ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE
Çocukluk dönemi bütün yetişkinlerin burnunu sızlatan dönemdir. Dertsiz tasasız, ekmek elden su gölden yıllardır o yıllar. Bizim çocukluğumuz ülkemizin yeni yeni sanayileştiği yıllara rastladı. Kolera yok edilememişti, verem can almaya devam ediyordu. Nazım Hikmet ,yıllar sonra Ömer Zülfü Livaneli’nin besteleyerek kitlelere öğrettiği “Hoş geldin bebek” adlı şiirini o yılların şartlarında yazmıştı.
Çocukluk işte. Dünya kocaman biz küçücüktük. Saz uçurtmalarımızla, şeytan uçurtmalarımızla gökleri doldurur, bir yay ve bir okla tarihte kalmış nice destansı isimler gibi gökleri delerdik. Her masalın iyi yürekli kahramanı bizdik. Kötüler bizden korkardı. Dünyayı düzeltmeye gelmiştik zaten. Bunun için büyüyünce ne olacağımız sorulduğunda ya asker, ya polis olacağımızı söylerdik. Onlardan sonra aklımıza gelen meslek doktorluktu. O zaman üretimin değerini bilmiyorduk. Her ürün kendiliğinden oluyordu. Biz öyle sanıyorduk.
Ah ne güzeldi o çocukluk yılları. Güneş her sabah daha parlak doğardı, yağmurlar daha bereketli yağardı. Kışın soba başında kedimizle kardeş kardeş uyurduk. Kestaneler soba üstünde sabırsızdı, biz sabırsızdık, ellerimiz yanardı tutamazdık, yemeye doyamazdık. Karlar beyaz kelebeklerdi sanki, yağarken. Baharda kuşların sesleri ne kadarda şendi. Erik ve Kiraz vazgeçilmez iki arkadaştı. Ya çilekler? Bizi, yemeye kokularıyla davet ederlerdi. Kavunlarda öyle.
Biz Adapazarılı çocuklar olarak kavun konusunda çok şanslıydık. Bizim Pamukova kavunlarımızı o yıllarda bilmeyen yoktu. Şerbetli, tahrik edici kokusuyla zor beğenenleri bile baştan çıkarır, mest ederdi.
Benim bir Ahmet ağabeyim vardı. Eskiler hatırlayacaktır; namı meşhur Amigo Ahmet. En eski Sakarya Sporlu ve benim gibi Beşiktaşlıydı rahmetli Ahmet ağabeyim. 1967 Sakarya depreminde evinin önünde kurduğu barakayı daha sonra bir manava dönüştürmüş, sattığı Pamukova kavunlarıyla Kamer sokağımız misler gibi kokmuştu. O zamanlar sokağımızın bir adı vardı. 50 yıl bu adla gururlanmıştık. Hatta sokağımızın adıyla futbol takımımız bile kurulmuştu. Kimler yoktu ki o takım da? Mahallemizin onurlu, terbiyeli, efendi, harika futbol oynayan gençlerinin başında kulüp başkanı olarak Ahmet ağabeyim vardı. (Bu adı il meclislerinde bulunan bir takım beyler bir gün ortadan canları istedi diye kaldırdılar. Ne gerekçe gösterirlerse göstersinler yaptıkları şeyi içime sindiremiyorum. Şimdi sokağımızın adı yok! Çocukluğumuzu koparıp almak istediler hatıralarımızdan. Şehirler sokak adlarıyla kişilik taşır, bu beyler bilmezler mi? 50 yılı nasıl çöpe attılar hala anlamış değilim. Ama hakkımı helal etmiyorum onlara. Öbür dünyada yakalarına yapışacağım. Onlardan çocukluk anılarımın geçtiği o muhteşem ismin hesabını soracağım. Sokaklara isim yerine numara vermek kişilik silmektir, yok saymaktır, olacak şey mi bu? Bu hatadan dönecek belediye başkanı kim olursa onun ellerini öpeceğim. Benim mevki sahibine yaltaklanma huyum yok, fakat bunu o kadar istiyorum ki.. kişisel tarihimizin bir simgesi olarak bütün sokak sakinleri ve benim için bu konu çok önemli.)
Sokak adımızın değiştirilmesi canımı çok sıkıyor. Bu konuyu andıkça kendimi öksüz ve yetim bir çocuk gibi hissediyorum. Gene aynı hislere kapılarak konudan uzaklaştım. Beni hoş görün.
Çocukluk kendini saklama gereği duyulmayan çağdır da. Sevgimizi, sevgisizliğimizi, öfkemizi, sevincimizi, korkumuzu göstermekten çekinmezdik. Arkadaşlarımızla kavgasız gün olmazdı. Ama o küçücük dünyanın özelliğinden olsa gerek, uzun boylu kinlerimiz olmazdı. Bizi bir şey en fazla on dakika üzebilirdi. On birinci dakikada her şeyi unutur hayata yeniden başlardık.
İlk okula başlama heyecanı unutulmaz asla. Okul arkadaşlıkları da her yad edişle iç çekmelere neden olur. Öğretmenlerimiz ikinci ana babalarımızdı. Aynı sınıfta olan arkadaşlarımızı “yarın öğretmene söylerim” diyerek korkuturduk. Bu yolla oyunda kaybettiğimiz misketlerimizi geri alırdık. Oyunlarda mızıkçı arkadaşlarımızı da böyle uyarırdık. Ama gerçeği söylemek gerek, hepimiz biraz mızıkçıydık.
Mızıkçılığımız evde de devam ederdi. Anne babamızın istediği şeyi yapacağımızı söylerdik, yapmazdık. Bin mazeret hemen hazırdı. Hem uyumayı istemezdik, hem akşam yemeğinden sonra hemen uyurduk. Bütün gün o kadar enerji harcadıktan sonra olacağı bu değimli? Bunu bilmezdik. Ertesi sabah hayata kalkar kalkmaz kaldığımız yerden başlardık. Enerji yüklenmiş olarak aynı oyunları aynı şamatalarla tekrar oynardık. Kaçımız o zamanlar hayatı böyle öğrendiğimizi bilebilirdi?
O zamanlarda çocuklar bu kadar değerli değillerdi. Şüphesiz ana babalar çocuklarını seviyorlardı. Ama aynı sofrada çocuklarla yemek yemeyen çok aile vardı. Bir misafir gelmişse çocuklar, ya önce yada herkesten sonra yemek yerlerdi. Birde bizim geleceğimiz konusunda bize bir şey sorulmazdı. En iyisini ebeveynlerimiz bilirdi. Bize kabul etmek kalıyordu. Eş seçerken bile fikri alınmayan çok olmuştu.
Şimdi durum tersine döndü. Artık çocuğa göre gün ayarlanıyor. Evvelden kar kışta bile yürüyerek okula giden biz çocukların çocukları, torunları servislerle okula gider oldular. Çocukların üzülmemesi için evlerinde oyuncakçı dükkanından daha çok oyuncak olan evler var şimdi. Artık uçurtma uçuran kalmadı. Göklerde uçurtmalar gibi kuş sürüleri de görünmüyor artık. Çocuk sesleri de eskisi gibi sokakları doldurmuyor. Şimdinin çocukları bu yüzden büyüdüklerinde neyi hatırlayacaklar? İnsan öğüten eğitim sistemini mi? Yarış atı gibi sınavdan sınava koşmalarını mı? Kendileri için ana yasa yapanlar çocuklar için hiçbir şey yapmıyorlar.
Not:
Gördüğünüz karikatürde biraderim
kendini çizmiş. Bir çizgi bazen bir
araba sözden daha fazla anlatıma sa-
hip. Kendisi uçurtmanın bir parçası
olmuş değimli?
Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com
Yayın Tarihi: 02.04.10
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder