ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE
Birbiriyle hiç ilgisi olmayan iki konuda ahkâm keseceğim bugün. Ne yapalım? Benim de işim bu! Yok, yok.. aralık ayında İstanbul İkitelli de şiddetle yağan yağmurlarla çarpık kentleşme ile dere yataklarının bozulması sonucu yolların azgın bir ırmağa dönüştüğünden söz edecek değilim. Bu Karadeniz otoyoluna haksızlık olur. Gerçi orda durum farklı. Ama sonuç olarak orda da her şiddetli yağmurda seller meydana geliyor.
Sözünü edeceğim konu bizi şimdilik arızalar dışında ilgilendirmiyor. Çünkü suyu bol bir kentiz. Sapanca bu konuda gerçekten çok cömert. Onunda karşılaştığı sorunlar var biliyorum. Belki başka bir yazıda o konuyu gündeme getiririm. Şimdilik elimde yeterli veri yok!
Susuzluk düşünülemez. 1980 yıllarının sonunda Türkiye çok kurak mevsimler yaşadı. Sapanca’nın ne kadar geri çekildiğini hatırlar mısınız? Nerdeyse tehlike sınırına gelmek üzereydik. Biz o kurak mevsimlerde gene de susuz kalmadık. Üç büyük kentin durumu, olay bugün olmuş gibi aklımda.. Ankara İstanbul’dan beter susuzluk yaşamıştı. İzmir’in de diğer iki kentimiz kadar olmasa da susuzlukla başı dertteydi. Bu kentlerde ayda bir su alan semtler vardı. Çeşmelerden suyun ne zaman akacağı belli olmazdı. Çamaşırlar dağ gibi birikir, insanlar yıkanamazdı. Yemekler de bulaşığı azaltmak için ortak bir tabaktan yenirdi çok yerde. O kış bit sardı ortalığı biliyor musunuz? Bizim buralarda bile bit vakasına rastlandı. Ben biti resimlerde bile görmemiştim. Eskiler anlatırdı, onların anlattıklarından bilirdim. Onlar yoklukların adamıydılar. Ömürlerine iki dünya savaşı, bir Kore birde Kıbrısı sığdıranlar vardı. Onların biti bilmeleri çok doğaldı. Dedim ya onlar yoklukların adamıydılar. Tulumbalarla kuyu suyu kullananlar zengin sayılıyordu. İşte o kuşağın insanı olan babama başımda kaşıntıya sebep olan bir yonga parçasını gösterdim. O aldı onu ortadan iki parmağı arasında çıtlattı. Bit öyle tanınırmış. Çıtlarsa bit olduğu anlaşılırmış. Hayatımda ilk ve son gördüğüm bit o oldu. Bütün ülkeye yayılmış herkesi, en çok ta toplu bulunulan yerlerdekileri ziyaret etmişti. Temiz ortamlarda barınamazmış ama gelin görün ne panikler yaşandı. İşte susuzluğun sonu bu olmuştu. Salgın hastalıklardan korkuluyordu. Bu olmadı çok şükür.
Son yıllarda bölgemiz ve ülkemiz fazlasıyla yağış alıyor. Çok yerlerde yağışla birlikte su taşkınları ve seller oluyor. Barajlar doluyor diye sevinirken bu sel ve taşkınlar bizlere can ve mal kaybıyla büyük üzüntüler yaşatıyor.
Sabah uyandığımda haberlerini dinlediğim birkaç radyoyu açarım. Şimdi o radyoların bedavadan reklamını yapmayalım. Gazeteci Fatih Portakal bu radyoların birinde Ankara’dan telefonla katılan Metehan Demir’le konuşma sırasında büyük çekmece gölünün % 100 doluluk oranına ulaştığını, bu yüzden fazla suyu salıvereceklerini belirten ilgililer halkın tedbirli olmalarını istemişler. “Peki tedbir ne demek?” diye sordu Fatih Portakal. “Aslında tedbir dedikleri şey kaçın demekten başka şey değil” diye cevabını vererek Metehan Demir’le gülüştüler.
Yahu bizde etkili ve yetkililer işi başından savmaya meraklıdır, bilmez misiniz?
Gelelim trafik konusuna..
Bu ülke yanlış ulaşım politikaları sonucu karayollarına mahkûm. Hem trenlerin, hem demir yollarının yenileşmemesi ucuzluğunun dışında cazip olmaktan çok uzak. Kent içi ve kent dışı ulaşımda toplu taşıma araçlarından daha fazla binek arabaları var. Kalabalık kentlerde, özellikle İstanbul’da sabah işe gidiş, akşam işten dönüş saatlerinde trafik saç baş yoldurur. Deprem zamanı biraderimin kullandığı binek arabasıyla Adapazarı’ndan İstanbul’a dönüşümüzde birkaç kere boğaz köprüsünde bu olaya tanık olmuştum. Çok ender aracın içinde birkaç kişi vardı. Genellikle kullananın dışında başka kişi görmedim. Toplu taşıma araçlarında da kalite sıfırdı. Hele bir bayan akşam dönüşlerinde ne otobüslere, ne metrolara rahat binemez. Yolcu kalitesi güven vermez inanın. Garlarda ineni bineni kimse kontrol etmiyor. Edemezde.. tinerciside, hapçısı da orda.
Rahmetli Turgut Özal iktidar olduğu sırada AB’ye girebilmek amacıyla ülkemizin ulaşımı için otoyollarına (haberleşme için de iletişime) çok önem vermiş, buralara çok yatırım yapmıştı. Buna bağlı olarak otomobil satışlarını ve ehliyet almayı kolaylaştırınca yollar doldu taştı. Bir aylık kurslar sonucu yollara şoför diye tecrübesiz cahiller çıktı. Bu cahil ve tecrübesizler ordusu kıdemli şoförleri tedavülden kaldırınca da ortalık kan gölüne döndü.
30 ocak cumartesi günü bu cahillerin yaptığı kazaya bir yenisi eklendi. Yusuf Harputlu adında bir türkücünün cipi kırmızı ışıkta duran taksi plakalı bir araca arkadan çarpmış. Araçta Almanya’dan gelip, Bursa otobüsüne binmek için hava alanından terminale giden bir çift hayatlarını kaybetmişler. Cipin sahibi san’atçı (bence “san” kısmını atın, “atçı” kısmı daha uygun ona) beyefendi şoförünün kendisi sahnedeyken içtiğini, bunun üzerine bir arkadaşını direksiyona geçirdiğini (oda aşırı alkollü çıkmış) söylemiş. “Başımıza herkesin başına gelebilecek bir kaza geldi.” Demiş. Burada da sorumluluktan kaçışı görüyoruz. Ne diyelim, ucuz insanların ucuz yöneticileri olunca, hayatın fiyatı sorulmaz.
ÖZÜN SÖZÜ:
Taşkın suyla, azgın şoför arasında fark yoktur.
Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com
Yazılış Tarihi: 05.02.2010
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder