30 Haziran 2016 Perşembe

KEŞKE İNSANLIK EDEPLE GELİŞMİŞ OLSA

Son 10 gününde kur’anı kerimin indiği ay olan ramazan ayındayız. İkinci haftasına ermek üzereyiz neredeyse. İdrak ettiğimiz bu kutsal ayda kendimizi sorguya çekiyor muyuz? Çekmiyorsak akıntıya kürek çekiyoruz demektir. Kendini sorguya çekenler varsa ne mutlu onlara. Ne mutlu çünkü çok şeyin farkında olan bilinçli insanlardırlar demek ki. Aşırı Bireyselleşen ve bu bireyselleşmeyle herkesin kendini kral sandığı bu zamanda insanlık insanlığını kaybetmek üzeredir. Ramazan bunu önleyebilecek aydır. Geçmiş yazılarımdan birinde bu nedenle ramazanın “Edep” ayı olduğunu söylemiştim. O yazıda “Edep”in varlık sınırlarımızı bilmek olduğunu yazmıştım. Bugün varlık sınırlarımızı kaybettiğimiz için tüm gezegenimizle neredeyse savaş halindeyiz. Bizden başka canlı yokmuş gibi davranıyoruz. Kendi türümüze çektirdiğimiz eza diğer canlılarada yansıyor. En basitiyle tarlada biriken kuru otları yakarken onlarla birlikte börtü böcekte yanıyor. Savaşlarda düşmana bomba atıyoruz, sadece insanlar değil, hayvanlarla bitkilerde ölüyor. İşte “Edep”sizliğimizin boyutları.. dahası var. Geçen gün bir yazı geçti elime. Daha çok kazanmak için yaptığımız “Edep”sizliğimizi anlatıyordu. Benzer yazıları başka açılardan çok yazdım. Bu yazıyı da ramazan ve edep başlığı altında sunmanın zararı olmaz herhalde diye düşündüm.

İşte o yazı

*
Geçen gün bir marketin balık reyonunda gördüm. Bilenler bilir, havyar (siyah) kutusu tipiktir.
Baktım, Rusça ve Kiril harflerinin taklidi İngilizce ‘chaviar’ yazıyor kapakta. Bir de mersin balığı resmi. Altında da, “original product of Russia” yazmışlar. Karadeniz’de mersin balıklarını bitirdik şükürler olsun. Ruslar, Azeriler ve İranlılar uyanıklık yaptılar, Hazar Denizi’nde balığı yakalayıp ameliyatla yumurtasını alıp, balığı geri bıraktılar. Biz Türk usulü çalıştık, balığı da, yumurtayı da yedik. (Hatta yumurtlama erginliğine gelmemiş balıkları da yedik).
Kavanozdan gördüğüm kadarıyla siyah inci taneleri parlıyor, tıpkı havyar. Satıcıya sordum, “bu mersin balığı havyarı mı?”, “evet abi” dedi. “Neden ucuz?”, “Rusya’dan geliyor abi, Hazar havyarı”.
Kavanozun altındaki etiketi de okumalı. Derin bilgiler var orada.
İçindekiler: Okyanus balık bulyonu (uskumru), Tuz, Zeytinyağı, Pektin E211, Sodyum benzoat. E202, Potasyum Sorbat, Doğal renk E153.

Muhteşem, değil mi?

Sen uskumruyu al, parçala, minik toplar yap, siyaha boya, koruyucu kimyasallarla harmanla ve elaleme “doğala özdeş havyar” diye kakala. Ama satan adamın haberi yok.

Baktım markette zencefilli gazoz da var, ithal etmiş büyüklerimiz, sağ olsunlar. İçinde zencefil var mı? Yok. Aroması da, rengi de yapay. Ama kendisi doğala özdeş.

Bizim bir çiçekçi var, serada karanfil ve gül yetiştiriyor. Satmadan önce üstlerine koku sıkıyor.

Doğala özdeş gül! Zavallı bülbül!

Kayseri’nin en ünlü mantıcısına götürdüler, Kaşıkla diye bir yer. ‘Yer’ demek doğru değil, entegre tesis mübarek. Bir kapıdan 80 kilo giren, diğer kapıdan 100 kilo çıkıyor.
“En iyi Kayseri mantısı burada” yazıyor kapısında. Aldım iki kutu, eve getirdim koydum dondurucuya. Bir ay sonra yemeğe kalktık, baktık mantı acılaşmış. Niye ki? Et mi bozuldu?
Etin bozulması mümkün değil, çünkü et yerine soya kıyması kullanıyorlar, içinde et olan mantı neredeyse kalmadı. Acılık içindeki azot gazından geliyor. Raf ömrü uzasın diye paketlenme aşamasında azotu basmışlar mantıya.

Doğala özdeş!

Bir bilgi daha:O, mantının raf ömrü uzasın diye içine konan azot gazı zamanla gıda zehirlemesine yol açıyor. Bunların hepsi doğayla özdeş gazlar. Onlara “gıda gazı” diyorlar. Azot gazı da, oksijen de istenmeyen durumlarda inert atmosfer oluşturarak gıdaların kısa sürede bozulmasını önlüyor. Mesela, taze etlere de oksijen gazı veriyorlar ki, hep taze, kıpkırmızı görünsün raflarda. Yasal bunlar, girin internete “gıda gazı” diye yazın, görün neler yediğinizi.

Markete üzüm gelmiş. Kırmızı, iri, dipdiri şeyler. Erik gibiler maşallah! Nereden geliyor bunlar? Şili’den. Şili mi? Evet! Kaç gündür buradalar? 3-5 gün oldu.
Düşünün, Şili’nin bir köyünde topluyorlar bunları. Uzun yolculuklar sonunda bizim kasabaya kadar geliyor. Bir süre bizim manavda bekliyor. Alıyorsun eve getiriyorsun, evde de3-5 gün daha, bana mısın demiyor. Hala kütür kütür. İyi ama, nasıl?
Şahane şeyler var, adına ilaç diyorlar. Üzümlere verilen bu ilaçlardan birinin etiketindeki faydaları sayalım mesela: Dane büyüklüğünü arttırır. Dane ağrılığını arttırır. Dane şeklini daha düzgün olarak değiştirir. Tam olgunlaşmadan daneye parlak sarı yeşil rengini verir. Dayanıklı ve dirençli kabuk sayesinde hasat ve hasat sonrası olabilecek yaralanmalar en aza iner, hastalıklara direnç katar. Kullanım dozu yükseldiğinde sofralık üzümlerde hasadı geciktirir. Raf ömrü uzar.
Nedir bu? Sitokinin. Büyüme hormonu. Bakın şu şansa ki, sitokinin insanda da aynı işe yarıyor. Sonra anneler şikâyet ediyorlar “ee benim çocuk erken kıllanıyor!” Bu dünya böyle hanım abla, sen üzümü alırken kıllanmazsan, çocuğun kıllanır.

Adana’da çiftçilerle çalışıyoruz. Yaz güneşi altında soğutması olmayan tankerle süt topluyorlar mandıralara.
Şöföre soruyorum “Bozulmuyor mu bu sıcakta süt?” “Abi, tankere iki bardak hidrojen peroksit döküyorum, akşama kadar bir şey olmuyor.”
Hidrojen peroksit dediği şey kadınların saçlarının rengini açmak için kullandıkları bir kimyasal. Çok kötü değil, sadece canlıları öldürüyor. Süte koyunca bütün bakteriler ölüyor, geriye bozulacak bir şey de kalmıyor.
Doğala özdeş süt!

Bu anlattıklarımın hepsi yasal.

Temel problem şu ki: İnsan doğa ilişkisi değişti. İnsan yeni bir doğa kurgusu yaptı, kendini doğanın dışına aldı, doğayı alınır-satılır mal yaptı, sentetikleştirdi ve tüketime sundu. Hal böyle olunca, insan kendinin doğal bir varlık olduğunu unuttu.
İnternetten pantalon, ayakkabı, peynir, arkadaş ve sevgili edinmeyi marifet bildi.
Optik kabloların sunduğu hayatı da hayat bildi. İnsan artık bu!
Doğala özdeş!

*

Şimdi vardığımız noktada ramazan ayının ruhuna uygun olarak gelişmiş varlık mı olduk, yoksa “Edep”siz varlık mı? Keşke insanlık Edeple gelişmiş olsa.



Yayın Tarihi: 15.05.2016

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder