29 Nisan 2012 Pazar

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 120


Merhaba sevgili okurlar. Baharın en güzel ve delişmen çocuğu nisanın kimi zaman hoyrat, kimi zaman uysal, ama her zaman davetkâr ve yaşamın tadını veren güzel havalarından uçuyorum bu sıralar. Beni şairlerde bu duruma düşürüyor doğrusunu söylemek gerekirse. Bugünde böyle bir şairi sizlere tanıtmak istiyorum. Şairimiz Cezmi Ersöz İstanbul’da 1959 yılında doğdu. Kabataş Erkek Lisesi’ni bitiren Ersöz İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Siyaset ve Kamu Yönetimi Bölümü mezunudur. Edebiyat dünyasına edebiyat dergilerinde yayımlanan şiir ve eleştirileriyle girdi. Reklam yazarlığı ve gazetecilik yaptı. Cumhuriyet, Güneş, Özgür Gündem, Aydınlık gibi günlük gazetelerde yazıları ve röportajları yayımlandı. Ardından haftalık Deli dergisinde yazdı. Halen Leman dergisinin yazarları arasında da yer almıştır.

Şairimizin şiirleri arasında düz yazı olarak yazılmış olanlar epey yer tutar. O şiirler oldukça uzun olduğu için bugün onlardan örnekler vermeyi düşünmedim. Meraklısına kitaplarını bulup okumasını öneririm.

...

ACIYLA ERİR YÜZÜNE AŞIK ÇOCUK

Ne zaman yüzüne baksam
yalnızlığın o mutlu gerilimi

O öksüz göl hızla derinleşir
biliyorum,acılarım hiç bitmeyecek,bu öyle bir
yeşil

Ne zaman gözlerinin içine baksam,biliyorum
ikimizi de aşar,o kapının ardındaki masal
bense yüreğimin bu hallerinden korkar,kalırım
bir hız trenine bindirilmiş küçük bir çocuk gibi
geçip giden yüzlerine bakar kalırım

Ömrün kısalığı çarpar camlara
ateş hızla yayılır içerilere

Akşam olur,evler dolar boşalır
acıyla erir,yüzüne aşık çocuk

Ne zaman gözlerinin içine baksam, biliyorum
İkimizi de aşar,o kapının ardındaki masal

CEZMİ ERSÖZ

***

ARTIK SOKAĞA ÇIKABİLİRSİN

Evine çağırdın ilkyaz sevinçlerini
çocukluğuna
Yırtıldı gözlerin, içine hayat doldu
o karanlık ışık...
Yükün yok
artık her sabah hoyrat bir özgürlük uyandırıyor seni...

Kalbinde her şey eşitlendi
Haz ve sıkıntı
Boşluk ve güven
Hasret ve ölüm
Gözlerine hastalıklı bir güzellik geldi

Şimdi acı çeken yanınla bile alay ediyorsun...

Kalbine çağırdın herkesi
Kendini bile
Artık sokağa çıkabilirsin
Ömründen düştün kendini

CEZMİ ERSÖZ

***

AŞK OLSA GEREK

Öyle tutkuluydun ki hayata başlarken...
Şimdiyse küçücük bir çiçek teselli ediyor seni...
Aradaki o büyük boşluğun adı,
aşk olsa gerek...

CEZMİ ERSÖZ

***

AŞK VE YURTSUZLUK


Usul usul azalıyordu sevgisi, kalbi
soğuyordu...
Aynı masada, yanyana oturuyorduk, ellerinden tutuyordum... Akıntıya kapılmış bir çiçek gibi bilmediğim, bilmediği uzaklıklara doğru gidiyordu... Öyle acı çekiyordu ki sevgisinin azalmasından... Seni artık özlemiyorum, eskisi gibi içimi acıtmıyorsun, bu benim için ne büyük acı biliyormusun, derken sesi titriyordu.

Dalından kopmuş bir çiçek gibi unutuluş denizinde usul usul sürükleniyordu... Sevgimiz yurtsuz kalmıştı şimdi...
Can çekişen bir hastayı ölümüne hazırlar gibi,
nefesimi tutmuş saçını okşuyordum durmadan...
Sevgisi, yaralanmış çocukluğumuzu ve dünyayı
değiştirmeye yetmemişti.
Hayal kanatları yanmış sevgisini öksüz kalan sevgime kattım. Sevgisi biterken gözlerime son bir kere baktı. İnanmıştı çektiğim ıstıraba...

Son anda sarıldı bana:
Hadi, sen de benimle gel, birlikte karışalım
kayboluşa, dedi.
Yapamam, dedim, istesem de yapamam. Bu
sevginin ömrünü beklemeliyim...
Bu sevginin beni götürdüğü yere kadar
gitmeliyim...
İçimde sırrın, kimseye benzemezliğin
sızısı, yarım kalan yolculuğun aşk yüzlü
çocuğu var...

Sevgisi soğurken son tesellisi, son kıskançlığı, son
umudu bu olmuştu...


CEZMİ ERSÖZ

***

AŞK KARARMAK ÜZEREDİR ODANDA

Eski bir Türkçe kitabında
rastladım sana.
Sırtın pencereye dönüktü,
odan kararmak üzereydi,
usulca öne düşmüştü başın
yorgun bir düşü taşıyordun omuzlarında.

Birini bekliyordun,
kendini bekler gibi...

Ne zaman aşkın adı geçse
sen gelirsin aklıma...
Sırtın pencereye dönük,
başın öne düşmüş,
bir inanç titreşir, yaralı, yorgun omuzlarında

Ne zaman adın geçse
eski bir Türkçe kitabında
aşk kararmak üzeredir odanda...


CEZMİ ERSÖZ

***

AŞKTA YARIN YOKTUR SEVGİLİ

Aşk bu dünyanın ölçüleriyle açıklanamaz sevgili.
O ilkel bir acıdır, yaban bir ağrıdır.
Gelir ve içimizdeki o çok eski bir şeye dokunur.
Sonra bir perde açılır ve yolculuk başlar.
Bu yolculukta artık para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş,
anneler ve korkular yoktur.
Aşkın kendi gerçekliği vardır sevgili.
İnsan bir başka ışığa teslim olur...
Aşkta yarın yoktur sevgili. Zaman ileri doğru değil,
içeri, yüreklere, derinlere doğru işlemeye başlar, bilgeleşir.
Hiç bilmediği sezgileriyle buluşur. Yükü çok ağırdır, kendiyle buluşmuştur.
Hem dışındadır dünyanın, hem de ortasında.

Hindistan’da Ganj Nehri’nin kıyısında yakılan yoksul adamın
hissettikleri de onunladır, yitirdikleri de...
Newyork’ta, bir sokakta, o kartondan kulübesinde yaşayan kadının
çıplak yalnızlığı da. Her şey onunladır, ona emanettir
sanki, ama o, çıldırtıcı bir yalnızlık içindedir yine de...

Aşkın kültürlü olmakla, bilgili olmakla da ilgisi yoktur sevgili,
kanımıza karışan ilkel acı, o yaban ağrıyla hiçbir kitabın yazmadığı
hakikatlere daha yakınızdır, inan...
Kim demişti hatırlamıyorum, aşk varlığın değil, yokluğun acısıdır diye.
Belki de bu yüzden ilk gençliğimde, o yoğun aşık olduğum yıllarda,
gözüme uyku girmez, dudağımda bir ıslıkla bütün gece şehri,
o karanlık, o hüzünlü sokakları dolaşır, insanları uykularından uyandırmak isterdim.
Uyanıp, içimde derin bir sızıyla uyanan o derin sancının acısına ortak olsunlar diye...

Aşk çok eski bir şeydir sevgili.
Onun içinden o çileli çocukluğumuz geçer.
Sevdiğimiz insanların çocuklukları da...
Oradan üvey anneler, eksik babalar, parasız yatılılar geçer.
Ve sonra aşk bütün bunları alır, daha da eskilere gider,
hep o ilkel acıya, o yaban ağrıya...

İnsan bazen nedensiz yere umutsuzluğa kapılır.
Kimselere veremez sevgisini, kimselere kendini anlatamaz, evlere kapanır...
Bazen denizler, kıyılar çeker insanı.
İnsan bu kapılmayı anlayamaz, oysa çok eski bir yerde
yaşanmasından korkulup vazgeçilmez aşkların sızısıdır bu.
Bu sızı, bu yenilgi mevsimlerle yıllarla devredilir başka insanlara...
Bir insanın yaptığı bir hatanın tüm insanlara yayılması gibi...

İşte şimdi biz de sevgili, ya olmadık zamanlarda
umutsuzluğa kapılıp, soluğu evlerde alacağız, ya da denizler,
kıyılar çekecek bizi. Nasıl biz başkalarının
korkaklığını taşıyorsak, başkaları da bizim korkaklığımızı taşıyacak, yenilgimizi, umutsuzluğumuzu...

Birazdan sabah olacak...
Para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş,
anneler ve korkular başlayacak...
Bunlar varsa ve bizim için geçerliyse aşk yoktur ve
hiç olmamıştır sevgili. Birbirimizi kandırmayalım...

Hadi güne hazırlan. Yaşadıklarımızı unutmaya çalış.
Aşk bize güvenip verdiği büyüsünü, sırlarını,
cesaretini, bilgeliğini ve o ilkel, o yaban ağrısını geri
alacak. Bunlar olurken içimiz bir an çok üşüyecek, sonra geçecek...

Hadi, oyalanma birazdan yarın olacak...

Aşkta yarın yoktur sevgili...

CEZMİ ERSÖZ

***

AŞKTAN NEFES ALAMADIĞIM O YERDE

Çocukluğumun bahçesiydin sen
bütün bilinen mutluluklardan uzakta,
o sarışın akşam üstlerinde,
ıstırabın eşiğinde...
Nefesim sıkıştığında seni sevmekten
ömrünü okurdum o acı neşede,
boşalırdı ağzımdan o kanlı nefes
sonra çok özlendiği için acımasızca talan edilen
her baharda dönerdim oraya...
O sarışın akşam üstleri
hiç gitmediğim uzaklardan döndüğüm yer olurdu...
Bilinen bütün mutluluklardan uzakta
kalırdım orada,
kalırdım çocukluğumun bahçesinde,
aşktan nefes alamadığım o yerde...

CEZMİ ERSÖZ

***


AYNA..

aynaya bakma sakın
ve saçlarına dokunma.
Rüzgara sesin
Geceye kokun düşmesin.
Sen bu bahar bir başka düşe gir
daha sığ ırmakların olsun
ve açık mavi denizin
beni unuttuğun anılarına sar
ki başka sızılara bulanayım.

CEZMİ ERSÖZ

***

BENİ HEP BİR BAŞKASI SAVUNUYOR

Onca atılıştan sonra
balkonuma döndüm
Onca bilgi utandığım çocukluğum içindi
Çünkü beni hep bir başkası savunuyor
Sesimden, ellerimden, gülüşümden biliyorum

Hep sakladığım yara izini
balkonumdan odama götürüyorum işte...
odamdan bir kez olsun çıkartmadığım
sesimden, ellerimden, gülüşümden
biliyorum...

CEZMİ ERSÖZ

***

BİR DAHA UYANMAZDIN

Martıların sana doğruyu
söyleyecekti
arzu tramvaylarına binmeseydin
Acıların seni yeni bir şehre
götürecekti
Yürüyüşüne vurulmasaydın...
Tuhaf, ele geçmez, tehlikeli bir
hayvandın
Şehrin yaban adamları sana öyle bakmasaydı
uyur, bir daha uyanmazdın...

CEZMİ ERSÖZ

***

Ülkemizin gündemi tıpkı bahar gibi karasız ve baş döndüren bir hıza sahip. Henüz kışlardan kurtulmanın rehavetiyle gerçeğe göz yumanlar bir yana bırakılırsa tatil günlerinin, tüm yorgunluklarımıza bir nefeslik mola olduğunu belirtmek gerekir. Bu molalarda gerçeğe göz yumdurmuş olmak istemem. Hayat devam ediyor. Bütün gerçekliğiyle tabii. Şiirlerde yanı sıra. 

Bu haftalıkta bu kadar. Güzel bir hafta sonu geçirmenizi diliyorum.



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com


Yayın Tarihi: 29.04.2012


28 Nisan 2012 Cumartesi

ÇÖKÜŞÜN İZDÜŞÜMÜ “ŞİKE” VE SONRASI


3 temmuz 2011 Pazar günü başlayan şike soruşturma sürecini ne kadar izledik acaba? İzlenmeye değer bulmayanlarımız, spora meraklı olmayıp bu tür haberleri küçümseyenlerimiz ne kadardı? Sporla, özellikle futbolla yatıp futbolla kalkanların gelinen noktada görebildikleri nelerdir? Yoksa hala kafaları karışık mıdır?

Durun, bekleyin kafalar daha çok karışacak.

Mehmet Ali Aydınlar’ın başkanlığında Futbol Federasyonu çıkan şike söylentilerine zamanında cevap verip uygulamalara geçmeyince süreç uzadı. Avrupa futbolunun patronu olan UEFA kendine ait kuralları açıklarken sıfır hoşgörü ile durumu özetliyor. Bunun nedeni olarak spor hukukunun içinde kişilere hapis cezasının olmayışını gösteriyor. Takımları bunun için küme düşürürüz, yada can yakacak kadar eksi puanla lige başlatırız diyorlar. Biz bunları yapmamak için çare arayan M.Ali Aydınları bile silkeleyip attık, takımlara ceza vermeyeceğini açıkça söyleyen Beşiktaş kulüp başkanını borç batağına soktuğu kulüpten kaçmasını kolaylaştırdık, futbol federasyonu başkanı yaptık.

Oysa ortada bir suç var. Bunun için davalar açılıyor, kişilerin hürriyetleri ellerinden alınıyor. Kulüplere ceza verilemiyorsa bu şahıslara da verilmeyecekse, ki muhtemeldir, o zaman bu kişilere ne denecektir? “Size hürriyetinizi geri vererek inayet gösterdim, değerimi bilin!” mi? Adalet böyle sağlanmaz. Adalet mülkiyet ve bireyler arasındaki ilişkilerden doğsa bile esas amaç toplu yaşamı mümkün kılmak değil midir? 

Öyle ama kendiside eski bir futbolcu olan sayın başbakan UEFA’nın İstanbul toplantısında ne demişti? Şike sahaya inmemiş, bu yüzden kulüpleri cezalandırmak milyonlarca insana karşı haksızlık olur. Şahıslarla kulüpleri birbirinden ayıralım demişti hatırlarsanız. Yeni federasyon başkanı Y. Demirören’de zaten bunu savunuyordu. İyide şahısları kulüplerden ayırmak mümkün değil ki.. şahıslar olmadan kulüpler (canlı bir organizma olmadıkları için) hareket etmezler. Hareket etme yeteneği olmayan bir şeye varlık muamelesi yapılamaz. O halde kulüpleri insansızlaştırmak anlamsızdır. O insanlar bir kulübü başarıya götürürken övgü ve ödül olduğu gibi başarısızlık veya uygunsuzluk halinde yergi ve ceza oluyor ya. Yıllar sonra bu durum anıldığında kulübün adıyla anılır. Kişilerin adı unutulur ama kulüplerin adı unutulmaz.

Size bir örnek sunmak isterim
    
04 Mayıs 1968 yılında İzmir’de oynanan maçta Göztepe, İstanbul takımı Feriköy’ü 9-1 yenmişti. Gördünüz mü? Kulüp adını verdim. Kulüp başkanı, takım kaptanı veya kaleci ile diğer oyuncuların adları bugün hiç önemli değildir. Bugün adı hiç geçmeyen, yada çok az geçen bu iki kulübün en farklı skorlar sorgulandığında karşınıza adlarının çıktığını görürsünüz. Çünkü sonuçlar kulübe yazılır, şahıslar kulüplerin sadece enerjileridirler. Şampiyonluklarda, küme düşmede kulübe yazılır. İtalya’da durum böyle olduğu için şahıslar kulüpleri cezai durumla karşı karşıya getirdiğinde kulüpler küme düşürülüyor yada yeni sezona eksi puanla başlatılıyor. Bu cezaları şampiyon olduklarında kupayı almaları gibi düşünün. Tersi durumda kupalarında şahıslara gitmesi gerekirdi. Sevapların ödülünü al ama iş günahların cezasına gelince kaç! Mantık budur.

Günahkârda cennete girmek ister. İster ama cezasını çekmeden, önce ateşte yanmadan cennete giremeyeceğini bilir. Çünkü günah kıyafetinin ve teninin kiridir, onu hiçbir su paklamaz. En iyi temizleyici ateştir. Orda günahkâr yanarken eziyet çeker elbette ama asıl yanan tabaka olmuş kirleri, yani günahlarıdır. Onlar üzerinden düşer ve cennete girebilir hale gelir.

Yeryüzündeki cezalarda buna benzer. Burada verilen cezalar suç işleyeni bir daha suç işlemekten alıkoymak, toplumun düzenini korumak amacını taşır. Yukarda sorduğumuz soruyu gene soralım. Adalet mülkiyet ve bireyler arasındaki ilişkilerden doğsa bile esas amaç toplu yaşamı mümkün kılmak değil midir? 

Sabah ve Vatan gazetelerinin manşetleri büyük bir pazarlığın döndüğünü gösteriyor. Adalet kimsenin umurunda değil. İlkesizlik bizim şiarımız. Önemli olan gönlümüzü hoş edecek şeyler yapmak. Bu pazarlık sonucu Fenerbahçe UEFA ile giriştiği hukuk savaşından vazgeçmiş. Aziz Yıldırım’da bir daha başkan olmaması şartıyla bu davadan ceza almayacakmış.

O zaman bu şike davası ile kamuoyu neden meşgul edildi? Cevabı bu yazıyı aşar. Başka bir yazıda bunu da anlatırız. Bugün konumuz başka.

Osmanlı’nın son döneminde profesyonel futbol 1. ligi olsaydı ve şike soruşturması yapılsaydı sonuç aynı olurdu. Gene ortalığı toz duman kaplardı, gene işi kılıfına uydurma çalışmaları havada uçuşurdu. Kimse ve hiçbir kulüp ceza almaz, ceza evinde yatan herkes evine dönerdi. Çünkü bu bir çöküşün izdüşümüdür.

Ne mi dedim?

Bütün sır “izdüşümü”nde saklı. Onu çözerseniz anlarsınız.


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com


Yayın Tarihi27.04.2012

ENGELLİNİN YALNIZLIĞI PAYLAŞILMAZ (MI?)


Büyüklerimizden duymuştum; “evlere şenlik” derler ve bir ölüm haberi verirlerdi. Bu çelişkili cümleye önceleri anlam veremezdim. Yıllar sonra ölüm haberleri dinleyen kişiye iyi dilek dileyerek verildiğini öğrendim. Evet “evlere şenlik” dün bir arkadaşımın babası öldü. Arkadaşım bir engelli. Annesini yedi yıl önce kaybetmişti. Şimdi işte arkadaşım yapayalnız kaldı. Biri kız biri erkek iki kardeşi var; iki düşman. Onu daha çok üzeceklerinden korkuyorum.

Otuz yedi yaşındaki arkadaşımı ondört yaşındayken erkek kardeşi silahla yanlışlıkla vurmuş. Ben tanıdığımda tedavi süreci bitmiş, hayata yeni durumuyla tutunmaya çalışıyordu. Çok mazbut, çok terbiyeli, eli yüzü düzgün, kibar ve birazda mahcuptu. Öyle her lafa atılmaz, sormadan pek konuşmazdı. Göreni mutlaka etkileyen bir yapısı vardı. Derneğin hepimiz kadar onunda gelişmiş birey olmasında katkısı oldu.

Annesi rahmetli üzerine titrerdi. Her türlü etkinlikte onu yalnız bırakmazdı. Allah için arkadaşım da pek mahirdi. Resim yapma yeteneği vardı. Daha sonra bunu gravüre çevirerek gravür sanatçısı olmuştu. Ama sanat yeterince kazanç sağlamıyordu. Annesinin ölümünün ardından bir sürü iş baş vurusunda bulunmuştu. Başvurular arasında Şeker Fabrikasıda vardı, sonunda ona girmeyi başardı.

Babası bir kere pazaryeri buluşmamızda oğlunun kendi parasını kazanmasına çok sevindiğini söylemişti. “O genç, parasıyla ne isterse yapsın”.. demişti.  Bir iki hafta sonrada babasının düşüp boynunu kırdığını öğrendim. Yatalak olmuştu.. babasına bir bakıcı kadın tutmak için az uğraşmadı. Devlet bu iki sakata yardım edeceğine köstek oluyordu. Bir hakimle kurduğu temasta hakim  bey “senin sorunun beni ilgilendirmez ne halin varsa gör” demişti. Gördü: bir bakıcı bulup babasına hizmet verilmesini sağlamıştı. Devlete sırtını dayamadan kendi imkânlarıyla bakıcı ücretini ödedi.  Oysa devlet engellisine, malülüne, yaşlısına kim sorarsa sahip çıkıyordu.

Yaşamdan yılmıştı. Onun için yaşamak bir mecburiyetti. Oysa kendine özgü düşüncelerle yaşam onun içinde güzel şeydi. Sonradan engelli olmak kolay şey değildir. Gezer koşarken birden bire durmak insan psikolojisinde büyük yıkımlara yol açar. Kendine güveniyle bunu aşmıştı.

Babası sakatlanıp yatağa düşmeden önce okçuluk sporuna başladı. Milli olacak düzeye kadar geldi. Ülke içinde çeşitli dereceleri var. Otomobil sürme merakını eskiden beri bilirim. Bir yarışmada geçirdiği kazayla ölen Brezilyalı ünlü yarışçı Anton Senna’yı çok beğenirdi. Tek hayali karada 250 km üstünde sürat yaptığını görmek. İsterse ölüm bu süratin ucunda olsun, fark etmezdi. Almanya’dan engellilere otomobil getirerek ticaret yapan dernek aracılığıyla tanıdığımız birinden wolksvagen passat 2 kapılı getirtip satın aldı. Daha önce ehliyet almıştı, yol tecrübesi yoktu sadece. Onu 3 günde aştı. Yurt içindeki okçuluk yarışmalarına otomobiliyle gidip gelmeye başladı. Tekerlekli sandalyesinin tekerlekleri portatif. Arabasına binerken onları çıkarıyor, tekerlek ve arabasının gövdesini katlayarak arka koltuğa koyuyor, ineceği zaman bunları teker teker çıkarıp tekerlekli sandalyeyi kuruyor öyle iniyor. Kol kasları epey güçlü. Ben onun yaptıklarını yapamam. Allah bana ayakta durma şansı vermiş, ona kol gücü.

Herkesin engelliliği farklı farklı. Hiç kimseninki aynı değil. Hatta aynı tıbbi tanımla tanınan engelliler bile birbirinden derece olarak mutlaka farklıdır. Buda halkın ilgisini çekiyor tabii. Ondan sonra gelsin sorular..

Biz engelliler çok densiz sorulara muhatap oluyoruz. Mesela bana gusül abdesti bilip bilmediğimi soranda çıkmıştı, cinsel yönümü soranda.. bir keresinde trafik kazasıyla ayağını kaybetmiş, proteziyle yürürken görseniz engelli diyemeyeceğiniz birisi yazıya konu olan arkadaşıma tuvalet durumunu sordu, sondayla idrar sorununu aştığını öğrenince işi azıttı büyük abdestide sordu. Sorarken bende ordaydım. Kulaklarıma inanamadım ve çileden çıktım. Bir insanın özeli kimi ne kadar ilgilendirmeli? “Ben şikayet etmedikçe benim çektiklerimden size ne? Bu arkadaşımızı bu kadar rencide etmeye kimin hakkı olabilir?” dedim. Pişkince “öğrenelim yahu, günün birinde belki lazım olur” dedi. Sanki hayatlar başka hayatlara eklenebilirmiş gibi. Oysa az önce dediğim gibi “herkesin engelliliği farklı” . Aynı engelli türlerinde bile bir durum bir diğerine uymaz.

Her insan gibi engellide aşık olur. Bu arkadaşımda oldu. Hemde hiç özrü olmayan birine. Görünüşte hanımefendi kızımızda arkadaşıma aşıktı. Ben inanmadım. Ne kadar yakışıklı olursa olsun gelecek sunma ümidi olmayan biriyle yaşamak kolay iş değildir. Heyecanlar geçip duygular azaldığında gerçek ortaya çıkar. Yanılmamışım; hanımefendi küçük bir çevreden büyüyen bir kente kaçış aracı olarak arkadaşımı kullanacaktı. Bir başkası ise olayın cinsel boyutunu merak etti. Göğsünden aşağısı duymayan arkadaşıma çok lazımmış gibi ereksiyon halini sormuş. Bunu duyduğumda kan beynime çıktı. Ortalık yerde o da duysun diye yüksek sesle “şu gönüllü kurtarıcılardan kurtulsak kesin kurtuluruz da, bu kurtarıcıları nasıl kurtarmalı” dedim. O da pişkin çıktı. Toplum dayanışması diye bir şeyler geveledi durdu.

İşte bu evrelerden geçen arkadaşım şimdi yapayalnız kaldı. Bir keresinde kendisinin iş saatlerinin 8 saat görünmesine rağmen “sabah kalkıp akşam yatana kadar geçen sürede en az 15 saat oturmak zorunda kalıyorum” demişti. “Artık kalça kemiklerim şekil değiştirdi. Kalçamda çıkan yaralar zor iyileşiyor. Pazar bende, market bende. Fatura ödemeler bende. Akşama eve girdiğimde babam beni bekliyor oluyor. Evelden bana yardım eden adam gözlerimin içine bakarak gözleriyle yardım istiyor. Bir iki söz edelim diyorum bakmışsın uyku saatini geçmişsin. Hiç yardımcım yok! Bütün yükü tek başıma kaldırmaktan çok yoruldum” diye eklemişti.

Bugün (yazıyı bir gün önce yazdım, bu satırları siz okurken dün toprağa verilmiş olacak.) babasını toprağa vereceğiz. Hayat o zaman arkadaşım için dahada zor olacak. Yalnızlık zor şey çünkü. Paylaşılmaz.
          



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com

Yayın Tarihi: 25.04.2012


ÖFKE VE SALDIRGANLIK 3


Bu yazı dizimizde özelde Emre Belözoğlu konu edinilmiş görünsede genelde öfke ve saldırganlık üstüne kurulmuş ırkçılık işleniyordu. Dizi yazımız devam ederken Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu Emre’nin suçunu ırkçılık suçu olarak kabul etmedi. Maç içinde işlenmiş hakaret suçu olarak gördüğünü belirterek futbolcu Emre’ye ırkçılık suçları için verilmesi gereken 4-8 maç oynamama cezası yerine 2 maç oynamama cezası verdi. Buna ne dersiniz bilmiyorum. Bana sorarsanız bir çok nedenle bu görüşe yönelmişlerdir. Öyle bir yönelme ki 7 kişilik ceza kurulu 4’e 3’le bu karara varıyor. Oylama sayısı bile sizce düşüncemde haklı olduğumu göstermez mi?
Neyse bu konuyu burada bırakalım. Yazarların ne dediklerine konu değişmiş olsa bile bakmaya devam ederek dizimizi bitirelim. Ahmet Hakan’da kalmıştık.
***
Bilimsel kanıtlarla desteklenmemiş, araştırma verilerine yaslanmayan bir tezim var benim.
Şudur:
Eğer bu memleketteki Afrika kökenlilerin sayısı yüzde 30’lara falan varsaydı...
-  “Pis zenci” lafı bizde de meşhur olurdu.
-  “Ku Klux Klan” türü kukuletalı madrabaz örgütlenmeleri bizde de ortaya çıkardı.
-  “Siyahlar da insandır” falan diyenlere “Zenci dostu” türü çıkışmalar bizde de alır başını giderdi.
-  Amerika’da Afrika kökenlilere yapılanların benzerleri bizde de yapılırdı.
Afrika kökenlilerin yaşamadığı bir toplumda “biz siyahları çok severiz” demek kolay.
Mesele Afrika kökenlilerin sayıca fazla olduğu bir toplumda “siyah dostu” olabilmekte...
Sirkeci taraflarında Afrika kökenli işportacıların sayısı birazcık artınca ortaya çıkan homurdanmalara bakın, ne demek istediğimi anlarsınız.
Ya da Festus Okey adlı Afrika kökenli gencin başına gelenleri bir araştırın bakalım.
“Bizde Afrika kökenlilerin sayısı fazla olsaydı neler olurdu?” konusunda elimde “bilimsel kanıt yok, araştırma verisi yok” dedim ama aslında var:
-  Mesela... Katledilen bir Ermeni yazarın ardından “hepimiz Ermeni’yiz” sloganının atılması karşısında “sizi gidi Ermeni dostları sizi” türü çıkışmalar “kanıt” sayılmaz mı?
-  Mesela... Mahallesinde başörtülü kadınları gören cicili bicili insanların, “bunların burada ne işi var” demeleri bir tür “veri” değil midir?
-  Mesela... Batı Anadolu kasabalarında en küçük bir kıvılcımın çakması halinde Kürt işçilerinin yaşadıkları mahallelerin etraflarının kuşatılması bir tür “delil” olmaz mı? 

***

Ahmet Hakan’ın soruları yanlış değil. Bu yaşa kadar gördüklerim, zaman zaman içine bilerek bilmeyerek içine düştüğümüz davranışlarımız bundan farklı değildi. 1980’lerde rahmetli Özal’ın Afganistan’lı göçmenleri kabul ettiğini hatırlayınız. 1989 yılında Todor Jivkov zulmünden İsveç’e, daha sonra Türkiye’ye kaçan Bulgaristan’daki soydaş göçünü hatırlayınız. Devletin göçmenleri kucaklayıcı tavrı birçok insanımızın en azından kıskançlık krizine girmesine sebep olmadı mı? Bir çatışma halinde olmasa bile bu konuda herkes daha duyarsızlaşabiliyordu.

Gelelim işin başka bir boyutuna. Onuda milliyet gazetesinden Mehmet Tezkan belirtmişti, okuyalım.  

***

Yobo’yu çıkaranlar Emre kadar ırkçı
Emre’nin suçu yok..
Suç ona o formayı giydirende.. Fenerbahçe kulübünün kapısından sokanda.. Kapının önüne koymayanda..
Suçuna ortak olanda!..
Bu kaçıncı vakası.. Sahada yaptığı hırçınlıkları, ona buna sataşmasını, küfür etmesini, kavga çıkarmasını saymıyorum.. Milli Takım’a bile ceza aldırmış adam!..
Sadece ırkçı hareketlerini söylüyorum..
Bu kaçıncı..
İngiltere’de iki kere yaptı.. Irkçılığa karşı bugünkü kadar sert önlemler olmadığı için yırttı..
Bu üçüncü..
Ağzındaki laf aynı laf; pis zenci..
Dün başkasına bugün Zokora’ya..
Zencileri insandan saymıyor, teninin rengi nedeniyle bir insana hakaret edebiliyor..
Kafası bu..
*
Dün Emre’nin yaptığından daha büyük ayıp işlendi..
Basın toplantısı düzenleyen Emre’nin yanına Yobo çıkartıldı.. Emre’nin siyah tenlilere düşman olmadığı anlattırıldı..
Emre’yi kurtaracaklar ya!..
Samimi fikrim şu..
Yobo’yu Emre’nin yayına oturtup; iyi çocuktur kefilim dedirtenler Emre kadar ırkçı..   
Çünkü yaptığını onayladılar..

***

İşte dar görüşlünün günü kurtarma sevdası böyle olur. Buradan işi nasıl kendimize döndürebiliriz hesabı hiçte zeki olmayan yöntemle uygulamaya sokulur. Ne yazık ki giderek kültürsüzleştiğimiz bir ortamda bundan farklı davranış gösterilemezdi.


BİTTİ


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com
Yayın Tarihi23.04.2012 

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 119


Merhaba sevgili okurlarım. Bu pazarda sizlerle birlikte olmanın o güzel duygusunu yaşıyorum. Gene bir şair ve o şairin şiirleriyle karşınızdayım.

Bugün zor bir şair seçtim. Geleneksel şiiri reddeden ilk yenicilerin ardından ikinci yeniciler adıyla gelen bir akımın temsilcisi olan Ece Ayhan bugünkü şairimiz. Kendisini tanıtan bir yazıyı olduğu gibi aktarıyorum.

1931 yılında Muğla Datça’da doğdu. Asıl adi Ece Ayhan Çağlar. İlk ve orta öğrenimini
İstanbul’da gördü. 1959’da Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdikten sonra Gürün, Alaca, Çardak ilçelerinde bir süre kaymakamlık yaptı. 1966’da memurluktan ayrıldı İstanbul’a gelerek Sinematek’te, Meydan Larousse’da, e Yayınları’nda çalıştı. Üç yıl süre ile İsviçre’de tedavi gördü. Dönünce bir süre İstanbul’da ve Bodrum-Gümüşlük’te yaşamını sürdürdü. Çanakkale’ye yerleşti. İlk şiiri 1954’te “Türk Dili”nde yayımlandı. Türk Dili, Varlik, Yenilik dergilerinde çikan (1954-55) birkaç şiirinden sonra Seçilmiş Hikâyeler, Pazar Postası, Yeditepe dergilerinde yazdı. Kendine özgü çağrışımlar ve göndermelerle örülü şiirleriyle hem Türk şiirinde hem de İkinci Yeni’nin içinde kendine farklı bir kanal açtı. 1965’te yayımladığı Bakışsız Bir Kedi Kara ve 1968’de yayımlanan Ortodoksluklarla neredeyse bütünüyle “özel bir dil” halini alan bu şiir, 1973’te yayımladığı ve daha geniş bir okur kitlesince alımlanan Devlet ve Tabiat’ıyla birlikte bu kez de “Sokağın diliyle” okurunu (ve izleyicilerini) olusturdu. 1977’de yayımlanan ve kitapla aynı adı taşıyan ünlü şiirini ve ilk dört kitabini içeren Yort Savul ise şiirinin kendisinden sonraki kuşaklar üzerindeki gücünün belki de topluca belgelenişi idi. 1981’de Zambaklı Padişah, 1982’de de “tarihin düzünden okunduğu” Çok Eski Adıyladır’ yayımladı. Ece Ayhan’ın şiiri üzerinde Enis Batur, Tahta Troya’yi (1981), Ender Erenel Ece Ayhan Sözlüğü’nü, Kemal Yangın-Orhan Alkaya ikilisi ise Çok Eski Adıyladır Sözlüğü’nü yayımladı. 12 temmuz 2002 de hayata veda etti.

...

MEÇHUL ÖĞRENCİ ANITI - 

Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı,
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür.

Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
- Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
- Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.

Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım

O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik
Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazmıştır:
Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler

Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
Her çocuğun kalbinde kendinden büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek

ECE AYHAN

***

AÇIK ATLAS


Hayattan ders veriyor diye öğretmenleri kızdıran
Tuzu bir bulmuş çocukları saklamadan güldüren dünyaya
Su kaçırmaz bir eşeğin sesine açıktır penceresi
Bir sınıfın, batı son dersinde, kuşluk vakti

Meşeler yapraklanınca bir tuhaf olurlar işte
Koparılmış kürt çiçekleri, hatırlayarak amcalarını
Azınlıkta oldukları bir okulda bile, sorarlar soru
Neden feriklerin ve eşeklerin memeleri vardır?

En arka sırada çift dikişliler, sınavda en öne
İntihara ve denizde nasıl boğulmaya çalışırlar
Yalnız Orta Doğu’da el altında satılan bir atlas
Kim demiş on sekiz yaşından küçükler okuyamaz

Bakıldı ki kum saati, ters çevrilmiş, çıt, usul isa asi olmuş
İkinci karnede babası yarısını silahıyla dışarıda bırakıp
Öyle öğretildiği için saygılı, sınıfa giren parmak çocuğun
Boş yerine, girilmeyen bir dersin denizi, gelip oturmuş

Açık kalmış atlası, deniz taşmıştır, darılmasın Fırat ama

Hayatın orta öğretmeni sustu, dondu gülmeleri çocukların
Bir cenaze töreninde daha ölümü karşılamaya götürüleceğiz

Efendiler! Eşekler susabilirler
Ne yani çocuklar hiç gülmeyecekler mi?

ECE AYHAN

***

ÇAPALI KARŞI


Kollarında eski balık dövmeleri
teodor kasap perhiz ahali içmez
ay türkçe rakı çıkmıştır kapalı
ve geniş muhlis sabahattin’den
ayşe opereti ne güzel bir hiç

Üç yıllar var ki minyatürlere mahkûm
Teodor’un o eski balık dövmeleri
ay osmanlılaşmış abi tüfekçi olmuş
ve korkunç taş gülmekler muhlis’te
gibi merdivenli bir sokaklar uzatmış
çiçek bahçelerine kaçabilsin ayşe
atlı tramvaylarla ne güzel bir hiç

İşte o biçim gecelerde kucaklamış
getirir enflasyon arkadaşlarını
kova abdülhamit akşam gazeteleri
dağlar gibi yalnızlık ne güzel bir hiç.

ECE AYHAN

***

FAYTON
                              Erol Gülercan’a

O sahibinin sesi gramofonlarda çalınan şey
incecik melankolisiymiş yalnızlığının
intihar karası bir faytona binmiş geçerken ablam
caddelerinden ölümler aşkı pera’nın

Esrikmiş herhal bahçe bahçe çiçekleri olan ablam
çiçeksiz bir çiçekçi dükkanının önünde durmuş
tüllere sarılmış mor bir karadağ tabancasıyla
zakkum fotoğrafları varmış cezayir menekşeleri camekânda

Ben ki son üç gecedir intihar etmedim hiç, bilemem
intihar karası bir faytonun ağışı göğe atlarıyla birlikte
cezayir menekşelerini seçip satın alışından olabilir mi ablamın.

ECE AYHAN

***

KILIÇ

M.Ç. için

Ey  serseriliğin denizleri! Ey ahtapotları atılmışlar kıyıya mutsuzluğun! Bir
kraliçedir oğlum kanatlarını açmış. Örtünür canfes. Unutur gitgide yıkılmış babası
büyücü. Selanik’te geçirir kışı.

Gelmiş bir kadınla konuşur. Mısrâyım’den. Yorgunluğu kusursuz bir at mor.
Uyuya kalmış kayalıklarda. Yükselir niçin bilinmez deniz. Ey batık gemiler! Ey sürgün
karaltıları! Ağlıyan bir melez ben.

Anlatılmaz bir kılıçtır kuşanmış taşırım belimde karaduygululuk.

ECE AYHAN

***

KINAR HANIMIN DENİZLERİ


Bir çakıl taşları gülümseyişi ağlarmış karafaki rakısıyla
şimdi dipsiz kuyulara su olan kınar hanım’dan
düz saçlarıyla ne yapsın şehzadebaşı tiyatrolarında şapkalarını
        tüketemezmiş hiç

İşte kel hasan bu kel hasan karanlığı süpürürmüş
ters yakılmış güldürmemek için serkldoryan sigaralarıyla
işte masallara da girermiş bir polis o zamanlardan beri sürme
        kirpiklerini aralayarak insanları çocukların

Ve içinde birikmiş ut çalan kadın elleri olurmuş hep
gibi bir üzünç sökün edermiş akşamları ağlarken kuyulara kınar
        hanım’ın denizlerinden.

ECE AYHAN

***

ORTA İKİDEN AYRILAN ÇOCUKLAR İÇİN ŞİİR


Sivil ölümden konuşuyoruz dağılan neftilikler
arkadaşlar Makedonyalı kalın usta marangozlar.
Kapaklanır bir adam daha kaçıncı, aktığımızı görünce
ters çevrilmiş kente karşı işte onun denizlerine
delikanlı kostaklarımızı çıkarmış ve ırmaktır.

Erkek ölümden konuşuyoruz yeni ormanlardan
dahi “dikeni seven gülüne katlanır bir kadın”dan.
Haramiler ki kırkın üstünde artık sayıları
bir küçük tabut tabakada gezdirirler ölüleri fakfon
burunları çekmek üzre, ince çağrışımlıdır.

Ey orta ikiden ölerek ayrılan çocuklar! aslında başlayan
askerler tabiatta hâlâ tramvaydan Sirkeci’de mi inerler?
süsüne kaçılmamış bir cenaze törenine gitmek için.

ECE AYHAN

***

SENTEZ

Şu taşbasması
İşkence Usülleri kitabı
Nerede basma iş
Babil’de
Babil’de bir çocuk demek
Bizi kullanıp kullanıp duruyormuş
Ama biz bu değiliz ki
Daha ilk sayfalarda
Karşımıza çıkıveriyor
Başkasının gözleri
Başkasının ağızları dudakları
Babil’de basılmış
Birer birer açılan
Hayatımıza.

ECE AYHAN

***

USTA İŞİ


1.Fakir kuş hiç unutmaz, kitapların yakıldığı yıldı

Kırk kapıdan birden devletle girdiğini gördük
Başsız bir at ve içindeki solgun süslü binicisinin

Dervişlere göre parçalanmış ölüm doğudan dönüyordur

Onun için ki acı bir suyla üçe bölünmüştür bir kent

2.Fakir kuş hiç unutmaz, ustaları ölmüş oğlan çocukları
Denizden çıkınca birbirlerinin saçlarını tararlardı

Ah karpuzun içindeki kesmece delikanlım İstanbul
Yüreğini utanarak saklıyor ve çürümüş çiçek kokuyorsun

Okuma parçası bir kentin üstünde kara güvercinler uçuşuyor.

3.Fakir kuş hiç unutmaz şu altın eytişimsel yasayı da
Tarihte nice ve nite şehzade bilmeden atını taşımıştır

İşte onların sandukalarında usta işi gazeller oyuludur

ECE AYHAN

***

YALINAYAK ŞİİRDİR


1.Biz tüzüklerle çarpışarak büyüdük kardeşim

Emrazı Zühreviye Hastanesi’ne kapatıldı anamız
Adıyla çalışan ermiş Sirkeci kadınlarındandır

Şeker atar hâlâ mazgallardan Cankurtaran’da
Acı Bacı’nın acı bilmez uçurtma çocuklarına

Yıl sonu müsamerelerine kimler çıkarılmaz?

2.Velhasıl onlar vurdu biz büyüdük kardeşim

Babamız dövüldü güllabici odunlarla tımarhanede
Acaba halk nedir diye düşünür arada işittiği

Dudullu’dan tâ Salacak’a koşarak alkışlayalım
Fazla babalarıyla dondurma yiyen çocukları

Hangi çocukların neye imrenmesi yalınayak şiirdir?

ECE AYHAN

***

GÖKYÜZÜNDE BİR CENAZE TÖRENİ


Düşmemiş Hazerfan Efendi’yle karşılaşır mı acaba?

Bir bakmışım baloncusu uçmuş kan mavisi balonlar
Kuşların vurulduğu mevsim Üsküdar iskele alanında

Bir bakmışım gökyüzünde gömülmez bir cenaze töreni
Ve aşağıda, yıkanmış balonlar demetinin başında

Kurşun ayaklı bir parmak çocuk, kırılır ağlamaz
Ölümü ustaca oyalayan babam öldürülmüş ben satarım

Kopmuş bir kocakarının da eteklerinde azat kuşları
Oğlum öldürülmüş ben satarım Üsküdar iskele alanında

ECE AYHAN

***

İkinci yeni akımının temsilcisi Ece Ayhan’a ayırdığım bu haftaki yazıyı bitirirken hepinize mutlu pazarlar diliyorum sevgili okurlar! Şiir ve müziklerle iç içe hoşça kalın.


  
Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com 


Yayın Tarihi22.04.2012

ÖFKE VE SALDIRGANLIK 2


Öfkenin abidesi baş mimarımız 1. Emre Bey kendisini eleştirenlere karşı “Türk futbolunda benim kariyerimde bir oyuncu olduğunu da düşünmüyorum. Rıdvan Dilmen dahil kimsenin, bana çantamı toplamam gerektiğini söyleyebileceğine inanmıyorum. (...)” dedi ya pişkinliğin, aymazlığın bu kadarına pes denir artık. Bununla ilgili yazdıklarımı okudunuz. Bu yazıda Emre’nin Trabzonsporlu oyuncu Didier Zokora’ya “pis zenci” demesi üzerine köşe yazarlarının yazılarına yer vereceğim.

Hıncal Uluç böyle oyuncuları denetlemeyen, aksine payeler veren yönetim ve hocalara karşı çıkıyor. Oysa 1. Emre Bey’imiz hocaları ve yöneticileri tarafından tedavi görmesi için ilgili yerlere ve yetkili kişilere gönderilmeliydi diyor ve herkesin bu konuda sorumlu olduğunu vurguluyor.

HINCAL ULUÇ

“Süper Final’e Fenerbahçe, Trabzon galibiyetiyle başladı ancak Emre’nin, Zokora’ya söylediği ırkçı sözler gündeme bomba gibi düştü.
Avrupa’da olsaydı Emre’nin futbol hayatı bitmişti (son günlerde Arda’nın oynadığı atletiko Madrit’e gideceği söylentileri çıkmıştı A.G.).  Şimdi de ona Avrupa yollarının kapandığını düşünüyorum.
Fenerbahçe’nin bu sene sonunda anlaşma yapmayacağı neredeyse kesin...

Bu sene boyunca Emre diyelim; 25 maç oynadı. En az 15’inde kırmızı kart görmesi lazımdı. Emre sarı bile görmeden sahadan çıktı.
Fenerbahçe yönetimi onun ne halde olduğunu görüyor. Bu Emre’nin tek başına hakkından geleceği bir şey değil. Emre’nin psikolojik, profesyonel yardıma ihtiyacı var. Dünyada ‘öfke kontrolü’ diye bir tedavi var. Fenerbahçe yönetimi tam tersine Emre’nin arkasında durdu! Kulağını çekeceğine, tedavi ettireceğine... Sonunda bu hale getirdiler.
O lafı ettiği için Emre’nin, Zokora’dan daha üzgün olduğunu biliyorum. 

Cezayı verecekler ama ceza Emre’yi kurtarmaz. Emre’nin tedaviye ihtiyacı var.
Emre’den sorumlu olanları ben saymaya kalkarsam bitmez! Fatih Terim hocam dahil!.. Tedavisi gereken adamı milli takım kaptanı yaptı, gençlerin önüne ‘örnek’ diye koydu. ‘İşte buna benzeyin arkadaşlar, bakın bu üstün vasıfları dolayısı ile milli takım kaptanlığına layık görülmüştür.’ Türk Milli Takımı, Emre’nin arkasından çıktı!
Kızdığı anda, ‘F..king nigger’ diyebilecek bir adamı kaptan yaptık biz ve başımıza neler geldi! Milli maçlar da dahil...
Onun için federasyon da kabahatli, Fenerbahçe de kabahatli, hocaları da kabahatli, Türk spor medyası da kabahatli!..
Emre şu anda kurbanlık koyun; kesin kafasını!..”

Ahmet Hakan bizde ırkçılığın olmadığı sözüne takmış. Gösterdiği gerekçeler çok sağlam. Bu gerekçelere bakarsanız çok haklı. Bizde olmayan bir şey üstüne kesin hüküm vermek adetide vardır. Bu hükümlerin ne kadar tutarsız olduklarını söylemeye bile gerek yok!

AHMET HAKAN

“ -Pis zenci- meselesi

FUTBOLCU Emre Belözoğlu’nun Trabzonspor’un Fildişi Sahili vatandaşı futbolcusu Didier Zokora’ya -pis zenci- dediği iddia ediliyor.
Aslında İngilizce daha ağır bir ifade kullanmış ama bizim basın o ifadeyi “pis zenci” olarak yansıtmayı tercih ediyor.
Neyse... 
Emre Belözoğlu böyle bir şey yapmış mıdır?
Bilmiyorum.
“Günahı boynuna” deyip geçelim.
Ama “Türkler Afrika kökenli insanları çok sever” diye bir klişe var ya...
İşte bu klişeyi geçmeyelim.



DEVAM EDECEK


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com
Yayın Tarihi: 20.04.2012


ÖFKE VE SALDIRGANLIK 1


Ülkemiz bulunduğu coğrafyanın özelliğiyle daima hareketlidir. Bundan mıdır bilinmez; insanlarımızda hareketli ve öfkelidir. Her alanda bunu görmemiz mümkün. Her alanda insanlarımız patlamaya hazır bir bomba sanki. Bunun yararlı yönü de vardır, fakat çoğunlukla zararlarını görüyor ve çekiyoruz. Ülkemizin bulunduğu coğrafyanın özelliği dedik ama bu öfkenin nedeni sadece buna bağlanamaz. Öfkemizin birazda korunma ve savunma güdülerimizden kaynaklandığını söylersem yanlış yapmış olmam herhalde. Korunma ve savunma güdülerimizde bu konuda kendimize duyduğumuz güvenin azlığını ele veriyor bence. Yada hiçbir kültürel donanıma sahip olmadan, aşırı güvenimiz sonucu kendimize taparcasına toz değdirmeme azmimizde öfke patlamalarımızı doğuruyor. İnsan kendini büyüttüğü oranda kişiliği küçülür oysa. Tersine durumla kişilik gelişmiş olur. Gelişmiş kişilik kimseye huzursuzluk vermez. Böyle kişiliğe sahip insanın kendisi de rahat eder. Çünkü her olayda bin dert yaratmaz; aksine ortada bulunan sorunları çözer.

Bugün buna bir örnek olarak futbolcu Emre Belözoğlu’nu göstereceğim. Biliyorsunuz geçtiğimiz Pazar günü İstanbul Kadıköy’de Fenerbahçe’nin 2-0 kazandığı Fenerbahçe Trabzonspor maçı yapıldı. Fenerbahçe’nin Trabzonsporla arasında, 1995-96 sezonunda Trabzon’da 2-1 yenip şampiyon olduğu yıldan bu yana süregelen bir düşmanlık vardı. Geçen sezon çıkan şike iddiaları da bu duruma tuz biber ekmişti. Son oynanan maçtan sonra Trabzonsporlu futbolcu Didier Zokora televizyonda Erme Belözoğlu’nun kendisine “pis zenci” dediğini belirterek yeni bir tartışmanın fitilini ateşledi. Bu fitil öyle böyle bir fitil değil. Irkçı çağrışımları olan bir fitil.

İşte “fitbolcu” (kültürsüz, küçük insanların kolayca sınıf atlamasına imkân veren sporu halkımız böyle adlandırıyor) Emre böyle bir tartışmanın baş mimarı. Büyük baş mimarımız 1. Emre bey öteden beri maçlarda çok manalı bakışlar atıyordu zaten. Her an birini tepelemeye hazır horoz duruşu sergilemekten hiç çekinmiyordu. Galatasaray’dan İtalya’nın İnter takımına adeta kaçarak gidişide bu günlerin habercisiydi. Hatta ilk adımlardan birini İngiltere’nin Newcastle United takımında oynarken, şimdilerde Fenerbahçe’de de birlikte oynadığı Yobo’ya aynı ırkçı hakarette bulunarak atmıştı. O zamanlarda UEFA ırkçılık karşıtı politikalar uygulamadığı için ucuz kurtulmuştu. Bu kez kazın ayağı öyle değil. Bakalım ne cezalar alacak.

Konum Emre’nin alacağı ceza değil. İşin o tarafı beni ilgilendirmiyor. Türkçemizde güzel bir deyim var; “kendi düşen ağlamaz”. Oda hareketlerinin sonuçlarına mecburen katlanacak. Ama bence daha vahim bir sonuç daha var. İnsanlar kariyerleri kadar mı konuşma hakkına sahipler? Çünkü büyük baş mimar 1. Emre bey; “Türk futbolunda benim kariyerimde bir oyuncu olduğunu da düşünmüyorum. Rıdvan Dilmen dahil kimsenin, bana çantamı toplamam gerektiğini söyleyebileceğine inanmıyorum. (...)” dedi.

Ne yapmış emre bey, gençliğine rağmen İnter’de devamlı forma bulamamış, Newcastle United’da da bekleneni verememiş ve mecburen ülkeye, adeta kaçtığı ülkesine geri dönmüştü. Kariyer dediğine bakın. Her dış geziye giden turiste öyleyse biz kariyer yapmaya giden temsilcimiz olarak bakmamız lazım. Çünkü 1. Emre bey yurt dışında turist gibi dolaştı. Diyelim ki dolaşmadı da kariyer yaptı, kimse kendisine hatalarını söyleyemeyecek miydi yani? Her tartışmada kariyer denkliği mi aranır? Eğer öyle bir adet gelişirse çok eski tarihlerde önce eski yunanda uygulanan, daha sonra roma imparatorluğunda da kabul gören demokrasi anlayışına dönülür. Orda yurttaş sadece soylular, tüccarlar ve subay düzeyindeki askerlerdi, diğer kesimler hiçbir söz hakkı olmayan köleydi. Üstlerinden kırbaç hiç inmez, her yerde evcilleştirilmiş güçlü hayvanlarla beraber kullanılırlardı. Ölmeyecek kadar bir tayınla idare ederlerdi.

Kısaca bugün gelinen noktaya öyle kolay gelinmedi. Herkes nasıl ki aynı havayı kokluyor, aynı suyu içiyorsa demokrasi vasıtasıyla aynı yurttaşlık haklarına sahiptir. Bu hak sadece bir zümrenin veya bir kişinin hakkı değildir. Kimsenin tekeline bırakılamaz. Kimsenin denetimine de tabii.  

Bugünkü yazımızı burada keselim. Bundan sonraki bölümde konu hakkında yazılanları değişik açılardan değerlendireceğim.


DEVAM EDECEK



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com


Yayın Tarihi18.04.2012


SON ARAŞTIRMA VE BULUŞLAR ÜSTÜNE 4


Önceki yazımızı şöyle bitirmiştim:

“Ben dinime saygılı, belki her ibadete değil ama yetişebildiğim ibadetleri yerine getirmeye çalışan biriyim. Lakin din kisvesi altında yenilen herzeleri de görürüm. Son örnek ebediyete göç eden rahmetli bir siyasetçimizin çocuklarının verdikleri miras kavgasıdır. Ortaya konamayan yolsuzluklar bir ölümün ardından kendiliğinden kamuoyunun bilgisine dahil oldu. Gelecek yazımız bu konuyla başlayacak. Bu bölüme kadar neleri anlattık, burada bir sapmamı olacak, demeyin. Hayır sapma yok! Devamda göreceksiniz.”

Yazımızın bu bölümüne başlarken hemen belirtmeliyim bilimsel sığlık toplumun her katmanına kazanç hırsı yükler. Bu yüzden vereceğim örnek çok kişinin hoşuna gitmeyecektir. Ama durum bu; ne yapabilirim?  Şu kıyaslamayı yapmaya kimse yer verecek şekilde yaşamasaydı, herkes ‘olduğu gibi görünseydi’ samimi davranmış olmaz mıydı?

Örneğe bakın bakalım. Bakın ve üzülmeyin de göreyim; 

“ATEİSTİN BİRİ-DİNCİNİN BİRİ

Ateistin biri, kitaplarıyla edindiği servetini yoksul çocuklara adadı.
Ölümünden sonra kendisi için şatafatlı mezarlar yapılmadı; yeri bilinmiyor. Ama yüzlerce yoksul çocuğa, onun bıraktığı eserlerin geliriyle halâ eğitim olanağı sağlanıyor.

Dincinin biri, akıl almaz ve şaibeli bir servetin sahibi oldu.
Şatafatlı düğünler, ailesinin lüks hırsı ve kendisine emanet edilen trilyonlar, kendi partisi tarafından bile sorgulandı. Mahkeme kendisini suçlu buldu; talebeleri O’nu kurtarmak için özel yasa çıkardı. Bugün evlâtları o şaibeli mal varlığı için birbirine düştü..!”

Ya, işte böyle. Paranın dini imanı yoktur boşuna dememişler. Herkesi yoldan çıkarmaya gücü yeter.

Şimdide ülkemizde sevindirici bir gelişmeden söz edeceğim. Boğaziçi Üniversitesi görme engellileri düşünmüş. Nasıl mı? Buyurun epey bir süre önce Radikal gazetesinde çıkan haberi okuyalım, nasıl olduğunu öğrenelim.

“GÖRMEZLERE SESLİ KİTAP

Boğaziçi Üniversitesi’nin Türk Telekom’un desteğiyle kurduğu sesli kütüphane, görme engellilerin yüzlerce kitap arasından istediklerini dinlemelerini sağlıyor.
Radikal gazetesi projeyi, merkezin direktörü Engin Yılmaz’dan dinledi ve haberleştirdi.
Yönetmenliğini Gürkan Kurtkaya’nın yaptığı reklam filmi Kiev de çekilmiş. 20 gün süren çekimlerde 18. yüzyılın Rusya’sı canlandırılmış, hatta Suç ve Ceza’daki saman pazarı yeniden inşa edilmiş.

Boğaziçi GETEM’in (Görme Engelliler Teknoloji ve Eğitim Laboratuvarı) telefonları susmuyor bugün. Türk Telekom’un desteğiyle kurdukları ‘Telefon Kütüphanesi’ açılalı beş gün olmuş. Merkezin görme engelli direktörü Engin Yılmaz, telefonu açıyor, ekranı kapalı bir bilgisayar karşısında üye olmak isteyen bir kullanıcıdan aldığı bilgileri giriyor: ‘Adınız? Soyadınız?’ Bilgisayarının ekran okuyucusu, hızlı hızlı ekrandaki bilgileri okuyor. Yılmaz, soruyor: ‘Görme engelli misiniz? Hayır mı? Telif haklarından dolayı yalnızca görme engelliler kullanabiliyor. Evet... Özür dilerim.’
Röportaj sırasında görme engelli olmayan ama kütüphaneden yararlanmak isteyen birkaç kişi daha arıyor. Projenin popülaritesinin artmasında, Türk Telekom’un Kiev’de çektiği çarpıcı reklamın da etkisi olduğu şüphesiz. Reklamda, telefondan Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sını dinlerken Raskolnikov’u hayal eden bir görme engelli canlandırılıyor.

YEMEK KİTABINDAN FOUCAULT’YA

Aslında GETEM, 2006’dan beri internetten sesli kütüphane hizmetini sunuyor. 11 bin eser var e-kütüphanelerinde, hepsini gönüllü okuyucular seslendirmiş. 2500 görme engelli üye, bu dosyaları internetten indirip bilgisayardan dinleyebiliyor. Yemek kitabından çocuk kitaplarına, Foucault’dan radyo tiyatrolarına her şey var...

Uzak illerden insanlar arıyor,
-Sayenizde hayata bağlandım diyor.
-Belki de onları dışarı açan tek şey bu diyor Yılmaz. Herkesin kendisine kitap okuyacak biri olmuyor hayatında. Kişi, aslında bir şeyleri bağımsız olarak, tek başına yapabildiğinde müthiş bir güven kazanıyor. Körlüğün doğru imkânlarla kötü bir şey olmadığını o zaman anlıyor, erişebilirliğin ne olduğuyla bu şekilde tanışıyor”

Bir ara bu reklam ekranlarda çok yer tutmuştu. Devam etseler keşke. Bu reklamla istedikleri yardımı daha kolay alabileceklerini düşünüyorum. Yardımda ne biliyor musunuz? Düzgün okuyabilenlerin okudukları kitapları sesli okuyarak kayıt yapmaları.. birde ders kitapları özellikle sesli okunmalı. Çünkü görme engelli öğrencilerin bu konuda şikâyetleri çok. İşte bunları olsun çözümlemek ve görme engellilerin taleplerine cevap verebilmek için gönüllülerden yardım istiyorlar.

NASIL GÖNÜLLÜ OKUYUCU OLUNUR?

“Gönüllü okuyucu olmak için, GETEM’in internet sitesindeki formu doldurduktan sonra beş dakikalık bir deneme kaydı yolluyorsunuz. Sonra, listeden okumak istediğiniz kitabı
seçerek sesinizi kaydediyor, CD ile üç ay içinde GETEM’e ulaştırıyorsunuz. Okuduğunuz kitap, GETEM’in dışında birçok sesli kütüphanenin arşivine de giriyor.”

BİTTİ

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com


Yayın Tarihi: 16.04.2012

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 118


Merhaba sevgili okurlar. Bu satırları Cuma günü yazıyorum ve bugün hava çok güzel! Umarım gazeteyi okuyacağınız gün (yani size göre bugün, bana göre öbür gün) gene hava aynı güzellikte kalır. Baharı damarlarımızda hissetmeden uzun bir kışın uyuşukluğunu üstümüzden atamamız başka türlü mümkün değil. O da güzel havalarla olabilir. Güzel havalar; Orhan Veli’yi hayata bağlayan, aşık eden havalar.. güzel havalar; güneşli ve ılık havalar. Henüz kelebekler çıkmadı kırlarda. Leyleklerde görünmedi daha. Ama nerdeyse gelirler artık. Savaş ve hastalıklar yerine onlar sınırları aşsın. Onlar dostluklar getirsin uzak diyarlardan. Biz insanların yapamadığını onlar yapsın artık. Gene ufukta bir savaş belirtisi var. Bize ait olmayan pis bir savaşa sürükleniyoruz. Leylekler önlese savaşları, çünkü başlardan akıl uçtu; bahar önlese. Ama baharla savaşlar azmıştır tarih boyunca. Korkum bu. Bu korkuyu yenmek için gelenek haline getirdiğim Pazar yazılarımda gene şiire yer vereceğim.

Bugün sizlere M.Sunullah Arısoy’u tanıtacak, şiirlerinden seçtiklerimi sunacağım.  

Şairimiz M. Sunullah Arısoy 1925 yılında İstanbul Şile’de doğdu, 1988’de öldü. İstanbul Haydarpaşa Lisesi’nde okurken eğitimini yarım bıraktı. Bir ara Ankara’da bir bankada, daha sonrada Bilgi Yayınevi ile Türk Tarih Kurumu Basımevi’nde çalıştı. İlk şiirleri Varlık dergisinde 1950’li yılların sonunda yayınlanınca adı ünlendi. Önce Garip akımı ve İkinci Yeni etkisinde şiirler yazdı.

Şiirlerinde halk şiiri etkisi görülür. Bol bol halk şiiri temalarından da yararlanmıştır. 1960 sonrası kısa, karamsar toplumsal içerikli bir şiire yöneldi.
Biçim denemelerinden geri durmadı, buna bağlı olarak divan edebiyatına özgü gazel tarzında şiirler denedi. Özdemir Asaf'ta olduğu gibi kısa, keskin sözcüklerle özlü anlatıma dayalı şiirler yazdı. Roman ve uzun anlatı türünde eserleriyle, mizah türünde de yazılar yazmıştır.

Gelelim şiirlere..

...

ANLADIM DA

Geceleri yoksun
Yatağım boş
Sabahları da
Anladım da
Yüreğimden
Niye çıkıyorsun

M. Sunullah Arısoy

***  

BİR ÖYLE YOLCU

Yorgun bir yolcu
Güneye doğru
Güz güneşi altında
Biraz eskimiş
Kimi yeri unutulmuş
Hüzünlü bir şarkı gibi
Acıları suskunlukla sırtlamış
Göğüslemiş nice savaşımları
Yürüyordu.

Gördüm
Yorgun bir güzeldi
Gülümserken
Ve yürürken
Ve bakarken
Ve içerken
(Ne güzel içiyordu
Şiir yazıyordu sanki)
Ve hiç konuşmazken
Sanki unutmuş.

Sabah erden
Uyanan gökyüzüne baktı
Suskun gülümsedi
Dağlarda arandı
Gözleri
Suskun gülümsedi.

Ormanın neftiliğinde
Ve dağ başlarında
Derindi yitiriverecekti
Gözleri
Suskun gülümsedi.

Tavukları sevdi gözleri
Horozlara göz kırptı
Suskun gülümsedi.

Güneşi avuçlarca
Uzandı elleri
Mavilere bulandı
Suskun gülümsedi.

Yürüdü gitti
Gördüm
Bağışlayan gözleri
Kaldı ardında.

Yollar uzayıp gidiyordu
Yollarda yorgun bir yolcu
Görüntüsü gittikçe küçülüyordu
Da izlenimi büyüyordu
Gibime geldi.

Baktım
Yanımda yöremde
Bir büyük boşluk
Almış götürmüş birileri
Birileri bir şeyleri
Diyelim
Sızısını yüreğimin
Acımı, tutkumu, sevimi
Her bir şeyimi.

Biliyorum
Onu amacı iyilikti
Ondan aldı yükümü
Ama ben
Nasıl yaşarım şimdi
Böyle acısız, savaşımsız
Tutkusuz, sevisiz.

Bir sızı mı ki
İnceden ve derinden
Unutmak isterken
Ardından iz süren.

M. Sunullah Arısoy

***  

CAN GÜLLERİ

Gökte yıldızlar kırpışır, de ki üşür
Ceylan yüreğim benim, hop eder durur
Avcıdan değil benim korktuğum, deliden
Yol ortası can gülleri öpüşür

M. Sunullah Arısoy

***  

EYÜP

Hiç gitmemiştim, yıllar var Eyüp’e
Dedemin, bilmediğim mezarı Eyüp’tedir
Amcam Eyüp’te oturur
Çocukluğum Eyüp’te geçti benim
Bir “Şeyh Efendi” hatırlarım daima:
İnce ve solgun yüzlü ihtiyar;
İnce, uzun ve beyaz sakallı!

Evde kalmış yaşlı kızlar hatırlarım
Eyüp gelince aklıma
Öyle bir içine çekiliş, bir garip sessizlik!

Sabah erken uykulu gözlerle
Yine o garip sükun ve mütevekkil eda içinde
Fabrika yolunda kadın, erkek, genç, ihtiyar!
-Kimbilir kimdir, ekmeği düşünmüyorum
Diyen bahtiyar?-

Ve akşamüzeri, aynı kalabalık:
Aynı yorgun adımlar, yorgun ve sessiz
Karanlık yollara doğru, karanlık ve dar!

Garip bir korku hissediyorum:
Yollarında Eyüb’ün, evlerinde...
“Allah’a mı yakınlaştım?” diyorum;
Allah’a giden yol Eyüp’ten midir,
Nedir?

Evde kalmış yaşlı kızlar hatırlarım;
Öyle bir içine çekiliş, bir garip sessizlik!
Gün batışının hazin akşamları
Ve güvercinler gelir aklıma: bol ve ehli..
Genç işçi kızlar gelir, gizli aşkları gelir,
Küçük çocuğu evde kalmış genç kadınlar
Ve ömrü boyunca fakir, ömrü boyunca çilekeş
-Ama ne heybetli susup da bakışları vardır-
Erkekler!

Eyüp deyince, Allah gelir, ekmek gelir, ölmek
Gelir aklıma!

M. Sunullah Arısoy

***  

NEDEN

Bütün karanlıkları aştım da
Geldim sana takıldım
Işıktın
Neden karardın

M. Sunullah Arısoy

***  

OZANCA

Kimi acıları ozan
Kendi yaratır
Oturur bir güzel çoğaltır
Çoğaltan ozansa
Tartışmasız
O doğrudur

M. Sunullah Arısoy

***  

SABAH

Sabahı etmek zor
Bitmiyor ki bu geceler;
Çocukların bünyesi içindir, anladım
Vaktin sıkıcı uzunluğu.
Ya biz, bu uzun vakt-içinde
Karanlığında gecelerin
Nasıl yaşarız?

Bütün yeryüzü, bütün gökyüzü
En namuslu vaktini yaşar sabahları.

Aydınlıkla yıkanır
Sabahtır affeden
Geceler boyu hayasızca işlenen
Fenalık ve günahları.

Ağaçlar kırda, dağda, şehirde
Sabahları alımlıdır.
Yeşiline gönül verdiğimiz çimen
Koklayıp koklayıp da sevdiğimiz
Çiçeklerin her çeşidi.
Sabahları şebnemlidir
Hava sabahları saf
Biz, sabahları namuslu ve iyi.

Sabah olmalı, hep sabah kalmalı
Yeryüzü, iffetli bir gül kurusu ışığında
Bütün yaratıkları dünyanın
Sabahla sağ
Sabahlı dinç
Kardeş muhabbetleriyle selamlar birbirini.
Sabahın serinliği
Dalgalanmalı daima
Geniş ufuklarında dünyanın
Barış ve hürlüğün tek ümidi.

M. Sunullah Arısoy

***  

SENDİN EY AŞK


Güzle gelen sendin ey aşk, sıcacık!
Üzgün yeşiller arasında büyüyen...

Uykusuz ve sarhoş ve yılgın bir gecede
Sendin ey aşk, yaşamaya el eden!

Sendin ey aşk, habersizce gelişen çocuklarla!
Anılarımızda bir dizi, bitip tükenmeyen...

Sendin ey aşk öfkemde güzelleşen!
Sendin, geldim; yorgun içine giremediğim evren...

Durmadan öğüten, durmadan hem ince
Sendin ey aşk, sendin, o rüzgarsız değirmen!

Direncimde, sendin ey aşk, hem de en!
Sızar kan, acısız, uzanmaz, kesik ellerimden..

M. Sunullah Arısoy

***

Bu haftalıkta bu kadar sevgili okurlar. Haftaya sizleri sağlıklı ve neşeli bulmak ümit ve dileğiyle hoşça kalın!



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com


Yayın Tarihi: 15.04.2012


SON ARAŞTIRMA VE BULUŞLAR ÜSTÜNE 3


Elektriğin saklanması kadar iletilmesi de önemlidir. Bu iletim sırasında oluşan kayıplar
önemsiz olmasa gerek. Önemli olduğu için bu konuda da Amerika’da yapılan bir araştırma meyvesini vermiş.

KABLOSUZ VE PRİZSİZ ELEKTRİK

“Elektrik kablosu ve priz tarih mi olacak?

Amerikalı bilim adamları, elektrik kablosu kullanmadan bir cihaza enerji iletmenin yöntemini buldu.

Massachusetts Institute of Technology’de (MIT) yapılan araştırmada, elektrikli cihazlara kablo kullanmadan elektrik iletebilen bir sistem oluşturan bilim adamları, enerji kaynağından 2 metre uzaklıktaki 60 vatlık bir ampulü kablo olmaksızın aydınlatmayı başardı.

Buluşlarını Science dergisinde yayımlayan araştırmacılar, enerjiyi, biri ampulde, diğeri enerji kaynağında bulunan iki bakır bobin arasında elektromanyetik dalgalarla iletti.

MIT'den Profesör Marin Soljacic başkanlığında yürütülen araştırmada oluşturulan sisteme, kablosuz elektrik sözcüklerinden türetilen ‘WiTricity’ adı verildi.

Prof Soljacic, bu yöntemle iletilen enerjinin bir dizüstü bilgisayarı çalıştırmak için gerekli olandan çok daha fazla olduğunu belirtirken, iletilen enerji miktarının artırılması için sistemin daha da geliştirilmesi gerektiğini kaydetti.

Bilim adamları, bu yeni enerji iletim sisteminin özellikle geri dönüşümü sorun olan batarya probleminin çözümü için kullanılabileceğini belirtti. Buna karşın, elektromanyetik dalgalarla enerji iletim yönteminin bazı araştırmalara göre kansere yol açabilecek olması, sistemin yararlılığı konusunda endişeye sebep oldu.”

Haberin sonu iç karartıcı. Bunun günlük hayatta kullanımı çok düşük yoğunluktaki bir kullanım için belki olabilir. 

Beyin organlarımız içinde en az yenilenen, ileri yaşlarda yenilenmeyip hatta kimilerinde gerileyen, hiçbir şekilde de ameliyat yoluyla müdahale edilemeyen organımızdır. Çünkü bıçağın değdiği yer vücudumuzun herhangi bir yeri gibi tedavi olamıyor. Fakat bir haber beni çok umutlandırdı. Beyin hücresi üretmeyi Amerikalı bilim adamları başarmışlar. İşte haber:

“BEYİN HÜCRESİ ÜRETİLDİ

Amerikalı bilimadamları ilk kez deriden beyin hücresi yaratmayı başardı

55 yaşındaki bir kadının cildinden alınan hücrelerden üretilen nöronlar birbirlerine sinyal gönderebildi.

California Üniversitesi’nden uzmanlar önce deri hücrelerini kök hücreye dönüştürüp ardından mikro RNA denilen genetik maddeyi hücrelere aktararak bunların beyin hücresine dönüşmesini sağladı.

Daily Telegraph’ta yer alan habere göre bu; Alzheimer ve Parkinson gibi beyni etkileyen hastalıklar için de umut verici bir gelişme olarak tanımlanıyor.

Bu yöntemle ileride nakil için beyin dokusu da üretilebileceği düşünülüyor.”

Umudum arttı artmasına da, içimde gizli gizli kuşkular filizleniyor. Günün birinde beynin tamamen üretilmesi durumunda insanın kişiliğine etkisi ne olacak? Beyindeki eğitim yoluyla, yada yaşayarak edinilen tecrübeye dayalı bilgiler üretilen beyne nasıl aktarılır? Bunlarla beraber insanın özünü oluşturan bu bilgilerle içli dışlı olan ruh nasıl etkilenir? Bunlar silinirse bize yüzü bedeni tanıdık gelen robotlar üretilmiş olmaz mı?

Ben dinime saygılı, belki her ibadete değil ama yetişebildiğim ibadetleri yerine getirmeye çalışan biriyim. Lakin din kisvesi altında yenilen herzeleri de görürüm. Son örnek ebediyete göç eden rahmetli bir siyasetçimizin çocuklarının verdikleri miras kavgasıdır. Ortaya konamayan yolsuzluklar bir ölümün ardından kendiliğinden kamuoyunun bilgisine dahil oldu. Gelecek yazımız bu konuyla başlayacak. Bu bölüme kadar neleri anlattık, burada bir sapmamı olacak, demeyin. Hayır sapma yok! Devamda göreceksiniz.


DEVAM EDECEK


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com

Yayın Tarihi13.04.2012

SON ARAŞTIRMA VE BULUŞLAR ÜSTÜNE 2


Kendi kendine elektrik üreten düzeneğe sahip olmayan fakat uzun süreli kullanıma sahip piller, bataryalar var. Örnek vermek gerekirse bir telefonun şarjı tam 15 yıl gideceği söyleniyor. Haber şöyle: 

ŞARJI 15 YIL GİDECEK TELEFON

“Doğal afetler ve çığ düşmesi gibi acil durumlarda kullanılmak üzere tek pille yıllarca çalışabilen telefon geliştirildi. Telefonların pil ömrü her zaman kullanıcılar için en önemli problemlerden biri olmuştur. Xpal Power adlı bir firma bu sorunu aşmaya aday bir cihaz tanıttı.

Firmanın tanıttığı Spare One adlı telefon tek bir AA kalem pille 15 yıl boyunca çalışabiliyor. Sadece arama yapabileceğiniz telefon özellikle doğal felaketler gibi acil durumlarda kullanılmak üzere tasarlanmış.

Energizer’ın da desteğiyle hazrılanan Spare One yakın gelecekteki akıllı telefonlar için pil ömrü açısından ilham kaynağı olabilir. SpareOne isimli telefon tek bir kalem pille tam 15 yıl boyunca çalışabiliyor.

Sadece arama ve yer belirleme özelliği olan telefon 15 Mart’tan itibaren ABD ve İngiltere’de 70 dolardan satışa sunuldu. Telefon önümüzdeki yıl piyasaya sürülecek.”

Akümülatör, batarya veya pille kullanılan aygıtlar ne kadar çok işlevselse sarfiyatı o kadar çok oluyor. Tek işlevli aygıtlar bunun için daha az sarfiyata sahipler. Düşünsenize evinizin aynı anda bütün lambaları açıksa ne kadar elektrik yakar, tek lamba açıksa ne kadar elektrik yakar? Aygıtlar içinde aynı şey geçerli. Bunun için akıllı telefonlardan tutunda tablet bilgisayarlardan, laptop, notbook yada netbook bilgisayarlara kadar pek çok aygıtın şarjı öyle çok uzun olamıyor. Hepsinin o kadar çok işlevi varki, muhakkak gün içinde birden fazla işlevini kullanma ihtiyacı doğar. Başta sesli görüşme, ardından görüntülü görüşme, resim çekme, video çekme ve oynatma, müzik dinleme.. sadece dinleme değil tabi; bunları kablosuz yanındakine iletme, yanındakinden aynı şekilde alma hep enerji sarfiyatı demektir. Bunada çözüm aranıyor doğal olarak. Sıkı durun bu konuda bir haberim var. Hatta “olmaz artık” dedirten bir haber..  

DOKUNDUKÇA ŞARJ OLACAKLAR

“Bu tablet bilgisayarın elektriğe ihtiyacı yok; zaten şarjı da hiç bitmiyor.
Piyasada tahmin ettiğinizden bile çok daha fazla tablet bilgisayar bulunuyor. Birçok ülkede sadece Samsung ve iPad gibi markalar ön planda olsa da aslında durum bundan çok daha farklı.

Desingboom isimli siteyse; yaptığı bir yarışmayla geleceğin bilgisayar tasarımlarını ön plana çıkarmak istedi. Fujitsu Desing Award 2011 adı altında yapılan ve 3,000 civarı farklı tasarımın katıldığı yarışmayıysa, Ecopad isimli bir tasarım, jüri özel ödülüyle birlikte kazandı.
Ecopad’ın çalışma mantığı tamamen ‘greener computing’ yani doğa dostu bir şekilde çalışmaya dayanıyor. Piezoelektrik (Basınca dayalı elektrik) olarak bilinen bir teknolojiyle, tabletin şarjının sürekli dolması sağlanıyor. Ecowizer’e göre ortalama bir tablet bilgisayar kullanıcısı, cihaza günde 10,000 kereden fazla kez dokunuyor. Yapılan tasarımsa uygulanan bu basıncı enerjiye dönüştürmeye odaklı ve her dokunuşta ortaya çıkan enerjiyi, dokunmatik ekranın altındaki bir başka haznede depolamaya yönelik.

Hali hazırda bulunan dokunmatik ekranlar ile kullanılabilir gibi gözüken sistem, bilindik şarjlı ürünleri ortadan kaldırabilecek gibi gözüküyor.”  

Bu haberi vermeden önce çok işlevli aygıtların daha çok sarfiyatlı olduğunu belirtmiştim ya, bu haber gerçekleşirse durum tersine dönecek. Ne kadar işlevsel olursa o kadar kullanılır. Kullanıldığı, yani dokunulduğu anda şarj olacağı için sarfiyat konusu ortadan kalkar.

Elektriğin saklanması kadar iletilmesi de önemlidir. Bu iletim sırasında oluşan kayıplar
önemsiz olmasa gerek. Önemli olduğu için bu konuda da Amerika’da yapılan bir araştırma meyvesini vermiş. Gelecek yazıda bu konuya değineceğim.


DEVAM EDECEK


  
Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com

Yayın Tarihi: 11.04.2012

SON ARAŞTIRMA VE BULUŞLAR ÜSTÜNE 1


Bugüne kadar aşk için denilmedik şey kalmamıştır. Bunların birçoğunu biliyoruzdur mutlaka. Aşkın gözü kör ettiği herkesin aklına gelirde, aklı baştan uçurduğu gelmez mi? Aşık aşkı için dağları deldiği gibi, ateşlerin üstünde yürümez mi? Bütün bunlar neyin işaretidir diye sorsam ne dersiniz? Sevginin büyüklüğünün mü, sevginin kutsallığının mı? Aşk fiziksel bir olay mıdır, ruhsal bir duygu yoğunluğu mu? Bütün bunlara bir kırmızı çizgi çekmek gerekecek sanırım, çünkü; aşkın sağlıksız bir gelişmenin işareti olduğunu Londra Üniversitesi’nde yapılan küçük bir araştırmayla bulmuşlar.

Haber şöyle:

“AŞK NEDİR?

Aşkın, beyinde muhakeme yeteneğini çalıştıran bölümü etkisiz hale getirdiği, beyindeki kimyasallardan serotoninin aşıklarda ve saplantılı kişilik bozukluğu olanlarda aynı seviyede olduğu belirlendi.

İnsanoğlunun en güçlü ve coşkulu ruh hallerinden olan aşkın nörolojik temellerini araştıran nörologlar, bu sevgi ve arzunun yoğunluğunu ölçtüler. Londra Üniversitesi Nörobiyoloji profesörlerinden Semir Zeki, fonksiyonel MRI kullanarak yaptığı araştırmada, 17 kişiye önce sevdiği kişinin, ardından da arkadaşlarının fotoğrafları gösterilerek, serebral
kan akışları izlendi. Araştırmada insana müthiş mutluluk ve haz veren aşkın, kişilerdeki ‘muhakeme yeteneğini yitirdiği’ ve ‘saplantılı kişilik bozukluğuna’ neden olduğu ortaya çıktı.”

Aşık olduğu kişiye azap çektiren, bunu sevgisinden dolayı sevdiğini kıskanarak yaptığını söyleyenlerle, gene aynı gerekçelerle cana veya canına kıyanlara bakınca görüyoruz. Aşkın pek sağlıklı davranış yolu olmadığını mı söylemek zorunda kalacağız? Aşkın içinde böyle bir ihtimal kuvvetle muhtemel olabilir. Hatta mümkündür bile. Ama bu aşkın güzelliğini gölgelemeye yetmiyor. Ne büyük çelişki..

Biliyorsunuz her işin başında enerji gelir. Dünya savaşları enerji savaşlarıdır. Konuyu dağıtmayalım, enerjiyi saklama konusuna gelelim. Kömür, doğal gaz ve petrol türevleri kolaylıkla depolama yöntemiyle saklanabilirken, bir şekilde enerji ileri tarihlerde kullanılmak üzere saklanmış oluyor. Fakat elektrik enerjisini saklamak çok zor. Batarya, akümülatör, pil ile saklanan elektrik enerjisi diğer enerji ürünlerinin depolarda saklandığı gibi hem miktar olarak hem zaman olarak uzun süre saklanamıyor. Çünkü her türlü şart elektriğin akıp gitmesine sebep olmaktadır. Gene de bu konuda, en temiz enerji elektriği saklamak konusunda çalışmalar yapılmakta.

Gel gelelim bu konuda şaşırtıcı bir habere rastladım. Bu kadar uzun süre elektrik saklanması nasıl mümkün olmuş, görelim.      

60 YILLIK PİL

“Tam 60 yıldır zamana meydan okuyan, bitmeyen ve hala çalışan pil, bilim dünyasını şaşırttı...

Zamanlı zamansız biten piller kimin en büyük dertlerinden biri olmadı ki? Bitmeyen bir pil herkesin hayali ancak 1950’lerde yapılan bir pil üzerinden 60 yıl geçmiş olmasına rağmen halen dolu. 60 yıldan beri çalışan pili bilim adamları açıklamakta zorlanıyor.

Vasile Karpen tarafından tasarlanmış bir daimi hareket makinesine bağlı pil, bundan on yıllar önce bitmiş olmalıydı. Romanya’daki Ulusal Teknik Müzesi’nde bulunan cihaz için bilim adamlarının bir kısmı ısı enerjisini mekanik enerjiye dönüştürdüğünü söylese de bazı bilim adamları olayı termodinamikle açıklamaya çalışıyor.
Cihaz şu şekilde çalışıyor; Seri şekilde bağlanmış iki elektrik pil, küçük bir motora bağlı. Motor, bir düğmeye bağlı olan bıçağı hareket ettiriyor. Her yarım harekette bir devreyi açan bıçak, ikinci yarının başlangıcında devreyi kapatıyor. Bıçağın bir devri hesaplanmış ve bu şekilde piller yeniden dolabiliyor, ayrıca devre açıkken de polarizasyonu sağlayabiliyorlar.”

Anlaşıldı, demek ki elektrik kendi içinde tekrar tekrar üretilirse saklanabiliyor. Kendi kendine elektrik üreten düzeneğe sahip olmayan fakat uzun süreli kullanıma sahip piller, bataryalar var. Örnek vermek gerekirse bir telefonun şarjı tam 15 yıl gideceği söyleniyor. Haber şöyle:  


DEVAM EDECEK


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com


Yayın Tarihi: 09.04.2012

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 117


Merhaba sevgili okurlar. Bu hafta bir kadın şair ve yazardan şiirler seçtim. 1901 yılında
Osmanlı İmparatorluğunun son dönem İstanbul’unda dünyaya gelen Halide Nusret Zorlutuna  10 Haziran 1984’te, Türkiye Cumhuriyeti İstanbul’unda vefat etmiştir.  Edebiyat çevremizde “Kadın yazarların annesi” olarak anılır. Hece ölçüsünde hamasi şiirleri ve günlük kullanılan Türkçeyle romanları vardır. Babası Erzurumlu Zorluoğullarından gazeteci Mehmet Selim, daha sonraki adı ile Avnullah Kâzımî Beydir. Ünlü gazeteci Süleyman Tevfik Özzorluoğlu ise amcasıdır. Yazın dünyasına doğan şairimizden sonra bir kızı ve bir yeğeni de yazarlığı seçmişlerdir. Romancı Emine Işınsu’nun annesi, Pınar Kür’ün teyzesidir.

Şairimizin babası Avnullah Kazimi Bey, 1908 yılında “Fedekeran-i Millet Cemiyeti” adlı bir siyasi parti kurup muhalefete başladığı için İttihat ve Terakki Partisi yönetimini kızdırır, yıllarca sürgün ve zindan hayatı yaşamak zorunda kalır. Daha sonra Avnullah Bey bir süre siyasetten çekilmeyi kabul edip Kerkük’e mutasarrıf olarak görevlendirilir ve ailecek Kerkük’e giderler. Şairimiz Kerkük’teki çocukluk yıllarını “Bir Devrin Romanı” adlı anı kitabında aktarmıştır.

I. Dünya Savaşı’nın başladığı sırada İstanbul’a dönülünce Halide Hanım Erenköy Kız Lisesi’ne devam etti. Bu okulda orta tahsilini yapmakta iken babasını kaybetti. Babasının ölümü üzerine yazdığı “Ağlayan Kahkahalar” adlı yazısı 1917 yılında Talebe Defteri adlı derginin yarışmasında birinci olup yayımlanınca edebiyat dünyasına adım atmış oldu.
Lise öğrenimini tamamladıktan sonra bir süre İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde eğitim gördü. Ekonomik koşullar nedeniyle çalışmak zorunluluğu doğunca Darülmuallimat sınavlarına girdi ve öğretmen olma hakkını elde etti. Öğretmenlik mesleğini çok sevdi ve kendisinin öğretmen olmak için yaratıldığı inancını her zaman ifade etti. İstanbul’da öğretmenlik yaparken bir yandan İstanbul Darülfünun’da Tarih Bölümü’ne devam etti, özel olarak İngilizce öğrendi.

...

ARZ-I HAL

Gecenin bir saatinde
Eşiğine varan bendim
Kuşlar yuvada, kurt inde
Karanlığı yaran bendim

Sabahları erken erken
Yürek hasretle yanarken
Firkatin bahçelerinden
Vuslat gülü deren bendim

Bendim semada dolanan
Bendim oraya ney çalan
Parmakların uçlarından
Nuru alıp veren bendim

Hayır! Hiçbiri değildim
Hepsi benim hayallerim...
Dolaşarak iklim iklim
Doğru yolu soran bendim

Seni buldum şahım seni
Tut elinden üftâdeni
Koma karanlıkta beni
Mevlana! Aman efendim

Halide Nusret Zorlutuna

***

BAYRAK MERASİMİNDE


“Hazırol!” emri... Selam... Sonra yürekler çarpar;
Genç göğüsler kabarır, ruhları kaplar da bahar.
Şafak üstünde gülerken güzelim “nazlı hilal”
Yükselir bir heyecan dalgası... yüzler al al

“Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır parlayacak,
O benimdir, o benim milletimdir ancak!”

Her çocuk bir koca aslan “o benimdir!” derken,
Ona can vermeğe hazır bir işaret etsen
Her yürek aşkına tutkundur ezelden ebede:
Şu küçük yavru, bu genç kız, o beyaz saçlı dede.

Onun aşkıyla erir kalpleri örten kara yas;
Bu kızıl gül dedemizden, atamızdan miras.
Ona gül rengini vermiş dökülen kanlarımız:
Sönmesin, ey yüce Tanrım, budur ancak varımız!

Halide Nusret Zorlutuna

***

BİR ÇOCUK VARDI

Yıllar yıllar öncesi..
Bir tatlı çocuk vardı:
Bülbül sesiydi sesi,
Gülüşleri bahardı!

Ümitti, emeldi o
Her şeyden güzeldi o
Dünyaya bedeldi o
Ve dünya ona dardı!

Derken bir koca dünya parçalandı birden
Dağılıverdi ortalığa
Yalandan dünyacıklar
Ortaklık darmaduman
Ortalık perperişan
Ortalık kırık dökük, yamru yumru, düğüm düğüm..

Nerde benim tatlı küçüğüm?
Hangi yalandan dünyada kaldı,
Hangi yalancı rüyaya daldı?.. 

Halide Nusret Zorlutuna

***

DUYUŞLAR

I

Yolda yuvarlanan bir taş
Karşıki yapıya doğru.
Ne taşıdır?... Anlamak zor .!
Hiç Anadolu kokmuyor.

Bu taş benim taşım değil

Önümde tabak tabak aş,
Bardakta renkli renkli su,
Kim pişirmiş, Kim kotarmış?
İçinde acep ne varmış?...

Bu aş benim aşım değil !

Bazı gözlerden akar yaş,
Benimseyemem doğrusu!
Belli yürekten akmıyor,
Benim içimi yakmıyor...

Bu yaş benim yaşım değil

II

Tövbe ! Yanılmışım meğer
Üstünde izim, sert eser.
Çocuğum, sen postunu ser
Bu yer Türk’ün öz vatanı.

Atalarım, kapısını
Açmış, yapmış yapısını,
Mühürlemiş tapusunu .
Bu yer Türk’ün öz vatanı

Kanla çizilmiştir sınır
Uzanan eli hemen kır!
Hak, hakikin yardımcısıdır.
Bu yer Türk’ün öz vatanı

Halide Nusret Zorlutuna

***

GEL BAHAR

Gel bahar, erit bu yolun karını,
Geçen seneleri anmayalım hiç
Dinle bülbüllerin şarkılarını
Güllerin kıpkızıl şarabını iç.
Bu dünya bir büyük meyhanedir, gel!

Gel bahar, gel bahar, yakınlarda gül!
Denize renginden armağan bırak
Ufuklarda gezin, semaya süzül
Sonra yavaş yavaş in, içime ak!
Gönlüm hasretinle divanedir, gel!

Halide Nusret Zorlutuna

***

GİT BAHAR

Çekil bu gölgeli yolda gezinme,
Bahar bakışların yine pek sarhoş.
Yanılıp gönlüme misafir inme.
Kapısı kilitli, mihrabı bomboş

Mabettir orasi, meyhane değil...

Işiklar, kokular, sesler, çiçekler...
Ömrünün her günü bir başka düğün,
Bülbüller koynunda açtı çiçekler
Güller dökülürler göğsüne bütün!..

Gerçekten güzelsin, efsane değil:

Altınlı başında papatya niçin?
Sarı saçlarına pembe gül takın
Git bahar...Gönlümde ibadet için,
Diz çöken kızları ürkütme sakın,

Kalbime girme, o kaşane değil!..

Git bahar, git bahar ! Uzaklarda gül,
Denize renginden bırak hediye,
Ufuklarda gezin, semaya süzül...
Kalbime sokulma “Peymane!” diye,

Gördüklerin kandil, peymane değil!

Halide Nusret Zorlutuna

***

KUM SAATİ

Bir kum saatinde erimiş gibi,
Zaman parça, an parça parça.
Hangi zalim oktur delen bu kalbi?
Göğsümden dökülen kan parça parça.

Benim değil artık, yaşamıyor dün.
Doğar mı doğmaz mı beklediğim gün?...
Bu yalan dünyada ne var ki bütün,
Huzur parça parça, can parça parça.

Yaşanmamış ömre yan parça parça!...

Halide Nusret Zorlutuna

***

MUCİZE

Büyük kudretine pek çok inandım,
Seni ta içimden sevdim ben, Tanrım!
Gönlüme tecelli eyledin sandım;
Yavrumu bağrıma basarken, Tanrım!

Yüzü gülden pembe, güneşten parlak,
Gözlerinin nuru sendedir mutlak,
Onun çehresinde sana tapınmak
Eğer bir günahsa affet sen, Tanrım!

Gönlüme taktım da neşeden kanat,
Gözlerime doldu göklerin kat kat...
Her eserin güzel ve yüksek, fakat
Bu çocuk en büyük mucizen Tanrım! 

Halide Nusret Zorlutuna

***

SEVMEK

Sevmek...Delicesine, deliler gibi sevmek!
Kuş uçar gibi sevmek, gök gürler gibi sevmek.

Bir çocuk inancıyla inanarak, kanarak
Ve bir günahkar fani azabıyla yanarak,

Hep onu arayarak baharda, yazda, kışta;
Nihayet “Büyük Sır”ra ulaşmak bir bakışta.

O bakışta okumak aşkın büyük adını,
Hep o büyük bakışta bulmak var olmanın tadını.

Sevmek: Hasta anneyi, altın başlı yavruyu,
Baharı, yıldızları, göğü, güneşi, suyu...

Yürekten kopan ince bir ahı, sever gibi,
Sevmek...Toprağı sever, Allah’ı sever gibi!

Halide Nusret Zorlutuna

***

YAYLA TÜRKÜSÜ

Bingöl yaylasında bin renktir bahar,
O güzel adına kurban yaylalar!
Bir yudum suyunda binbir şifa var,

Sarmaşır güneşle, öpüşür ayla,
“Yaylalar içinde Erzurum yayla”

Gülüne başka gül uyar mı ola?
Türküsünü Tanrım duyar mı ola?
Düşümde gördüğüm bu yar mı ola?

Sarmaşır güneşle, öpüşür ayla,
“Yaylalar içinde Erzurum yayla”

Damarında akan Türkün kanıdır.
Göğsünü kabartan Türkün şanıdır;
Yayla Türkün canı, öz vatanıdır,

Sarmaşır güneşle, öpüşür ayla,
“Yaylalar içinde Erzurum yayla”

Halide Nusret Zorlutuna

***

YALNIZ

İncecikten bir kar yağar
Tozar Elif Elif diye
Karacaoğlan


Esen boz rüzgâr mıdır?
İncecikten bir kar mıdır?...
Elifimi hatırlattı bana birden

Elif akla gelir de öbürleri dururlar mı?
Sevgililer
Geldiler
Birer birer:
Bânu'm, Çağrı'm, Yağmur'um, Emrah'ım
Kuşattılar çevremi,
Kiminin kolları boynumda,
Kimi tırmanır dizlerime.
Birbirinden güzel, birbirinden tatlı.

Kim demiş ki yalnızım?...
Camların ardındaki rüzgâr mı, kar mı ?..
Kim bakar artık!
Güneşler doldu bomboş evime,
Gönlüm güneşe doğru kanatlı.
Sana sonsuz şükürler Allah'ım!...

Halide Nusret Zorlutuna

***

Özdemir İnce’nin şiirlerine yer verdiğim yazımı şöyle bitirmiştim:

“Bence ülkemizde yer alan her düşünceye saygı duymamız gerekir. Siyasi yelpazenin her kesiminden şair ve şiirlere yer vermemi bu açıdan değerlendirirseniz amacıma varmış olurum. Daha iyi bir gelecek için birbirimizi bilecek kadar dinleyelim. (...)”

Aynı düşüncelerle her yazımı bitirmek istiyorum. İnsanın bir fikri, savunduğu düşüncesi vardır. Ama o fikir veya düşünce tüm insanlığın mutluluğundan üstün olamaz. Onun için her görüşten sanatçıyla dirsek temasımız olmalı.


Hepinize sağlıklı, neşeli pazarlar sevgili okurlarım. Hoşçakalın!



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com

Yayın Tarihi: 08.04.2012