Çok kez belirttim, 6 aylıkken çocuk felcine yakalanmışım.
Çocukluktan ergenliğin başlangıcına kadar bir dönem hastanelerde geçirdim.
Şişli Etfal, Haydarpaşa Numune hastanelerinde annemle yatmışım önceleri. Daha
sonra Vakıf Guraba hastanesinde yattım. Bu hastanede beş yaşındayken sol, sekiz
yaşındayken sağ ayağımdan olmak üzere bir dizi ameliyatlar oldum. Ameliyatlar
sonrasında doktorlarımın gözetiminde uzun yıllar süren kum ve güneş banyosu
yöntemiyle tedavi gördüm.
Felcin etkisiyle böbreklerimde yanmalar çocukluğumda
başlamıştı, sıklıkla kum döktüm. İleri yaşlarda o kumlar taşa dönüştü. 1988
ocak ayının 13’ünde böbreğimden taş alındı. Taşı alındıktan sonra bir buçuk yıl
tedavi gören böbreğim kendine gelemeyince 1989 haziranında tamamen alındı.
Doktorum böbreğimde taş olduğunu, onu ameliyatla almak
gerektiğini söylediğinde eve gelip kendi kendime “neden ben” deme cahilliğini
gösterdim. Meğer kendime ne çok acıyormuşum. Kendime acıdıkça başıma gelmeyen
kalmıyordu. O aralar yeni bir iş kurmakta olan, sizlerinde karikatürleriyle
tanıdığınız kardeşim ameliyat olduğumda geceleri refakatçim olarak yanımda
kaldı. Gündüzleri annem geliyordu. İlk gece narkozun etkisiyle genellikle
uyuklar haldeydim ama sık sıkta uyanıyordum. Böbrek ameliyatlarında hasta başı
ve ayakları bel bölgesinden aşağı tutularak yan yatırılır. Benimde çocuk
felcinden dolayı sırt kemiğim eğrilmiş olduğundan, birde ameliyat sırasında
uzun süre bu biçimde yatırıldığım için çok acı çekiyordum. Ameliyat
ağrılarından daha fazla bel kemiğimin ağrısını duyuyor, yerimde duramıyordum.
İki elim yana açılmış, sağ elim serumlu durumda bir ara uyandığımda kardeşim
yatağıma başını dayamış uyuklar vaziyette ama sırtımın altına soktuğu iki elini
kımıldatarak ağrılarımı dindirmeye çalıştığını görünce gözlerim yaşardı. O anda
kendimi unuttum. Bana olan sevgi ve merhametini bildiğim ayağım, kolum, gözüm,
kulağım ve övüncüm kardeşime o an çok acıdım. Serumlu elimle başını okşamaya
elimi oynattım. Damarımdaki iğne batınca ah çektim, uyandı. Sabaha işe
gidecekti. Uykusuz nasıl günü geçirirdi? Göz yaşlarım coşmuştu bir kere. O ise
çok acı çekiyorum sanmıştı. Bu yaşadıklarım bana bir daha asla “neden ben”
dememeyi öğretti. Çünkü acılar olgunlaşmamız için gerekli diye düşünmeyi
öğrendim. Olgunlaşmak pişmektir. Pişerken ise yanmamak olmaz. Biz bu dünyaya
olgunlaşmak için gönderiliyorsak ki gönderilirken itirazımız olmadığına göre
pişmeye, yanmaya hazır olmalıyız. Olgunlaşmanın bir tek yolu yok! Kim bilir neler
neler bekliyor o yolda bizi.
Bir inancınız olmasa bile o inanmadığınız şeye inanırsınız.
Bunun doğrultusunda kendinize bir dil geliştirirsiniz. Siz isterseniz ona
bilimsellik deyin, isterseniz akılcılık. Ama sonunda bir duygu katma ihtiyacı
mutlaka duyarsınız. Akıl ve duyguyla birleşen konular vicdanımızı oluşturur.
Vicdana ters hiçbir şey akılcı olamaz. Olursa o kişisel faydacılık olur.
Olgunluk buna karşı tutum almakla belli olur. Din bu sahada insanı iyi olmaya zorlar.
İyiki zorlar; doğuştan algılama ve anlama yetisine sahip olmayanlar kişisel
faydayı temel alır ve önünde durulamaz güçler olurlardı yoksa.
Aşağıda “Neden ben” konusunu işleyen Erol Afşar’ın kaleme
aldığı bir konuşmaya yer veriyorum. Zenci şampiyon tenisçi Arthur Ashe’ye kulak
vermekte yarar var.
*
Wimbledon’un
ilk zenci Şampiyonu Arthur Ashe kan naklinden kaptığı AIDS’den ölüm
döşeğindeydi.
Hayranlarından biri sordu; “Tanrı böylesine kötü bir hastalık için neden seni seçti?”
Arthur Ashe ibretlik bir cevap verdi;
Tüm dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar.
5 milyonu tenis oynamayı öğrenir.
500 bini profesyonel tenisçi olur.
50 bini yarışmalara girer.
5 bini büyük turnuvalara erişir.
50’si Wimbledon’a kadar gelir.
4’ü yarı finale, 2’si finale kalır.
Elimde şampiyonluk kupasını tuttuğum zaman Tanrı’ya ‘Neden ben’ diye hiç sormadım.
Şimdi sancı çekerken, Tanrı’ya nasıl ‘Neden ben’ derim?
Hayranlarından biri sordu; “Tanrı böylesine kötü bir hastalık için neden seni seçti?”
Arthur Ashe ibretlik bir cevap verdi;
Tüm dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar.
5 milyonu tenis oynamayı öğrenir.
500 bini profesyonel tenisçi olur.
50 bini yarışmalara girer.
5 bini büyük turnuvalara erişir.
50’si Wimbledon’a kadar gelir.
4’ü yarı finale, 2’si finale kalır.
Elimde şampiyonluk kupasını tuttuğum zaman Tanrı’ya ‘Neden ben’ diye hiç sormadım.
Şimdi sancı çekerken, Tanrı’ya nasıl ‘Neden ben’ derim?
*
Yaratılıştan itibaren vicdan sahibi olanlara sözüm yok!
Onlar ellerindeki değeri biçilemez şeyin farkında olmayabilirler. Ama
kendilerine acımadıklarını görürsünüz. Her canlıya aynı açıdan yaklaşır bu
insanlar. Sokakta gördükleri aç, üşümüş, yaralı herhangi bir hayvanı evlerine
alıp iyileşene kadar bakarlar. Hatırlar mısınız, haber bile olmuştu; yarası
iyileştirilen bir aslan doğal ortamına salındıktan yıllar sonra kendisini
iyileştirenlerle karşılaştığında iki ayağının üstüne kalkıp boyunlarına
sarılmıştı.
Laf lafı açar demişler, nerden nereye geldik işte. Kendine
acımaktan kaynaklanan “Neden Ben” sorusundan olgunlaşmaya, oradan vicdana,
oradan da vefaya geçtik. Geçtik evet ama sürüklenmedik. Bunlar birbirini
izleyen kavramlar. Bu kavramlar tek başına da bir anlam taşırlar. Yalnız “vefa”
kavramı içlerinden ayrılır, o gösterilen vicdana teşekkürdür.
Başa dönecek olursak her tür sorun, sıkıntı veya görülen
eziyet olgunlaşmayı sağlar. Tabi karşılaşılan duruma sabır göstermek şart!
Bakın, buraya kadar hiç anmadığımız sabır olgusuda konumuza eklendi.
Olgunlaşmak bir sabır işi. Sabırsa beklemesini bilmektir. Olgunlaşmak pişmektir
demiştik ya, pişmek sabırla mümkün. Bunun için sabrederek öncelikle “neden ben”
dememek gerekiyor. Faruk dostumun sözüdür; “bundan öncede her türlü soruna
göğüs geren, eziyet gören; acılar, sıkıntılar çeken insanlardan ne farkım var,
ben altın kaplama insan değilim, benimde etim kemiğim var.”
Sabır sonunda meyvesini mutlaka verir. Birde istemesini,
kimden isteneceğini bilmek gerekir. O zaman kainat o isteğe seferber olur
denir.
Gene Erol Afşar’ın yazdıklarını aktarıyorum.
*
Brenda
yamaç tırmanışı yapmak isteyen genç bir kadındı.
Bir gün cesaretini toplayarak bir grup tırmanışına katıldı.
Tırmanacakları yere vardıklarında, neredeyse duvar gibi dik, büyük ve kayalık bir yamaç çıktı karşılarına.
Tüm korkularına rağmen, Brenda azimliydi.
Emniyet kemerini taktı, ipi yakaladı ve kayanın dik yüzüne tırmanmaya başladı.
Bir süre tırmandıktan sonra, nefeslenebileceği bir oyuk buldu.
Orada asılı dururken, gruptan yukarıda ipi tutan kişi dalgınlığa düşerek ipi gevşetiverdi. Aniden boşalan ip, hızla Brenda'nın gözüne çarparak lensinin düşmesine neden oldu.
Lens çok küçüktü ve bulunması neredeyse imkânsızdı.
Lens yamacın ortasında bir yerlerde kalmıştı ve Brenda artık bulanık görüyordu.
Ümitsizlik içinde Brenda, lensini bulması için Allah’a dua edebilirdi yalnızca ve içten içe düşünüp dua etmeye başladı;
“Allah’ım! Sen bu anda buradaki tüm dağları görürsün. Bu dağlar üzerindeki her bir taşı ve yaprağı bildiğin gibi, benim lensimin yerini de biliyorsun. Onu bulmama yardım et.”
Patikalardan yürüyerek aşağı indiler.
Aşağı indiklerinde, tırmanmak üzere oraya doğru gelen yeni bir grup gördüler.
İçlerinden biri “Aranızda lens kaybeden var mı” diye bağırdı.
Brenda’nın sonradan öğrendiğine göre, lensi bir karınca taşıyordu ve karınca yürüdükçe yavaşça kayanın üzerinde hareket edip parlayan lens kızların dikkatini çekmişti.
Eve döndüklerinde Brenda lensini nasıl bulduklarını babasına anlatacak ve bir karikatürcü olan babası da ağzıyla lens taşıyan bir karınca resmi çizerek, karıncanın üzerindeki baloncuğa şunları yazacaktı;
“Allah’ım! Bu nesneyi neden taşıdığımı bilemiyorum. Bunu yiyemem ve neredeyse taşıyamayacağım kadar ağır.
Ama istediğin sadece bunu taşımamsa, senin için taşıyacağım.”
Bir gün cesaretini toplayarak bir grup tırmanışına katıldı.
Tırmanacakları yere vardıklarında, neredeyse duvar gibi dik, büyük ve kayalık bir yamaç çıktı karşılarına.
Tüm korkularına rağmen, Brenda azimliydi.
Emniyet kemerini taktı, ipi yakaladı ve kayanın dik yüzüne tırmanmaya başladı.
Bir süre tırmandıktan sonra, nefeslenebileceği bir oyuk buldu.
Orada asılı dururken, gruptan yukarıda ipi tutan kişi dalgınlığa düşerek ipi gevşetiverdi. Aniden boşalan ip, hızla Brenda'nın gözüne çarparak lensinin düşmesine neden oldu.
Lens çok küçüktü ve bulunması neredeyse imkânsızdı.
Lens yamacın ortasında bir yerlerde kalmıştı ve Brenda artık bulanık görüyordu.
Ümitsizlik içinde Brenda, lensini bulması için Allah’a dua edebilirdi yalnızca ve içten içe düşünüp dua etmeye başladı;
“Allah’ım! Sen bu anda buradaki tüm dağları görürsün. Bu dağlar üzerindeki her bir taşı ve yaprağı bildiğin gibi, benim lensimin yerini de biliyorsun. Onu bulmama yardım et.”
Patikalardan yürüyerek aşağı indiler.
Aşağı indiklerinde, tırmanmak üzere oraya doğru gelen yeni bir grup gördüler.
İçlerinden biri “Aranızda lens kaybeden var mı” diye bağırdı.
Brenda’nın sonradan öğrendiğine göre, lensi bir karınca taşıyordu ve karınca yürüdükçe yavaşça kayanın üzerinde hareket edip parlayan lens kızların dikkatini çekmişti.
Eve döndüklerinde Brenda lensini nasıl bulduklarını babasına anlatacak ve bir karikatürcü olan babası da ağzıyla lens taşıyan bir karınca resmi çizerek, karıncanın üzerindeki baloncuğa şunları yazacaktı;
“Allah’ım! Bu nesneyi neden taşıdığımı bilemiyorum. Bunu yiyemem ve neredeyse taşıyamayacağım kadar ağır.
Ama istediğin sadece bunu taşımamsa, senin için taşıyacağım.”
***
“Neden ben” diyeceğimiz ne çok durum vardır. En acısı evlat
kaybetmek! 1999 depreminde pazarcılık yaptıkları Bolu’dan gecenin ilerlemiş
vaktinde gelen iki evladının Bakkallar durağındaki şimdiki “Elit oteli” olan
yerde yer alan binanın altındaki gecenin o saatinde açık olan internet kafeye yorgunluk
atmaya girmeleri ve depremle birlikte yıkılan binanın altında kalarak can
vermeleri üzerine metanetini koruyan Erenler Belediyesi meclis üyesi ve sağlık
işleri ilgilisi sayın büyüğüm Ramazan Tezgel ağabeyim’in sabrı konumuza örnektir.
Geçtiğimiz aylarda eşinide kaybeden Ramazan Tezgel
ağabeyim “Allah verdi, Allah aldı” diyordu. Onun daima gülümseyen ve daima bir
yerlere yetişme telaşındaki görünüşünü görseniz pişmenin ne olduğunu
anlarsınız. Koca şairimiz Nazım Hikmet “sen yanmasan, ben yanmasam, nasıl çıkar
karanlıklar aydınlığa” boşuna dememişti.
Erol Afşar’ı yazısını bitirelim.
***
Hz. Eyyüp
Peygamber’in başına musibetler üst üste gelir…
Bâbil askerleri kavmini katleder.
Yıldırımlar düşer, verimli arazileri ve o an çalışmakta olan insanlar yanar.
Eşkıyalar kavmine saldırır, sürülerini alırlar.
Beş oğlu depremde enkaz altında kalıp ölürler.
Bu olayların şoku ve etkisiyle kavmi, isyan bayrağı açar.
Aktaracağımız olay oğullarının cesetlerini görünce yaşadığı ve sonrasıdır;
Hz. Eyüp enkazdan her oğlunu çıkarışında ağıt yakar, derken irkilir, aklı başına gelir ve bize Hz. Eyüp Sabrı olarak intikal eden o muhteşem duruşu sergiler;
“Eyy Yüce Rabbim, benim kusurumu affet!
Melun şeytan, çocuklarımın vefatını bana, mühim bir hâdise gibi gösterdi...
Senin bana emanet olarak verdiğin bu evlâtlarımı, Senin istediğin zaman alma hakkını unutup, hadisenin gafletine daldım ve onları bir an tamamen benim sandım!...
Oysa, bütün Kainatın sahibi Sen olduğun gibi, onların da sahibi Sendin!...
Lânetlenmiş şeytanın vesvesesiyle düştüğüm bu gaflet ve hatadan dolayı Sana tövbeler ediyorum, beni affet ey Yüce Rabbim!...”
Bâbil askerleri kavmini katleder.
Yıldırımlar düşer, verimli arazileri ve o an çalışmakta olan insanlar yanar.
Eşkıyalar kavmine saldırır, sürülerini alırlar.
Beş oğlu depremde enkaz altında kalıp ölürler.
Bu olayların şoku ve etkisiyle kavmi, isyan bayrağı açar.
Aktaracağımız olay oğullarının cesetlerini görünce yaşadığı ve sonrasıdır;
Hz. Eyüp enkazdan her oğlunu çıkarışında ağıt yakar, derken irkilir, aklı başına gelir ve bize Hz. Eyüp Sabrı olarak intikal eden o muhteşem duruşu sergiler;
“Eyy Yüce Rabbim, benim kusurumu affet!
Melun şeytan, çocuklarımın vefatını bana, mühim bir hâdise gibi gösterdi...
Senin bana emanet olarak verdiğin bu evlâtlarımı, Senin istediğin zaman alma hakkını unutup, hadisenin gafletine daldım ve onları bir an tamamen benim sandım!...
Oysa, bütün Kainatın sahibi Sen olduğun gibi, onların da sahibi Sendin!...
Lânetlenmiş şeytanın vesvesesiyle düştüğüm bu gaflet ve hatadan dolayı Sana tövbeler ediyorum, beni affet ey Yüce Rabbim!...”
***
“Neden ben”den
Mevlâna’nın şu üç kelimelik sözüne; “HAMDIM, PİŞTİM, YANDIM”a ulaşmadan
olgunlaşmamız beklenebilir mi? Sanmıyorum!
Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.sakaryaanadolu.net
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com
Yayın Tarihi: 01.03.2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder