30 Mart 2013 Cumartesi

“NEDEN BEN”DEN HAMDIM PİŞTİM YANDIM’A


Çok kez belirttim, 6 aylıkken çocuk felcine yakalanmışım. Çocukluktan ergenliğin başlangıcına kadar bir dönem hastanelerde geçirdim. Şişli Etfal, Haydarpaşa Numune hastanelerinde annemle yatmışım önceleri. Daha sonra Vakıf Guraba hastanesinde yattım. Bu hastanede beş yaşındayken sol, sekiz yaşındayken sağ ayağımdan olmak üzere bir dizi ameliyatlar oldum. Ameliyatlar sonrasında doktorlarımın gözetiminde uzun yıllar süren kum ve güneş banyosu yöntemiyle tedavi gördüm.

Felcin etkisiyle böbreklerimde yanmalar çocukluğumda başlamıştı, sıklıkla kum döktüm. İleri yaşlarda o kumlar taşa dönüştü. 1988 ocak ayının 13’ünde böbreğimden taş alındı. Taşı alındıktan sonra bir buçuk yıl tedavi gören böbreğim kendine gelemeyince 1989 haziranında tamamen alındı.    

Doktorum böbreğimde taş olduğunu, onu ameliyatla almak gerektiğini söylediğinde eve gelip kendi kendime “neden ben” deme cahilliğini gösterdim. Meğer kendime ne çok acıyormuşum. Kendime acıdıkça başıma gelmeyen kalmıyordu. O aralar yeni bir iş kurmakta olan, sizlerinde karikatürleriyle tanıdığınız kardeşim ameliyat olduğumda geceleri refakatçim olarak yanımda kaldı. Gündüzleri annem geliyordu. İlk gece narkozun etkisiyle genellikle uyuklar haldeydim ama sık sıkta uyanıyordum. Böbrek ameliyatlarında hasta başı ve ayakları bel bölgesinden aşağı tutularak yan yatırılır. Benimde çocuk felcinden dolayı sırt kemiğim eğrilmiş olduğundan, birde ameliyat sırasında uzun süre bu biçimde yatırıldığım için çok acı çekiyordum. Ameliyat ağrılarından daha fazla bel kemiğimin ağrısını duyuyor, yerimde duramıyordum. İki elim yana açılmış, sağ elim serumlu durumda bir ara uyandığımda kardeşim yatağıma başını dayamış uyuklar vaziyette ama sırtımın altına soktuğu iki elini kımıldatarak ağrılarımı dindirmeye çalıştığını görünce gözlerim yaşardı. O anda kendimi unuttum. Bana olan sevgi ve merhametini bildiğim ayağım, kolum, gözüm, kulağım ve övüncüm kardeşime o an çok acıdım. Serumlu elimle başını okşamaya elimi oynattım. Damarımdaki iğne batınca ah çektim, uyandı. Sabaha işe gidecekti. Uykusuz nasıl günü geçirirdi? Göz yaşlarım coşmuştu bir kere. O ise çok acı çekiyorum sanmıştı. Bu yaşadıklarım bana bir daha asla “neden ben” dememeyi öğretti. Çünkü acılar olgunlaşmamız için gerekli diye düşünmeyi öğrendim. Olgunlaşmak pişmektir. Pişerken ise yanmamak olmaz. Biz bu dünyaya olgunlaşmak için gönderiliyorsak ki gönderilirken itirazımız olmadığına göre pişmeye, yanmaya hazır olmalıyız. Olgunlaşmanın bir tek yolu yok! Kim bilir neler neler bekliyor o yolda bizi.

Bir inancınız olmasa bile o inanmadığınız şeye inanırsınız. Bunun doğrultusunda kendinize bir dil geliştirirsiniz. Siz isterseniz ona bilimsellik deyin, isterseniz akılcılık. Ama sonunda bir duygu katma ihtiyacı mutlaka duyarsınız. Akıl ve duyguyla birleşen konular vicdanımızı oluşturur. Vicdana ters hiçbir şey akılcı olamaz. Olursa o kişisel faydacılık olur. Olgunluk buna karşı tutum almakla belli olur. Din bu sahada insanı iyi olmaya zorlar. İyiki zorlar; doğuştan algılama ve anlama yetisine sahip olmayanlar kişisel faydayı temel alır ve önünde durulamaz güçler olurlardı yoksa.

Aşağıda “Neden ben” konusunu işleyen Erol Afşar’ın kaleme aldığı bir konuşmaya yer veriyorum. Zenci şampiyon tenisçi Arthur Ashe’ye kulak vermekte yarar var.

*    

Wimbledon’un ilk zenci Şampiyonu Arthur Ashe kan naklinden kaptığı AIDS’den ölüm döşeğindeydi.
Hayranlarından biri sordu; “Tanrı böylesine kötü bir hastalık için neden seni seçti?”
Arthur Ashe ibretlik bir cevap verdi;
Tüm dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar.
5 milyonu tenis oynamayı öğrenir.
500 bini profesyonel tenisçi olur.
50 bini yarışmalara girer.
5 bini büyük turnuvalara erişir.
50’si Wimbledon’a kadar gelir.
4’ü yarı finale, 2’si finale kalır.
Elimde şampiyonluk kupasını tuttuğum zaman Tanrı’ya ‘Neden ben’ diye hiç sormadım.
Şimdi sancı çekerken, Tanrı’ya nasıl ‘Neden ben’ derim?

*

Yaratılıştan itibaren vicdan sahibi olanlara sözüm yok! Onlar ellerindeki değeri biçilemez şeyin farkında olmayabilirler. Ama kendilerine acımadıklarını görürsünüz. Her canlıya aynı açıdan yaklaşır bu insanlar. Sokakta gördükleri aç, üşümüş, yaralı herhangi bir hayvanı evlerine alıp iyileşene kadar bakarlar. Hatırlar mısınız, haber bile olmuştu; yarası iyileştirilen bir aslan doğal ortamına salındıktan yıllar sonra kendisini iyileştirenlerle karşılaştığında iki ayağının üstüne kalkıp boyunlarına sarılmıştı.

Laf lafı açar demişler, nerden nereye geldik işte. Kendine acımaktan kaynaklanan “Neden Ben” sorusundan olgunlaşmaya, oradan vicdana, oradan da vefaya geçtik. Geçtik evet ama sürüklenmedik. Bunlar birbirini izleyen kavramlar. Bu kavramlar tek başına da bir anlam taşırlar. Yalnız “vefa” kavramı içlerinden ayrılır, o gösterilen vicdana teşekkürdür.

Başa dönecek olursak her tür sorun, sıkıntı veya görülen eziyet olgunlaşmayı sağlar. Tabi karşılaşılan duruma sabır göstermek şart! Bakın, buraya kadar hiç anmadığımız sabır olgusuda konumuza eklendi. Olgunlaşmak bir sabır işi. Sabırsa beklemesini bilmektir. Olgunlaşmak pişmektir demiştik ya, pişmek sabırla mümkün. Bunun için sabrederek öncelikle “neden ben” dememek gerekiyor. Faruk dostumun sözüdür; “bundan öncede her türlü soruna göğüs geren, eziyet gören; acılar, sıkıntılar çeken insanlardan ne farkım var, ben altın kaplama insan değilim, benimde etim kemiğim var.”

Sabır sonunda meyvesini mutlaka verir. Birde istemesini, kimden isteneceğini bilmek gerekir. O zaman kainat o isteğe seferber olur denir.

Gene Erol Afşar’ın yazdıklarını aktarıyorum.

*

Brenda yamaç tırmanışı yapmak isteyen genç bir kadındı.
Bir gün cesaretini toplayarak bir grup tırmanışına katıldı.
Tırmanacakları yere vardıklarında, neredeyse duvar gibi dik, büyük ve kayalık bir yamaç çıktı karşılarına.
Tüm korkularına rağmen, Brenda azimliydi.
Emniyet kemerini taktı, ipi yakaladı ve kayanın dik yüzüne tırmanmaya başladı.
Bir süre tırmandıktan sonra, nefeslenebileceği bir oyuk buldu.
Orada asılı dururken, gruptan yukarıda ipi tutan kişi dalgınlığa düşerek ipi gevşetiverdi. Aniden boşalan ip, hızla Brenda'nın gözüne çarparak lensinin düşmesine neden oldu.
Lens çok küçüktü ve bulunması neredeyse imkânsızdı.
Lens yamacın ortasında bir yerlerde kalmıştı ve Brenda artık bulanık görüyordu.
Ümitsizlik içinde Brenda, lensini bulması için Allah’a dua edebilirdi yalnızca ve içten içe düşünüp dua etmeye başladı;
“Allah’ım! Sen bu anda buradaki tüm dağları görürsün. Bu dağlar üzerindeki her bir taşı ve yaprağı bildiğin gibi, benim lensimin yerini de biliyorsun. Onu bulmama yardım et.”
Patikalardan yürüyerek aşağı indiler.
Aşağı indiklerinde, tırmanmak üzere oraya doğru gelen yeni bir grup gördüler.
İçlerinden biri “Aranızda lens kaybeden var mı” diye bağırdı.
Brenda’nın sonradan öğrendiğine göre, lensi bir karınca taşıyordu ve karınca yürüdükçe yavaşça kayanın üzerinde hareket edip parlayan lens kızların dikkatini çekmişti.
Eve döndüklerinde Brenda lensini nasıl bulduklarını babasına anlatacak ve bir karikatürcü olan babası da ağzıyla lens taşıyan bir karınca resmi çizerek, karıncanın üzerindeki baloncuğa şunları yazacaktı;
“Allah’ım! Bu nesneyi neden taşıdığımı bilemiyorum. Bunu yiyemem ve neredeyse taşıyamayacağım kadar ağır.
Ama istediğin sadece bunu taşımamsa, senin için taşıyacağım.”

***

“Neden ben” diyeceğimiz ne çok durum vardır. En acısı evlat kaybetmek! 1999 depreminde pazarcılık yaptıkları Bolu’dan gecenin ilerlemiş vaktinde gelen iki evladının Bakkallar durağındaki şimdiki “Elit oteli” olan yerde yer alan binanın altındaki gecenin o saatinde açık olan internet kafeye yorgunluk atmaya girmeleri ve depremle birlikte yıkılan binanın altında kalarak can vermeleri üzerine metanetini koruyan Erenler Belediyesi meclis üyesi ve sağlık işleri ilgilisi sayın büyüğüm Ramazan Tezgel ağabeyim’in sabrı konumuza örnektir. Geçtiğimiz aylarda eşinide kaybeden Ramazan Tezgel ağabeyim “Allah verdi, Allah aldı” diyordu. Onun daima gülümseyen ve daima bir yerlere yetişme telaşındaki görünüşünü görseniz pişmenin ne olduğunu anlarsınız. Koca şairimiz Nazım Hikmet “sen yanmasan, ben yanmasam, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa” boşuna dememişti.

Erol Afşar’ı yazısını bitirelim.

***

Hz. Eyyüp Peygamber’in başına musibetler üst üste gelir…
Bâbil askerleri kavmini katleder.
Yıldırımlar düşer, verimli arazileri ve o an çalışmakta olan insanlar yanar.
Eşkıyalar kavmine saldırır, sürülerini alırlar.
Beş oğlu depremde enkaz altında kalıp ölürler.
Bu olayların şoku ve etkisiyle kavmi, isyan bayrağı açar.
Aktaracağımız olay oğullarının cesetlerini görünce yaşadığı ve sonrasıdır;
Hz. Eyüp enkazdan her oğlunu çıkarışında ağıt yakar, derken irkilir, aklı başına gelir ve bize Hz. Eyüp Sabrı olarak intikal eden o muhteşem duruşu sergiler;
“Eyy Yüce Rabbim, benim kusurumu affet!
Melun şeytan, çocuklarımın vefatını bana, mühim bir hâdise gibi gösterdi...
Senin bana emanet olarak verdiğin bu evlâtlarımı, Senin istediğin zaman alma hakkını unutup, hadisenin gafletine daldım ve onları bir an tamamen benim sandım!...
Oysa, bütün Kainatın sahibi Sen olduğun gibi, onların da sahibi Sendin!...
Lânetlenmiş şeytanın vesvesesiyle düştüğüm bu gaflet ve hatadan dolayı Sana tövbeler ediyorum, beni affet ey Yüce Rabbim!...”

***

 “Neden ben”den Mevlâna’nın şu üç kelimelik sözüne; “HAMDIM, PİŞTİM, YANDIM”a ulaşmadan olgunlaşmamız beklenebilir mi? Sanmıyorum!


  
Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.sakaryaanadolu.net 


Yayın Tarihi: 01.03.2013

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder