklilik veya gereksizliğini belirleyen şartları yukarda belirttim. Ama “çöp bilgi” diye nitelendireceğimiz öyle bilgilerde var ki bugün uyguladığımız adetlerin kökenini bilmek açısından gereklidir. Yazımızı bu konulara ayırdım. İçinde sizi çok eğlendirecek bilgilerde var. Belki birçoğu için gereksiz de diyebilirsiniz, kim bilir?

Bugün olmazsa olmaz kabul ettiğimiz, uğruna çok canların yok olduğu, ülkelerin varlığının kaynağı ve sembolü paradır değil mi? Herkes paraya ihtiyaç duyar. Kimi kürk almak için, kimi ekmek.. şimdi sorumuzu soralım.

Kağıt Parayı Kimler İcat Etti ?

Para icat edilmeden önce, deniz kabuğundan kıymetli metallere kadar çeşitli mallar değişim aracı olarak kullanılmıştır. Tarihi kayıtlara göre, M.Ö. 118 yılında Çinliler deri para kullanmışlardır. İlk kağıt para ise M.S. 806 yılında yine Çin’de ortaya çıkmıştır.
“Kağıt icat edildi, paranın kağıt olması yüzyıllar sürdü.” Batıda k
âğıt paraların basılması ve kullanılması 17 nci yüzyılın sonlarına rastlamaktadır. İlk kağıt paranın 1690’lı yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’nde Massachusetts Hükümeti, İngiltere'de ise “Goldsmiths” ler tarafından basıldığı ve dolaşıma çıkarıldığı, 1694 yılında İngiliz Merkez Bankası ve daha sonra diğer ülke merkez bankalarının kurulması ile de yaygınlaştığı görülmektedir.

Paranın bir değer taşıması için temsil ettiği ülkenin toplam mal ve hizmetlerinin paradan fazla olmasına bağlıdır. Ayrıca yer altı ve yer üstü servetleri de toplam malın içinde üretildiği oranda yer alarak paranın değerine etkide bulunurlar.

Dünyada; her ne kadar milliyetçilik ve din adına gösterilirse gösterilsin tamamen ortada dönen gelirden en fazla payı alma hırsı ve aç gözlülüğünden savaşlar çıkıyor. Yapılan hamasetse kirli amaçları örtmek için yapılıyor.

Yukarıdaki bilgi için gereksiz bilgi diyebilir misiniz? Kredi kartlarının her alanda yaygınlaşması nedeniyle gelecekte bu bilgi için böyle bir durumun olması mümkün. “Paranın ne önemi var mühim olan insanlık” değil mi?

Peki mühim olan insanlıksa, bu insanlık sadece parayı icat etmedi ya.. mesela ürettikleri arasında, belki de icatların en ruha yarayanı müziktir. İster çıplak sesle ister bir çalgıyla olsun insanoğlu sevindiği zaman da, üzüldüğü zaman da müzik yapıyor. Türkçede insan sesiyle yapılan müziğe “şarkı söylemek” deriz. Konu şarkı söylemekse sorumuzu sorabiliriz artık.

Dünyanın en çok söylenen şarkısı hangisidir?

Cevabını gelecek yazımızda okuyacaksınız


DEVAM EDECEK

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 08.11.10


ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 62


Merhaba sevgili okuyucular. Bu haftadan itibaren değişiklik yaparak sizlere kendi şiirlerimin yanında sevdiğim şiirleride sunmak istiyorum. Bu şiirler, ünlü şairlerin şiirleride olabilir, yada şaire ün katan ünlü şiirlerde olabilir. Bu hafta Abdürrahim Karakoç’tan iki şiir seçtim. Bu iki şiir türkü formunda bestelendi. İkiside “Mihriban” adını taşıyor. İkinci Mihriban şiirinin diğer adıda “Unutursun”dur. İlkini, türkücülerde dahil her türden çeşitli şarkıcıların söylediğini söylememe gerek yok sanırım. İkici “Mihriban” bir diğer adıyla “Unutursun” şiirinin gene türkü formunda bestelenmiş biçimini ben Selda’nın sesiyle çok sevmiştim. Sizlerinde bildiğine eminim.

***

MİHRİBAN


Sarı saçlarına deli gönlümü
Bağlamıştın,çözülmüyor mihriban
Ayrılıktan zor belleme ölümü
Görmeyince sezilmiyor Mihriban


Yar,deyince kalem elden düşüyor
Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor
Lâmbada titreyen alev üşüyor
Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban

Önce naz sonra söz ve sonra hile
Sevilen seveni düşürür dile
Seneler asırlar değişse bile
Eski töre bozulmuyor Mihriban

Tabiplerde ilaç yoktur yarama
Aşk değince ötesini arama
Her nesnenin bir bitimi var ama
Aşka hudut çizilmiyor Mihriban

Boşa bağlanmış bülbül gülüne
Kar koysan köz olur aşkın külüne
Şaştım karabahtım tahammülüne
Taşa çalsam ezilmiyor Mihriban

Tarife sığmıyor aşkın anlamı
Ancak çeken bilir bu derdi gamı
Bir kördüğüm baştan sona tamamı
Çözemedim çözülmüyor Mihriban

ABDURRAHİM KARAKOÇ

***

MİHRİBAN ( UNUTURSUN)

“Unutmak kolay mı? ” deme,
Unutursun Mihriban’ım.
Oğlun, kızın olsun hele
Unutursun Mihriban’ım.

Zaman erir kelep kelep..
Meyve dalında kalmaz hep.
Unutturur birçok sebep,
Unutursun Mihriban’ım.

Yıllar sinene yaslanır;
Hâtıraların paslanır.
Bu deli gönlün uslanır...
Unutursun Mihriban’ım.

Süt emerdin gündüz-gece
Unuttun ya, büyüyünce...
Ha işte tıpkı öylece
Unutursun Mihriban’ım.

Gün geçer, azalır sevgi;
Değişir her şeyin rengi
Bugün değil, yarın belki
Unutursun Mihriban’ım.

Düzen böyle bu gemide;
Eskiler yiter yenide.
Beni değil, sen seni de
Unutursun Mihriban’ım.

ABDURRAHİM KARAKOÇ

***

Bu iki güzel şiirden sonra kendi şiirlerime dönüyorum.

246/13

Gece çıkmaz sabaha

Kalpten dilekler olmasa

Kalpler böyle çarpmazdı

İçinde sevgiler olmasa

Aydın Göle

23 mart 2003

***

244/14

Mart şuh kadındır

İsterse sıcak, cana yakındır

İsterse denizleri kudurtur

İsterse çiçeklerle süsler etrafı

İsterse bembeyaz karlarla..

İsterse kocakarıları dondurur

Mart şuh kadındır


Aydın Göle

23 mart 2003

***

245/15

Artık ıslak hatıralar

Yeşerir gözlerimde

Neden sevgiler kısa ömürlü

Sevgililer vefasız

Ayrılıklar uzun

Ve çetin olur bilen var mı

Bilen var mı, gören var mı

Ben beni arıyorum

Yitik aşkları bulan var mı

Aydın Göle

23 mart 2003

Sırada uzun bir şiir var. Bu hafta yerimiz yetmeyecek. Haftaya bu şiiri bölmeden tekrar veririm. Bu hafta sayfamızdaki yerimizin alabildiği kadarıyla yetinmek zorundayım. Şiir anlayacağınız gibi kan kardeşime yazıldı. Bu şiir Amerika’nın ikinci Irak saldırısıyla birlikte birkaç konunun iç içe işlendiği bir şiirdir.

16

Bana nefes alma deseydin almazdım

Deniz dibinde yaşa deseydin yaşardım

Bana güneşte eri deseydin erirdim

Benden can isteseydin verirdim

Yazma deme duramam

Ben sevgisiz yaşayamam

Bülbülü susturabilir misin

Gül bahçelerini yok etmeden

İhtimâl, o zaman denerim

Sana göz veririm, söz veremem

İhtimâl, o zaman denerim

Sağnak sağnak yağdım hep

Yağmursuz bulut olamadım hiç

Yağmazsam bahçeme yağmam

Sen kankamsın

Sen kristal camsın

Sana dokunmaya kıyamam

Kırmam mümkün değil

Siğil çıktı bedenimde, yüzlerce siğil

Kızardım güneşte kızaran domatesler gibi

Yüzümü görme

Irkım değişti aniden

Utancımı görme

Ben küçücüğüm

Ben yerden bitme

Sözüm geçmez ki kendime

Ne yeminler bozdum bilsen

Bu yüzden borcum çok

Bir yüreğim var verebileceğim

Çok şükür o hacizsiz

Al senin olsun, zaten içinde sen varsın

Sığdın desem ona, sığmazsın

Bana yazma deme

Ben sana yollayayım

İstersen okuma

Sana gitti bileyim bu şiir

Bu bana yeter

Sen kankamsın

Sen kristal camsın

Seni kırmam mümkün değil

“Önemli şeyler dışında yazma,

Zaten dardasın” demiştin.

“Bu sıralar işler durgun,

Zaten hardasın” demiştin.

Beni düşündüğün için bu kadar

Yüreğim karıştı ırmaklara

Seni seviyorum bu önemli değil mi

Zaten dünya karışık

Gene Amerika ırakla savaşta

Irakta gene Saddam

Amerika’da bu kez oğul Bush

Belli değil nereye varır bu iş

Kıyamet kopabilir

Zaten kopuyor ırakta

Aydın Göle

27 mart 2003

***

İyi pazarlar geçirmeniz umut ve dileğiyle..

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 07.11.10


DEVLET KUTSAL, SOY SOP ÖNEMLİ DERLER


Çok garip bir milletiz vesselâm. Kimimiz Hrant Dink’in cenaze töreninde olduğu gibi “Hepimiz Ermeniyiz” deriz. Kimiz de birini küçük düşürmek istediğimiz zamanda “Bunun anası Ermeni” deriz. Oysa bir yerlere yaranmak için söylenmiş olsa da hepimiz Ermeni olmadığımız gibi, birimizin annesinin Ermeni olması da önemli değildir. Bir milletten olmak bizim seçimimiz değildir. O kaderdir. Değiştirilemez bir kader.. evimizi, eşimizi, işimizi, arkadaşımızı, arabamızı seçeriz ama ana babamızı ve doğum yerimizi, yani vatanımızı seçemeyiz. Bunları değiştirdiğimizde aslımızı inkâr etmiş oluruz.

Kimliğimizin önemli bir parçası olan milliyetimizle ne çok övünürüz. Hasletlerimizi saymakla bitiremeyiz. Bunun tarih içinde yer alan haklı tarafları da vardır. Ama zamanla toplumsal değişmeye bağlı olarak bu hasletlerimizi yaşatmakta ne kadar başarılı olmuşuz?

19 ağustos 2010 tarihinde Hürriyet gazetesindeki köşesinde Yılmaz Özdil’in buna değinen bir yazısı yayınlandı. O yazıdan bölümler aktarıyorum.

***

Derviş Özer, tıp doktoru. Aynı zamanda, heykeltraş. 90’lı yılların başı... Tatile giderken, Afyon’da mola verir. Çay bahçesine kalabalık bir grup insan gelir o sırada, üstleri başları perişan, alayı gariban, ağlamaktan gözleri şişmiş... “Hayrola?” der. Şehit cenazesi taşıyan köylülerdir.

O gün 3 yaşında olan ve ortalıkta neşeyle hoplayıp zıplayan kızına bakar, bir de köylülere... Bir yanda saçının telini dünyaya değişmeyeceği evladı, bir yanda evladını vatan için toprağa vermiş baba... Utanır...

“Bir şey yapmalıyım” der. “Bu çocukları ölümsüzleştirmeliyim.”

Böylelikle “Şehit Ağacı” projesi hazırlar.

Terör şehitlerini künyelere yazacak, künyeleri ağaca takacak, çocukların birer yaprak gibi ebediyen salınmasını sağlayacaktır o ağacın dallarında... Hayata geçirmek için aradığı fırsatı, ancak 2003’te bulur. Resim Heykel Müzesi'nin açtığı yarışmaya katılmaya karar verir.

İstanbul’a gelir, künyeleri almak için Tahtakale’ye gider. Sorar soruşturur. Herkes aynı adresi verir. Ermeni bir usta... Dükkâna girer, anlatır. O güne kadar hiç düşünmediği detaya dikkat çeker Ermeni usta, “Paslanmaması lazım” der, “Evlatlarımız ebediyete kadar ışıl ışıl olmalı.”

Olmalı ama, en pahalısıdır o bahsettiği künyeler, tanesi 1 lira 25 kuruş... “Ticari iş değil bu, takma kafana” der Ermeni usta, “Vatan işi” der... 5’te 1 fiyatına, kâr falan almadan, hatta zarar ederek, 25 kuruştan verir. 3 bin künye... “Haftaya gönderirim” der. Tam gününde gönderir.

***

Sözün burasında bir şeyler eklemek istiyorum. Bizim insanımız uzun vadeli düşünmeyi pek sevmez. Bu yüzden ticarette sözüne sadık olmayana sıklıkla rastlanabilir. Yürüme engelli oluşum nedeniyle 50 senedir ortopedik firmalarıyla ilişkilerim oldu ve bundan sonrada hayatımın sonuna kadar olmaya devam edecek. 1960’lı yıllarda bu işin imalâtıyla Ermeni ve Rumlar uğraşırlardı. İstanbul’a bu işler için gittiğimizde onlara işimiz düşerdi. İnanın hiç güçlük çıkarmazlardı. 1970’lerin başında onların yetiştirdiği bir Türk İstanbul Lâleli’de küçücük bir dükkân açarak bu konuda hizmet vermeye başladı. Zamanla bu işte epey yol aldılar. Hiç unutmuyorum; bayrama bir ay kala bir cihazımı yanlış tamir etmişler ve istediğim ortopedik ayakkabılarımı yapmayarak beni mağdur etmişlerdi. Bunun için parasını vererek yalvaran, o zamanlar 18 yaşında olan, burada karikatürleriyle tanıdığınız kardeşime hiç kulak vermemişlerdi. O bayramı ben cihazsız ve ayakkabısız, kardeşimde bunları yaptıramamış olarak, sonuçta moralimiz yıkık geçirmiştik. Hikâyemize dönelim.

***

Sonra, kısmet olmaz, araya başka işler karışır, hazırlandığı yarışmaya katılamaz heykeltıraş... Künyeleri paket halinde evinin deposuna kaldırır. Taa ki, amacına ulaşacağı 2009’a kadar.

Ankara Kızılcahamam Belediyesi, Şehit Fatih Duru Parkı yapmaktadır. Başvurur... Belediye “Başımızın üstünde yerin var” der... Kurumuş bir sedir ağacı, gövde olur. Ancak, bir sorun vardır. Şehit sayısı 6 bini geçmiş, eldeki künye sayısı ise sadece 3 bindir.

Parkın açılışına yetişme kaygısıyla, İstanbul’a gelmez, Ermeni ustanın ismini telefonunu da kaydetmemiştir, internete girer, eksik künyeleri tamamlamak için askeri malzeme satan tüccarlarla temasa geçer. “Paslanmaz istiyorum” der. “Abi merak etme, künyenin kralı bu” garantisi verirler. Zaman dar... Ermeni ustanın 25 kuruştan sattığı künyeleri, 1’er liradan alır.

Tek tek isimleri yazar, takar sedir ağacının dallarına, Cumhuriyet Bayramı’nda açılışı yapılır. Medya ilk gün hücum eder, Türkiye ağlayarak seyreder, sonra unutulur gider.

Ve, kış...

Sadece tebrik yağmaz tabii.Yağmur da yağar.

Şehit Ağacı'nın 3 bin yaprağı ışıl ışıl parlıyor hâlâ; gerisi paslandı...

“Vatan işi bu, evlatlarımız ebediyete kadar ışıl ışıl olmalı” sözü kulağında çın çın çınlayan heykeltıraş, ağlayarak, tek tek değiştirmek zorunda kaldı, Türk tüccardan aldığı künyeleri.

***

Az önce dediğim gibi bizim insanımız uzun vadeli düşünmeyi pek sevmez. Bu yüzden çok uzun süre karmaşık yapılı ticarette başarılı olamamıştır. Son yıllarda hızla değişen toplumsal yapımıza bağlı olarak oturmuş değerleri sarsılan insanımız, giderek ahlaki erozyona uğramıştır. Köşe başlarını en az maliyetle en yüksek karı etme hırsında olan vurguncu tüccar zihniyetli insanlar tutmuş durumda. Sorarsanız devlet kutsal, soy sop çok önemli derler. Ama bu kutsal devleti ve ağına düşürdükleri zavallı halkı soysuzca soyarlar.

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 05.11.10




İŞTE HAYAT BÖYLE ISKALANIR


Hayat devam ederken olanı biteni anlayan hayatın gidişatına bir derece hükmetmeyi başarır. Ama ne olup bittiğini anlamayan hayatı ıskalar. Hayat onun için Livaneli şarkısı gibi ÇOK UZAKTAN GEÇEN BİR GEMİ’dir. İnsanlar için böylede en büyük ve en düzenli insan topluluğu olan devlet için farklı mı? Tarih farklı olmadığının örnekleriyle dolu. Buna giden yapı taşları tek tek gene insan.

İlk örneğimiz şöyle:

DAVULCU Remo’nun, davul çalarken sağ ayağını kaldırıp tokmağı ayağının altında davula vurması, Samuel Morse’nin elektrikli telgrafı icat etmesine denk gelir.

Hayat yanından akıp giderken seyirci kalan insanlarda çok var. İşte böyle biri ülkemizin küçük bir şehrinde, Burdur’da yaşamış.

Şeker Fabrikası’ndan emekli olan Ahmet Geçer, 1980-95 yılları arasında çalışarak biriktirdiği paraları bankaya yatırmak yerine evinde saklamayı tercih etti. Kazandığı paraları evde kanepe altları ve yatak aralarına saklayan Geçer, bir süre sonra paraları sakladığı yeri unuttu.

Aradan 15 yıl geçtikten sonra önceki gün eşiyle birlikte evde temizlik yapan Geçer, kanepe altı ve yatakların arasından, artık tedavülden kalkan 2 milyon 396 bin 330 TL para buldu. Önce çok sevinen Ahmet Geçer, bir süre sonra bu paraların artık tedavülden kalktığını fark etti.

Paraları bulduğunda paralar tedavülden kalktığı için hiçbir işe yaramaz. Bırakın değer kaybetmesini tedavülden bile kalkmıştır. İşte akıp giden bir hayat. Para bir sembol; yitirilen, onca zaman ve verilen emektir.

Her şeyin bir yeri ve sırası vardır. Hayatı ıskalayanlar bu sırayı unutanlardır. Dinimizde yarın ölecekmiş gibi ibadet etmekten söz edilirken hayatı ıskalamamak için hiç ölmeyecekmiş gibi çalışmaktan da söz edilir. O kadar ki, düne eşit geçen günü peygamber efendimiz ziyan edilmiş zaman olarak gösterir. Gelin görün ki bu sözü unutarak bilim üretemez olduk. Oysa bir alimin uykusu bile ibadetten sayılıyordu.

Bizim köylerimizden birinde köylülerin bir keçinin sırtındaki harf gibi işaretlerden anlam çıkarmaya çalışmaları, keçiyi kaptıkları gibi kaymakama götürmeleri, kaymakamın da bunu ‘Adı geçen keçiye ne gibi bir işlem yapılmasını’ bir yazıyla merkeze sorması ise Çinlilerin pirinçteki gen sıralamasını bulmalarına rastlar.

Şıh Hazretleri’nin, müminlerin imanını bozacak şeyleri tebliğ etmesi de İskoç asıllı John Baird’in Televizyonu icat etmesiyle eş zamanlıdır.

Sene 2010...

- Son bir yılda insan epigenomunun ( ilk olarak 1950’lerde Conrad Waddington tarafından önerilen Epigenetik terimi günümüzde DNA dizisindeki değişimlerle açıklanamayan mitoz ve/veya mayoz bölünme) şifresi çözüldü...

- Görme engelliler için göz yerine geçen mikroçip yapıldı...

- Bilim adamı robot, Aberystwyth Üniversitesi’nde çalışmaya başladı...

- NASA, Ay’da su bulunduğunu açıkladı...

- Maryland Üniversitesi’nde, atomun içindeki veriyi bir metre uzaklıktaki kabın içine ışınlayarak taşıdılar...

- Büyük Hadron çarpışması ile yerkürenin sırrı aralandı...

- Subaru teleskobu, komşumuz yeni bir gezegen buldu...

- Başta Alzheimer ve kemik erimesi olmak üzere 27 hastalığa çare buldu elin adamı...

İşte hayat böyle ıskalanır. Hayatı ıskalayan devletse, başkalarının buyruğuna girerek küresel dünya masalıyla avunur.

****

NOT: Yaz bitimi, yani güz, yani sonbahar, yani yaprak dökümü mevsimi.

Dökülen her yaprak, biten bir hayattır. Bizler birer ağaçsak en yakınlarımız,

eşimiz, dostumuz, kısaca tüm sevdiklerimiz dallarımız yapraklarımızdır. Bir

dalım daha kırıldı, bir yaprağım daha düştü dostlarım. Hayat böyle acıtır

sıklıkla. Hele yaşınız ilerledikçe.. Bizler amca, dayı, hala, teyze çocukları

kardeşler kadar yakınızdır. Yaklaşık bir yıldır kanserle savaşan bir ağabeyimi

dün gece (01.11.10) kaybettim. Kardeşim Coşkun Göle bu kaybımız nedeniyle

birkaç gün karikatür çizmeyecek.

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com

Yayın Tarihi: 03.11.10

KURU SU


ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE

Aşağıdaki haberin başlığını okuyunca gözlerime inanamadım. Gerçekten inanılır gibi değildi. Kim bilir? Belki bu haber gerçek değildir. Bilimsel keşif ve buluşlarda sınır tanımadığını biliyorum. Gene de inanması zor haberler alıyorum. Bu seferki buluş veya keşif sizleri de şaşkına çevirecek. Bilim insanlarının son keşfi ‘kuru su’ olmuş. Buyurun haberi okuyalım.

Bilim dünyası yeni keşiflerde sınır tanımıyor. Bilim insanlarının son keşfi ‘kuru su’ oldu.

Bu teknolojiyle küresel ısınmayla savaşılacağı gibi sera gazı salınımının önüne de geçilmesi bekleniyor.

‘Kuru suyun’ aslında yüzde 95'i ‘ıslak’ sudan oluşuyor. Sadece normal su silika kumuyla kaplanarak ‘kuru suya’ dönüştürülüyor. Bilim insanları, kuru suyun, karbondioksiti normal sudan üç kat daha iyi absorbe ettiğini de belirtiyor.

Peki kuru su ne işe yarayacak? İnsanlar kuru suyu içebilecek mi? Bu soruların cevabı henüz net olmamakla birlikte silika suyuyla kaplı suyun ilaç yapımında, gıda üretiminde ve tüketim mallarında kullanılması bekleniyor.

Kuru suyun, doğal gaz arama çalışmalarında metan gazını emerek, bu alanda daha hızlı sonuca ulaşılmasını sağlaması da bekleniyor.”

Haber böyleydi. Su işleriyle uğraşan biri sulu biri midir? Bu sululuğa son vermek için mi suyu kuruttu acaba?

Suyu kurutanlar evli miydi, merak ettim şimdi. Bence değildi. Temizliğe ve sağlığa daha çok özen gösteren hanımlar olduğu için evli bir bilim adamının bunu keşfetmesine bence eşi izin vermezdi.

Evliliği kötüleyecek değilim. Toplumsal hayatın gereği evlilik olacak elbette. Ama bakın her evli olan da her istediğini eşine sormadan yapabiliyor mu?

Sizce Kristof Kolomb Amerika’yı keşfettiği yolculuk sırasında evlimiydi? Hayır dediyseniz kazandınız. Evli olsaydı o yolculuğa çıkabilir miydi? Evli olsaydı aralarında şöyle bir konuşma geçerdi herhalde.

* Ben gidiyorum karıcım.

- Nereye gidiyorsun?
- Kiminle gidiyorsun?
- Niçin gidiyorsun?
- Nasıl gidiyorsun?

* Keşif için gidiyorum.

- Neyin keşfine gidiyorsun?
- Niye bir tek sen gidiyorsun?

* Bilmiyorum şansımıza ne çıkarsa onu keşfederim.

- Sen dönene kadar ben ne yapacağım?
- Ben de seninle gelebilir miyim?
- Senin kürekçilerin var mı?
- Personel listeni bana göstersene!
- Peki ne zaman dönüyorsun?
- Doğru söyle niçin gidiyorsun?

* Doğru söylüyorum keşfe çıkıyoruz.

- Sen bu seyahati bensiz planladın değil mi?
- Bana cevap versene?
- Bu seyahattin amacı ne?
- Yoksa biriyle mi kaçıyorsun?
- Senden nasıl haber alacağım?
- Senin orada neler çevirdiğin ne malum?
- Gemide kadın da var mı demiştin? (unutmayın kadınlar kuşkucudur)

* Yok karıcım, yemin olsun ki yok! Dişi sinek bile almadım gemiye.

- Ben hala neyin keşfi olduğunu anlayamadım?

* Bende bilmiyorum ki.. zaten neyi keşfettiğimi bilsem o keşfetmek olmazdı karıcım. Onun için neyi veya nereyi keşfedeceğimi bilmiyorum. Şansımıza ne çıkarsa..

- Senden başka keşif yapacak yok mu ?
- Sen zaten her zaman böyle yapıyorsun!
- Sen kendini bana karşı ön plana çıkartıyorsun!
- Ben anlamıyorum keşfedilecek başka bir şey daha kaldı mı ki?
- Benim kırık kalbimi niye keşfetmiyorsun?

* Gideyim geleyim onu da keşfe çıkarım karıcım, hiç merak etme sen.

- Onu bunu bilmem ben de seninle geleceğim!
- Yalnız annemler seyahatten dönene kadar bir ay beklemen lazım!

* Neden?

- Çünkü onların da gelmelerini istiyorum!
- Annemler bugüne kadar hiçbir yeri keşfetmediler!

Şimdi beni anladınız mı?

Bugün konumuz çok su götürür bir konu. Geçmişte sularla boğuşa boğuşa keşiflere gitmişler. Bugünse suyu kurutmuşlar. Göllerde, derelerde bu bekâr bilim adamları tarafından mı kurutuldu yoksa? Şaka şaka..

***

Not: Karikatürde günlük işlerde kaçak su kullanımı

anlatılıyor. İbadet için ise kaçak su kullanılmıyor.

Ülkemizde yaş ve kültür farkı olmaksızın herkesin

tavrı bu. Ne yazık ki böyle davranmayan akıllı

sayılmıyor. Karikatürün konumuzla hiç ilgisi yok mu?

Daha ne olsun? “Su”lu bir konusunun olması sizce

yetmez mi?

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 01.11.10