30 Haziran 2016 Perşembe

HER ŞEYİN SONRASI ÖNEMLİDİR

Bir insanın neyini çalabilirsiniz? Kalbini çalabilirsiniz, gönlünü çalabilirsiniz. Bundan dolayı suçlu olmazsınız, eminim kimse bu hırsızlığınızdan rahatsız olmaz. Peki başka nelerini çalabilirsiniz? İşini çalabilirsiniz, makam ve mevkisini çalabilirsiniz. Bu sizin kurnazlığınızı, ustalığınızı veya kıskançlığınızı gösterir ki bunlarda yasalar karşısında suç değildir. Daha başka birçok hırsızlık konusu vardır, çoğu suç kapsamına girer. Suç kapsamına girmeyen başka suçlarda yok mudur? Olmaz mı? Mesela bir kişinin, yarini çalmak, ümidini çalmak, yarınını çalmak gibi. Hemen belirtmek gerekir ki bunların hırsızlığının şekli suç unsurunun ortaya çıkmasında etkisi olabilir. Amacımız hukuken suç oluşturmayan hırsızlığı anlatmak olduğu için bu konuyu atlıyoruz.

Ne kaldı geriye?

Onuda Doğan Cüceloğlu’nun “Gerçek Özgürlük” isimli yazısını okuduktan sonra bu yazımızın sonunda bulacaksınız. Şimdilik yazımızın sırrını ele vermeyelim. Bildiğiniz üzere her yazının üç bölümü vardır. Giriş, gelişme ve sonuç. Daha girişte yazının temel dayanağını ele verirsek onca edebiyatın, yada argo deyimiyle “lugat parçalamanın” ne gereği var, değil mi? İşin özetini çıkar git! Ama sayfanın dolması lazım, sizin ilginizi çekmek lazım. Bu başka türlü sağlanmıyor. Şaka bir yana, konumuza dönelim ve Doğan Cüceloğlu’nun o yazısını okuyalım.  

*

Yirmi altı yaşındaydım. Amerika’ya yeni gitmiştim. Osgood’un araştırma asistanlığını yapıyorum. Aynı odada.. John ve Gary adında iki asistan daha var. Bir cumartesi günü ofise gittiğimde, halının üstünde emekleyen bir oğlan çocuğu gördüm. Gary oğlunu getirmişti. Herkes kendi işini yapıyordu. Ben de masama oturdum. Çalışmaya başladım. Odada oldukça alçak meşin bir koltuk vardı. Fark ettiğimde çocuk ona çıkmaya çalışıyordu. Bir bacağını atıyor, tutunuyor ama bir türlü koltuğa çıkamıyordu. Çocuk bunu dört beş kez denedi. Baba bir yandan çalışırken bir yandan göz ucuyla oğlunu takip ediyordu. John ise hiç ilgilenmiyordu; tamamiyle kendi işiyle meşguldü. Çocuk yine deneyip çıkamayınca yerimden kalktım. Çocuğun koltuk altlarından tuttum. “Hoppa!” dedim ve onu meşin koltuğun üstüne bıraktım. Çocuk hiç beklemiyordu. Önce şaşaladı, sonra koltuğun üstünde öyle kalakaldı.

O zaman bilmiyordum, ama şimdi biliyorum. Benim anlam çerçevem içinde o küçük çocuk benim yeğenimdi. Ben de onun amcası... İçinde büyüdüğüm kasabanın anlam çerçevesi o çocukla aramızdaki ilişkiyi öyle tanımlamıştı. Yeğenim koltuğa çıkmaya çalışıyordu ve amcası olarak ona yardım etmek bana düşerdi. Çünkü babası Gary ve amcası John bir şey yapmaya pek niyetli gözükmüyordu!

Vazifesini yapmış bir amcanın mutluluğu içinde gülümseyerek Gary’e baktım. “Neden yaptın?” diye sordu. Vazifesini yapmış bir amcanın rahatlığı içinde, “Çıkmaya çalışıyordu” dedim. Gary; “Ben de biliyordum çıkmaya çalıştığını. Sen niye yaptın?” diye üsteledi. Şaşırdım ve sinirlendim. İçimden “Bu Amerikalılara iyilik yaramıyor” diye düşündüm. Ama merak etmekten de kendimi alamıyorum. Sonra sordu; “Sen ne yaptığının farkında mısın?” İçimden yine sinirlendim. İstanbul psikolojiyi bitirmiş, iki yıl asistanlık yapmış, aydın bir insandım. Ne yaptığımın farkında olmayacak biri değildim. “Bak” dedi; “Çocuk koltuğa çıkacağına inanıyordu. Belki yarım saat, belki bir saat uğraşacaktı ama eninde sonunda çıkacaktı. Öyle ucundan tutmuyordu. Çıkacağına inanmış biri olarak, kedi yavrusu gibi tutunmuştu. Bırakmayacaktı. Deneyecek, deneyecek, en sonunda çıkacaktı. Çıkınca dönüp bana bakacaktı. Ben de ona, “Çıktın” diyecektim. Sonra inecekti. Yine uğraşacaktı. Bir saatte çıktığını belki yirmi dakikada çıkacaktı. Bugün bütün gün onunla uğraşacaktı ve belki de beş dakikada çıkar hale gelecekti. Bu onun bugünkü zaferi olacaktı. Sen onun zaferini çaldın!”

Öylece bakakaldım. Bu hayatımda hiç unutmayacağım bir ders olmuştu bana. Biliyor musunuz; iki hafta sonra Gary’e sordum. Neden sadece “Çıktın!” diyecektin? Neden “Aferin sana oğlum, Alkış alkış” değil? Verdiği cevabı hiç unutmayacağım; “Ben zaferine sadece tanık olurum. Onun benden aferin almak için başarı peşinde koşması doğru değil. Kendisi için başarır ama benim bildiğimi, gözlediğimi, tanık olduğumu bilir!”
( Doğan Cüceloğlu - Gerçek Özgürlük )

*

İşte sözünü edeceğim, hukuken suç unsuru olmayan, ama bence tüm yaşamı derinden etkileyecek bir hırsızlık “Zaferini çalmak”tı. Toplum olarak çok yardım sever bir milletiz. Düşeni kaldırırız. Ama bunun neye yol açacağını pek düşünmeyiz. Aslında her şeyin sonrası da çok önemlidir. Yazı bundan sonra daha pek çok dehlizlere dalabilir. Dilimin ucuna çok soru ve cevapları geliyor ama yazının karakteristik yapısını bozmayalım ve konumuza da, yazımıza da burada son noktayı koyalım.  



Yayın Tarihi: 17.05.2016

KEŞKE İNSANLIK EDEPLE GELİŞMİŞ OLSA

Son 10 gününde kur’anı kerimin indiği ay olan ramazan ayındayız. İkinci haftasına ermek üzereyiz neredeyse. İdrak ettiğimiz bu kutsal ayda kendimizi sorguya çekiyor muyuz? Çekmiyorsak akıntıya kürek çekiyoruz demektir. Kendini sorguya çekenler varsa ne mutlu onlara. Ne mutlu çünkü çok şeyin farkında olan bilinçli insanlardırlar demek ki. Aşırı Bireyselleşen ve bu bireyselleşmeyle herkesin kendini kral sandığı bu zamanda insanlık insanlığını kaybetmek üzeredir. Ramazan bunu önleyebilecek aydır. Geçmiş yazılarımdan birinde bu nedenle ramazanın “Edep” ayı olduğunu söylemiştim. O yazıda “Edep”in varlık sınırlarımızı bilmek olduğunu yazmıştım. Bugün varlık sınırlarımızı kaybettiğimiz için tüm gezegenimizle neredeyse savaş halindeyiz. Bizden başka canlı yokmuş gibi davranıyoruz. Kendi türümüze çektirdiğimiz eza diğer canlılarada yansıyor. En basitiyle tarlada biriken kuru otları yakarken onlarla birlikte börtü böcekte yanıyor. Savaşlarda düşmana bomba atıyoruz, sadece insanlar değil, hayvanlarla bitkilerde ölüyor. İşte “Edep”sizliğimizin boyutları.. dahası var. Geçen gün bir yazı geçti elime. Daha çok kazanmak için yaptığımız “Edep”sizliğimizi anlatıyordu. Benzer yazıları başka açılardan çok yazdım. Bu yazıyı da ramazan ve edep başlığı altında sunmanın zararı olmaz herhalde diye düşündüm.

İşte o yazı

*
Geçen gün bir marketin balık reyonunda gördüm. Bilenler bilir, havyar (siyah) kutusu tipiktir.
Baktım, Rusça ve Kiril harflerinin taklidi İngilizce ‘chaviar’ yazıyor kapakta. Bir de mersin balığı resmi. Altında da, “original product of Russia” yazmışlar. Karadeniz’de mersin balıklarını bitirdik şükürler olsun. Ruslar, Azeriler ve İranlılar uyanıklık yaptılar, Hazar Denizi’nde balığı yakalayıp ameliyatla yumurtasını alıp, balığı geri bıraktılar. Biz Türk usulü çalıştık, balığı da, yumurtayı da yedik. (Hatta yumurtlama erginliğine gelmemiş balıkları da yedik).
Kavanozdan gördüğüm kadarıyla siyah inci taneleri parlıyor, tıpkı havyar. Satıcıya sordum, “bu mersin balığı havyarı mı?”, “evet abi” dedi. “Neden ucuz?”, “Rusya’dan geliyor abi, Hazar havyarı”.
Kavanozun altındaki etiketi de okumalı. Derin bilgiler var orada.
İçindekiler: Okyanus balık bulyonu (uskumru), Tuz, Zeytinyağı, Pektin E211, Sodyum benzoat. E202, Potasyum Sorbat, Doğal renk E153.

Muhteşem, değil mi?

Sen uskumruyu al, parçala, minik toplar yap, siyaha boya, koruyucu kimyasallarla harmanla ve elaleme “doğala özdeş havyar” diye kakala. Ama satan adamın haberi yok.

Baktım markette zencefilli gazoz da var, ithal etmiş büyüklerimiz, sağ olsunlar. İçinde zencefil var mı? Yok. Aroması da, rengi de yapay. Ama kendisi doğala özdeş.

Bizim bir çiçekçi var, serada karanfil ve gül yetiştiriyor. Satmadan önce üstlerine koku sıkıyor.

Doğala özdeş gül! Zavallı bülbül!

Kayseri’nin en ünlü mantıcısına götürdüler, Kaşıkla diye bir yer. ‘Yer’ demek doğru değil, entegre tesis mübarek. Bir kapıdan 80 kilo giren, diğer kapıdan 100 kilo çıkıyor.
“En iyi Kayseri mantısı burada” yazıyor kapısında. Aldım iki kutu, eve getirdim koydum dondurucuya. Bir ay sonra yemeğe kalktık, baktık mantı acılaşmış. Niye ki? Et mi bozuldu?
Etin bozulması mümkün değil, çünkü et yerine soya kıyması kullanıyorlar, içinde et olan mantı neredeyse kalmadı. Acılık içindeki azot gazından geliyor. Raf ömrü uzasın diye paketlenme aşamasında azotu basmışlar mantıya.

Doğala özdeş!

Bir bilgi daha:O, mantının raf ömrü uzasın diye içine konan azot gazı zamanla gıda zehirlemesine yol açıyor. Bunların hepsi doğayla özdeş gazlar. Onlara “gıda gazı” diyorlar. Azot gazı da, oksijen de istenmeyen durumlarda inert atmosfer oluşturarak gıdaların kısa sürede bozulmasını önlüyor. Mesela, taze etlere de oksijen gazı veriyorlar ki, hep taze, kıpkırmızı görünsün raflarda. Yasal bunlar, girin internete “gıda gazı” diye yazın, görün neler yediğinizi.

Markete üzüm gelmiş. Kırmızı, iri, dipdiri şeyler. Erik gibiler maşallah! Nereden geliyor bunlar? Şili’den. Şili mi? Evet! Kaç gündür buradalar? 3-5 gün oldu.
Düşünün, Şili’nin bir köyünde topluyorlar bunları. Uzun yolculuklar sonunda bizim kasabaya kadar geliyor. Bir süre bizim manavda bekliyor. Alıyorsun eve getiriyorsun, evde de3-5 gün daha, bana mısın demiyor. Hala kütür kütür. İyi ama, nasıl?
Şahane şeyler var, adına ilaç diyorlar. Üzümlere verilen bu ilaçlardan birinin etiketindeki faydaları sayalım mesela: Dane büyüklüğünü arttırır. Dane ağrılığını arttırır. Dane şeklini daha düzgün olarak değiştirir. Tam olgunlaşmadan daneye parlak sarı yeşil rengini verir. Dayanıklı ve dirençli kabuk sayesinde hasat ve hasat sonrası olabilecek yaralanmalar en aza iner, hastalıklara direnç katar. Kullanım dozu yükseldiğinde sofralık üzümlerde hasadı geciktirir. Raf ömrü uzar.
Nedir bu? Sitokinin. Büyüme hormonu. Bakın şu şansa ki, sitokinin insanda da aynı işe yarıyor. Sonra anneler şikâyet ediyorlar “ee benim çocuk erken kıllanıyor!” Bu dünya böyle hanım abla, sen üzümü alırken kıllanmazsan, çocuğun kıllanır.

Adana’da çiftçilerle çalışıyoruz. Yaz güneşi altında soğutması olmayan tankerle süt topluyorlar mandıralara.
Şöföre soruyorum “Bozulmuyor mu bu sıcakta süt?” “Abi, tankere iki bardak hidrojen peroksit döküyorum, akşama kadar bir şey olmuyor.”
Hidrojen peroksit dediği şey kadınların saçlarının rengini açmak için kullandıkları bir kimyasal. Çok kötü değil, sadece canlıları öldürüyor. Süte koyunca bütün bakteriler ölüyor, geriye bozulacak bir şey de kalmıyor.
Doğala özdeş süt!

Bu anlattıklarımın hepsi yasal.

Temel problem şu ki: İnsan doğa ilişkisi değişti. İnsan yeni bir doğa kurgusu yaptı, kendini doğanın dışına aldı, doğayı alınır-satılır mal yaptı, sentetikleştirdi ve tüketime sundu. Hal böyle olunca, insan kendinin doğal bir varlık olduğunu unuttu.
İnternetten pantalon, ayakkabı, peynir, arkadaş ve sevgili edinmeyi marifet bildi.
Optik kabloların sunduğu hayatı da hayat bildi. İnsan artık bu!
Doğala özdeş!

*

Şimdi vardığımız noktada ramazan ayının ruhuna uygun olarak gelişmiş varlık mı olduk, yoksa “Edep”siz varlık mı? Keşke insanlık Edeple gelişmiş olsa.



Yayın Tarihi: 15.05.2016

HER KULA HELÂL, AMA...

Bir haftadır yüce dinimizin kutsal aylarından, son günlerinde kur’anı kerimin indiği ay olan ramazan ayını idrak ediyoruz. Bu idrakla kendimizi sorguya çekiyorsak ne mutlu bize. Aşırı Bireyselleşen ve bu bireyselleşmeyle herkesin kendini kral sandığı bu zamanda insanlık insanlığını kaybetmek üzeredir. Ramazan bunu önleyebilecek aydır. Geçmiş yazılarımdan birinde bu nedenle ramazanın edep ayı olduğunu söylemiştim. O yazıda Edep’in varlık sınırlarımızı bilmek olduğunu yazmıştım. Herkesin krallığını ilan ettiği dönemde varlık sınırı tartışmalıdır. Varlık sınırı tartışılır haldeyse orda kavga ve kargaşa kaçınılmaz demektir. Bunun için varlık sınırlarımıza dönmeliyiz. Tüm insanları, canlıları tabiatı sevmek; yurdunu, milletini, dinini korumak ve kollamalıyız. İşte bunun için edepli olmak zorundayız. Bize edebi sağlayan ramazan ayına erdiğimiz için ne kadar şükretsek azdır.

Ne yazık ki milletçe kötü bir özelliğimiz var. Kendi adamlarımızı çok kolay gözden çıkarıyoruz. Bunun da edeple doğrudan bir ilgisi yok mu sizce. Ne dersiniz?

Selim özen kardeşimden aldığım bir hikâye ile bunu anlatacağım.   

*

Vaktiyle Bursa’ da bir Müslüman, bugünkü adı Arap Şükrü olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş: “Her kula helâl, Müslüman’a haram!”
Bursa başkent, tabii Osmanlı karışmış, bu nasıl fitnedir diye…

Gitmişler kadıya şikâyete, adam yakalanıp yaka-paça huzura getirilmiş. “Bu nasıl fitnedir, dini İslâm, ahalisi Müslüman olan koca devlette sen kalk, hayrattır, sebildir diye çeşme yap, ama suyunu Müslüman’a yasakla! Olacak iş midir, nedir sebebi, aklını mı yitirdin?” diye çıkışmışlar adama. Adam:
- “Müsaade buyurun, sebebi vardır, lâkin ispat ister, delil şarttır…” dedikçe kadı kızmış:
- “Ne delili, ne ispatı? Sen fitne çıkardın, Müslüman ahalinin huzurunu kaçırdın, katlin vaciptir!” demiş. Demiş ama bir yandan da merak edermiş:
- “Nedir gerekçen?” diye sormuş. Adam:
- “Bir tek Sultan’a derim…” diye cevap verince, ortalık yine karışmış. Söz Sultan’a gitmiş, adam yaka paça saraya götürülmüş. Padişah da sinirlenmiş ama diğer yandan o da meraklanırmış:
- “De bakalım ne diyeceksen. Bu nasıl iştir ki, hem çeşmeyi yaparsın, hem de her kula helâl, Müslüman’a haram yazarsın?” Adam, başı önünde konuşur:
- “Delilim vardır, lâkin ispat ister.”
- “Ya dediğin gibi sağlam değilse delilin?”
- “O zaman boynum, hükme kıldan incedir Sultanım…”
- “Eeee!”
- “Sultanım, herhangi bir havradan (sinagog) rasgele bir hahamı izahsız yaka-paça tutuklayın, bir hafta tutun. Bakın neler olacak…” Dediği yapılmış adamın. Bütün azınlıklar bir olmuş, başlarında Museviler, “Ne oluyor, bu ne zulüm? Bizim din adamımıza biz kefiliz, ne gerekirse söyleyin yapalım, o masumdur, gerekirse kefalet ödeyelim…” Çevre ülkelerden bile elçiler gelmiş, elçiler mektup üstüne mektup getirmiş. Bir hafta dolunca, adam:
- “Sultanım, artık bırakmak zamanıdır” demiş. Haham bırakılmış, azınlıklar mutlu, bu sefer Sultan’a teşekkürler, hediyeler.
- “Aynı işi herhangi bir kiliseden herhangi bir papaz için yaptırınız Sultanım” demiş. Aynı şekilde bir papaz derdest edilip yaka-paça alınmış Pazar ayininden ve aynı tepkiler artarak devam etmiş. Haftası dolunca da serbest bırakılmış. Mutluluk ve sevinç gösterileri daha bir fazlalaşmış, teşekkürler, şükranlar… Din adamlarına kavuşmanın mutluluğuyla daha bir sarılmışlar birbirlerine… Sultan:
- “Bitti mi?” demiş adama.
- “Sultanım son bir iş kaldı, sonra hüküm zamanıdır izninizle” demiş.
- “Şimdi nedir isteğin?”
- “Efendim, payitahtımız Bursa’nın en sevilen, âlimini alınız minberinden…” Adamın dediğini yapmışlar, Ulucami imamını Cuma hutbesinin ortasında almışlar, yaka-paça götürmüşler.
Bir Allah’ın kulu çıkıp da, “ne oluyor, siz ne yapıyorsunuz? Hiç olmazsa vaazı bitene kadar bekleseydiniz”, gibi tek bir kelâm etmemiş, imamın peşinden giden, arayan-soran olmamış… Geçmiş bir hafta, “Nerde imam” diye gelen-giden yok! Halk hâlinden memnun, başlamış bir dedikodu, o geçen hafta tutuklanan koca âlim için:
- “Biz de onu adam bilmiş, hoca bellemiştik…”
- “Kim bilir ne suç etti de tevkif edildi!”
- “Vah vah! Acırım arkasında kıldığım namazlara…”
- “Sorma, sorma…”
Padişah, kadı ve adam izliyorlarmış olup-bitenleri. Sonunda Padişah çeşmeyi yaptırana sormuş:
- “Eee, ne olacak şimdi? Adam:
- “Bırakma zamanıdır. Bir de özür dileyip helâllik almak lâzımdır hocadan.” “Haklısın” demiş padişah, denilenin yapılması için emir buyurmuş ve adama dönmüş. Adam başı önünde konuşmuş:
- “Ey büyük Sultanım, siz irade buyurunuz lütfen, böyle Müslümanlara su helâl edilir mi?”
Sultan acı acı tebessüm etmiş:
- “Hava bile haram, hava bile!” demiş.



Yayın Tarihi: 13.05.2016

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

(Onat Kutlar 3)
Merhaba sevgili okurlar. 2 haftadır Pazarları şairimiz Onat Kutlar ve şiirleriyle birlikte olduk.  Bu hafta son kez bitlikte olacağız. Daha önceki iki hafta şairimizi tanıtmıştım, kaçıranlar olabilir düşüncesiyle gene önce kendisini tanıyalım, sonra şiirlerine devam ederiz.

“25 ocak 1936 yılında Alanya’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini memleketi Gaziantep’te tamamladı. İstanbul Hukuk Fakültesi’ndeki öğrenimini son yıl yarıda bıraktı, felsefe öğrenimi için Paris’e gitti. Türkiye’ye döndükten sonra bir süre Doğan Kardeş dergisinde sekreterlik yaptı. 1956 yılında, a dergisinin, 1965’te ise Türk Sinematek derneğinin kurucuları arasında yer aldı ve 1976 yılına kadar aynı derneğin yöneticiliğini yaptı. İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Yönetim ve Yürütme Kurulu üyesiydi.
1952’de çeşitli dergilerde yer alan şiirleriyle tanınmaya başlayan Onat Kutlar, Gösteri, Hisar, İlke, Küçük Dergi gibi dergilerde şiirlerini yayımladı. Duyarlı, ayrıntılara inen, açık bir söylemle yazdığı şiirlerinde toplumsal durumlar ve konumlar öne çıkmaktaydı.
İstanbul’da The Marmara Oteli’nin pastanesine konan bombanın patlaması sonucu yaralandı, 15 Ocak 1995’te yaşamını yitirdi.”

Kısaca şairimiz böyle tanıtılmış, sıra şiirlerine geldi.

...

MARDİN HOYRATI
- Nedendir oğul, sabaha karşı
bir kanat gölgesi geçti yüzünden
Kartal mı desem yoksa keder mi
Bir günah işledin mi?
- İşledim ana, bir ağaç kestim.
- Kalk oğul uyku iyi değildir
Bir arpa ekmeği yapayım sana
Günün çayı yatıştırır öfkeyi
Bu horoz neden ötmüyor?
- Düşte uyur görüyorum kendimi.
- Sormak bana düşmez oğul, erkek
kendi kanadıyla uçar, git su boyuna
yıka ellerini bir de tütün sar
Düğün yok ellerin neden kınalı?
- Ana ben sevdiğimi öldürdüm.
Kaynak: İki Irmak Arası

ONAT KUTLAR

***

ORMAN
Kendine esen rüzgârla derinleşen
yüzü bir adamın durur
ve ormana bakar, bu benim.
Damarların uğultusunu duyar bir sarnıçtan
gizli bir kente döşenmiş su yollarının
Ağaçların sararmış yaprak uçları
dalarken gökyüzünün karanlık denizine
kökler büyülü bir ışıkla aydınlanır ve toprak
yabancı bir mimariye açılır, bana ait olan.
Yalnızlık, doğunun bildik çarşısı
kendi alışverişiyle canlanır, yeni bir ırkın
kölesi masmavi bir adam haber bekler, benden
yabancı bir tapınağın tanrıçasına.
Ötmeyen soyu tükenmiş kuşun saati
alacakaranlığı gösterir, gündüze mi geceye mi
gideceği belirsiz bir yolcu gibi. Ben.
Anılar biter ve bir cumhuriyetin
sınırları silinir.
Çekilirken bir çınarın burcuna
yüzünün gölgesi olan güneş bayrağı,
bir adam çam iğnelerinden bir çelenk koyar
kayanın dibine, bir gençlik anıtı olan kayanın.
Sonra ağır ağır ağaca dönüşür
Geleceğe ve sonsuzluğa uzatır yapraklarını
sürgünde bir kıral gibi, ülkesi olmayan
Bırakır kılıcını toprağa
rüzgâr ve büyüyle gelen adam
Geriye uzak bir uğultu kalır ve kimsenin ayak basmadığı bir orman.

ONAT KUTLAR

***

PERA’LI BİR AŞK İÇİN
Merhaba güzelim, bak nasıl doldurdu
-Dur önce şu sigaramı yakayım-
Kırmızı bir güneş bardağımızı
Dışarda kararan rum kilisesinin
Gürültüyü yapraklara çeviren
Çan sesleriyle yüklü ve karmakarışık
Saatlerden geçiyoruz umut, ayrılık
Günleri. Yüzünün gülü kapalı
Acı eylül geçiyor köklerimizden
-Sanırım değişen bir şey olmalı-
Biliyoruz öğle sonu mavi perdesi
Gözlerinin yıldızıyla ışıyan
-Dur güzelim yüzüne dokunacağım-
Ve aklı yetmeyen tarlakuşuna
Öpüşlerle derinleşen bir halı
Yeni gelin bahçeleri dokuyan
-Bu kör eylül karanlığından uzak-
Bir ölümsüz yaz ülkesi olmalı
Çıkalım buradan hemen gidelim
-Ben önce şu hesabı vereyim-
Avluda fatihin ormanlarından
Kesilmiş çamlara bakan rum yetim
İçimi yalnızlıkla dolduruyor
Kapıda sadakor bir dalgınlığın
Ardından bize bakan şu delikanlı
-Nasıl benim gençliğime benziyor-
Şiirimiz bitince ve solduğunda
Sarı gül yaprağına yazdığım divan
Alıp götürecek bir sahaf olmalı

ONAT KUTLAR

***

SADECE SENİN YÜZÜN
At konuşmadan çıkar yollara
Eğersiz çıplaktır bir payitahtın
ıssız sokaklarından sabaha karşı
bir ılgarla geçer
Açılır sular ve deniz koşar yalnızca
kendinin bildiği ülkeye doğru
Ardında kıvılcım tarlaları bırakır
Ayaklarında mermere çarpan
demirler bulunması bundandır
Denizi bilir de bakmadan geçer
At uysaldır parlak gönderine
çekilir çocuklar ve gökkuşağı
Kamçıdan dizginden gemden çekinmez
Korkusundan değil utanmasından
Bir çam hizasından geçer ormanı
Yel burnunun narin kanatlarına
bir ipek sezgisiyle dokunur. Ova
Sonra kentler gelir durur bakar at
Gözleri güzeldir gelecek gibi
Sisli yaprakları demir kargıyla
kuşatan askerler ve köpekleri
yelesinin sularında boğulsun diye
fırtınayı bekler
Sonra çılgın dörtnala bir koşu başlar
Nereye nereye? Belki Oramar
Yakar kendi yazısının yapraklarını
Sarı tanyerinin bulutlarından
alnına durmadan yıldızlar kayar
Ayağı sekili dağ köylerinden
kaynağı bilinmez sulara doğru
Bir resim değildir at ve sınırları
tam çizilmemiştir
Tökezler bir düşün yamaçlarında
Kişneyerek bir çavlana dönüşür
Bekler Oramarın ıssız dağları
ve altın nadaslardan doğan çocuklar
yeni bir at gelinceye kadar

ONAT KUTLAR

***

SURLAR VE DENİZ
körler ülkesinin tam karşısında
çünkü gören olmadı seni benden başka
duran kent sevgilim nicedir
surların çevirdiği denize doğru
kurdum barbar çadırını bekliyorum
bekliyorum bembeyaz bir yapının
omuzlarına konacak kartal
kapına dikilmiş boynuzlarıyla
kara koç başı hırslı kalkan
ve hasret ve tutku ve bitip tükenmez
ayrılığa inatla kafa tutan
bakışların tozlarına bulanmış
ağaç heykeli olan gövdemle
içinden görmek istiyorum seni
dinlemek daha da bir güze doğru
çimenlerinden geçen serin esintiyi
yıkanmak derin saatlerinde denizinin
yarı aydınlık sokaklarından geçmek ve eski
bir balıkçının uslanmaz merakıyla
ağ atmak akşama karşı sularına
yanan alnımı su mermerinin
karnına koymak ve uyumak
yorgun savaşçının
tütün ve barut kokusuyla uyumak bir hayvanın
karlı sınırlarını aşmak bir yaza doğru
saklı kent bıktım seni kuşatan
kendi çadırlarından kör kılıcına
tuğlalarla örülmüş yanık surlardan
bıktım bana uzaklığı öğreten
di’li geçmişiyle zamanın
yazılmış kuşatma günlüklerinden
taş perdeleriyle bir gize doğru
yelken açan kent göremiyorum seni

ONAT KUTLAR

***

TEŞEKKÜRLER KALBİM SANA
Gençliğimin dalları hep ikindiyi gösteren durmuş bir
yelkovan gibiydi o yıllarda yani erken ölümü ve içinde
altın tozlarıyla ağır ağır yaz boyunca yaprakları tirse
yeşili ve kişin yoktu bilemezsin o küçük saatin karnında
sapsarı bir çark ne işe yarar tıpkı kimi sözcükler gibi
önce anlaşılmayan ve bir zaman gelir döner başlatır
bir şiiri
İşte öyle bir şarkıydı
Her gün içimde yaşayan yalnız bir japonun küçük bir
alanda kırmızı kasım yapraklarını büyüttüğü paris'te
tuvaletlerinde bile çeyrek le monde sayfaları kullanılan
çünkü kalındır kağıdı banyolarla dolu ve sartre'in
çocukluk anılarıyla bir otelde lahmacun cumhuriyetinin
üç uyruğuyla eski bir rus plağını ilk kez dinlerken
bu şarkı çantama düşürmüş olmalı
geleceğin ormanını
Sağol yüreğim çünkü o ezgi
bakir bir şafakta uçarken saatlerce altımda “güneşte
sararmış kemik ve kil ve külle örtülü” ortaasya kentleri
ve parti çizgisinde lacivert giysilerle adamlar büyük
bir gökyüzü gemisinin lombozlarından alkol denizinde
yüzen daglara bakar bakar donuk gözlerle
içimde bir sıkıntı ne istediğimi bilmiyorum görünmüyor
ekimin kayıp ülkesi düşünürken habersiz savurduğumuz
beyaz bir bulutta
seni taşıyordu
Bağlı kaldı
içimdeki japonun da içinde kapkara bir koç o yüzden
dolanır durur düşleyerek tanyeri ülkesini ve bekler ne
zaman ışıtacak beyaz duvardaki tüy sarmaşığı seher
yıldızı bekler kil çadırlarda göçer denklerine sıkışmış
kara bir çekirge gibi umutsuz bir yarini ve atlara eğer
örgütleyen kolan durmadan dağılır gider gene de iner
mahmuz kan içinde bir hint horozunun gözlerine kararır
ortalık nerede başaklar ve yanılmıyorsam tıpkı
böyle bir zamanda yüreğin kanatları bir tele çarpar
eski bir şarkıyla
Çark döner
tamamlar şiirimizi.

ONAT KUTLAR

***

TURGUT’A
Eylül mezarlıklarından şimdi her gece
ellerinde fenerlerle geçen arkadaşlarım
Oturup düşündüm unutkan bir ülke eylül
Herkes unutuyor ancak bir deniz sofrasında
durulunca hazları tenin ve bütün kitaplar
hatırlıyoruz. Ne kadar yoksuluz çocukluğumuzda.
Anamızın eteğine doldurulmuş çakıltaşları
Güz gelince yeniden ölen çekirge, savruk otlar
gizli bir tarihin yarıklarını
doldurmak için ırmağın sürüklediği çerçöp
kambur yollarında ceza okullarının
aşınmayı önleyen bir avuç kabara ve anamız
şimdi düşünüyorum kimbilir kaç kez
yamalı çoraplarla birlikte yeniledi bizi
Islanınca esmer defterleri yüzümüzün
bu çamurla kanla alınteriyle gizli bir yazgı
çakıyor bir an. Karanlık feneri ülkemizin.
Nasıl bir yalnızlık, unutulmuş bir ışık diliyle
çırpınırken biz üstümüze geliyor büyük gemisi geleceğin
Bir tenis topu, koşan bir çocuk, bir gözyaşı bile değiliz.
Yalnızca bir ağaç ailesi ve bir köşede
yıllardır bizi gözleyen hep aynı balta: Dalgınlık.
Düşünüyorum nasıl budandık bahara ulaşmak için.
Şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin
unutmamak için çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz
ölü balıklar geçiyor kırışık bir deniz sofrasından
ve ellerinde fenerlerle benim arkadaşlarım
durmadan düşünüyorum ne kadar çok öldük yaşamak için.

ONAT KUTLAR

***

Şairimiz Onat Kutlar’la beraberliğimizin sonuna geldik. Gelecek haftalarda başka şairlerimizin şiirleriyle birlikte olmak dileğiyle herkese mutlu hafta sonları..



Yayın Tarihi: 12.05.2016

DÜŞÜNCE EVRENİNDE 15

Düşünce dünyasında gezindiğimiz “Düşünce Evreninde” yazı dizimizde bu gün algı konusuna değineceğiz. Almak, tutmak, anlamak anlamlarını içeren bu kelimenin eski karşılığı kimi zaman “şuur”, kimi zaman “idrak”tı.

Sözcüğün diğer dillerdeki karşılığı:  

ALGI
Osmanlıca: İdrak, Şuur, Teferrüs. 
Fransızca: Perception. 
Almanca: Perception, Wahrnehmung, Empfindung, Erfassung. 
İngilizce: Perception, 
İtalyanca: Percepzione

Bu sözcüğün Görünür, elle tutulur dünyayı duyular yoluyla kişi bilincine aktarılma işi olarak özet açıklaması yapılabilir.

Konuyu biraz açalım. Yanan ateşin önünde sıcaklık duyulmasıyla her görülen ateşin sıcak olduğu fikrine sahip olarak bu sıcaklığın hatırlanmasına algı diyoruz. 

1. Dilbilimine göre: Algı terimi, dilimizde de, Batı dillerinde de olduğu gibi almak kökünden türetilmiştir. Batı dillerindeki perception terimi, Hint-Avrupa dil grubunun almak anlamındaki kap kökünden gelir, ilkin Latinceye aynı anlamda capere sözcüğüyle geçmiştir.

2. Düşünce evrenine göre: Algı, dış dünyanın duyumlarla gelen sembollerinin bilinçte gerçekleşen tasarımıdır. Nesneler duyu organlarını etkiler. Bu etki bilince aktarılır. Ne var ki algı, arı duyumlardan, ansal bir işlevi gerektirmesiyle ayrılır. Örneğin görme duyumuz, her iki gözümüzde ve çeşitli planlarda beliren iki ağaç imgesi getirir. Bu iki ağaç imgesi ansal bir işlevle tekleşir. Tekleşen bu imgeye, bellekte biriken esli algılardan gerekli olanlar da çağrışım yoluyla eklendikten sonra ağaç algısı gerçekleşmiş olur. Özellikle görme, işitme ve dokunma duyuları insanın bilincine kavram ve düşünce yapımı için algısal gereçler taşırlar. Algı işlemini tarihsel süreçte duyumcular aşırı bir savla sadece duyuların, uscular da aynı aşırılıkta başka bir savla sadece usun ürünü saymışlardır. Oysa algı duyusal-ansal bir işlevdir. Alman düşünürü Leibniz'e göre de algı, bilinçdışı bir işlevdir. Algı, gerçek anlamında, kişinin, kendisinin dışında olanı alması demektir. Bununla beraber ruhbilimciler ruhsal hareketlerle ilgili olarak, dış algı’ya karşı bir de iç algı’nın sözünü ederler. Düşünce evreninde algı terimi üç anlamda kullanılır: Algılama gücü, algı işlevi, algı olgusu.

3. Ruhbilime göre: Ruhbilimde bir deneğin belli bir süreden birbirinden ayırt edilebilen tepkiler gösterebildiği çevrenin tümüne algı alanı denir. 
Algının beyinde gerçekleştiği süreye algı süresi denir.
Algının parçaları arasındaki ilişkilerden oluşan yapıya algısal yapı denir. 
Çeşitli nesnelerin bir bütün olarak ya da bir nesnenin özelliklerine ayrılmaksızın algılanmasına algısal birlik denir. 
Duyularla gelen algısal gereçlerin bütünlenmesine ve anlamlandırılmasına algılaştırma denir. 
Ses iletiminin bozulmasından doğan sağırlığa algılama sağırlığı denir. 
Algılayarak öğrenmeye algısal öğrenme denir. 
Belli bir örneğe uygun olarak algılama eğilimine algısal kurgu, denir.

Görüldüğü gibi algı üç temel başlıkta yer alıyor. Dilbilimine göre algı, düşünce evrenine göre algı ve ruh bilimine göre algı. Bu üç temel başlığın hepsi ayrı ayrı incelenmesi gereken alt başlıklarla da başka açılımlara sahiptir. Onlardan bir kaçıda şunlar olsa gerek. Duyu, Duyum, Bilinç, Algıcılık, Algılanır, Algılanmaz, Algın, Algı Karşıklığı, Algı Işığı.


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 10.05.2016

DÜŞÜNCE EVRENİNDE 14

“Düşünce Evreninde” yazı dizimizle düşünce dünyasının içinde gezinmeyi sürdürüyoruz. Bugünkü konumuz Akademi. Akademi bildiğimiz anlamıyla bir okul türüdür. Hz. İsa’dan önce kurulmuştur.  

Akademi, bilinen geniş tanımıyla yükseköğrenim kurumu anlamına geliyor. Günümüzde bilim, edebiyat ve sanat konularını tartışmak için bir araya gelen üyelerin oluşturduğu kurumlara da akademi denir.

Yani Akademi sadece eğitimin verildiği yer değil, aynı zamanda bir yanıyla da bilginin tartışıldığı yerdir.

Akademi adı, Atina yakınlarındaki Akademeia adlı bir zeytinlikten gelir. Bu zeytinlikte Eski Yunan düşünür Platon, matematik, doğa bilimleri ve yönetim biçimi gibi çeşitli konularda öğrencilerine ders veriyordu. Eflatun (Platon)’un MÖ 4. yüzyılda ders verdiği bu okul, tarihteki ilk akademi olarak kabul edilir.

Platon'un Akademi geleneğini, onun ölümünden sonra öğrencileri ve düşüncesini benimseyenler sürdürdüler. Akademi’ye devam eden öğretmen ve öğrencilerin en çok ilgi gösterdikleri konular bilim, sanat, edebiyat ve müzikti. MS 529’da, Bizans İmparatoru Jüstinyen Akademi’nin çalışmalarına son verdi.

Bugün birçok ülkede akademi adını taşıyan kurum vardır. Paris'teki Fransız Akademisi (Académie Française) bunların en ünlüsüdür. Günümüzde de Fransız dili konusunda tek yetkili kurum sayılan Fransız Akademisi, 1635’te Kardinal Richelieu tarafından kurulmuştur. Bu akademinin üye sayısı tarihi boyunca hep 40 olarak kalmıştır.

ABD’deki Sinema Sanat ve Bilimleri Akademisi de dünyanın ünlü akademilerinden biridir. Bu kurum 1929’dan bu yana her yıl “Akademi Ödülleri” adı altında, sanat değeri taşıyan sinema filmlerinin yönetmen, oyuncu, görüntü yönetmeni ve öbür yaratıcılarına ödüller verir. Ödül, “Oscar” adlı bir heykelcikle simgelendiği için Akademi Ödülü’ne Oscar Ödülü de denir.

Londra’daki Kraliyet Sanat Akademisi (1768) ile Kraliyet Müzik Akademisi (1822), İngiltere’nin en ünlü akademileridir. Gene Londra’daki Kraliyet Tiyatro Sanatı Akademisi (1904) ile bilimsel çalışmalar yapmak üzere 1662’de kurulmuş olan Kraliyet Derneği (Royal Society) de ünlü akademiler arasında sayılır.

Rusya’daki Bilimler Akademisi de yeryüzündeki saygın akademilerden biri sayılır. 1725’te Rus Çarı I. Petro tarafından Petersburg Bilimler Akademisi adıyla kurulan bu kurum, Sovyet döneminde SSCB Bilimler Akademisi adını taşıyordu.
Türkiye’de yakın zamana kadar akademi adını taşıyan birçok yükseköğretim kurumu vardı. Bunların en ünlüsü olan ve pek çok ünlü sanatçının yetiştiği Devlet Güzel Sanatlar Akademisi, sonradan Mimar Sinan Üniversitesi’ne dönüştü. Kentimizde kurulan ilk yüksek okulda Akademi adını taşıyordu. SDMMA olarak kısaltılan okulun tam adı “Sakarya Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi” idi.

Günümüzde akademi adını koruyan eğitim kurumları olarak yalnızca Harp Akademileri ile Gülhane Askeri Tıp Akademisi ve Polis Akademisi kalmıştır. Ayrıca akademi adını taşıyan özel öğretim kurumları vardır. Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) ise 1993’te kurulmuştur.

“Düşünce Evreni” gördüğünüz gibi kendi okulunada sahipti. Aradan geçen zamanda tarzlar biçim değiştirince okullarda değiştiler tabii. Artık bütün bunları bünyesinde bulunduran çeşitli birimlere sahip üniversiteler ve onun alt kuruluşları fakülteler var.


DEVAM EDECEK



Yayın Tarihi: 08.05.2016

DÜŞÜNCE EVRENİNDE 13

Uzun süre ahlak konusunu incelediğimiz “Düşünce Evreninde” dizi yazımızı yazmak fikri “Mum kokulu geceleriyle Amişler” yazı dizisine başlarken doğmuştu. Bugün yabancısı olduğumuz o kırsal hayatı sürdüren Amişler ilkel kabilelerden değildiler. Sadece teknolojiye karşıydılar. Dolayısıyla teknolojiye dayalı hayatı ret ederken, geleneklerle yaşamayı seçmişler, buna bağlı olarak düşünce akımlarından ve üretim biçimlerinden uzak durmuşlardı. Aramızda en az 250-300 sene fark vardı. Bu sürede neler değişmedi ki? Bu soru beni düşünce evrenini araştırmaya itti. Geçmişte bizim atalarımızında içinde olduğu bu hayat ve düşünce tarzı hangi duraklardan geçtide bugünkü anlayış doğdu. Yaşadıklarımız düne cevapsa dünün sorusu neydi? Bu yazı dizimizle böyle bir serüvene kalkıştık. Konunun uzmanları sahalarına girip ortalığı karıştırdığım için beni bağışlasın. Elbetteki onlar en doğru sonuca ulaşırlar. Ben düşünce dünyasına ilgiyi yöneltmek istiyorum o kadar.

Bu gün ilkel hayattan uzak olmamız, bize kadar uzanan zincirin her halkasının değişimi bilerek veya bilmeyerek kabul etmesine bağlıdır. İnsan olumluya veya olumsuza doğru değişirken ilgisi ve araştırıcı ruhu nedeniyle her yolun, her durağın oluşum nedenlerini incelemiş sorularına cevaplar aramış, o sorulara cevabı gene kendisi vermiştir. Bu, bir düşünce sisteminin gelişmesine, bilimsel buluşların yapılmasına yol açmıştır. Yazı dizimizde konumuz bu yüzden düşünce sistemleriydi.

Bugünkü ilk konumuz “AKILCILIK”

Bu dünyadaki bilgileri(akılcıların güvenilmez buldukları) duyu ve algılarımıza dayanarak değilde, aklımızı kullanarak elde edebileceğimizi ileri süren görüştür.
Bu dünyanın bilgisine duyu ve algılarımızı kullanmadan ulaşamayacağımızı savunan karşı görüş ise deneycilik olarak bilinir.

Dahada açarsak Akılcılık, bilginin kaynağının akıl olduğunu; doğru bilginin ancak akıl ve düşünce ile elde edilebileceği tezini savunan felsefi yaklaşıma verilen isimdir. Buna göre, kesin ve evrensel bilgilere ancak akıl aracılığıyla ve tümdengelimli bir yöntemsel yaklaşımla ulaşılabilir. Yani sonuca bakarak “Nasıl”ı sormaktır bu. İyi veya kötü olarak varılan sonucu zaten görüyorsunuz, buraya nasıl varıldığını sormaktır tümdengelimcilik. Ayakları iyice yere bassın diye biraz daha açacak olursak her şeye daha tepeden, uzaktan bakarak sonucunu gördüğümüz şeyin nedenini sormaktır tümdengelimcilik. Akılcılığın uzak görüşlülüğünü sağlayanda budur. Dünya hakkındaki önemli olan bilginin yalnızca deney ötesi yöntemlerle elde edilebileceğini savunur. Akılcılık her bireyin eşit ve değişmez ussal ve mantıksal ilkelere sahip olduğunun varsayımı ile, çeşitli “önsel” yada başka deyişle “deneyden önce”lik apaçık gerçeklerin varolduğunu onaylar. Bu görüşe göre, kesin bilgi örneği Matematiktir. Hakikate ve eşyanın bilgisine sadece akıl ile erişilebileceğini savunur. Bu sebeple akılcılık, deneyciliğin karşıtıdır.


İkinci konumuz “AKIL YASALARI”

Aklın dört temel yasası vardır.

1. Özdeşlik: 
Durumlar, koşullar değişse de aynı kalma, kendi kendine eşit olma, özdeş olma.

2. Çelişmezlik: 
Bilginin tutarsızlık, çelişme taşımaması gerektiği biçimindeki temel mantık kuralı, çelişmeme durumu. Bilimsel mantığın düşünmede tutarlılığı sağlayan temel ilkelerinden biridir. Buna da “Çelişmezlik” yasası da denir.

3. Üçüncü Durumun Olanaksızlığı İlkesi: Özdeşlik ve çelişmezlik ilkelerini tamamlayan akıl yürütme ilkesidir. Üçüncü halin olanaksızlığı ilkesi, bir önermenin ya doğru ya da yanlış olduğunu ifade eder. Bir yargı, doğruluk değerlerinden ancak birini (doğru ya da yanlış) taşıyabilir. 

4. Yeter Neden İlkeleri: bir şeyin var olabilmesi için yeterli sebebin olması gerektiğini öne süren mantık ilkesidir.

Akılcılık akıl yasalarından ayrı düşünülemez. Bu iki kavram birbirini tamamlayan kavramlardır. Akıl yasaları Akılcı bir tutumun belirlenmesinin yöntemidir.


DEVAM EDECEK

.
Yayın Tarihi: 06.05.2016