İnsanlar günümüzde çeşitli araç ve yöntemlerle bilgilendiriliyor gibi görünse de çok yoğun biçimde güdülendiriliyor. Evet bu sözcüğü bilerek seçiyorum; “güdülendiriliyor”. Herkes bilgileri kendisinin seçtiğini ve kendini bu seçimi üstüne oluşturduğunu sanıyor ama ne yazık ki durum hiçte öyle değil. Nasıl güdülendiriliyoruz bakın. En basit güdülendirme işi reklâmlarla sağlanıyor. Haberler biraz örtük güdülendirme aracıdır. Kültürel etkinlikler, müzik, sinema, edebiyat örtük güdülendirme araçlarından olabilirler. Hatta dini ve din dışı her türlü eğitim bile gizli güdülendirme aracı olabilir. Konu insanları yönetmek olunca, en küçük ölçekli işletmeden veya dernekten tutunda en büyük yapılandırma biçimi olan devlete kadar her alanda insanlar güdülendirilir. Güdülendirilen insan istenilen kıvama gelen insandır. Böyle insan kolay yönetilir çünkü. Güdülendirme işi sadece kendi içindeki kişilerle sınırlı değildir. Rekabet olan her alanda, birbirine rakip olan her kurum veya devlet güdülendirme yapma hakkına sahip olduğunu düşünerek güdülendirme yapar. Böylelikle kavga etmeden, tek mermi bile atmadan kaleler zaptolur. Günümüz savaşlarının bir çoğu böyle yapılmaktadır.
Buna örnek oluşturacak, çok sık duyduğum bir hikâyeden söz edeceğim. Hikâyeyi televizyonlardan tanıdığım Psikiyatrist Prof. Dr. Kerem Doksat’ın bir yazısından alıntılar yaparak sizlere aktarmak istiyorum.
***
Ünlü Rus fizyolog Pavlov, köpeklerine et verirken zil çalınca ve bunu çok kez tekrarlayınca, zil sesini işittiğinde et görmeden de hayvanın salyası akmaya başlar. Bu “Şartlı Refleks”tir..
Hayvanın “tabiatında olmayan” bir uyaran (zil sesi), onu “tabiatında olan” eti görmüş gibi heyecanlandırmaktadır. Eğer sürekli zil çalar ama hiç et göstermezseniz, bir süre sonra şartlı refleks söner. Devamın sağlanması için arada bir et gösterilerek refleks pekiştirilmelidir.
Hiç birimiz dünyaya Türk, Meksikalı, Sünni veya Katolik olarak gelmeyiz. Bunlar bize öğretilen değerler, bir başka deyişle, şartlı reflekslerdir. Eğer pekiştirilmezlerse zamanla sönerler.
Bir gün Pavlov’un enstitüsünü su basar. Köpeklerin bir kısmı boğulur. Bir kısmı da günlerce korkuyla titreşir çünkü ölümden zor kurtulmuşlardır.
Kurtulabilenler tekrar enstitüye toplanır. Pavlov zil çalar, köpeklerde tık yoktur. Şu müthiş sonuca varır Pavlov: Ağır travmalar, şartlı refleksleri ortadan kaldırmaktadır. Hayvan en doğal en ilkel durumuna geri dönmektedir.
Bir yandan her gün güneydoğu şehitleri için “akan kanları yerde kalmayacak” denmesine rağmen kanların sürekli “yerde kalması”, bir yandan “Ergenekon” denilerek büyük bir çoğunluğun tek suçu “Atatürk’ü sevmek” olan insanların sabaha karşı evlerinden alınarak hapse atılmaları, bir yandan araba yakıp polise taş atarak gelişen etnik kalkışmaları hepsini toplarsanız, temel güvenlik duygusunun artık zaten ortadan kalktığını görürsünüz.
Pavlov’un köpekleri gibi bizimde şartlı reflekslerimiz (milli duygularımız ve tepkilerimiz) kırılıyor.
Emperyalistler sinsi savaşlarında psikoloji bilimini kullanırlar. Kısacası milli duygunun yok edilmesidir etnik psikiyatrinin görevi.
Emperyalistler sinsi savaşlarında psikoloji bilimini kullanırlar. Kısacası milli duygunun yok edilmesidir etnik psikiyatrinin görevi.
Bir ulusun ulusal bilincini, ulusal duygusunu ve reflekslerini nasıl yok edersiniz? Bunun denenmiş, sınanmış bir yöntemi vardır: “O ulusun tarihsel varlığını sorgulamaya açarsınız”. Yani o ulusun tarihini yeniden tartışırsınız. Türkler Atatürk’ü çok mu yüceltiyorlar? Onlara Atatürk’ün ne kadar sıradan birisi olduğunu göstermelisiniz. Farkındaysanız son on yıldır tamda böylesi bir dönemden geçiyoruz. “Demokratlık”, “Tartışma kültürü” adına neyi tartışıyoruz ve bizden neyi kabul etmemiz isteniyor?
Diyorlar ki, “siz soykırımcı bir milletsiniz! Ermenilere soykırım uyguladınız..”
Biz diyoruz ki, “hayır uygulamadık!”
O zaman deniyor ki: “Tamam madem uygulamadınız, bunu tartışalım, öyle sonuca varalım”.
Size mantıklı geliyor, “Nasılsa suçlu değiliz, tartışmadan galip ayrılırız” diyorsunuz. Ama tartışma şansı olmadığını görüyorsunuz. Bakıyorsunuz, tüm televizyonlar, gazeteler, “aydınlar” sizin Ermenileri katlettiğinizi yaymaya başlıyor. Kanıtları var mı? Elbette yok! “Hayır” diyorsunuz, “gerçekleri bir de biz anlatalım”, anlatamıyorsunuz çünkü tüm propaganda kanalları size kapatılmış durumda.
İşte o zaman anlıyorsunuz “Tartışmaya açmak” denilen tuzağı.
Size mantıklı geliyor, “Nasılsa suçlu değiliz, tartışmadan galip ayrılırız” diyorsunuz. Ama tartışma şansı olmadığını görüyorsunuz. Bakıyorsunuz, tüm televizyonlar, gazeteler, “aydınlar” sizin Ermenileri katlettiğinizi yaymaya başlıyor. Kanıtları var mı? Elbette yok! “Hayır” diyorsunuz, “gerçekleri bir de biz anlatalım”, anlatamıyorsunuz çünkü tüm propaganda kanalları size kapatılmış durumda.
İşte o zaman anlıyorsunuz “Tartışmaya açmak” denilen tuzağı.
Bu sürecin sonunda, ulusal gururu ve hassasiyetleri yüksek insanlar bile “Acaba” demeye başlıyor, “acaba gerçekten Ermenileri biz mi katlettik?” “Ulusal benlikte ilk kırılma” yaşanıyor…
Psikolojik harbin etkisi büyük bir hızla bu şekilde yayılıyor. Sıra Kürtlere geliyor. Sizden tartışmanızı istiyorlar. Tartışma başlıyor ve yine kaybediyorsunuz. Bir düşünün lütfen, son dönemde neleri tartışmaya açtık ve şimdi neredeyiz? Bugün Misak-ı Milli’yi pek önemsemiyoruz. Kırmızı çizgileri umursamıyoruz. Türk dilinin önemi kalmamış. Bu ülkede Federasyonda olabilir, Ermenilerden özür de dileyebiliriz. Kürtlere “biraz” toprak da verebiliriz. Kısacası ulusal varlığımıza ait hayatı her alanda kaybetmiş durumdayız.
(…)
Yazı devam ediyor ama alıntıladığım kadarıyla yazının ana fikrini aldığımızı düşündüğüm için yazıyı burada kesiyorum. Güdülendirmeyi gördünüz mü? Bu güdülendirmeyle adım adım istenilen sona götürülüyoruz değil mi?
Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com
Yayın Tarihi:15.07.2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder