22 Temmuz 2011 Cuma

ÖNCE MEDENİYET, ŞİMDİ DEMOKRASİ GÖTÜRÜYORLAR 2

Yazımızın ilk bölümünde batılı ülkelerin kendi refahları için gittikleri yerlere önceleri “medeniyet”, şimdiyse “demokrasi” götürdüklerini, bu hep götürmeleri sonucunda 1950’den bu yana Kore, Vietnam, Sudan, Yugoslavya, Afganistan ve Irak’ın iflâh olmadıklarını belirtmiş, kuruluşundan dağılışına kadar bir çok yönüyle kader benzerliğimiz olan Yugoslavya’dan benzerliklerimize dair örnekler veren Akşam gazetesi köşe yazarı Gökhan Hacır’dan alıntılar yapmıştım. Yazımıza kaldığımız yerden devam ediyorum.

***

Tito da Alman birlikleriyle Karadağ’da çarpıştı. Ve tam iki kez Alman kuşatmasını yararak onları meydan savaşında yenilgiye uğrattı.
Ve asker olmamasına karşın ona da mareşal unvanı verildi.
Atatürk’ün Sakarya’sını hatırlayın... Neredeyse tüm dünyanın desteklediği Yunan ordusunu nasıl bozguna uğrattı.
Yugoslavların büyük düşmanı Alman Nazi komutanı Himmler, Tito’nun hakkını şu sözlerle teslim etmek zorunda kaldı ‘Size bir sebat örneği daha vereyim, bu da Mareşal Tito’nun sebatıdır. Şunu da söylemeliyim ki, Tito hem zorlu bir düşman, hem de bir komünisttir. Ve maalesef kendisi bizim düşmanımızdır. Mareşal rütbesini tam olarak hak etmiştir.’
Peki ya Mustafa Kemal’in düşmanı İngiltere Başbakanı Lloyd George, ne demişti. Hatırlayalım. ‘Arkadaşlar, yüzyıllar nadir olarak dahi yetiştirir. Şu talihsizliğimize bakın ki o büyük dahi, çağımızda Türk Milleti’ne nasip oldu. Mustafa Kemal’in dehasına karşı elden ne gelirdi.’  

Tito bu büyük direniş sırasında her millete eşit haklar tanıyacağını vaat etti.
TIPKI Mustafa Kemal’in savaş sürerken hazırlattığı 1921 anayasası gibi.
 Sosyalist bloktaki tüm ülkeler birer ikişer Sovyetlerin kanatları altına girerken Tito’nun Yugoslavya’sı ‘Bağlantısızlar’ hareketini kurdu.
TIPKI Atatürk gibi... Atatürk de milli mücadeleyi yürütürken Sovyet Rusya ile yakınlaştı. Ondan yardım aldı. Ama asla yörüngesine girmedi. O da Tito gibi büyük bir anti-emperyalistti. 
Tito, ne Sovyetlere ne de Amerika’ya boyun eğmedi.
Birçok sosyalist ülke, bağımsızlığını Sovyetlere borçluydular. Bunların hepsinin liderleri, Nazi işgali karşısında Moskova’ya sığınmış; ülkeleri işgalden kurtulunca gelerek ülkelerine dönmüşlerdi. Yalnızca Tito, halkıyla birlikte aynı tehlikeleri ve acıları göğüslemiş; Partizan birliklerinin başında savaşı bizzat yürütmüştü.
TIPKI  Atatürk gibi...
Benzerlikler şaşırtıcı bir halde sürüp gidiyor... Uzatmayayım.
Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti savaşının bitişiyle 194’'te kuruldu.
Ve Mareşal Tito’nun önderliğinde bir hayal ülke yarattılar. Boşnak, Sırp, Hırvat, Sloven onlarca milliyetten insan ortak bir ideal için birleştiler. Ve sanayiden ticarete spordan sanata kadar bir Yugoslav rüyasını tüm dünyaya ispatladılar.
TIPKI Cumhuriyetin ilk yıllarındaki Türkiye gibi... Aynı şevk, aynı ortak ideal ve aynı heyecanla... Kim Türk’müş kim Kürt’müş Çerkezmiş diye dönüp bakmadan...
Peki Yugoslavya bu güzel rüyadan ne zaman uyandı. 1980’de Tito'nun ölümüyle. Yugoslavya hemen yıkılmadı ama büyük sarsıntıya girdi.  1991’deki Doğu Bloku’nun çöküşü Yugoslavya’nın da sonunu getirdi.
 Bu birliği d
ağıtıp mikro devletçikler kurmak isteyen emperyalistler CIA ajanlarını devreye sokmuşlardı. Kimi zaman Boşnak kılığında Sırp düğünlerinde terör estirdiler kimi zaman da tam tersi bir Sırp kılığında bir Boşnak okulunu taradılar. Kabarmaya hazır milliyetçilik ateşine kova kova benzin taşıdılar. Ve şimdi sıkı durun.
Son büyük kıvılcım da parlamentodaki bir görüşmede ateşlendi.

Tarih: 15 Ekim 1991
Yer : Yugoslavya Parlamentosu.

Giderek artan milliyetçi gerilim Meclis’e de yansımıştı.
Önce kürsüye Karadzic geldi. ‘Buradan söylüyorum Sırplara kimse dokunamaz! Sırplar sahipsiz değildir’ diye başlayan ünlü konuşmasını yaptı.
Ona cevabı Aliya İzzetbegovic verdi: Sırp milliyetçiliğine yenilmeyeceğiz. Artık milliyetçilik tohumları boy vermeye başlamıştı.


Tam bir hafta sonra etnik çatışmalar başladı. Bu Sırp ve Boşnakların bir arada bulundukları son Meclis oturumu oldu.
Yaşananları biliyorsunuz. Hırvat, Boşnak, Sırp birbirini boğazladılar. Avrupa’nın orta yerinde oluk oluk, kardeş kanı aktı.
İnsanlık suçlarına varan cinayetler eziyetler toplama kampları. Avrupa’nın orta yerinde yaşanan büyük insanlık dramları... Kan ve gözyaşı... Yugoslavya paramparça oldu. Bir daha hiç toplanmamak üzere.

***

Benzerlikler sizide ürküttü mü? Hele BDP’nin demokratik özerklik ilanı ve o ilanla aynı zamanda gelen Silvan’daki 13 askerin şehit olduğu haberleri. Kim yapıyor bunları, nerden cesaret buluyorlar?

Gittikleri yerlere önceleri “medeniyet”, şimdiyse “demokrasi” götürenler yapıyor tabii. Her zaman olduğu gibi onlar götürmeye (!) devam ediyorlar yani.

BİTTİ

Not: bu yazı gazetede "Onlar hep
götürüyorlar"  başlığıyla yayınlandı.  

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 22.07.2011


ÖNCE MEDENİYET, ŞİMDİ DEMOKRASİ GÖTÜRÜYORLAR 1

20. yüzyılın sonuna doğru Biri Sovyetler Birliği, diğeri Yugoslavya olmak üzere 2 devlet dağıldı. Sovyetler Birliği komünizmin bürokrat baskıcılığına dönüştüğü yer olarak devlet mekanizmasını tıkayan sistem adı olmaktan öteye gidemediği için dağılırken, Yugoslavya emperyalist güçlerin oyunuyla parçalanarak dağılmıştı. Bugün o topraklarda Yugoslavya’dan hasıl olmuş 6 cumhuriyet hüküm sürmektedir. Tıpkı Osmanlıya yapılan Yugoslavya’ya da yapılmıştı. Emperyalistlerin icraatları devam ediyor. Dünyanın her yerine el attıklarını, ülkelerin haritalarını sık sık değiştirdiklerini bilmeyen yok! En son icraatları ile Afrika’nın fakir ülkesi Sudan geçen hafta ikiye bölündü.

Emperyalist (yayılmacı - genişlemeci) ülkeler büyük devlet olmalarını emperyal olmalarına borçludurlar. Büyük devlet oldukları için kendi içlerine sığamaz ve dışa taşarlar. Osmanlıda büyük devlet olduğu için kendi içine sığmaz taşardı. Bu açıdan bakıldığında Osmanlıda emperyal bir devletti. Osmanlı’yı batılı emperyalist devletlerden ayran en önemli özellik İslam dinini yaymak amacını güdüşüydü. Batılı emperyalist devletler ise zenginleşmek, yada en azından zenginliklerinin gerilememesi amacını taşırlar. Osmanlı bu yüzden yağmacı olmamış, batılı emperyalistlerse gittikleri yerlerin iliğini kurutmuşlardır.

Onlar bu hareketlerine bir kılıf uydurmuşlardı. Eskiden gittikleri yerlere “medeniyet” götürüyorlardı. Şimdiyse “demokrasi” götürüyorlar. Değişen bir şey yok! Onlar
götürmeye (!) devam ediyorlar yani.

Medeniyet veya demokrasi altında götürdükleri şey kan ve gözyaşından başka şey değil. 1950’lerde Kore’ye götürmüşlerdi, bugün iki tane Kore var. 1960’larda Vietnam’a götürmüşlerdi onlarda başlarda ikiye bölünmüşlerdi. 1970’lerde kendileri gitmedi, içerden muhalifleri güçlendirerek Afganistan’daki bir başka dış güdümlü iktidarı devirdiler. Bunun sonucunda Afganistan’da birlik kalmadı. 1990 ve 2000’lerin başında maç nakleder gibi savaşları televizyonlarla naklen yayınladılar. İlk naklen yayınlı savaş Saddam’ın elinde nükleer silah olduğu gerekçesiyle başlattıkları Irak saldırısıydı. İkinci Irak saldırısından sonra Saddam’ı devirdiler, kaçan Saddam’ı bir kuyuda saklanırken bulup çıkardılar, idam ettiler. Bugün Irak toz duman içinde, birliğini kaybetmek üzere.

Yazımızın başına dönelim ve Yugoslavya’nın parçalanış evresine bir bakalım. Çünkü Türkiye ile Yugoslavya büyük benzerlik gösteriyor. Akşam gazetesinden Gökhan Hacır’da geçtiğimiz Pazar günü buna dikkat çeken bir yazı yazmış “Allah sonumuzu benzetmesin” demişti.

O yazıdan alıntılar yapmak istiyorum.

“Yugoslavya’nın ismi aslında kurulan devletin nasıl güzel bir birliktelik olduğunun işareti gibi. Hırvatça, Sırpça, Boşnakça ve Slovence’de ‘yug’ kelimesi ‘güney’ anlamına gelir. Yugoslavya : Güney Slavların ülkesidir.”

Osmanlıdan ayrılan o bölge Sırbistan adını taşıyordu, Yugoslavya birliği adını alan bu devlet  bir karalıktı. 1941’e kadar süren bu krallık 1945’te Demokratik Yugoslavya’ya dönüştü. “1963’te Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti” adını aldı.

Alıntıları okumaya devam edelim

“Modern Yugoslavya’yı inşa eden kişi bir büyük devrimciydi. Josip Broz Tito! Annesi Hırvat kökenli babası ise Sloven’di. Kalabalık bir ailede dünyaya gelmişti. İşçi olarak başladığı çalışma hayatında sendikal mücadele içinde yer aldı.
(Asıl adı Josip Broz'du. Ama çalışma arkadaşlarını yönlendirirken ‘sen bunu’ ‘sen de bunu yap’ sözünü çok kullanırdı. Bu da Hırvatça ti-to dendiği için Tito lakabı oldu)

2. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Yugoslav krallığının da dağılması bir oldu.  Nazi Birlikleri 1941’de Ygoslavya’yı işgal edildi.
TIPKI 1918’de Anadolu’yu işgal eden emperyalist güçler gibi.
Tito, ‘Partizan’ adını verdiği yerel direniş birliklerini kurdu.
TIPKI Mustafa Kemal’in, Kuvay-ı Milliyesi gibi.

Dağılan ve parçalanan Yugoslav Krallığında bir başka direniş odağı daha vardı. Çetnik albay Draza Mihalovic ! Onun hayali de 'Büyük Sırbistan' hayalini gerçekleştirmekti.
Tanıdık geldi değil mi?
Bizim Enver Paşa da Türkistan’da ‘Büyük Turan’ hayalinin peşinde koşmuyor muydu?
Tito hem dostu hem de rakibi gözüken Mihalovic’i saf dışı bırakmayı başardı.
Tıpkı Mustafa Kemal’in Enver Paşa’yı minder dışına ittiği gibi...

DEVAM EDECEK


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 20.07.2011



AMAÇLARI TEK! SADECE YAŞAMAK..

İnsan yeryüzünde belirmeye başladığından itibaren doğanın karşısındaki güçsüzlüğüne çare aramış ve doğaya hükmedebilmek için kendi türünden başka türdeki canlıları da kullanmıştır.
Kiminin derisinden, kiminin yününden, kiminin gücünden, kiminin de besin değerinden yararlanmıştır. Bütün bunları yapabilmek için doğa varlıkları olan canlıları emek vererek eğitmiştir. Eğitilip kullanılır hale gelenleri evinde beslemiştir. Böylelikle insan bu canlıları yaban doğadan değil yetiştirdikleri içinden seçip kullanma imkânına sahip olmuştur. Evcilleşen bu canlı türü yani ev hayvanları bin yıllardır insanlara hizmet etmektedir. Birde hizmet dışı sadece hayvanla insan ilişkisinin ustalığı demek olan kimi artistik alanlarda hayvan yetiştirilmekte ve beslenmektedir.

Ayrıca bulunulan iklimde yaşamayan ama yaşadıkları iklimlerden alınıp “hayvanat bahçesi” adıyla anılan yerlerde insanların bu hayvanları tanımasını sağlamak amacıylada bir çok türde hayvana bakılmaktadır.

Makineleşme ile birlikte besin konusu hariç, hayvanlar günlük hayatta çok daha az kullanılmaktadır artık. Yakında et üretimi yapay yollarla sağlandığında hayvan katliamı da duracaktır. Bu konuda geçenlerde bir hayvandan alınan bir hücre ile et üretildiğini gazetelerden okumuştum. Yanlış anlamayın; alınan hücreden bir canlı kopyalanmıyordu. Hücre ile et üretilmişti, bildiğimiz; tüketilmeye hazır bekleyen kasaplık et! Düşünebiliyor musunuz, bundan sonra hayvancıklar bizim et ihtiyacımız yüzünden ölmeyecek, dolayısıyla soyları kurumayacaktır.

En büyük tüketici insandır. Öyle acımasız bir tüketicidir ki, bu tüketim hırsı bir gün kendi sonunu hazırlayacaktır. Diğer yandan bu tüketiciliğinin farkında olan insan yok oluşunu durdurmaya çareler aramaktadır. Hücreden et üretme konusu da böyle bir çabanın ürünü değil de nedir sizce?

İnsan çare aramakla uğraşırken, gene aynı insan başka bir yerde çelişkili davranıyor. Sizde duymuşsunuzdur, çark mesirede küçük bir alanda kafes hayvanları ile bir çift midilli atı konulmuş böylelikle “hayvanat bahçesi” kurulmuştu. Ne oldu o hayvanat bahçesine? Ne olacak, midilliler çalınmış. İz süren yetkililer hayvanın kemiklerini bulmuşlardı. Yani midilliyi çalan onu kesip bir güzel yemiş. Bekir Coşkun Cumhuriyet Gazetesindeki köşesinde o zaman şöyle yazmıştı:

***

Önce İnsan mı, Hayvan mı?..
Hayvanları sevmeyenler kimi zaman “İnsan dururken…” diye başlayıp soruyorlar bize:
“Önce insan mı, hayvan mı?..”
İşte yanıtım…

İki küçük sevimli midilli atı vardı Sakarya-Hendek hayvanat bahçesinde…
Normalde hayvanat bahçesine gidip o iki sevimli midilli atına bakan bir insanın içinden onu sevmek, okşamak gelmez mi?..
Demek ki bunlar gidip baktılar….
Ve içlerinden onları yemek geldi…
(………)
Midilli atları o sabah hayvanat bahçesindeki kafeslerinde yoktu…
Hayvanat bahçesinin görevlileri sağa-sola koştular… Yakındaki bir tarlada iki sevimli atın nakış süslemeli yularlarını ve ayaklarını buldular. Araştırdılar, onları “insanın” gece çalıp ilerideki korulukta kestiğini, etlerini alıp götürdüklerini öğrendiler…
Müdür, “Daha önce de iki tavşanımızı çalıp yediler” dedi…
Müdür muavini ekledi:
“İki tane de papağan…”
(………)

***

Şu insan denen tür ne komik bir yaratık. Araçla amacı sürekli karıştırmaktan yolunu şaşırıyor.
Ama hayvanlar amaçlarla araçları hiç birbirine karıştırmazlar. Amaçları tek! Sadece yaşamak ve üremek.. ona da insanlar izin verirse..



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 18.07.2011



ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 88

Merhaba servgili okurlar. Sıcakların iyiden iyiye bastırdığı bu yaz ayında sizlere bir soğuk ayran getiremedim ama Pazar sabahınıza tat katacak şiirler getirdim. Bugün iki şairden seçtiklerimi sunacağım. İlki Vasfi Mahir Kocatürk (d. 1907, Gümüşhane - ö. 17 Temmuz 1961, Ankara). Türk şair, oyun yazarı, öğretmen, edebiyat araştırmacısı, politikacı.
Yedi Meşaleciler Hareketi’nin içinde yer alan Vasfi Mahir Kocatürk, halk şiirlerinin biçimsel özelliklerinden yararlanarak hece ölçüsüyle ulusal, epik, lirik şiirler yazmış bir şairdir. Manzum oyunlar da denemiş olan Kocatürk, bir sanatçı olmaktan çok, edebiyatla ilgili kitap ve araştırmalarıyla tanınır. Hayatı boyunca ülkenin değişik şehirlerinde edebiyat öğretmenliği, okul müdürlüğü, milli eğitim müfettişliği yapan sanatçı politika ile de uğraşmış ve Demokrat Parti Gümüşhane milletvekili olarak 9. dönem TBMM’de görev almıştır.

...

SABAH TÜRKÜSÜ

Gün doğdu, kıpkızıl karşı kavaklar,
Yosmam, uyku yetmedi mi?
Rüyadan gözünü açtı yapraklar,
Bağda pırıldıyor top yapıncaklar,
Uyan da kolumdan al sepetimi,
Yosmam uyku yetmedi mi?
Kapının üstünde asmalar yeşil,
Güllerin yürek biçimi,
Saksında kor olmuş iki karanfil
Uyan, ak elinle gözlerini sil,
Yorulan kolumdan al sepetimi,
Yosmam, uyku yetmedi mi?
Yakuttan salkımlar getirdim sana,
Mercandan al ibrişimi.
Kimi taneleri benziyor kana,
Altın damlaları düşmüş bir yana,
Uyan da kolumdan al sepetimi,
Yosmam, uyku yetmedi mi?

Vasfi Mahir Kocatürk

***

ŞAİRİN ÖLÜMÜ

Ne bir damla gözyaşı, ne yerde yaslı bir mum;
Hazin, loş odalarda ölümü sevmiyorum.
Bir çığ sesiyle nasıl inlerse bir uçurum
Benim öyle verecek kalbim son nefesini...

Titreyen dallarını açıp göklere kadar,
Hıçkıracak ney gibi sülün boylu kavaklar,
Talihimin göğsümde hapsettiği canavar
Derin çıtırtılarla kıracak mahpesini...

Ardımda binbir gönül, ıstırabımdan derin,
Matemini tutacak bir mukaddes kederin;
Ölümün gösterecek dünyaya ölümlerin
Hem en şereflisini, hem de en mukaddesini...

Gözlerim çektiğimi ifşa etmese bile
Kalbimden ayrılınca ruhum gelecek dile:
Yüzbin yıllık kâinat hummalı bir vecd ile
Dinleyecek ilk defa ıstırabın sesini...

Her gün bir parça daha fazla yalçınlaşarak
Bir uçurum olunca bana sevdiğim kucak,
Fırtınalı göklerden ölümüm andıracak,
Yıldırımla vurulmuş kartalın düşmesini...

Vasfi Mahir Kocatürk

***

YURT TÜRKÜSÜ

Güzel yurdum, dağlarım
Uzaktan göresim gelir
Keskin esen yellerine
Kendimi veresim gelir.

Gözümde tüter damların,
Sakız kokulu çamların,
Türkü söyler akşamların;
Bana kendi sesim gelir.

Su içtim kaynaklarından,
Gölgelerinde uyudum,
Kuşlarının söylediği
Şen türkülerle büyüdüm.

Ninniyle salladın beni,
Şefkatle kolladın beni,
Sevginle bağladın beni;
Güzel yurdum, güzel yurdum.

Vasfi Mahir Kocatürk

***
Aslen Azerbaycan göçmeni ailenin çocuğu olan, 1936 yılında Sivas’ta doğan Yavuz Bülent Bâkiler, Gazetecilik, yöneticilik ve avukatlık da yaptı.
İlk ve orta öğrenimini Sivas’ta tamamladı. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Bir ara Ankara Televizyonu ve Ankara Radyosu’nda çalıştı. Kültür Bakanlığı müsteşar yardımcısı olarak görevlendirildi. Hisar dergisi şairleri arasında yer aldı. Halen Türkiye Gazetesinde köşe yazıları yazmaktadır.

...

ANADOLU ACISI

Anadolu, Anadolu, ah Anadolu!..
Bir yanında güzellik, incelik ve nur...
Bir yanında bin yıldan beridir süregelen
Toz-toprak, tezek, çamur...

İnsanlar gördüm sende; imbikten geçmiş gibi
Yüreklerinde sıcak, misilsiz bir merhamet
İnsanlar gördüm yine: Hayın, cahil, asabi...
Taş Devrini yaşayan bir kaba kuvvet.

Sivas'ta, Divriği'de, Erzurum'da, Konya'da...
İnce sütunlar gördüm, şadırvanlar, kubbeler...
Bir yanda oya gibi işlenmiş pembe mermer
Öte yanda öbek öbek, çirkin kaba, şekilsiz
Kerpiçten harabeler...

Bağışlasın şimdi bizi, vatan uğruna
Şehid düşen yüzbinlerce adsız kahraman
Çünkü seller bir yandan götürür toprağımı
Rüzgarlar bir yandan...

Unutulmuş Türklüğün ceylan yürekli töresi
Çiğnenmiş İslamın koyduğu kesin yasaklar.
Bir avuç buğday, bir tutam ot, bir karış toprak için
Konuşur mavzerler, bıçaklar...

Ve dul kalır kadınlar bir hiç yüzünden
Vurulur gelinler telli-duvaklı.
Bir ağıt başlar sonra yetim kalan evlerde
İnce, uzun, ağlamaklı.

Anadolu, Anadolu, Ah Anadolu
Böyle görmeseydim seni, böyle tanımasaydım
Yüreğim olmasaydı binbir yerinde...
Yaşasaydım yine seni acı duymadan
Anamın Azeri türkülerinde.

Yavuz Bülent Bakiler

***

ANADOLU GERÇEĞİ

Yalın ayaklarınla koştun mu tarla tarla
Duydun mu çıplak toprağın, çıplak insanın yasını
Ağlayan kadınlarla, ihtiyarlarla
Yaşadın mı bir yağmur duasını
Bozbulanık ırmaklarda çimdin mi
Kulak verdin mi yürekten kavala, saza
Bir ipek seccade üstünde gibi, huzurla
Durdun mu toprakta namaza ?

Bilir misin köylerde akşam olunca
Çekilir el ayak ortalıktan...
Bir hüzünlü ay doğar karanlığa sapsarı.
Başlar bir ağıt gibi sulardan, kapılardan
Kurbağa feryatları, köpek ulumaları...

Geceleri süt kokan, gübre kokan evleri
Topraktır hep damları, duvarı kerpiç...
Seferberlik yıllarını dinlerken ürpererek
Tandır başlarında uyudun mu hiç?

Kış günleri trenlerle geçtin mi uzak köylerden
Gördün mü dehşetini, tipinin karın...
Çektin mi hiç acısını istasyonlarda
Tandır ekmeği satan, yumurta satan
Yarı çıplak çocukların...

Kılığın kıyafetin sarmadı beni
Söylediğin türküler bizim türkümüz değil
Başka çeşmelerden doldurmuşsun tasını
Yüreğinde nakış yok, acı yok bizden
Bulutlar rahmetini kesmeden yavaş yavaş
İnsanlar selâmını esirgemeden
Savuş git içimizden...

Yavuz Bülent Bakiler

***

ANALAR

Garibin anası pencerelerden
Yanık türkülerle yollara bakar.
İncecik yüzünde her akşam üstü,
Çizgi çizgi, nokta nokta bir efkar.

Fakirin anası her sabah sessiz
Ağlar çocuğunun aç çıplak durduğuna...
Elleri koynunda kalır çaresiz,
Bin pişman doğduğuna, doğurduğuna.

Mahkumun anası susar, konuşmaz
Suçu kendisinde sanır.
Kaçar insanlardan, aydınlıklardan
Duvarlara bile baksa utanır.

Açılsa üstüm biraz duyar da gece yarısı
Kalkar yatağından gelir.
Bir mübarek el uzanır yorganıma usulca
Bilirim anamın elidir.

Bir merhamet, bir sıcaklık, bir gurur,
"Yavrum" diyen sesinde
Ve günde beş vakit nabzı vurur,
Beyaz tülbentinde seccadesinde

Karımın anası anama benzer,
Öylesine yakın duygulu, ince...
Özü sözü bir yayla gözesi kadar berrak
Oturacak yer bulamaz çıkıp yanına gelince,
Yüreği, destanlar gibi sımsıcak.

Ve alnım açıksa, başım dikse
Dirliğimiz varsa, mutluysam,
Yüzüme gülüyorsa böyle bu şehir...
Bir beyaz zambak gibi pırıl pırılsa yavrum
Ve yavrumsa sevdiren bana her şeyi bir bir
Bu mutluluk, bu düzen, bu bitmeyen aydınlık
Anasının yüzü suyu hürmetinedir.

Yavuz Bülent Bakiler

***

BİR GÜN BAKSAM Kİ GELMİŞSİN


Bir gün baksam ki gelmişsin...
Bir güvercin gibi yorgun uzaklardan yar.
Gözlerinde bir bitmez, bir tükenmez güzellik
Saçlarında ilkbahar...

Bir gün baksam ki gelmişsin...
Gülüşünde taze serin bir rüzgar
Ellerin yine eskisi kadar güzel
Çiçek açmış dokunduğun bütün kapılar...

Bir gün baksam ki gelmişsin...
Hasretin içimde sonsuzluk kadar.
Şaşırmış kalmışım birdenbire çaresiz.
Dökülmüş yüreğime gökyüzünden yıldızlar.

Bir gün baksam ki gelmişsin...
Ne yüzünde bir gölge, ne dilinde sitem var.
Tozlu pabuçlarını gözlerime sürmüşüm
Benim olmuş dünyalar...

Yavuz Bülent Bakiler

***

İzninizi rica ediyorum sevgili okurlar, bana ayrılan yeri aşmayalım. Hepinize mutlu bir hafta sonu diliyorum.



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 17.07.2011



GİZLİ VE AÇIK GÜDÜLENDİRME İLE

İnsanlar günümüzde çeşitli araç ve yöntemlerle bilgilendiriliyor gibi görünse de çok yoğun biçimde güdülendiriliyor. Evet bu sözcüğü bilerek seçiyorum; “güdülendiriliyor”. Herkes  bilgileri kendisinin seçtiğini ve kendini bu seçimi üstüne oluşturduğunu sanıyor ama ne yazık ki durum hiçte öyle değil. Nasıl güdülendiriliyoruz bakın. En basit güdülendirme işi reklâmlarla sağlanıyor. Haberler biraz örtük güdülendirme aracıdır. Kültürel etkinlikler, müzik, sinema, edebiyat örtük güdülendirme araçlarından olabilirler. Hatta dini ve din dışı her türlü eğitim bile gizli güdülendirme aracı olabilir. Konu insanları yönetmek olunca, en küçük ölçekli işletmeden veya dernekten tutunda en büyük yapılandırma biçimi olan devlete kadar her alanda insanlar güdülendirilir. Güdülendirilen insan istenilen kıvama gelen insandır. Böyle insan kolay yönetilir çünkü. Güdülendirme işi sadece kendi içindeki kişilerle sınırlı değildir. Rekabet olan her alanda, birbirine rakip olan her kurum veya devlet güdülendirme yapma hakkına sahip olduğunu düşünerek güdülendirme yapar. Böylelikle kavga etmeden, tek mermi bile atmadan kaleler zaptolur. Günümüz savaşlarının bir çoğu böyle yapılmaktadır.

Buna örnek oluşturacak, çok sık duyduğum bir hikâyeden söz edeceğim. Hikâyeyi televizyonlardan tanıdığım Psikiyatrist Prof. Dr. Kerem Doksat’ın bir yazısından alıntılar yaparak sizlere aktarmak istiyorum.

***

Ünlü Rus fizyolog Pavlov, köpeklerine et verirken zil çalınca ve bunu çok kez tekrarlayınca, zil sesini işittiğinde et görmeden de hayvanın salyası akmaya başlar. Bu  “Şartlı Refleks”tir..
Hayvanın “tabiatında olmayan” bir uyaran (zil sesi), onu “tabiatında olan” eti görmüş gibi heyecanlandırmaktadır. Eğer sürekli zil çalar ama hiç et göstermezseniz, bir süre sonra şartlı refleks söner. Devamın sağlanması için arada bir et gösterilerek refleks pekiştirilmelidir.

Hiç birimiz dünyaya Türk, Meksikalı, Sünni veya Katolik olarak gelmeyiz. Bunlar bize öğretilen değerler, bir başka deyişle, şartlı reflekslerdir. Eğer pekiştirilmezlerse zamanla sönerler.

Bir gün Pavlov’un enstitüsünü su basar. Köpeklerin bir kısmı boğulur. Bir kısmı da günlerce korkuyla titreşir çünkü ölümden zor kurtulmuşlardır.

Kurtulabilenler tekrar enstitüye toplanır. Pavlov zil çalar, köpeklerde tık yoktur. Şu müthiş sonuca varır Pavlov: Ağır travmalar, şartlı refleksleri ortadan kaldırmaktadır. Hayvan en doğal en ilkel durumuna geri dönmektedir.

Bir yandan her gün güneydoğu şehitleri için “akan kanları yerde kalmayacak” denmesine rağmen kanların sürekli “yerde kalması”, bir yandan “Ergenekon” denilerek büyük bir çoğunluğun tek suçu “Atatürk’ü sevmek” olan insanların sabaha karşı evlerinden alınarak hapse atılmaları, bir yandan araba yakıp polise taş atarak gelişen etnik kalkışmaları hepsini toplarsanız, temel güvenlik duygusunun artık zaten ortadan kalktığını görürsünüz.

Pavlov’un köpekleri gibi bizimde şartlı reflekslerimiz (milli duygularımız ve tepkilerimiz) kırılıyor.

Emperyalistler sinsi savaşlarında psikoloji bilimini kullanırlar. Kısacası milli duygunun yok edilmesidir etnik psikiyatrinin görevi.

Bir ulusun ulusal bilincini, ulusal duygusunu ve reflekslerini nasıl yok edersiniz? Bunun denenmiş, sınanmış bir yöntemi vardır: “O ulusun tarihsel varlığını sorgulamaya açarsınız”. Yani o ulusun tarihini yeniden tartışırsınız.  Türkler Atatürk’ü çok mu yüceltiyorlar? Onlara Atatürk’ün ne kadar sıradan birisi olduğunu göstermelisiniz. Farkındaysanız son on yıldır tamda böylesi bir dönemden geçiyoruz. “Demokratlık”, “Tartışma kültürü” adına neyi tartışıyoruz ve bizden neyi kabul etmemiz isteniyor?

Diyorlar ki, “siz soykırımcı bir milletsiniz! Ermenilere soykırım uyguladınız..”
Biz diyoruz ki, “hayır uygulamadık!”
O zaman deniyor ki: “Tamam madem uygulamadınız, bunu tartışalım, öyle sonuca varalım”.
Size mantıklı geliyor, “Nasılsa suçlu değiliz, tartışmadan galip ayrılırız” diyorsunuz. Ama tartışma şansı olmadığını görüyorsunuz. Bakıyorsunuz, tüm televizyonlar, gazeteler, “aydınlar” sizin Ermenileri katlettiğinizi yaymaya başlıyor. Kanıtları var mı? Elbette yok! “Hayır” diyorsunuz, “gerçekleri bir de biz anlatalım”, anlatamıyorsunuz çünkü tüm propaganda kanalları size kapatılmış durumda.
İşte o zaman anlıyorsunuz “Tartışmaya açmak” denilen tuzağı.
Bu sürecin sonunda, ulusal gururu ve hassasiyetleri yüksek insanlar bile “Acaba” demeye başlıyor, “acaba gerçekten Ermenileri biz mi katlettik?” “Ulusal benlikte ilk kırılma” yaşanıyor… 

Psikolojik harbin etkisi büyük bir hızla bu şekilde yayılıyor. Sıra Kürtlere geliyor. Sizden tartışmanızı istiyorlar. Tartışma başlıyor ve yine kaybediyorsunuz. Bir düşünün lütfen, son dönemde neleri tartışmaya açtık ve şimdi neredeyiz? Bugün Misak-ı Milli’yi pek önemsemiyoruz. Kırmızı çizgileri umursamıyoruz. Türk dilinin önemi kalmamış. Bu ülkede Federasyonda olabilir, Ermenilerden özür de dileyebiliriz. Kürtlere “biraz” toprak da verebiliriz. Kısacası ulusal varlığımıza ait hayatı her alanda kaybetmiş durumdayız.

(…)

Yazı devam ediyor ama alıntıladığım kadarıyla yazının ana fikrini aldığımızı düşündüğüm için yazıyı burada kesiyorum. Güdülendirmeyi gördünüz mü? Bu güdülendirmeyle adım adım istenilen sona götürülüyoruz değil mi?



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi:15.07.2011






ŞU KARŞILIKLILIK

Bazı haberler bir çok tezi tek cümleyle anlatır. Haber başlıklarına bu gözle göz atarım. Aşağıya alıntıladığım haberi öteden beri anlatmaya çalıştığım düşüncemin haklılığını kanıtlar nitelikte bulduğum için sizlere aktarıyorum. Yorumu haberin sonuna bırakalım.

***

Sigara devi ‘şutlanmaya’ dava açıyor
Sigaracılar ve hükümet arasında büyük savaş.... Avustralya hükümeti paket üzerindeki logoyu atıp sağlık uyarılarını büyütmek için düğmeye bastı. Philip Morris, yasal girişim başlattığını duyurdu.

Dünyanın en büyük sigara üreticilerinden Philip Morris, Avustralya’nın sigara paketlerinden logoları atma girişimine karşı yasal işlem başlattı. Avustralya hükümeti nisanda başlattığı bir projeyle, sigara paketlerinden üretici firmaların logolarını atarak, onların yerine daha görünürü bir şekilde sigaranın zararlarının gösterildiği resimler koymak, marka isimlerinin ise paketin alt tarafına yazılmasını istiyor. Parlamentoda temmuz ayı içinde görüşülmeye başlaması planlanan düzenlemeyi 2012’de resmen uygulamaya sokmak isteyen hükümete karşı harekete geçen Philip Morris’in sözcüsü Anne Edwards, ‘Bu hamle açık bir şekilde Avustralya’daki markamızın kamulaştırılmasıdır. Hükümetin bize ödeyeceği zararın milyar doları bulmasını bekliyoruz’ dedi. Hükümet ise kararlı. Sağlık Bakanı Nicola Roxon, ‘Sigara üreticilerinin tehditleri ya da yasal işlem başlatmaları bizi yıldırmaz’ derken, Başbakan Julia Gillard da ‘Gözümüzü korkutmazlar’ açıklamasında bulundu. Eğer taraflar 3 ay içerisinde bir orta yol bulamazsa konu uluslararası yargıya taşınacak.

Avustralya hükümetinin  tartışmaya açacağı ve tarafları karşı karşıya getiren şey nedir? 5 maddelik başlık altında özetlenebilecek ve sigara tüketiminin genel sağlığı etkilemesini önleyeceği düşünülen tasarı gösterilebilir. Onlarda şunlardır.

1: HÜKÜMETİN temmuz ayında tartışmaya başlayacağı düzenlemeyle birlikte, sigara paketleri artık tek renk olacak. Her pakette zeytinyağı yeşili kullanılacak.
2: PAKETTE hiçbir şekilde üreteci firmanın logosu yer almayacak. Sadece markanın ismi paketin alt tarafında belirlenen alana yazılacak.
3: BUGÜN paketin ön ve arka tarafının yüzde 30’unda sağlık uyarıları yer alıyor. Bu rakam yeni düzenlemeyle ön taraf için yüzde 75’e, arka taraf için ise yüzde 90’a çıkacak.
4: PAKETİN üzerinde sigaranın sağlığa zararlarını gösteren resimler kullanılacak.
5: PAKETİN yan taraflarında ise sigaranın insan vücuduna ne şekilde zarar verdiği anlatılacak.
Ekonomiye yıllık zararı 31.5 milyar doları buluyor.
Dünyada sigara tüketimine karşı en sert tedbirleri alacaklarını açıklayan Avustralya hükümeti, 7 Nisan 2011’de Sağlık Bakanlığı sitesinden şu açıklamayı yapmıştı: “Sigara her yıl Avustralya’da 15 bin kişinin ölümüne sebep olurken, ekonomik zararı da yıllık 31.5 milyar doları buluyor. Girişimimiz dünyada bir ilk ve şu mesajı veriyor, Cazibe artık kayboldu. Sigara paketleri artık sadece tütün kaynaklı ölüm ve hastalıkları gösterecek.”

***

Ülke ekonomilerinde son 30 yılda çığ gibi büyüyen kamu mallarını özelleştirme hareketinin bir parçası olan yabancı şirketlere satışlar her zaman bir tehlike içermektedir. Okuduğunuz bu haber bu tehlikenin niteliğini ortaya koyarken aynı zamanda bir durumun kanıtı olma özelliğini taşımaktadır.

Sermayenin rahat hareket etmesini amaçlayan kapitalizmin bir köy haline getirdiği, dolayısıyla küçülen dünyada ülkeler 1900’lü yıllardaki “Ulus Devlet” modeliyle kendi iç hukukundan sorgulanmazken, 19.yy sonlarına doğru başlayan ve bu yüzyılda katlanarak sürecek olan uluslar arası çeşitli kuruluşlar eliyle sorgulanabilir, hatta denetlenebilir hale gelmektedir. Bu haber işte bunun kanıtıdır. Kimse bunu “karşılıklılık ilkesi”yle açıklamaya kalkışmasın. Burada karşılıklılık ilkesi büyük şirketler, o büyük şirketlerin ait oldukları devletlerin yararına sonuçlanırsa bunun neresi karşılıklılık demektir?
Uluslar arası kuruluşlar (örnek; Lahey Adalet Divanı gibileri) ülkelerin belki de yaşamsal önemi olan öncelikli politikalarına önem vermezler. Onların ilkeleri kapitalizmin ürünü liberalizmin gerçekleşmesini sağlamaya yöneliktir. Kaldı ki örneğimizdeki ülke Avustralya öyle küçük bir ülke olmamasına rağmen, kendi tasarrufu içinde yer alması gereken bir konuyu dilediği biçimde düzenlemekte sıkıntı çekeceğe benzemektedir. Karşısındaki şirket birçok ülkenin bütçesinden daha büyük bütçeye sahip olan sigara devi “Philip Morris”  olunca onunda eli kolu bağlanıyor.

Tekrar soruyorum ülkelerin geldiği bu noktada bunun neresi “Karşılıklılık İlkesi”ni içermektedir?



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 13.07.2011




DENİZ FENERİ VE KADIKÖY FENERİ

Bir haftadır gündemimizi şike iddialarıyla Fenerbahçe ve Aziz Yıldırım işgal etmiş durumda. “Kadıköy Feneri”nin üstüne “Deniz Feneri”de geldi. İlki seçim sonrası meclisin açılışında başlayan yemin krizini bizlere unutturdu. Bu sıralar başka hiçbir konu o kadar önemli değil. Oysa onlar ve önceki konular içinde ne sert tartışmalar yaşanmıştı. Hatta liderler restleşmişlerdi bile. O zaman sormaz mısınız?
Ne yapılmak isteniliyor?
Olay sadece bir yolsuzluğun önüne geçilmesi midir? Yani şikenin gerçekten kökü mü kazınacak?
Neden Fenerbahçe?
Bu yıl kim şampiyon olsa aynı akıbete uğrar mıydı?

Önceki sorulara cevap niteliğindeki bu son soru şikenin herkes tarafından yapıldığını peşin olarak kabul edenlerin soracağı sorudur. Evet güç ve kayırma toplumun temel özelliği olursa ortadaki pasta iştahları kabartıyorsa, bu pastayı paylaşma konusunda öncelik edinme telaşı herkesi sarar. Bu bir çürümedir. Hiçbir sorununuzu, bırakın rüşveti, küçücük bir hediye vermeden halledemezsiniz. Bir şey veren verdiğinin karşılığı olarak böylelikle alıyorsa bunun önüne geçmek mümkün değildir.

Şike rüşvetin fiyatlandırılmış bir Pazar biçimidir. Bu pazarda spor dallarının her birinde ekip veya bireysel spor yapan özel ve tüzel kimliklerin en büyüğünden en küçüğüne (yani en tanınmışından hiç tanınmamışına) kadar bir çok kişi rol alır. Alıyorlar da zaten.

Şimdiye kadar bu ahlâksızlığın önüne geçilmeye çalışılmış olsa bile iş sulandırıldığı için başarı sağlanamamıştı. Şimdi ne yapılıyor?

Yeni Muhalefet’ten Ali Rıza Özkan’ın yazısıyla buna cevap verelim.  

***

Aslında herşey, Başbakan’ın planladığı gibi gelişti. Reha Muhtar 17 Haziran’da Vatan gazetesinde, TFF başkanlığındaki sürpriz değişimin arkasında Tayyip beyin olduğunu yazıyordu. Muhtar’a göre, Gaziantep’e miting için giden Tayyip bey Gaziantepspor Kulübü Başkanı İbrahim Kızıl’a, “Mehmet Ali Aydınlar’ı arasana... Ne düşünüyormuş bir öğrensene” demiş. Kulislerde ayyuka çıkan ve son ana kadar inkâr edilen Mahmut Özgener’in istifa edeceği yolundaki dedikodunun gerçekliği, bizzat Tayyip bey tarafından ismiyle beraber yerine birisi arandığına göre, tartışma konusu olamazdı.


Tartışma konusu olması gereken, tüm bu operasyonun niteliğidir. Hatırlayacak olursak, şimdinin rüşvetle şampiyonluk satın aldığı iddia edilen zanlısı Aziz Yıldırım daha bir ay önce, Süper Lig’in süper güçlü başkanı olarak TFF başkanını belirlemeye gayret ediyordu. Eğer, onun dediği olsaydı, bugün Göksel Gümüşdağ TFF başkanlığı makamında oturuyor olacaktı. İktidardaki dayanağı ise, kaderin cilvesine bakın ki, Tayyip beyin eşi Emine hanımdan başkası değildi. AKP iktidarı ile zenginler ligine uçarak atlayan (sıfır KDV’li pırlanta, altın ticareti, “gezgin” Rus sermayesi) Cihan Kamer de operasyonun elçiliğine seçilmişti. Kamer’in boyundan büyük bir işe kalkıştığını anlaması ve geri çekilmesi uzun sürmedi. “Yeni hükümet kuruluncaya kadar” kazanılan zaman, hem Aziz Yıldırım’ı oyalamak için ve hem de TFF’nin tamamen kontrol altına alınması için kullanıldı.
Büyük spor kulüpleri, yöneticilerinin devlet katında dağıtılan pastaya “kulüp durumundan” ortak olmaları ile ünlüdür. Ancak, Aziz Yıldırım döneminde Fenerbahçe, bu gücün sınırsızca ve ahlâk hiçe sayılarak kullanılmasına bolca tanıklık etti. Her iktidar döneminde “işi yürüyen” Limak Holding’in patronu Nihat Özdemir’le beraber, Türkiye’nin en önemli 4 kulübünden birisinin yöneticileri olma sıfatını gayet bonkörce şahsi hesaplarına gelir kaydettiklerini söyleyebiliriz. Öyle ki, Fenerbahçe sayesinde elde ettikleri gücü yansıtması bakımından, BOTAŞ’da yapılan “Mavi Hat” adı verilen yolsuzluk operasyonunu örnek verebiliriz. Davanın 1 numaralı sanığı dışındaki herkes ceza aldı!

Süper Lig’de en çürümüş takım Fenerbahçe midir? Bu soru, bizi yanlış bir kulvara götürecektir. Çünkü, Fenerbahçe ile başlayan “operasyon”un futbolda ahlâklı bir yarışmayı hakim kılacağını beklemek hayalciliktir. Futbolun “sermaye yoğun ve iktidar yakın” olarak tanımlayacağımız kurumsal-yapısal ilişkisinde kökten değişiklik yaşanmadığı sürece rüşvet, şike, tehdit, şantaj vs. her türlü yaptırıma sahne olmayı sürdürmesi kaçınılmazdır. Yapısal ilişkilerin değişmesi demek, futbol üzerinden kazanılan mali ve nüfuz gücün elimine edilmesi veya kontrol altına alınması demektir ki, bunun topyekun sistem değişikliği olmaksızın başarılması mümkün değildir.

O halde, yapılan müdahale ne anlama geliyor? Mali ve nüfuz yoğun bir alana müdahale, bu alanda at koşturan piyonların değiştirilmesi anlamına gelir. Tayyip bey başarılı bir hamle ile, önce TFF başkanlığını belirledi. Sonra da, Süper Lig’in en güçlü takımının kontrolünü tamamen eline alacağı büyük bir hamle yaptı. Bu noktadan itibaren, Tayyip beyin “rıza ve muvafakatı” olmadan kimse Fenerbahçe kulübünün başına geçmeye cesaret edemez. Kim olursa olsun, seçilecek yeni başkanın görev ve selahiyet alanının Tayyip beyin memuru olmaktan öteye gitmeyeceğini de peşinen söyleyelim. Kimse şaşırmasın, yanılmasın!

Evet, Aziz Yıldırım, Nihat Özdemir gibi komprador taşeronların ABD üzerinden elde ettikleri nüfuzla hormonlu bir yapı oluştuğu doğrudur. Ancak, bu operasyonun yapının kendisine bir müdahale olamayacağı, Tayyip beyin etrafına aldığı gene komprador özellikli sermayedarlardan bellidir. Kısa süre içerisinde, davulun değil tokmağı tutanın değiştiğini hep beraber göreceğiz.

***

Şimdiye kadar aktardıklarım işin bir yanı. Diğer tarafında Deniz Feneri’de var. Tamda bu sırada Deniz Feneri davası başladı. Basında kamuoyunu aydınlatıcı bir yayın görüyor musunuz? Orda “masumiyet karinesi” uygulanırken, bundan önceki davalarda olduğu gibi şike zanlılarına uygulanmaması, her şeyin ıcığı cıcığı çıkarılırcasına anlatılması nasıl açıklanabilir?

Bitirirken yazımıza bir ad koysak her halde “Bir Taşla Bir Çok Kuş” koyardık. Uygunda olurdu hani.

1: Şikenin önüne geçiliyor (ana amaç bu gösterildiğine göre).
2: Deniz feneri davası gölgede bırakılıyor.
3: Fenerbahçe spor kulübü başbakana yakın duran bir gurubun eline veriliyor.

Siz hangi başlığı seçerdiniz?



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 11.07.2011

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 87

Merhaba sevgili okurlar. Bugün sizlere çok yönlü bir şairimiz Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun şiirlerini sunacağım. Önce şairimizi tanıyalım.

Ressam, şair ve yazar olan Bedri Rahmi Eyüboğlu, 1911 yılında Giresun-Görele’de doğdu. 1975 yılında İstanbul’da öldü. Güzel Sanatlar Akademisi’nde başlayan resim öğrenimini Paris’te sürdüren Eyüboğlu, daha sonra Türkiye'ye döndü ve ölümüne kadar Güzel Sanatlar Akademisi’nde ders verdi. Yerel yaşama ilişkin gözlemlerini, yazma, kilim gibi yerel kültürel değerlerdeki malzemeyle buluşturarak tablolarına yansıttı. Tablolar ve gravürlerin yanı sıra büyük boyutlu duvar resimleri, mozaik, seramik panolar yaptı. Bazı desenleri, ölümünden sonra Binbir Bedros (1977), Karadut (1979) ve Babatomiler (1979) adlı kitaplarda yayımlandı. Halk kaynağından beslenen sanat anlayışı şiirlerinin de temeli oldu. Şiir seven sevmeyen herkesin mutlaka duyduğu şiiri “Karadut” ile  ünlenen şairimiz şiirlerinde, masallardan, söylencelerden, türkülerden yararlanarak, doğa tutkusunu, insan sevgisini, yaşama sevincini, toplumsal sorunları yansıttı. Yazıları, Tezek (1975), Delifişek (1975), Resme Başlarken (1977) adlı kitaplarda toplandı.

...

BAHAR VE BİZ

Yılda bir kere çıldırır ağaçlar sevincinden
Rabbim ne güzel çıldırır.
Yılda bir kere uzatır avuçlarını yaprak;
Sevincinden titreyerek.
Yılda bir kere kendini verir toprak
Yılda bir kere yarılır bahçeler hazdan
Rabbim ne güzel yarılır.
Biz de bir kere sevinebilseydik.
Çiçek açmış ağaçlar gibi çıldırasıya.
Kimbilir belki bir gün sulh olunca
Biz de deliler gibi seviniriz,
Ağaçları ve baharı taklit ederiz
Renkli bez parçalarıyla donatırız şehri
Renkli ampuller asarız pencerelerden
Kimbilir belki bir gün sulh olunca
Biz de çatır çatır çatlarız binbir yerimizden
Ağaçlar gibi.

***

ÇAKIL

Seni düşünürken
Bir çakıl taşı ısınır içimde
Bir kuş gelir yüreğimin ucuna konar
Bir gelincik açılır ansızın
Bir gelincik sinsi sinsi kanar

Seni düşünürken
Bir erik ağacı tepeden tırnağa donanır
Deliler gibi dönmeğe başlar
Döndükçe yumak yumak çözülür
Çözüldükçe ufalır küçülür
Çekirdeği henüz süt bağlamış
Masmavi bir erik kesilir ağzımda
Dokundukça yanar dudaklarım

Seni düşünürken
Bir çakıl taşı ısınır içimde.


***

ÇÜRÜMEK

Her şey çürüyor canım kardeşim bu dünyada
Hatıralar bile
O hatıralar ki kafatasından muhkem bir yerde saklıdırlar
O hatıralar ki tüyden hafif
Gök mavisinden duru
Etten kemikten uzaktırlar
O hatıralar ki
Bambaşka bir zaman içre yaşar dururlar
Gel demeden gelir
Git demeden giderler
Nur topu gibi açıldıkları olur bazan
Sonra sızım sızım sızlarlar
Her şey çözülüp gidiyor bu dünyada
Bir biri içinde
Bir biri peşi sıra
Bir tad dudakta
Bir ses kulakta
Sen toprakta çürürsün canım kardeşim
Ben ayakta

***

DENİZ TÜRKÜSÜ

Deniz dediğin bir tarladır
Gülü gül, dikeni diken, tohumu tohum
Toprak gibi verimli, toprak gibi cömert
Betine bereketine kurban olduğum

Deniz dediğin bir tarladır
Uçsuz bucaksız bir tarla
Göbeği insanlarla kesilmiş
Çilesi insanlarla

Deniz dediğin bir tarladır
Sözü pek, eli ağır
Dost gibi güldürür insanı
Dost gibi ağlatır.

Deniz dediğin bir tarladır
Anadır, babadır, kardeştir
İnsan eline hasret
İnsan eli değer değmez ürperir
Binbir yerinden çatlar sevincinden
Nesi var, nesi yok çıkarır verir,
İnsan eli değmemiş denizlere bir damla alınteri
Bulutlar dolusu rahmetten mübarektir.

Deniz dediğin bir tarladır
Bulutlar, güneşler dibindedir
Gecelere gündüzler dibindedir
Yıldızlar mevsimler dibindedir

Zifiri karanlık güller açılır dibinde
Bağlar, bahçeler kat kat, katmer katmer, deste deste
Bağlar, bahçeler zifir karanlık güller
İnsan eline hasret beklemekte.

Deniz dediğin bir tarladır
Kapılar açılır içinde kapılar
Bitip tükenmeyen bereket kapıları
Balıklar akıp gider bölük bölük tabur tabur
Alı al moru mor sarısı sarı.

...
Deniz dediğin bir tarladır
Üstünde başı boş rüzgâr
Gönlünce at oynatır
Üstünde bir avuç tuzlu köpük
İçinde milyonlarca yürek
Milyonlarca öpücük
Bir insan eli arar konacak
Bir insan eli muhkem, sıcak

Hey benim
Boydan boya cömert denizlerle çevrili
Güzel memleketim
Bu yaz tenha denizlerinde yıkandım
İnsan eli değmemiş ormanlar gibi vahşi
Dağ başında unutulmuş küçük kundaklar gibi yetim.


***

GEL VUR

Bak şu güneş nasıl geliyor.
       Sen de öyle gel be!!!!

Bak şu ışık nasıl vuruyor
       Sen de öyle vur be!!!!


***

İSTİDA

Yarab!. İnsan oğullarından çektiğim yeter
Gökyüzünden benim hisseme düşeni ver
Altına dilediğim gibi ömrümü sereyim
Mendil kadar olsun tarlamı ayır
Beni doyuracak ağacı göster.
Rabbim!.. İnsan oğullarından çektiğim yeter

Yalnız senin ellerin gezinsin ömrümde
Beni yalnız sen mahkûm eyle sen azat
Ve yalnız sen canımı iste benden ki
Nereye saklayacağımı şaşırmadan vereyim


***

Okur okumaz vurulduğum bu şiir daha aktif ve daha çalışkan olmamızı öğütlüyor. Bu yönüyle ne kadar doğru ve gerçekçi bir şiir.

...

ÜÇ DİL

En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Ana avrat dümdüz gideceksin
En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde düşünüp rüya göreceksin
En azından üç dil
Birisi ana dilin
Elin ayağın kadar senin
Ana sütü gibi tatlı
Ana sütü gibi bedava
Nenniler, masallar, küfürler de caba
Ötekiler yedi kat yabancı
Her kelime arslan ağzında
Her kelimeyi bir bir dişinle tırnağınla
Kök sökercesine söküp çıkartacaksın
Her kelimede bir tuğla boyu yükselecek
Her kelimede bir kat daha artacaksın

En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Canımın içi demesini
Kırmızı gülün alı var demesini
Nerden ince ise ordan kopsun demesini
Atın ölümü arpadan olsun demesini
Keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur demesini
İnsanın insanı sömürmesi
Rezilliğin dik alası demesini
Ne demesi be
Gümbür gümbür gümbür demesini becereceksin

En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Ana avrat dümdüz gideceksin
En azından üç dil
Çünkü sen ne tarih ne coğrafya
Ne şu ne busun
Oğlum Mernus
Sen otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğusun.

***
Zülfü Livaneli’nin “Yiğidim Aslanım” adıyla bilinen şarkısının şiiri.

...

ZİNDANI TAŞTAN OYARLAR

Bursa'nın ufak tefek yolları
Ağrıdan sızıdan tutmaz elleri
Tepeden tırnağa şiir gülleri
Yiğidim aslanım aman burda yatıyor.

Bir şubat gecesi tutuldu dilin
Silâha bıçağa varmadı elin
Ne ana ne baba ne kız ne gelin
Yiğidim aslanım aman burda yatıyor.

Ne bir haram yedin ne cana kıydın
Ekmek gibi temiz su gibi aydın
Hiç kimse duymadan hükümler giydin
Döşek diken diken yastık batıyor
Yiğidim aslanım aman burda yatıyor.

Zindanı taştan oyarlar
İçine bir yiğit koyarlar
Sağa döner böğrü taşa gelir
Sola döner çırılçıplak demir
Çeliğin hası da yiğidim aman böyle bilenir
Döşek melul mahzun, yastık batıyor
Yiğidim aslanım aman burda yatıyor.

Bugün efkârlıyım açmasın güller
Yiğidimden kötü haber verirler
Demirden pencere taştan sedirler
Döşek melul mahzun yastık batıyor
Yiğidim şahinim aman burda yatıyor

Mezar arasında harman olur mu?
On üç yıl hapiste derman kalır mı?
Azrail aç susuz canın alır mı?
Döşek melul mahzun yastık batıyor
Yiğidim şahinim aman yerde yatıyor...

Dilinde dilimi bulduğum
Gücüne kurban olduğum
Anam babam gibi övdüğüm
Dayan hey Aslan Ustam
      Abenim
      Yiğidim dayan.
Dayan hey gözünü sevdiğim
Bugün efkârlıyım açmasın güller
Yiğidimden kötü haber verirler.

Sana kökü dışarda diyenlerin kökleri kurusun
Kurusun murdar ilikleri dilleri çürüsün
Şiirin gökyüzü gibi herkesin.
Sen Kızılırmak kadar bizimsin
En büyük ustası dilimizin
Canımız ciğerimizsin.

Bugün burdaysa şiirin, yarın Çin'dedir
Bütün hışmıyla dilimiz
Kökünden sökülmüş bir çınar gibi
Yüreğimiz içindedir.

Bugün burdaysa şiirin, yarın Çin'dedir
Acısıyla sızısıyla alnının kara yazısıyla
Bir yanı nur içinde tertemiz.
Bir yanı sızım sızım sızlayan memleketimiz içindedir.

***

İşte ilk bölümü bestelenen ve Bedri Rahmi Eyüboğlu’nu tüm Türkiye’ye tanıtan şiir. 

...

KARADUT

Karadutum, çatal karam, çingenem
Nar tanem, nur tanem, bir tanem
Ağaç isem dalımsın salkım saçak
Petek isem balımsın ağulum
Günahımsın, vebalimsin.

Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan
Yoluna bir can koyduğum
Gökte ararken yerde bulduğum
Karadutum, çatal karam, çingenem
Daha nem olacaktın bir tanem
Gülen ayvam, ağlayan narımsın
Kadınım, kısrağım, karımsın.

II

Sigara paketlerine resmini çizdiğim
Körpe fidanlara adini yazdığım
Karam, karam
Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam
Sıla kokar, arzu tüter
Ilgıt ılgıt buram buram.
Ben beyzade, kişizade,
Her türlü dertten topyekün azade
Hani su ekmeği elden suyu gölden.
Durup dururken yorulan
Kibrit çöpü gibi kırılan
Yalnız sanat çıkmazlarında başını kaşıyan
Artik otlar göstermelik atlar gibi bedava yaşayan
Sen benim mihnet içinde yanmış kavrulmuşum

Netmiş, neylemiş, nolmuşum
Cömert ırmaklar gibi gürül gürül
Bahtın karışmış bahtıma çok şükür.
Yunmuş, yıkanmış adam olmuşum

Karam, karam
Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam
Sensiz bana canim dünya haram olsun.

*** 

Bu günlükte bu kadar. Haftaya buluşmak üzere hoşça kalın.



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi:10.07.2011 


AMERİKANIN İSTEDİĞİ ŞEHİR DEVLETLERDİR

19.yy’da başlayıp 20. yüzyılın sonuna kadar süren Avrupa ve Amerika’nın ekonomik üstünlüğü, bu üstünlükten kaynaklanan refahı 21.yy başlar başlamaz geçen yüzyılların biriken ve çözülemeyen sorunları nedeniyle yara almış durumdadır. Bu biriken sorunlar sonucunda Dünya ekonomik krizinin ortaya çıktığı 2008’den bu yana üç sene geçmiş olmasına rağmen Avrupa henüz krizi tamamen atlatmış değil. Buna bağlı olarak Amerika’nın durumuda Avrupa’dan çok farklı değildir.

Öteden beri Amerika’nın çok borçlandığını ve dünyanın en borçlu ülkesi durumuna düştüğünü duyardım. Borçluluğun bile Amerikalılarca kendilerine üstünlük sağlayacak biçimde kullanıldığını ve kullanılacağını düşünürdüm. Borsa oyunlarını bu açıdan görürüm. İş sadece borsa oyunlarında değil tabii. Daha bir çok kullanacakları malzemenin olduğunu bilmeyen nerdeyse yoktur. Dünyada yükselen ve büyüyen yeni ekonomi devlerinin sahip oldukları nüfus fazlasıyla makine yerine ucuz iş gücünü devreye geçirerek yaptığı üretimle batının kalitesine erişemeyeceğini sanırdım. Oysa gelişmeler bütün bu sanılarımı yıktı. Batılı sanayi üreticileri, ülkelerindeki yüksek ücretlerle maliyetlerin artmasından dolayı, ürünlerini Çin’de üretmeye başladılar. Bu durum kendi ülkelerinde işçi ücretlerinin düşmesi veya en azından sabit kalması yönünde baskı aracı olmasına rağmen bu üretim politikalarından vazgeçmediler. Diğer önemli ekonomik nedenlere alım gücünün giderek düşmeside eklenince batı ekonomileri durma noktasına geldi. 2008 dünya ekonomik krizi bunun önemli bir göstergesidir. Bu krizden Amerika çok etkilendi. Amerika için işler hiçte sanıldığı gibi gitmiyor. 

Neden mi? İşte hikâyesi:

Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Standard & Poor’s (S&P), ABD Kongresi’nin borçlanma tavanını yükseltmede anlaşma sağlayamaması ve dolayısıyla borcunu ödeyememesi halinde ABD’nin uzun vadeli kredi notunu en düşük seviye çekeceği uyarısında bulundu.

S&P Başkanı John Chambers, Bloomberg televizyonuna yaptığı açıklamada, ABD’nin borçlanma tavanını artırmada anlaşamaması ve borcunu ödeyememesi durumunda “AAA” olan uzun vadeli kredi notunu en düşük seviye olan “D”ye indireceklerini söyledi.

Chambers, “Herhangi bir hükümet borcunu zamanında ödeyemezse o hükümetin kredi notu D’ye gider. Bununla birlikte hükümetin borç tavanını yükselteceğini düşünüyoruz. Onlar, sıklıkla son dakikada olmak üzere 1960 yılından bu yana 78 kez az ya da çok bu tavanı artırdılar ve bu sefer de böyle olacağını düşünüyoruz” dedi.

ABD’de yönetim, 14,3 trilyon dolarlık borç limitine mayıs ayında ulaştı.

ABD, Demokratlar ve Cumhuriyetçiler 2 Ağustos’a kadar borç limitinin artırılması konusunda uzlaşmaya varamazsa borcunu ödeyememe riskiyle karşı karşıya kalacak.

S&P, nisan
ayında da ABD’de politika yapıcıların 2013 yılına kadar bütçe açığını ve ulusal borcu azaltmak için “uygulanabilecek anlamlı bir programı” uygulamaya koymazsa “AAA” olan uzun vadeli kredi notunu kaybetme olasılığı bulunduğunu açıklamıştı.

Kredi derecelendirme kuruluşu Moody’s de ABD hükümetinin borçlanma tavanını yükseltmede başarısız olması halinde “Aaa” olan kredi notunu “Aa” seviyesine çekeceği uyarısında bulundu.

Moody’s, kredi derecelendirmesinin hükümetin atacağı adımlara bağlı olduğu, ayrıca bazı eyalet ve yerel yönetimlerin “Aaa” olan derecelerinin ise tehlike içinde olduğunu açıkladı.

Kuruluşun üst düzey kredi derecelendirme yetkilisi Steven Hess, bu ay başında yaptığı açıklamada, ABD’nin borç limitinin kısa süreli borcu ödeyememeye yol açması halinde bile kredi notunun “Aaa” seviyesine tekrar ulaşamaması riskine sahip olacağını söylemişti.

Moody’s 2 Haziran’da, ABD’nin temmuz ayı ortasına kadar borç limitinin artırılmasında gelişme olmazsa kredi notunu muhtemel indirim için izlemeye alacaklarını bildirmişti.

Uluslararası Para Fonu (IMF), ABD Kongre üyelerine, ülkenin 14,3 trilyon dolar olan borç limitini artırmaları çağrısında bulunmuştu.

IMF, ABD ekonomisiyle ilgili yıllık raporunda, ABD Kongre üyelerinin, hükümetin borçlanma limitini yükseltmesi konusunda anlaşamaması halinde bunun faiz oranlarında yükselişe ve dolayısıyla küresel piyasalara ve ABD ekonomisinin kırılgan toparlanmasına zarar vereceği uyarısında bulunmuştu.

IMF’nin raporunda, “Federal hükümetin borç tavanı, ABD ekonomisinin ve dünya finansal piyasalarının ciddi bir şokla karşılaşmaması için süratle artırılmalı” denilmişti.

Bu hikâyeden ne anlaşılıyor? Bu hikâyeden Amerika’nın bu coğrafyalar üzerinde neden oyunlara kalkıştığı anlaşılıyor. Amerika kendinden daha çok mal alabilecek milletler ve devletler kurma telâşı içindedir. Bütün devletler asker beslemeyen şehir devletleri olarak küçük parçalara ayrılırsa, Amerika’nın istediği dış alımcı bir dünya kurulmuş olur. Demokrasi misyonerliği, yada demokrasi çığırtkanlığı bunun için yapılmaktadır. Dünya bunun için yeniden düzenlenmektedir.

Sözün kısası makbuldür, işte o söz: Amerika’nın istediği şehir (site) devletlerdir.


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 08.07.2011




YOKSA İNTERNET ÖLÜYOR MU?


Seçimlerden biraz önce dile geldi ama seçimler sırasında ve sonrasında başka konular öne çıktığı için nerdeyse unutuldu. Oysa bu konunun daha çok konuşulacağı son tarihe hızla yaklaşıyoruz. Sözünü ettiğim o son tarih 22 ağustos tarihidir. Eminim ilgili herkes hangi konudan söz ettiğimi anlamıştır. Evet hızla yaklaşmakta olan internet yasaklarından söz ediyorum.

22 ağustos ülkemizde internet yasaklarının başlayacağı tarihte gerçeklerle karşılaşacağız. Aslında olacakları kestirmek zor değil. Bende dahil olmak üzere internet kullanıcıları çok engelle karşılaşacak. İnternetle yepyeni bir dünya ile tanışan insanlar için, internet aynı zamanda özgürlüğün simgesi. İnternet yasakları bir bakıma özgürlüğümüzün elimizden alınması demek olacak. Gerçi hükümet yetkilileri normal kullanıcılar için hiçbir şeyin değişmeyeceğini, çocuklu ailelerin istemesi halinde seçecekleri paketle korunacaklarını belirtiyorlar. Görünen köy kılavuz istemez derler. “Yasak” adı bile olacakları anlamaya yeter.

Şubat ayında Resmi Gazete’de yayımlanan, Elektronik Haberleşme Sektöründe Tüketici Hakları Yönetmeliği’nin 10’uncu maddesi hükümleri kapsamında, “BTK” tarafından hazırlanan “İnternetin Güvenli Kullanımına İlişkin Usul ve Esaslar Taslağı” 22 Şubat 2011 tarihinde yürürlüğe girdi.

22 Ağustos’ta devreye girecek sistemde internete “BTK” tarafından belirlenen Aile, çocuk, yurtiçi ve standart paket adıyla 4 filtre tipinden biri seçilerek girilebilecek.. Filtreyi aşmak ya da aşmaya çalışmak suç sayılacak.  İnternet servis sağlayıcıları filtrelerin aşılmasını engellemekle sorumlu tutulacak. Aksi taktirde büyük para cezaları verilecek.

Bu tür filtre sistemleri işletim sistemleri, internet servis sağlayıcılar ya da internetten bulunabilecek programlar sayesinde isteyen kullanıcılar tarafından zaten istenildiği zaman kullanılabiliyor. Yani zaten kullanıcının isteğiyle gerçekleşen böyle bir şartlı anlaşma hakkı vardır. Ancak BTK’nın uygulamasıyla bu durum bir isteğe bağlı şartlı anlaşma, anlaşma olmaktan çıkıp zorunluluk haline geliyor. İsteğe bağlı şartlı anlaşmadan çıkmak mümkünken seçilen internet filtresinden çıkmak mümkün değildir. Dört filtre seçeneği içinde belki değişiklik yapma imkânı olacaktır. Ama bu masallarda idam fermanıyla cezalandırılan suçluya “kırk katır mı, kırk satır mı?” diye sormaktan öteye gidemeyecektir.

Gazetelerin yazdıklarına bakarsanız BM desteğiyle Freedom House tarafından Nisan 2011 de yayınlanan İnternette Özgürlük Raporu’na göre, Türkiye’nin “kötü puan’ını 42'den 45'e yükselterek” internete erişim özgürlükleri konusunda  geriye doğru gitti. 22 Ağustos'tan itibaren yerimiz Çin, İran, Küba gibi ülkelerle yan yana olacak.


Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Youtube’un yasaklı olduğu dönemde, ‘Ben giriyorum. Siz de yolunu bulun girin demişti. Yani YouTube kapalıyken önceden DNS ile girebiliyordu. Ancak bu paket altında erişimi engellenmiş YouTube’a da girmek mümkün olmayacak. 

IPS İletişim Vakfı-Bianet, 13 Nisan 2011 tarihinde  “yürütmenin durdurulması” talebiyle, söz konusu usul ve esaslara karşı Danıştay’a iptal davası açtı.  Vakıf, Danıştay’a yaptığı başvuruda BTK’nın aldığı yeni kararın yasal dayanaktan yoksun olduğunu ve Anayasa ve uluslararası sözleşmelerle tanınan temel hak ve özgürlükleri ölçüsüz şekilde kısıtladığını belirtti. Vakıf adına başvuruda bulunan avukat Ayşe Altıparmak, BTK’nın keyfi bir şekilde yasaklı siteler listesi hazırlayabileceğini, çocukları zararlı içerikten korumak için ebeveynlerin yerine devlet eliyle karar verilmesinin doğru bir uygulama olmadığını belirterek, “Gerek Avrupa Birliği gerekse Türkiye’nin de üyesi olduğu Avrupa Komisyonu çocuklar gibi zarar görmesi mümkün grupları korumak için yasal önlemler almaktansa özdenetim yollarına gidilmesini teşvik etmektedir. Bu nedenle, üye ülkeler ev ve okul bilgisayarları ile internet kafelerde filtre programlarının kullanılmasını teşvik etmeli ama devlet düzeyinde filtreleme girişimlerinden her ihtimalde kaçınmalıdır” açıklamasında bulunmuştu.

Seçim sonrası siyaset arenasının giderek ısındığı şu günlerde gelecek olan yasakla kimse ilgilenmiyor. Oysa bu durum hiçte küçümsenecek bir şey değil. Çünkü internet yasağı aynı zamanda bilgi edinme yasağıdır. Her özgür bireyin bilgi edinme ve bilgi kaynağı seçme hakkı vardır. Suçu önleyeceğim diye yasak koyarsanız, daha çok suçun işlenmesine sebep olursunuz. Yasaklarla bir yere varılmaz. Yasaklar bir tür ölüm demektir. Yoksa internet ölüyor mu?



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 06.07.2011


ARAÇLAR VE KURALLAR

Hayata başladığımız andan itibaren bizi içimizden dışımızdan bir takım kurallar kuşatır. Birinci kural nefes alıp vermek kuralıdır. Bu kurala uymayacağım diyemezsiniz. İkinci kuralda beslenme kurallarıdır. Bu kuralda nefes alma verme kuralından daha önemsiz değildir. Bu yanıyla bu kurallar her insan, hatta her canlı için geçerli kurallar olduğundan, evrenseldir. Günümüzde evrensel kurallar içinde trafik kurallarıda yer almaktadır. Bu kurallar olmasa insan birlikte yaşama alışkınlıklarını edinemezdi. Toplumsal birlikteliğin olduğu yerde kurallar uygulanmazsa (en azından trafik kuralları uygulanmazsa) herkes herkesle çatışır. Kimi kurallar bir bakıma toplumsal barışı sağlamak içindir.   

Bir toplumun uygarlığı, toplumsal barışı ne oranda kurduğu ve bunu sürdürüp sürdüremediğine bağlıdır. Ülkemizde toplumsal kurallar yasa hükmünde olsa bile sıklıkla çiğnenmekte. Trafik kuralları bunların başında gelmektedir. Kimse kimseye yol vermeye yanaşmıyor. Herkes üstünleri oynuyor. Herkes üstünlük sağlayan her şeyi hak ettiği kanısında. Hele makine gücüyle her biri bir terminatör olan araba sahibi ve/veya sürücüler bu konuda birinciliği kimseye kaptırmıyorlar. Işıklarda sabırsızlıkla klakson çalarak gürültü kirliliği yapanlar bile buna dahildir.

Bizim terminatörlerimiz işi o kadar azgınlığa vardırmaktadırlar ki, trafik ışığı olmayan yerler onlar için sürat pisti olmaktadır. Yaya geçidi çizgilerini kimsenin taktığı yok. Adnan Menderes caddesindeki alt geçit yapımı sonrasında otogarın oradaki Güllük Caminden Yeni Cami ışıklarına kadar sürücüler adeta süratli deneme sürüşleri yapıyorlardı. Onların yüzünden bakkallar durağında 12 kişi hayatını yitirdi (bunu ve oranın toplumsal yapısını düşünmeden alt geçit yaparak hayatların solmasından eski Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Duran’da sorumludur. Yakınlarını kaybedenlerin haklarını helâl etmedikleri gibi bende Aziz bey’e vatandaşlık hakkımı helâl etmiyorum).

Bu konudan şikâyetle birkaç yazı yazdım. Sonunda bakkallar durağında Yeni Cami gidiş-geliş yönlerinde yola tümsek yapıldıda bir daha can kaybı yaşanmadı. Bu gibi tedbirler alınmaya devam edilmelidir. Çünkü sürücülerimize yollar yetmemektedir. Yaya kaldırımları bile kullanılmaktadır. Geçenlerde yeni cami ışıklarında bir minibüsün araçlara yanan kırmızı ışıkla biriken araçlardan ayrılarak şimdi yerinde Geltat marketin olduğu eski Lemar’ın oraya yaya kaldırımında yol alarak gitti. Peki Yunus Marketin orda gördüğüme ne diyeceksiniz? Markete mal getiren koca bir kamyon, Sakarbaba Caddesi Çarşamba Pazarı kumaşçılar kesimindeki kavşağa kadar gidip ordan dönmek yerine, araçların geldikleri yöne dönmelerini sağlayan cepten dönmüş ve ters yönde gitmemek için de marketin depolarına yaya kaldırımından gitmeyi seçmişti.

Banket ihlâlleri sadece bunlar değil. 3 Aralık Dünya engelliler gününde çeşitli etkinlikler sonrasında merkez belediyesinin düzenlediği kent konseyine, TSD Adapazarı yönetim kurulunda birlikte olduğumuz Başkan Yardımcısı arkadaşım Selim Özen’le gidiyorduk. Yeni Cami Geltat şubesinin yanındaki yer döşeme mazemeleri dükkânının önünde ve yaya kaldırımın üstünde bir kamyon mal indiriyordu. Kapaklarını açarak engelli rampalarını işgâl etmişti. Akşam üstü Güllük Cami ışıklarından çıkıp Yeni Cami ışıklarında soluklanan araçlar yolu tıkadığı için biz engelli aracımızla yaya kaldırımından gidiyorduk. Bu manzarayı görünce o zaman boş olan Geltat marketin içeri giriş rampasına çok yanaştığımı fark edemedim ve devrildim. Bir aydan fazla kaburga ağrıları çektim. Allahtan kırık ve çatlak yoktu. Sadece ezilmişti.

Yaya kaldırımlarındaki bu rampalar çocuklu ailelerin bebek arabalarıyla, bizim gibi engellilerinde tekerlekli sandalye yada akü araçlarıyla rahatça inip binsinler diye yapılmıştır. Bir hafta önce Yeni Cami ışıklarından önceki  sokak başında biten yaya geçidinin rampasını bir otomobil bütün haşmetiyle kapatmıştı. Sürücüsü otomobilin camlarını yarı açık bırarak (eğer unutarak açık bırakmadıysa tabi) hemen geleceği izlenimi vermek istemişti. Bir süre bekledim, sürücüsü gelmeyince vatandaşın birinden otomobilin plakasını göremediğim için yardım istedim. 155’i plaka numarasını vererek aradım. Nerdeyse yarım saat sonra bir görevli memur gelmesine rağmen sürücü o zaman içinde görünmedi. Görevli memur otomobilin durumunu gösteren fotoğraflar çekti. Yeni cami ışıklarının izin verdiği ölçüde akan trafiği durdurarak ve gerekli yol genişliğini sağlayarak bana yol açtı, banketten aracımla inmeme yardım etti (Kendisine buradan bir kere daha teşekkür ederim).

Bu sıralar havalar güzel olup yaz kendini göstermeye başlayınca Yunus Markette bu kış açılmış olan döner salonu cam duvarlarını açıp dışarıya birkaç masa koltuk koydu. Gelen müşteriler Sakarbaba caddesi üstündeki yaya kaldırımlarına 10-15 metre kadar içerde otoparkı olmasına rağmen otomobillerini park ediyorlar. Marketin sırasındaki TSD Adapazarı şubesi derneğimize gidişte ve dernekten dönüşte kullandığımız bu yaya kaldırımını kullanamıyoruz. Şef Kemal bey benim mahallelim. Kendisine durumu arz ettim. Anlayış gösterdi sağolsun. Ama müşteriye durumu anlatmak öyle kolay değil. Biliyorsunuz, bizde müşteri her zaman haklıdır, kurallar çiğneniyor olsa bile. Gene aynı yere otomobiller park ediliyor tabii. Akşam üstleri trafiğinde gene tehlikeyle karşı karşıyayız. Sayın trafik zabıta müdürü beyefendi, bunun için oraya park yapılamaz levhası konulsa olmaz mı?

Yunus Marketin önündeki yaya geçişi işaretlerinde engelli levhası olmasına rağmen inanın her iki yönde de karşıya geçmek için en az 10 dakika bekliyoruz. Kimi zaman bu süre yarım saate kadar çıkmakta. Kimsenin yol vermeye niyeti yok. Bizim terminatör sürücülerimizden bunu beklemiyoruz artık. Allah onların vicdanını açsın demekten başka bir şey elimden gelmiyor. Sizden bu yola da bakallar durağındaki gibi tümsek yapmanızı rica ediyorum.

Şu trafikteki araçlardan artık ilallah dedim. Nedir bu araç üstünlüğü anlamış değilim. Araçları bu kadar baş tacı etmek uygarlık değildir. Asıl üstün olan insandır. İnsana değer vermek uygarlık göstergesidir. Trafikte ne yazık ki bunu görmüyoruz.

Büyükşehir Belediye Başkanı Zeki Toçoğlu’ndan trafik konularına bakan zabıta birimi aracılığıyla engelliler ve çocuklu anneler için yaya kaldırımlarında olsun, trafik ışığı olmayan yaya karşıya geçiş işaretlerinin olduğu yerlerde olsun, araç üstünlüğüne son verilmesi yönünde adım atılmasını hassaten rica ediyorum.

Özetlersek sizlerden istediğimiz şunlar:

1: Yunus Markette bulunan hamburger/dönerci dükkânının önüne park edilmesini engellemek amacıyla park yasağı levhası konulması,
2: Sakarbaba caddesindeki karşıdan karşıya geçerken kullandığımız yaya geçişlerinin önüne tümsek veya benzeri şeylerle trafiğin süratinin (oralarıda şehir içi trafiğidir, otoban yolu değildir ki. Ama gelin görün sürati. Gece bu daha da artıyor bile) düşürülmesi..


Yaşanır ve uygar bir kent olgusu araçlara değil insana değer verilmesiyle oluşur. Her şey insan içindir. Araçlar ve kurallar bunun için vardır. Hayatı kolaylaştırmak için..


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 04.07.2011


ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 86


Bugün sizler için seçtiğim şair Celal Sılay. Kendisi hakkında derlediğim bilgiler şunlar:

“1914 yılında Bursa’da doğdu. 1974’te İstanbul’da yaşamını yitirdi. Liseye kadar öğrenimini Bursa’da gördükten sonra İstanbul’a yerleşti. Çeşitli gazetelerde sekreterlik, yazı işleri müdürlüğü yapan Celal Sılay, Yeni İnsan dergisini çıkardı. “Necip Fazıl” ve “Fazıl Hüsnü Dağlarca” çizgisinde olmasına rağmen kendine özgülüğü oluşturabilmiş bir şair. Eşyanın ilginç ayrıntılarını gözlemleyişiyle maddeci diye nitelenebilecek şiiri, genel havasıyla mistik, felsefi özellikler taşıyor.”

Bugüne göre epey eski bir şair olsa da çağdaş şiirimizle adı anılan önemli ve ilginç bir şairdir. Şimdi sizleri şairimizin şiirleriyle baş başa bırakıyorum.
...

NERDE

Küçük bir kız gördümdü çok eskiden
Annesinin dizi dibinde,
Bir de incir diktiydim hasta iken,
Üç yapraklı mı, dört yapraklı mı ne.

Küçük kız da büyüdü o incir de,
Ama yüreğimin erinci nerde?

Romeo’yu onca kaygılandıran
O kuş seslerini düşünürüm de
Sabaha karşı bir korudan
Tarla kuşu muydu, bülbül mü diye,

Tarla kuşunu da dinledim, bülbülü de,
Ama yüreğimin erinci nerde?

Geç kaldığımda oldu belki
Laternaları dinlerkene,
Periler yeryüzüne indirmiş geceyi,
Çerağlar içinde yanmış gökkubbe.

Gökkubbeyi de bilirim perileri de,
Ama yüreğimin erinci nerde?

Celal Sılay

***

GİTTİ

İşitmek istediğini bir sağırın
Sezdi havamızdan geçen şarkı
Duyuramadı sesini, bu sağıra
Eridi, gitti!

Yürümek hasretini bir kötürümün
Hissetti koltuk değnekleri,
Kaldıramadı yatağından hastasını
Çürüdü, gitti!

Körün görmek arzusunu duydu
Bahçenin kenarında bir çiçek
Gösteremedi yapraklarının rengini
Dağıldı gitti!

Ve duydu bir açın yemek ihtiyacını
Buğday tarlasındaki başak
Utandı büyümesindeki şehvetten
Kurudu, gitti!

Celal Sılay

***

HİÇ YOLUNUZ ORMANA DÜŞTÜMÜ?

hiç yolunuz ormana düştü mü
göz göre göre küçük bir adam
büyük bir ağaçla döğüştü mü
ağaç büyüktü ama tek
adam küçüktü ama çok

dedelerinin dedeleriyle gelmiş utanmadan
elinde balta sırtında nacak
dedelerinin dedeleriyle gelmiş arlanmadan
kolunda bıçkı belinde ip
dedelerinin dedeleriyle gelmiş sıkılmadan
dengisiz bir boy ölçüşmeydi bu

ağaç büyüktü ama tek
adam küçüktü ama çok

Celal Sılay

***

MAVİ RANDEVU

Mavi bir elbiseyle gelmiştin, gökyüzü maviydi..
Getirdiğin rüzgârla ev kokuyordun..
Kolun koluma değiyordu, omzun omzuma..
Mendilin maviydi, gökyüzü maviydi..

Bin dokuz yüz kırk iki baharıydı
Bahçeli pencereler önünde geziyorduk,
Gözlerimiz buluşuyordu, ürperiyordum
Gökyüzü maviydi, mendilin maviydi

Sıcak nefesin yüzüme değiyordu
“Evlenebilir miyiz” diye sormuştum,
Yürüyüşün değişmiş, yüzün pembeleşmişti;
Mavi elbiseler içindeydin, gökyüzü maviydi.

Elini elime verdin, ayrılıyorduk,
Gözlerin gözlerimde, dudakların ıslak,
“Sık sık konuşalım” demiştin; gittin..
Mendilin maviydi, gökyüzü maviydi..

Celal Sılay

***

HAZİRAN ŞİİRİ


Haziran üstümüzde dal dal
moda çevremizde renk renk
İstanbul bin dokuz yüz elli beşinde
çimenler altımızda sık sık
bulutlar üstümüzde seyrek

eteklerin moda yelkenlerinde
elin omzumda sıcak
belin kolumda ince
gözün gözümde ürkek

ışık gölge bir oyun
çiçek yaprak allı morlu
haziran üstümüzde dal dal
saçların yüzümde tek tek

bir kuş bir kanat tenimizde
bir rüzgâr bir serinlik içimizde
bir gök bir deniz mavi mavi
şarkı bahçe düğün dernek

İstanbul bin dokuz yüz elli beşinde
etek yelken bir cümbüş
yanak yanağa sürtünüş
elin omzumda sıcak
belin kolumda ince
sesin kulağımda titrek.

Celal Sılay

***
 
YOLUM


Bir ben beni bilirim, bir de beni yaratan,
Bir ben bana lazımım bir de benimle yatan,
Varlığımı ortaya varlık olarak atan,
Bir tesadüf tanırım bir de ne olduğumu.

Bu denizler, bu gökler ve bütün bir kainat,
Bu şarkılar, bu hisler ve bu kısacık hayat,
Şuurumda renklerin sırıtışıdır heyhat!
Ben bir neş’e tanırım, bir de onun yolunu

Celal Sılay

***

BANA GELİRSİN


Yıldızlar görse bendeki güzelliğini
birer birer düşerler içimdeki denize
aydınlanırım o kadar aydınlanırım ki
bana gelirsin.

Bahar anlarsa duyduğum üzüntüyü
bütün dallarını uzatır kalbime doğru
çiçeklenirim o kadar çiçeklenirim ki
bana gelirsin.

Din duyarsa ettiğim ibadetleri
bütün mihraplarıyla çevrilir bana
büyürüm o kadar büyürüm ki
bana gelirsin.

İçimde bir kere görsen güzelliğini
garkolursun nurdan bir aleme
bulmak için kendini bulmak için
bana gelirsin

Celal Sılay

***

Bu sıralar kendi şiirlerimi sizlere sunmaya fırsat bulamadım sevgili dostlar. Elimdeki şiirlerimi yazdığım ikinci Ajandanında sonuna gelmek üzereyim. Hemen itiraf etmeliyim, 2005 yılından sonra arada yazdığım üç beş şiir hariç pek şiir yazamadım. İçime şiir eskisi gibi yağmıyor. Oysa şiir yazmak insanın güzel ve olumlu düşünmesini, içini boşaltmasını sağlar. Hüzünlenmeler bile şiirle güzelleşir. Bakalım şiir perisi yarim olmaya ve yarim kalmaya devam edecek mi? İşte o şiirlerimden biri. Bu şiirde kısa mesajla gönderdiğim bir şiir. Kime gönderdim bilmiyorum. Bir not yazmamışım.

263
Arzuhalciye yazdırdım maruzatımı
O istedi yağız atımı
Nasıl vereyim? Her gün batımı
Ufuklara toz koparıyorum dörtnala
Versem alır mı saatimi

Aydın Göle
28 eylül 2003

***
Bu şiir kimseye gönderilmemişti. Adımın 1. ve 3. sessiz harflerini bu şiire isim yaptım.

2YN
Akşam indi yumuşacık kollarıyla saran sevgili gibi
Ah sende olsaydın akşamın içinde
Ilık nefesin okşasa dudaklarımı dudaklarınla
Yıldızlar odama dolardı canım
Ve soyunsak gece diye elbiselerimizi
Birbirimize bakmasak, utansak
Sonra şiirler dökülse dudaklarımızdan
Yeni günü doğurmak için sevişsek
Rengarenk çiçekler gibi sevgi koksak
Sonra sevişmekten sevmekten korksak
Ama acımasak birbirimize
Dişlerimizde tuzlu erik ekşisi
Güller açsa kıpkırmızı, tenlerimizde
Yorgunluktan bitik sarsak birbirimizi
İçimizden deli bir nehir aksa hayata doğru
Sonra utanmayı unutsak
İçtenliğin sıcaklığıyla şerbetler ezsek sözcüklerin içine
Sonra gözlerimizle anlatsak meramımızı
Hep sevişsek
Çünkü sevişmek canım sevginin dilidir
Sevgide kalbin dili
Öyleyse dilimiz sussun
Tek cümle yeter “SENİ SEVİYORUM!”
Dokun bana
Sokul bana
Sevgi sözde kalmasın

Aydın Göle
01 ekim 2003



Bu haftada bu kadar sevgili okurlar. Haftaya görüşmek umut ve dileğiyle hepinize mutlu pazarlar..




Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 03.07.2011