28 Eylül 2010 Salı

İSTATİSTİKTEN FELSEFEYE GİDEN YOL

ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE


Halkoylamasının ardından, çıkan “evet-hayır” oranlarını dikkate alan değerlendirmeler yapıldı, yapılmaya da devam ediliyor. Başbakanın etrafındaki analistlere “bana hayır oylarının anlamını araştırıp verin” benzeri isteklerde bulunması bu halkoylaması sonuçlarının neleri gösterdiğinin önemini vurgular bence. Bu konu üstüne son bir haftada çok şey yazıldı çizildi, üstünde durmaya niyetimde, isteğimde yok.

Biz olaylar ve sonuçları üstüne konuşmayı çok seven toplumuz. Elbette konuşmak, tartışmak çözüme ulaşmak için önemlidir. Ama bu bir maç sonrası gevezeliğine dönerse kime yararı olur, hangi sonuca ulaşılır? Boşa kürek çekmiş olmaz mıyız? Bütün takımların taraftarları Pazartesi günü işbaşı yaptıklarınd

a işliklerde sadece hafta sonu yaptıkları maçları konuşurlar. Birde bu takımlardan biri üç büyük kulüpten biriyse ve yenildiyse diğer iki büyük kulübün taraftarı için çok güzel malzeme olur. Ya bu takımlar kendi aralarında maç yapıp biri diğerini yendiyse çıkan gürültüyü siz düşünün. İş veriminin düşmesi cabası..

Hayat devam ediyor. Daha kim bilir kaç maç oynanacak, kim kime üstünlük sağlayacak? Aynı şekilde kaç hükümet kurulacak, kaç hükümet düşecek? Tarih bunları ve daha bir çok şeyi yazmayacak. Hayatımızın görece önemli konularını da yazmayacak. Kişisel tarihler de kimsenin umurunda değil. Kitap okuma ve okunan kitap türleri oranlarına bakarsanız bunu açıkça görürsünüz. İstatistik okumak bir iştir fakat bütün bunları okumak daha büyük iştir. İstatistikten felsefeye giden bir yol vardır.

Peki şunun istatistiği ve felsefesi nedir?

Bütün canlılar kendine özgü güzelliklere sahiptir. Hele birde yavru iseler, bakmaya doyamazsınız. Yayından boşalmış ok gibi duran tayı, yemyeşil çayırlarda zıp zıp zıplayan minik kuzuyu, sapsarı tüyleriyle güzelim civcivi, annesiyle derede yüzen ördeği seyretmek ne kadarda güzeldir. Bir köpek ve bir kedi yavrusunun şımarıklıkları ömre bedeldir. Ama bunların içinde en özel olanı sanırım kedidir. Çünkü kedi kadar ekâbir (elit, kendi halinde, en büyük olmanın umursamazlığında) bir başka canlı yok. Sevmenin ve sevilmenin dozunu keyfini bozmayacak düzeyde tutmaya özen gösteren çok seçkin bir hayvandır. Oyuna bayılır. Miskinlik yapmak mesleği, baş köşe konuğu, temizlik kumkuması bir kedi sahibi belki de kendini dünyanın en varlıklı insanı sayar.

Bunlar hangi istatistiğe girer?


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 27.09.10

BUGÜN ŞİİR YAZAMADIM

Merhaba sevgili okurlar. Uzunca bir aradan sonra bir tatil günü gene karşınızda olmanın zevkini yaşıyorum. Bayram, bayram ertesi yapılan halkoylaması nedeniyle sizlere yazmaya epey bir ara verdim. Bugün ne yazık her Pazar olduğu gibi artık bilinen, ezberlediğiniz tarzda yazamayacağım. Bu gün misafirim var. Almanya’dan teyzem ve eşi geldi. Teyzem Arnavut; hiç Türkçe bilmiyor. Onunla bakışmayı yeğliyoruz. Aramızdaki sevgi bağı gözlerimizle anlaşmamızı sağlıyor. Öyle şefkatli bakıyor ki, benim engelli oluşumdan eridiğini görüyorum. Eniştemde Arnavut, biraz Türkçe biliyor. Bildiği Türkçe, sohbet etmemize yetmiyor. Benim konuştuklarımı anlaması için kılıktan kılığa giriyorum. Sanki tiyatroda bir oyun oynuyorum. Kullandığım kelimeleri zaman çekimlerinden ve eklerden arındırıyorum. Ortaya garip bir dil çıkıyor. Yabancı ancak bu kadar Türkçe konuşur. Az Türkçe bilenlere böyle konuşmanın yararlı olduğunu görüyorum. Kelimelerin yetmediği yerde jest ve mimiklere baş vuruyorum. Hiç değilse sohbet etme imkânı buluyorum.

Eniştemin ismi ilginç; Acem. Acem biliyorsunuz İranlı demek. Arnavut’un acemi bilmesi bana ilginç geliyor. İran nere, Makedonya nere.. bu ismi Osmanlının o coğrafyaya götürdüklerinin bir işareti olarak görüyorum.

Eniştem daha önce dayımla Türkiye’ye 1977 yılında gelmişti. Dayımla birlikte az meşk etmemiştik. O da sesiyle bize katılıyordu. Dayım Arnavut halk şarkıları tutkunu. Ben her parçayı bilmiyor, sadece gitarla akor atıyordum. Bu özelliğim aklında kalmış. Org çaldığımı söyleyince ona da çalmamı istedi. Kız kardeşim, benim her şeyim Nurşen’im bir gece orgu kurdu. Başladık meşk etmeye.. enişteme bildiğim az sayıdaki Arnavut halk şarkısı “shkovani tiran”ı çaldım, o da söyledi. Ama o ne söylemek. Sesi ve söyleyişi çok harikaydı. Bugün gidecekler. Anılarım arasına o gecede girdi. Uzun bir süre unutabileceğimi sanmıyorum.

Misafirimiz olduğu için bugün şiir yazamadım. Bu pazarda öyle olsun dedim sevgili okurlar. Kusurumu bağışlayın.

Hepinize mutlu pazarlar..


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 26.09.10

HEDEFİM BU

Dün altı nokta körler derneği Sakarya şubesi başkanı Yüksel beyden öğlen üzeri bir telefon geldi. Çoktan beri görüşemediğimizi, saat 17:00’ye kadar dernekte olacağını söyledi. Gittim.

Konukseverlikle kapılarda karşıladı. Muhabbet sohbet derken saatler saatleri kovaladı. Yüksel hoca halk eğitim merkezinde görme engellilere okuma yazma öğretiyor. Kendisinin öğretmenlik vasfından aklıma ilk öğretim kursu verip vermedikleri geldi. Açık öğretim programları altında hem ilk öğretim, hem lise kursları veriyorlarmış. Telefonlara sarıldı, ama yoğun trafik nedeniyle telefonlar düşmediği için kayıtların devam edip etmediğini, devam ediyorsa ne kadar daha devam edeceğini öğrenemedik.

Bunun üzerine halk eğitim merkezine kendim gittim. Girişteki merdivenlerde rampa olmadığı için içeri giremedim. Vatandaşlardan yardım istedim, sağ olsunlar, içerden bir görevli bayanı bana gönderdiler. Selam sonrasında bayan görevlinin ilgilerine teşekkürle, girişte bir rampanın olmayışına şaşırdığımı belirttim. Arkada bir rampa var dediler. İçeride kendileriyle görüşmek için belirtilen tarafa gittiğimde rampa dedikleri rampanın ancak bebek arabalarının geçebileceği genişlikte bir rampa olduğunu gördüm.

Ben akülü arabamla oradan geçemezdim. Ön ve bir arka teker ancak sığardı. Arka tekerlerden biri boşta kalırdı. İşte o zaman sirklerde çalışmamış olmama hayıflandım. Belki denge konusunda beceri kazanıp rampası, asansörü olmayan resmi ve özel kurum binalarından içeri girmekte zorlanmazdım.

Neyse dostlar, rampa ararken bu arada açık öğretim bölümünü buldum. Kayıt şartlarını öğrendim. 24 eylül, yani bu gün kayıt için son günmüş. İlk okul diploması ve bir vesikalık resimle birlikte başvuru yapmak gerekiyormuş. Kayıt sırasında, öncesinde Ziraat Bankasına açık öğretimin ilk öğretim bölümü için yeni kayıt adı altında 20 tl ödeme yapılıp alınan dekontta gerekli evrakların içine eklenmeliymiş.

Öğreneceğimi öğrenmiş oldum. Çekip gitmedim, o görevli bayanı bekler düşüncesiyle tekrar görmek için ilk giriş kapısına döndüm. Görüştük. Arkadaki rampanın darlığının farkında. Ama işte belki geçerim diye önermiş. Ayrılırken bunları gazetemde yazacağım dedim. “Yok, yok bunları yazmayın, bizim güzelliğimizi yazın” dedi. Geri döndüm. Kapıda ikinci bir görevli bayanın daha olduğunu gördüm. Görevli bir bey de minik sohbetimize katıldı. İlk bayan tekrar “bizim güzelliğimizi yazın” deyince ikinci bayanı göstererek “evet bu güzelliği yazacağım, gerçekten güzel bir bayan dedim. Görevli bey “beyefendi güzelden anlıyor” dedi. Güzelliğinde hem fikir olduğumuz bayan gülümsedi. İlk bayan güzel bayana sarıldı; “güzeldir benim arkadaşım” dedi. Güzel bayanda derin alçak gönüllülükle arkadaşının daha güzel olduğunu söyleyince, ben ortada uçuşan güzel sözcüklerine “benim gibi bir engelliyle ilgilendiğine göre hanım efendinin belli ki ruhu güzel” sözcüğünü ekledim. Karşılıklı gülüşmelerle oradan ayrıldım.

Dostlar ne mi yapıyorum? Önce ilk öğretim sonrada lise diploması almaya çalışıyorum. Bunun ilk adımlarını attım. İlkokul mezunu olduğum için sarı basın kartını alamadım. Lise diploması alıp bende sarı basın kartı sahibi olacağım. Hedefim bu.

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 24.09.10


YARDIM EDERKEN


ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE


Biz yardım sever bir milletiz. Çok şükür, atalardan dedelerden kalma bu alışkanlığımızı tamamen kaybetmedik. Gerçi nüfusumuzun artmasıyla kentleşmeye bağlı olarak yalnızlaşma arttığı için insani bir çok davranışı terk ettik. En başından sofra adabımız bunun göstergesi. Eskiden elde ekmek kırıntıları saçarak yürümek çok ayıp ve çok günah sayılırken, bugün Amerikan kültürü olan ayak üstü yemek yemek, hatta yolda yürüyerek bir şeyler atıştırmak hızlı hayatın g

ereği sayılarak sofrada yemek yemek kültürü nasıl zayıfladıysa, yardım severliğimizde o kadar zayıfladı. İnsanlar yardımın değerini yardıma muhtaç duruma düşünce anlar. Oysa yardıma muhtaç duruma düşmeden önce yardımseverlik hayat tarzı edinilse insan hem insanlığından çıkmamış olur, hem de yardıma muhtaç duruma düşünce kendisine de bir yardım edeni bulur.

Yardım çeşidi öyle çoktur ki.. saymakla bitiremezsiniz. Yardım etmeyi de yardım almayı da bilmek bir kültür konusudur. Öyle illa yardım olsun diye yardım edemezsiniz. Ederseniz belki bir çok onurun kırılmasına sebep olursunuz.

Yıllar önce eski Atatürk parkında benim başıma böylesi bir olay gelmişti. Arkadaşlarımla parkta konuşuyorduk. Benim göbeğimi sanırım ebem uzun kesmiş, konuşurken sesim biraz yüksek çıkar (şaka bir yana, rahmetli babam ve baba tarafım yüksek sesle konuşurdu). Beş on metre ötede oturan bir vatandaşımızın bize doğru baktığını görünce irkildim. O zamanlar da anarşinin kol gezdiği 12 eylül öncesi zamanlardı. Terör eylemleri nerdeyse orta okul düzeyine kadar inmişti. Yolda çevrilip hangi görüşte olduğumuz sorulurdu. Saklasanız da konuştuğunuz dil, giyim kuşam, bıyık ve sakal sizi ele verirdi. Hiçbir tarafta olmadan, ortada, ılımlı olmaksa en büyük günahtı o zamanlar. Siz olsanız irkilmez miydiniz? O vatandaş kalktı, direk yanıma geldi. Meğer trafik kazası geçirerek sakatlanmış, sonrada iyileşmiş. Elinde bir çift ahşap koltuk değneği kalmış onu vermek istermiş. Beni engelli görünce bana vermeye karar vermiş. Ben teşekkür ettim. O sıralarda babam rahmetli, bana yeni koltuk değneği yaptırmıştı. Başka birine vermesini önerdim. Adam bir yapışkan çıktı ki sormayın.. sevabıma vereyim diyor, zorlayarak ille de alın diyor. Canımı çok sıktı inanın. Gençlikte var serde. Adama ne dediysem dinletemedim. Sonunda “Siz vicdani rahatlamanızı benim üstümden mi sağlamak istiyorsunuz, sizin rahatlamanız sıkılmama, üzülmeme yol açsa da mı bunu yapacaksınız” dedim. Artık adamı yanımdan kovma isteği duymaya başlamıştım. Kendimi zor tuttum. Arkadaşlarım araya girdi, adam öylece kalktı ve gitti.

Aşağıdaki hikaye internet yoluyla gelince aklıma bunlar geldi. Okuyacağınız hikâye benim yaşadıklarımın tam hem tersi (hikâyede başını bilmeden belâya sokan kişi, yardım eden kişi bense yardım edilen konumundaydım), hem yaşadıklarımdan çok daha ağır. Çünkü sonu ölümle bitiyor. Hikâyenin doğruluğunu araştıramadım. Fakat ibretlik tarafı olduğunu düşünerek sizlere sunuyorum. Yardım ederken bile çok dikkatli olmak gerekiyor. Herkes iyi niyetli olmayabilir çünkü.

***

Karşıdan karşıya geçmek isteyen yaşlı bir teyze yoldan geçenlerden yardım ister,kimsenin oralı olmadığı teyzeye 23 yaşında bir kızımız yardım eder, karşıdan karşıya geçirirken kız aniden bayılır, masum görünüşlü yaşlı teyze bir taksi çevirir kızı taksiye atar ve taksiciye:

“Kızım yolda yürürken fenalaştı, hemen eve götürmem lazım” der.

Taksiyi ATA2 sitelerine yakın bir yerde durdurur, taksiciden yardım alarak kızı arabadan indirir komşularından yardım alacağını söyleyerek taksiciye gitmesini söyler.

Taksici oradan uzaklaştıktan kısa bir süre sonra arabanın içinde telefon çalmaya başlar kendi telefonunun çalmadığını anlayan taksici kısa bir aramadan sonra arka koltuğun altına düşmüş olan telefonu bulur, ısrarla çalan telefonu açar telefonda bir erkek vardır: “Bu telefon kızıma ait,eve gelmesi gerekiyordu ama hala gelmedi siz kimsiniz” diye sorar, telefonu açan taksici kendini tanıtır ve “kızınızı annesiyle falanca adrese bıraktım” der baba “hayır annesi yanımda bulunduğun yeri söyle beni kızımı bıraktığın adrese götüreceksin” der ve polise haber verir, polisler baba ve taksici kızı arar ama ne o adreste öyle bir teyze vardır nede kız ortadadır.

Ertesi günü kız Çengelköy'de MAXİ alışveriş merkezinin önündeki bir çöp konteynırının içinde ölü bulunur, tüm organları alınmıştır, otopsi raporuna göre kıza iğne yapılmış ve bayılması sağlanmış. Aile feryat figan tüm Çengelköy ayağa kalkmış durumda.

***

İşte hikâye bu. Öyle her görünen gerçek değildir. Herkeste iyi niyetli değil. Biz o zaman yardım etmeyerek insan olma vasfımızı mı kaybedelim? Tabiî ki yardım etmekten kaçınmayacağız. Ama tedbiri elden bırakmayacağız. Eskilerin bir sözü vardı, “insanoğlu çiğ süt emmiştir” derlerdi. Bu söz insandan her türlü davranışı bekleyin anlamında söylenirdi. Çiğ süt emen sadece insanlar mı? Memeli bir çok hayvanda çiğ süt emer. Onlar yaşamlarını sürdürmek için yemek ve üremek dışında bir amaca sahip değiller. Oysa insan öylemi? Karmaşık yapısı gereği her insan binlerce, belki milyonlarca amaca sahiptir. Bunun içinde bazen böyle canavarlaşır. Bunun için yardım ederken dikkatli olmakta yarar var.

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 22.09.10

ENGELLİLERE OY KULLANMA EZİYETİ


ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE



Merhaba sevgili okurlar. Bayram sonrasının bu ilk yazısıyla gene karşınızdayım. Umarım bayramınız gönlünüzce geçmiştir.

Bayram ertesi anayasa değişikliği için halk oylaması yapıldı. Bu halk oylamasından %53-54 dolayında bir evet bekliyordum. Nerdeyse 8 yıldır iktidar olan bir partinin yıprandığını düşünerek %58 oranında bir evet çıkması beni biraz şaşırttı. Burada saymak istemediğim bir çok etken ortaya çıkan oranı sağladı. Bu etkenlere bakıp yorum yapmayı toplumbilimcilere bırakalım. Bizim için önemli olan alınan sonuçtur. Nedenler, eylem koyucularının araştırma yapıp senteze ulaşmaları için önemli olabilir. Tabii aynı konunun tekrarı söz konusu olduğunda geçerli bu. Biz şimdi yeni döneme bakalım. Halk bu sonucu istemiştir. Madem halk istemiştir saygıyla karşılamak gerekir.

Burada eğitimlilerle eğitimsizler farkını ortaya atıp insanlar arası kalite ayrımı yapmak demokrasinin ruhuna aykırı olur. Hiç elmalarla armutlar bir arada sayılır mı denmemesi gerekir. Nitelikli oy (bunu beli sayının tutturulması olarak belirtiyorlar, bense eğitimli ve eğitimsiz kişilerin oyundan söz etmek için bu deyimi seçtim) diye bir kavram henüz icat edilmedi çünkü. Herkesin bir ve aynı değerde oyu geçerlidir. Demokrasinin de güzelliği buradadır. Resmi bir futbol maçında Fenerbahçe ile Sapanca Sporun golleri aynı sayılır. Zayıf takım diye Sapanca Sporun attığı bir gol üç gol yerine sayılmaz. Tersine mantıkla bir profesöründe oyu üç oy yerine geçmez. O da çobanla, çobanda onunla aynı oy hakkına sahiptir.

Ama bunlardan ziyade, katılan herkes oy kullanabilmiş mi, ona bakmak gerekir. İşte bu konuda ilimizde sorunlar yaşandı. Eminim bir çok il ve ilçede aynı sorunlar yaşanmıştır. Yaşlılar ve Engellilerin bir çoğu bu halk oylamasında oy kullanamadılar. Benim bildiğim sekiz engelli seçim sandıklarına ulaşamadı. Neden biliyor musunuz? Yüksek katlardaki seçim sandıklarının yaşlı ve engellinin oy kullanabilmesi için aşağıya indirilmesi yasakmış da ondan. Bu nedenle bir çok engelli geri dönmüştür mutlaka.

Ben oyumu kullandım. Akülü arabamı Mustafa Kemal Paşa İlköğretim okulunun arka kapısından girebilmesi için merdivenlerde taşıttırdım. Sağ olsun vatandaşlarımız çok yardımseverler. Onlara yük olmakta bizi üzüyor. Oysa koskocaman bir bahçesi ve girişte gene kocaman bir kulübesi var. Oraya bir iki sandık koyarak yaşlı ve engelli seçmene oy kullanma hakkı verilemez miydi? Sakarya İli Yüksek Seçim Kurulundan en geç 10 ay sonra yapılacak seçimler için bu konuların özellikle gözetilmesini rica ediyorum.

Milli eğitim il müdürüyle okul müdürlerinden de okul girişindeki merdivenlerin yanına rampa yapmalarını rica ediyorum. Hiç değilse ilk kata rahatça girilebilsin. Sadece oy zamanı kullanılsın diye değil, engelli öğrencilerinde okullarına rahat, rahat girebilmeleri için bu şart değil mi?

Hayatın her alanında nedense fazla eziyet çekiyoruz. Engellilerin oy kullanma eziyeti kimsenin umurunda da değil. Oysa “engelli, yaşlılar ve kadınlar için “pozitif ayırımcılık” tan söz ediliyor. Birde bu konu şimdi anayasal bir hak oldu. Buna rağmen engelli ve yaşlılar düşünülmezse kimi kime şikayet edeceğiz?

İl ve ilçe yüksek seçim kurumlarına ricayla tekrar ediyorum okul girişlerinde varsa baraka veya kulübelerde, yoksa seçim için kurulacak taşınır baraka veya kulübeler kurularak engelli ve 65 yaş üstü yaşlıların oy kullanmaları sağlanmalıdır.

Unutmamalı ki her birey bir engelli ve yaşlı adayıdır.


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 20.09.10


16 Eylül 2010 Perşembe

HALK OYLAMASI VE SANATÇI DUYARLILIĞIMI 2

Arjantin’de 1976-1983 yılları arasında hüküm süren askeri cuntadan beri her hafta perşembe günü Plaza Del Mayo’da toplanan Plazo Del Mayo büyükanneleri örnek alınarak her cumartesi Galatasaray lisesi meydanında saat 12.00’de, gözaltında kaybolan evlatlarının aranıp bulunması, olaylardaki sorumlularının ortaya çıkarılması için anneler oturma eylemi başlatmışlardı. İşin politik tarafı bu gün gelinen ayrılıkçılığa çıkar. Yazımızın konusu değil, konunun bu tarafını burada bırakıyorum. Bizi ilgilendiren tarafı Sezen Aksu’nun bu eyleme destek vermesidir.

Oray Eğin, Sezen Aksu’nun politik kimliğini eleştirirken sadece o konuyla sınırlı kalmaz. Bakın o konuda başka neler yazar: “Cumartesi Anneleri’ni dahi kendisine promosyon aracı olarak kullanan, ‘mozaik’ falan diyerek kaset satmaya kalkan, kendisini kara listeye alan askerlerle arayı düzeltmek için Mehmetçik şiiri okuyan, ‘Kardelenler’ kampanyasında yer alıp Türkan Saylan’a zulüm uygulanırken ortadan kaybolan...

Oray Eğin’in şu sözlerine katılıyorum. “Her devrin sanatçısı Sezen Aksu...”
“Hayatı boyunca bir kez bile görüşlerinden dolayı bedel ödememiş, rüzgâra karşı yürümemiş, hep o sırada ne modaysa onun peşinden gitmiş. Şimdi de aynı hesapçılıkla, aynı kolaycılıkla ‘Evet’ bayraktarlığı yapıyor.
Çünkü şimdi de kamuoyunda sahte bir ‘12 Eylül’le hesaplaşma rüzgârı var, hemen kendince pozisyon alıyor.”

Oray Eğin bunun sebebini de belirtmiş: “Oysa tıpkı siyasette AKP gibi, popüler kültürde de Sezen Aksu 12 Eylül’deki siyasi ve kültürel erozyonun dolaylı ürünleri. Türkiye bu kadar geriletilmeseydi, yetişecek kuşaklar bu kadar törpülenmeseydi Sezen Aksu’nun raf ömrü de bu kadar uzun olmazdı. Yatıp kalkıp Kenan Evren’in gençliğe yaptığı kötülüğe dua etsin bana kalırsa; cahiliye devrinde çok kaset sattı. Kalkıp da sakın önüme Erdal Eren için yazıldığı rivayet edilen ‘Son Bakış’ şarkısını, Sezen Aksu’nun ta o yıllardan kalma duyarlılığı olduğunu koymasın kimse.”

Oray Eğin’in belirttiği gibi bu gün varlığını borçlu olduğu 12 Eylül’ün yüzeysel, sığ, derinliği olmayan gençliği olmasa sanat hayatı bu kadar uzun sürmezdi belki de. O gençlik kişisel acıları tapınırcasına sevmiştir. Arabeskte uzantıları “Müslüm babalara” “Ferdi babalara” ve “Orhan babalara” kadar gider. Acısını sever, daha çok acı duymak için ayin yapar gibi kendini jiletler. Daha yumuşak, daha az acı severlerin gittiği yerdir Sezen Aksu.

“Sezen Aksu’nun şahsi tarihinde o yıllarda Murat Belge ve Enis Batur’la arkadaşlık ‘hit’tir. Epey sonra ‘Ah yanar döner a-acayipsin’ diye şarkılar yazmaya başladığında ‘Yıllarca bazı şarkılarımı sırf entelektüelleri memnun etmek, onlar istediği için söyledim’ benzeri laflar da etmişti. (Yıllar içinde pek çok konserine gittim ve ‘Son Bakış’a hiç denk gelmedim setlist’te.)

Sezen Aksu’nun 12 Eylül’le herhangi bir hesabı falan yok. Bütün çıkışları gibi bu da ‘yalandan kocaman geçici rengarenk oyuncak zafer’ onun için.
Herkesin referandumda istediği tercihi yapma, istediği partiyi destekleme, istediğine oy verme hakkı elbette bakidir. Ancak bu tercihlerin samimiyetinin sorgulanmayacağı anlamına da gelmez.
Sorun da Sezen Aksu’nun ‘Evet’ ya da ‘Hayır’ demesi değil, artık hiç de şaşırtıcı gelmeyen samimiyetsizliğidir benim açımdan.”

Gerçekten sanatçı bu kadar yön ve yer değiştirir mi? Tutarlı olunamaz mı hiç? Ondan ben Aydın Göle olarak kendi adıma söyleyeyim çok büyük fedakârlıklar beklemiyorum. Cem Karaca gibi muhalif bir ozan, Bülent Ortaçgil gibi de kent ozanı olmasına ve bunun bedelini ödemesine gerek yok. Sadece tutarlı olsun yeter. Bu kadar değişik görüşlerin içinde yer alması onu bitiriyor bence.

Evet gördüğünüz gibi evet’çilerin içinde Sezen Aksu’da var. 12 eylül anayasasını tarihe gömmek için halkoylamasında evet oyu vereceğini söyleyen sanatçı, Kenan Evren cumhurbaşkanı seçildiğinde verdiği davete çağırılınca “aldığı davetten gurur duyduğunu” söyleyerek Onno Tunç, Gülriz Sururi, Ali Poyrazoğlu ve birçok başka isimle birlikte katılır. Ama aynı davete Aziz Nesin, Cemal Süreya, Melih Cevdet Anday, Yaşar Kemal ve İlhan Berk gibi bir çok isim katılmaz. Sanatçı olmak işte böyle bir şeydir. Aldığı davetle gurur duyan kişinin 12 eylülü sevmemesi için, demek ki Kenan Evren’in Cumhurbaşkanlığı’ndan inmesi gerekiyormuş.

Bu kadar eleştirmeme rağmen kendisini çok severim. Hele o eski şarkılarını.. o benim gençliğimin bir sembolü. İnsan asıl sevdiklerinin yaptıklarına çok üzülür ve eleştirir. Diğerleri ne gam..

Önümüzde Ramazan Bayramı var sevgili okurlarım. Yarın bayramın birinci günü. Hepinizin bayramınızı içtenlikle kutlar, daha nice bayramlara ermenizi yüce Allah’tan dilerim. Bildiğiniz gibi bu hafta sonunda anayasa değişikliği için halk oylaması var. Herkesin oyunu kullanması ülkemiz için çok önemli. Geleceğin inşa edileceği bu oylamanın ülkemize hayırlı ve uğurlu olmasını diliyorum. Bir seneyi aşkın bir zamandır yazıyorum. Herhalde birazda dinlenmemi hoş görürsünüz umarım. Bayram sonrasında gene karşınızda olmak üzere şimdilik hoşça kalın.

BİTTİ

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com

Yayın Tarihi: 08.09.10


HALK OYLAMASI VE SANATÇI DUYARLILIĞIMI 1


Bu gün Sezen Aksu hayranlarını ve kendimi biraz üzeceğim. Neden derseniz, çok sevdiğim ama hem, her politik olayda duruşunun samimiyetsizliği ve iktidarlara yakın oluşuna tepkilerimi, hem pop müziğimize yaptığı olumsuzlukları vurgulayacağım, onun için. Akşam gazetesi yazarı Oray Eğin’de aynı konulardan söz ederek Sezen Aksu hakkında yazma gereği duymuş.

“Sezen Aksu bana kalırsa Türkiye’nin en iyi prodüktörü” diyerek başladığı yazısında;

“Kendi kendisini olmadığı biri gibi ‘produce’ edebilen ve bunu tutturan, kabul ettiren en başarılı popüler kültür figürü” olduğunu vurgularken toplumun bu duruma tepki göstermemesine olan şaşkınlığını da dile getiriyor. “Bu formül öyle başarılı işlemiş ki samimiyetini, gerçekliğini sorgulamaya çoğu zaman gerek bile duyulmaz.”

Bunun içindir ki, kimi zaman egenin karşı kıyısına özlem duyar ve Yunan bestelerine Türkçe sözler eklediği şarkıları söyleyerek Türk-Yunan kardeşliğini bayrak edinir, kimi zaman “hepimiz ermeniyiz, ermeni biziz” sloganları içeren faaliyetler içinde görünür, kimi zamanda etnik kimlik tartışmaları içinde yer alır. Bizim; etnik kimlikleri daha çok ayrıştıran biçimde “bir mozaik” olduğumuzu ilk o savundu. Oysa hiç ayrışamayacak biçimde iç içe geçmiş bir toplumuz. Bunun karşılığı “mozaik” değil, ancak “ebru”dur.

Oray Eğin’in Sezen Aksu’nun şarkılarına yorumları da ilginç. Çoğu kulağımızda yer eden bu şarkıların bende dahil çoğunu herkes sevmiştir. Öyle bile olsa gerçekler saklanamaz ki.. peki neymiş o gerçekler, Oray Eğin’in kaleminden görelim. “Aysel Gürel’in üzerine giydirdiği ‘acı çeken ama meydan okuyan’ kadın kimliğinin üzerine gidip arabeskten uyarlama sözlerle sadece bu topraklarda karşılığı olan şarkılar yapmış, tutturmuştur.” Arabesk müziği sadece sözlerle pop müziğe taşımış olmakla kalmadı, makam olarak da arabesk müziğini pop müziği kalıpları içinde kullandı. Bu açıdan bakıldığında gelecek kuşakları etkilediği için pop müziğine yaptığı iyilik kadar, belki de daha fazla kötülük de yaptı.

Oray Eğin’in şu sözleri ne kadar da doğru: “Gürel’den sonraki bütün şarkı sözleri de o mirasın türevleri, çeşitlemeleridir o kadar.” Bu gün eskisinden çok daha az üretiyorsa sebebi budur.

Peki yaptığı besteler dünya listelerinde yer bulur mu? Buna da Oray Eğin’in cevabı şöyle: “Ve şarkılarındaki Sezen Aksu Türkçe acı çeker, Türkçe sevinir, Türkçe ağlar, Türkçe çığlık atar. Yereldir. Bu sözler yabancı dile çevrildiğinde, o müzikler Edirne’nin dışında çalındığında pek de anlam ifade etmez, yetersiz kalır. Kendisi de bunu bildiğinden yerel kalmaktan gocunmaz.”

“Aynı şekilde, sanatçılığı gibi ‘aktivist’ kimliği de bir prodüksiyon Sezen Aksu’nun. Herhangi bir birikime, eğitime, tecrübeye ya da politik bilince dayanmadığı çok belli. Bir kere çok yüzeysel ve içeriği boş. Bir başka popülist sanatçı ünlü İngiliz Rock gurubu U2’nun (okunuşuyla Yuutu’nun) solisti Bono’yla kıyaslarsan bile anaokulu öğrencisi seviyesinde kalır.” Bunun için yukarıda yazdığım gibi kimi zaman Türk-Yunan kardeşliğini, kimi zaman Ermeniciliği, kimi zaman etnik kimlikçiliği savunur. Dönemine göre ses getirecek ne varsa orda mutlaka yer alır.

Oray Eğin bunu da müziğiyle aynı paralelde gören yorumuyla anlatıyor. “Ancak burada da başarısı tıpkı şarkıları gibi politik kimliğini de sadece Türkiye’de tutturabileceğini bilmesi. Bu yüzeyselliğin sadece bu topraklarda prim yaptığını çözüp, yine tıpkı şarkılarında bulduğu damar gibi, toplumun belli dönemde yükselen duyarlılıklarından rant sağlayıp kendisine bir kimlik inşa etmesi asıl başarısı. Bunu da 12 Eylül’e borçlu.”

Sezen Aksu’yla gelen kuşak etliye sütlüye karışmayan hanımlar kuşağıdır. Görünüşte çok duyarlı oldukları kanısını uyandırırlar, oysa muhalif hiçbir yönleri yoktur. Buna da son zamanlarda insani boyut deniliyor. Oysa insani olan çözüm üretmektir. İç duyguların kraliçesi olmak işin en kolay tarafı. Sorunları çözmek yerine, sorunlar karşısında ağla!.. İşte bu yüzden Oray Eğin’in dediği gibi, “onun çok yüce bir duyarlılığı olduğunu düşünenler, tıpkı onun çok büyük bir sanatçı olduğuna inananlar gibi 12 Eylül 1980 darbesinin yarattığı bir zihniyettir. Apolitik, yüzeysel, bilgisiz, düşünmeyen, özgürleştirilmemiş Kenan Evren kuşağı” dır.

Bir çok insan gibi bende bir dönem yaptığı şarkıları çok sevdim. Hepimiz “Şarkılarında ağlamışızdır, göbek atmışızdır belki ama onun ötesinde evrensel bir değeri yoktur Sezen Aksu’nun müziğinin. Ona bir ozan muamelesi yapmaya gerek yok, tipik bir pop şarkıcısıdır o kadar. Yüzeysel, derinliği olmayan, geçici.” Kendisine ozan muamelesi yapıldı, yapılıyor. Oysa ozanlık dirençli olmayı ve iktidarlardan, dolayısıyla güçten uzak durmayı gerektirir.

“Aynı politik çıkışları ya da çok abartılan ‘duyarlılığı’ gibi.
Bu duyarlılığın tek özelliği her koşul ve şartta rüzgâr nereden eserse yönünü oraya çevirmek” hüner değildir.

DEVAM EDECEK

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 06.09.10

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 57

Merhaba sevgili okurlar. Şiirlerimi sunduğum bir tatil gününde hepinize şiir kadar güzel, şurup gibi bir gün geçirmenizi diliyorum. Havalar şurup gibi günler sunma vaadiyle geliyor artık. O bunaltıcı sıcakları öncü leylekler aldı götürdü. Bu yaz da öyle sıcak geçti ki, 45 gün kadar tek damla yağmur düşmedi. Ne sebze kaldı ne meyve.. pazarlar kupkuru. Ağustos ayında enflasyonu arttı. Ağustos ayına göre yıllık enflasyon % 8-9 oldu. Karpuz tezgahlardan çok çabuk kalktı bu yaz. Küresel ısınmanın olumsuzluklarını bu yıl bütün çıplaklığıyla yaşadık. Bundan sonra her yaz bu durum artarak sürecektir. Ne diyelim? İnsanoğlu ektiğini biçiyor.

Bu hafta bitmeden mübarek ramazan ayı bitiyor. Perşembe günü bayram başlayacak. Bayram sonunda anayasa değişikliği için halk oylaması yapılacak. Umarım memleketimiz için en iyi sonuç alınır.

Şiirleri gene araya girmeden beğeninize sunuyorum.

***

84

Fesleğen kokarsın yağmurlarla ıslanırken

Duyulmaz hiç sesim, gelsem sabah erken

Kuşlar kanat açmadı, mavi değil gökyüzü

Uyanda öp öksüzü, gün bir daha doğsun

Aydın Göle

10 ocak 2003

***

85

Saçma sapan

Anlaşılmaz sözler duyarsan benden

Kelimelerimi yitirmişimdir, arıyorumdur

Gözlerime iyi bak nerdeler, soruyorumdur

Vahşi, kıstırılmış hayvan gibi boğuksa sesim

Gelirken harfleri düşürmüşümdür

Hiçbir ses duymazsan,

çıt çıkmazsa benden hatta

Seni değil kendimi unutmuşumdur

Seni unutamam yıldızlar söyler

Seni hatırlatır ak güvercinler

Seni unutamam gök devrilmeden üstüme

Kendimi unutmadığım gün mü var?

Hep bir yerlerde,

Adını fısıldarken buluyorum,

Her bir parçamı.

Nefesimle ısıtıp penceremin camını

Adınla dolduruyorum

İçim ısınıyor

alnım terliyor boncuk boncuk

İçimde gürbüz çocuk.

Balık olmuş şişede

Deniz kestanelerini özler, yosunları özler

Görmez şişenin dışındakini

Ben seni unutamam yıldız dolu bu gece

Göz yaşımda yıldız gördüm unutamam


Aydın Göle

10 ocak 2003

***

86

Bu gece yağmur yağmasın ben ağlıyorum ya

Bu gece kimse uyanmasın ben uyumuyorum ya

Nöbetlerdeyim, nöbet tutuyorum sensizlik nöbetimde

Ne zaman bitecek bilmem ne zaman

Ben sonsuz zamana, sensizlik nöbetlerine kilitlendim

Bu gece yağmur yağmasın ben ağlıyorum ya

Kırılmaz kilitlerin odasındaki yalnızlığımla

Aydın Göle

10 ocak 2003

***

87

Mısralar yakamı bırakmıyor

Şiir yağıyor dize dize

Her mısra yüreğimi yakıyor

Kelimeler geliyor dize

Senin saçlarını okşar gibi

Kelimeleri okşuyorum

Bir sen gelmedin dize

Boğuyor beni boğuyor

Saçlarını okşamak isteğim

Ne oldu bir tanem ne oldu bize

Senden uzaktayım sanki hapisteyim

Bin kolum var binide boş

Seni saramazsa.

Seni saramazsa,

Hasret büyür taşar yüreğimden

Dönüp duramam kendi içimde

Aydın Göle

10 ocak 2003

***

88

Ben beni arıyorum, kendimi yani

Düşürdüm sevda yollarında bulamıyorum

Dün sevdanın kollarında gördüm ağır hasta

Beni almak için sevdadan,

ardından koştum

Bir dönemeçte kaybettim kendimi

Hükümlüdür, hükümsüz değil

Hem de

ağırlaştırılmış müebbede hükümlü

Kurtuluş yok sevdadan, beni arıyorum

Boynunda beni

Sırtında beni

Sevda çıkmazı

Şubat apartmanı

14 numarada oturan beni

Bulanlara ömrümü vereceğim

Aydın Göle

13 ocak 2003

***

89

Neden eziyet ediyorsun yüreğime

Zaten küçük, zaten öksüz bir çocuk o

Neden eziyet ediyorsun yüreğime

Zaten güçsüz, zaten ruhu yaşlı çocuk o

Aylar uzadıkça uzuyor ayrılığın gölgesi

Kapılar almaz hasreti,

hasret sığmaz kapılardan

Bir yüreğe nasıl sığar bilmez misin

Ruhu yaşlandıysa bundan,

Unuttuysa bundan unuttu kendini

Eziyet etme yüreğime

sana tutkun çocuk o.

Aydın Göle

14 ocak 2003

***

90

Eğer dünya duracaksa şimdi dursun

Yıldızlar

kopan tespih gibi dağılsın semaya

Sen gelmeyeceksen zaman koşsun

Ben mahşeri bekleyeceğim.

Sıratı kıratla geçeceğim,

Seni terkime alıp.

Hasret benim vuslatım, yüreğim sabret

Duracaksa dünya şimdi dursun

Yar yok yanımda

Yıldızlar pul pul olsun

Dökülsün geceden

Aydın Göle

16 ocak 2003

***

91

Eğer yağmur yağıyorsa çık dolaş

Yağmur benim ellerimdir

O ellerimle saçlarını okşayacağım

Eğer güneş çıkarsa bulutların arasından

Gözünü güneşe çevir gözlerini

Güneş sevginden tutuşmuş gözlerimdir

Bak tutuşan gözlerime korkmadan bak

Gözlerinden kalbine akacağım

Aydın Göle

16 ocak 2003

***

92

Yaşadıklarımızı fazla önemseme

Yitirilmiş duyarlılığımıza ağıt yakma

Her bir avuntu günahımızı öder mi

Ödermi insanlığa borcumuzu

(yada sevdamıza yeni yük ekler mi)

Yaşadıklarımız,

yarınlardan çalınmış anlardır.

Ömrümüzden kaç günümüz silinir,

yada kaç yılımız..

Boş ver yaşanmıştır yaşananlar

Yaydan çıkmış ok geri döner mi

Geri döner mi yola çıkmış kurşun

Son takatine dek gider varacağı yere

Yaşadıklarımızı fazla önemseme

Aydın Göle

16 ocak 2003

***

Bu pazarlıkta bu kadar. Her ne kadar sürç-i lisan eyledikse af ola sevgili okurlar. Hepinize güzel bir hafta sonu ve tekrar görüşmek dileğiyle.. Hoşça kalın!..


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 05.09.10


3 Eylül 2010 Cuma

NEREYE ÇEKERSENİZ ÇEKİN HİKÂYELERİ


ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE


Milliyet Gazetesinden Hasan Pulur ustamız 8 Ağustos 2010 Pazar günü köşesine küçük küçük hikâyeler koymuş. Her biri bir ders niteliğinde.. anlamları her konuya uygun hikâyeler bunlar. Hani derler ya nereye çekersen çek, o cinsten. Başınız sıkıştığında baş vuracağınız hikâyeleriniz yoksa işiniz zordur. O zaman anlatacaklarınızı daha detaylı ve uzun uzun anlatmak zorunda kalırsınız. Ama anlatacak böyle küçük hikayeleriniz varsa sohbetiniz hem renkli ve keyifli, hem daha anlaşılır olacak, bu arada sizde daha az yorulacaksınız.

İşte nereye isterseniz oraya çekeceğiniz ilk hikâyemiz.

***

Tavuk, çayırda otlayan ineğe gitmiş: “Merhaba inek hanım!” İnek, tavuğun kendisine, merhaba demesini yadırgamış:
“Hayrola?”
“Size, ortaklık teklif etsem, ne dersiniz?”
İnek, ne kadar inek olsa da, bir işi reddedecek kadar inek olmadığından, inekleşmemiş:
“Söyle bakalım, ne iş bu?”
“Sizinle sucuklu yumurta yapalım, insanlar sucuklu yumurtaya bayılır!”
İneğin aklı yatmış, tavuk ortaklık şartlarını sıralamış:
“Bana münasip bir yerde folluk gösterin, gidip yumurtalarımı folluğa doldurayım!”
Birkaç gün sonra, tavuk, bir küfe yumurtayla çıkagelmiş, inek memnun, yalnız tavuğun yanındaki eli bıçaklı adamı gözü tutmamış:
“Ortak, bu adam kim?
“Kasap, sucuklu yumurta için… Sizi kesecek, sucuk yapacak, benim de yumurtalarım var, ortaklık tamam!”
İnek ayılır gibi olmuş:
“Bu ortaklık benim canıma mal olacak galiba!”
“Maalesef inek hazretleri, amacımız, insanlara bol, lezzetli ve şişmanlatmayan sucuklu yumurta yedirmek, değim mi? Hadi, lütfen kendinizi sayın kasaba teslim ediniz!”

……….

İlk hikâyemize siz ne anlam verirsiniz bilmiyorum ama usta yazar, gelişmiş ülkelerle gelişmemiş ülkelerin ticaret anlaşması olarak nitelemiş. Ben bu anayasa değişikliği için yapılacak halk oylamasına uyguladım. Burada kasaplık halka verilmiş durumdadır. Bakalım halkımız geleceğini nasıl inşa edecek? Doğrusu çok merak ediyorum.

İşte nereye isterseniz oraya çekeceğiniz ikinci hikâyemiz.

***

Cambazın biri (ip cambazı aklınıza gelmesin sakın, eskiden canlı hayvan alıp satanlara da cambaz denirdi A.G.), eşeği yularından çekip gelmiş, bir cambaz yanaşmış:
“Kaça bu eşek?”
“Bin lira!”
“Aldım gitti, ver elini helalleşelim!”
Birkaç kişi alıcının kulağına fısıldamış:
“Yahu görmüyor musun, bu eşek topal; onun için ucuza verdi!”
“O eşek topal değil, tırnağının arasına taş kaçmış, topal sanıp ucuza elden çıkarmağa bakıyor!”
Eşeği satana koşmuşlar:
“Yahu bu topal değilmiş, tırnağına taş kaçmış!”
Satıcı gülmüş:
“Eşek topal olmasına topal da, öyle sansınlar diye taşı tırnağına ben koydum!”
Alıcıya koşmuşlar:
“Yahu bu eşek gerçekten topalmış, taşı o koymuş. Seni de kandırdı, parayı aldı!”
Alıcı dövünmeğe başlamış:
“Vay namussuz; eğer verdiğim para sahte olmasaydı, beni kazıklayacaktı!”

........

Usta yazar bunu da serbest piyasaya örnek vermiş. Bende seçim ve halkoylamasıyla demokrasicilik oynayarak halkı kandıran muhalefet ve iktidar farkı olmaksızın bütün siyasetçileri örnek verirsem yanlış olmayacağını sanıyorum. Seçim zamanı iyice seviyesizleşen üslûpla ÇOCUKLARIMIZI koruyamaz duruma geldik. Onlar oyunlarında bu dili kullanıyorlar. Hele bazıları tam kabadayı..

Nereye isterseniz oraya çekeceğiniz üçüncü hikâyemize geldi sıra..
***
Aslan, eşek ve tilki ava çıkmışlar; bir geyiği vurup gelmişler. Aslan emretmiş:
“Şunu pay edin!”
Eşek avı üç eşit parçaya bölmüş, herkesin payını vermiş; ama aslan beğenmemiş:
“Hani benim aslan payım!”
Eşek, eşekliğinden olacak anlamamış:
“Ne demek aslan payı!”
Aslan bir pençede eşeği parçalamış, sonra, tilkiye dönmüş:
“Hadi, sen pay et!”
“Efendim sizin olduğunuz yerde pay etmek ne demek? Hepsi sizin, buyurun afiyetle yiyin!”
Aslan hayretle sormuş:
“Sen bunu kimden öğrendin?”
Tilki cansız yatan eşeği göstermiş:
........

Hasan Pulur bu hikâyeyi “sosyal adaletçilikle” özdeşleştirmiş. Ben gücün tehlikesinden söz edeceğim. Bütün gücü elinde tutan iktidarlar hangi yetkiyi paylaşır, sorarım. Şimdi önümüzdeki halk oylamasına nasıl bakabilirsiniz?

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 03.09.10

ZITLARIN BENZERLİKLERİ VE AMERİKA

Amerika zıtların benzerliklerinden yararlanmayı çok iyi bilen bir ülkedir. Aşağıdaki benzetme biçimi ile Amerika’nın dünyada uyguladıklarını görünce bana hak vereceksiniz. 7 sene önce Saddam’dan kurtararak demokrasi getireceğim deyip de girdiği Iraktan çekilirken çözümsüz belirsizlikler bırakarak oralarda mafayalaşmaya zemin hazırladı. Şimdi okuyacaklarınızı bu nedenle Irak yaşayacaktır mutlaka. Yakında İran’a da aynı şeyi savaşmadan uygularlar diye düşünüyorum.

***

Mafya ve devlet arasındaki fark çok azdır. İkisinin ortak çıkış noktası kullandığı güçtür, şiddettir. Kanunsuz şiddet, kendini kabul ettirene dek, mafyadır. Kendini kabul ettirdikten sonra halkın rızası gelir ve meşrulaşır. Halkın rızasını almaya başladığı andan itibaren de artık devlettir. Bu iki şiddet unsurundan biri kendine yasal bir çerçeve çizer ve bu çerçevenin dışına çıkmamaya dikkat eder. Attığı her adımı belge olarak kağıda döker ve saklar. Diğeri keyfidir, duruma ve kendi çıkarına elverdiği ölçüde yazılı olmayan geçici çerçeveler içinde yer alır. Yazılı belgesi yoktur. Her şey kişilerin hafızasında saklıdır. Biri gücü kullanma konusunda yasalarla kendini bağlarken, diğeri gücü her an kullanabilecek kadar esnek ve dolayısıyla serbesttir. Aralarında tersine bir benzerlikte vardır. Biri rüşvet alan durumundayken, diğeri bolca rüşvet dağıtan durumundadır. Buna karşılık gelir edinmede biri makbuz karşılığında vergi toplar, diğeri kayıtsız kuyutsuz haraç.. ikisi de kapitalizmin artık değer üretmesinden, yani kârdan nemalanırlar. Sık sık karşı karşıya gelmeleri ve aralarında çarpışmaları bu yüzdendir. Kimi zamanda aynı alanda birbirlerini açık veya gizli karşılıklı kullanmaktan çekinmezler.

Devlet erkini yöneten iktidardaki siyasi partiler seçim zamanı oy alacağı kitlelere vaatten tutunda, devletin vergi gelirlerine el koyarak her çeşit hediye dağıtır. Mafyalaşmış örgütlenme biçiminde ise bunun adı fakire yardımdır. Bu yardımdan faydalananlar da mafya liderini efsaneleştirirler. Halkın gözünde devlet olan siyasi partilerden yardım veya her ne isim altında verilirse verilsin, verileni alanda parti liderini kutsallaştırır.

Buraya kadar gördüklerimizden şu sonuç çıkmıyor mu? Mafyayla devlet aynı kulvarda koşan iki atlettir.

Birinin ki bu devlettir; yarışın başlama atışını beklemek gibi bir mecburiyeti var, diğeri böyle bir mecburiyet duymaksızın istediği her zaman yarışta herkesten önce koşmaya başlayabilir. Mafyanın kendinde bu ayrıcalığı gördüğünü, devletinde çelme atma, omuz atma hakkını her zaman saklı tuttuğunu belirtmesek olmaz.

Peki mafyalaşma nasıl başlar? Elbette rüşvetle.

Rüşvet, üretim ve bir emeğin karşılığı olmadan elde edilen bir gelir olduğu için yarattığı kurumlarda buna paralel gelişir. Bu kurumlar tahmin edilebileceği gibi, mafyavari ya da mafya kuruluşlarıdır. Mafya kapitalist sistemin üretim dışı kalmış veya üretimin bizzat içinde olupta ayrıcalık, yani bir çeşit tekelcilik edinmeye zorla çalışan kesimlerinden doğar. Bu durumda Mafya kapitalizmin yapısal unsurlarındandır dersek yanlış olmaz.

Şimdi gelelim başlarken belirttiğim Amerika’nın bu zıtların benzerliklerini kullanma hikâyesine..

Biliyorsunuz 11 eylül terör olaylarını bahane ederek Amerika önce Afganistan’a ardından Irak’a girdi. Bu ülkelere girerken de demokrasiyi kuracağını söyledi. Böylede bir görev yüklendiğini dünyaya ilan etti. Oysa amaç, önce AB, sonra Çin ve Rusya’nın önünü kesmek ve tek büyük güç olarak kalmaktı. Bunda da kısmen başarılı oldu. Dünya ekonomik krizini kullanarak da AB’nin kendi içinde çöküntü yaşamasını sağladı.

Aslında Amerika’nın demokrasi getirmek gibi bir derdi yok! Onun için demokrasi bir araç. Bu araçla dünyaya kendi sermayesini ve politikalarını ihraç ediyor. Bunun için demokrasiyi kuruyorum diyor. Bunun için göstermelik parlamentolar açılıyor. Fakat bu ülkelerde böyle bir gelenek olmadığı için oralarda mafyalaşmaya ön ayak oluyor. Çünkü devlet ve kapitalizmi başka türlü kurması mümkün değil. Oralarda mafyalaşma olmadan kapitalizm kurulamaz. Toplumu mafyalaştırarak yol almak, kapitalizmin yapısal araçlarından birisidir.

Kapitalizm için sonunda elde edilecek kâr yüksekse, gidilen yol mubahtır. Eğer, Amerikan devletinin Afganistan işgalinin sonunda elde edeceği değer bunu gerektiriyorsa, yani rasyonel ise, bu yatırımı(savaşı) yapmaya değer. Ahlâki olup olmadığı sonraki meseledir.

Afganistan savaşı Amerika’nın şimdiye kadar girdiği en uzun savaştır. Afganistan’da da üretilen eroinin en yüksek olduğu yıl 2009’dur. Amerika artık, savaş ve borç müptelâsıdır.

Afganistan’da rüşvet ile sürdürülen savaş, İran için korsanlık ile devam edeceğe benziyor. İran’ın Avrupa bankalarındaki paralarına el konulması, körfeze giren ticaret gemilerinin Amerikan savaş gemilerince denetlenmesi, artık 14. yüzyıl korsanlığını aratmayacağa benziyor.

İran’a zenginleştirilmiş uranyum konusunda verilen birleşmiş milletler kararı sonrasında Amerika’nın savaşa hazırlandığını düşünür oldum. Ama iyice çevresi daraltılan İran’ın savaşı başlatmayacağını kim söyleyebilir?


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 01.09.10