31 Mayıs 2013 Cuma

MERHAMET VURUŞU

Bu yazının başlığına bakarak konunun ne olduğunu düşünürsünüz? Bir başka yazarımızın bu başlıkta yazısını görsem  “vuruşun merhameti mi olur?”  diye düşünürdüm. Şiddetle merhamet bir arada olamaz çünkü. İşte insan olma özelliklerimizden biri daha.. Hiçbir canlı, başka bir canlıyı, merhamet duygularıyla yok etmez, insan istisna..

Çocukluğum organik enerjinin kullanıldığı çağda geçti. Taşımacılıktan haberleşmeye kadar kullanılan atlardı, eşeklerdi. Hatta insanın bizzat kendisi organik enerjiydi. Günümüzde insanın organik enerji olarak kullanımı azalmaktadır. Emek yoğun sermayenin olduğu iş yerleri küçük esnaf ölçüsünde kalıyor. Daha büyük sermaye insandan çok makine, yani organik değil, kinetik enerji kullanıyor. Makineler kendi kendini idare etme iradesini de kazandılar.  Giderek kas gücüne dayalı insana bağımlılık azaldı. Bu işsizlik demektir. Bundan sonrası başka bir yazının konusu.

Biz merhamet vuruşuna dönelim. İnsan hayvanları evcilleştirdikten sonra kimi hayvanlarla dost olmuştur. Buna at ve insan dostluğunu gösterebilirim. Bu ikilinin dostluğu özgürlüğün ve sonsuzluğun sembolüdür. Öyle derin sevgiler oluşmuştur ki aralarında, aynı türden canlı olsalardı birbirlerini bu kadar sevebilirler miydi diye düşünmeden edemiyorum. Kedi ve köpeklerle insanlar arasında da böyle bir sevgi kurulmuştur mutlaka, ama hiç birinin sevgisinin atla insanının birbirlerine duyduğu sevgi gibi olmadığını tahmin ediyorum.

At narin bir hayvandır. Öyle abur cubur yemez. Terliyken su içirilmez. İdrarını yapmasına engel olunursa çok uzun bir süre bir daha yapamaz. Bu durum üst üste birkaç kez olursa at çatlar ve ölür. Atların ayakta uyuduğunu öğrendiğimde inanamamıştım. Öyle ya, uyurken atlar nasıl düşmüyorlar? Meğer atların uyurken ayak kemikleri kilitleniyormuş. Gelin görün ki bu kemikler kırıldığında kolay kaynamazmış. Ayakları kırılınca bu yüzden atları vurduklarını biliyor musunuz? İşte buna merhamet vuruşu diyorlarmış.

Birkaç yıl önce gazeteler Edirne de ayağı kırık bulunan bir geyiğin İstanbul’a getirilerek ameliyat edildiğini yazmıştı. Geyiği ameliyat eden doktor o yıl bir sabah Best fm’de konuktu. Geyiğin ayağının bir kısmının kesildiğini ve araya protez takıldığını söyledi. Doğal yaşama salıverilmesi mümkün oldu mu, bilmiyorum.

Program sunucusu doğal yaşama böyle bırakılan hayvanların beslenemeyecekleri, sonunda diğer yırtıcı ve aç hayvanlara yem olarak acılar içinde ölmemeleri için bu merhamet vuruşunun yapıldığını söylediğinde aklıma kuduz vakalarında itlaf edilen köpekler geldi. Bazı köpekler vurularak, bazıları da zehirlenip acılar içinde kıvrandırılarak öldürülüyorlar. Benim hafızamda bir sahne var ki hiç silinmiyor; tv’lerin akşam ana haberlerinde günlerce gösterilmişti. Adana da olayın geçtiğini sandığım bu olayda sahipsiz bir küçük köpekçik, böyle zehir verilmiş, ama daha ölmemişti. Ayaktaydı ve insanlardan merhamet bekler gibi bakınıyordu. Belediye çöp kamyonlarıyla çöpçüler o küçük köpeği canlı canlı çöplerin arasına attı. Şoför içerden presi çalıştırdı, köpeğin son olarak bir ayağını havada çırpındığını hatırlıyorum. Bu merhamet vuruşu değil. Bu düpedüz bir vahşet. İnsan hayatını etkileyecek boyutta olan durumlarda hayvanların öldürülmesi gerekebilir, ama bu şekilde asla olmamalı.
Şimdi bana hayvan severlerin, birde bunların derneklerinin ateş püsküreceklerini biliyorum. Benim için demediklerini bırakmayacak, bana cani diyeceklerdir.

Canlıları korumadan insanı korumak mümkün değil elbette. Bütün canlılar besin zincirinin bir parçasıdır. Bir türü yok ederseniz, yok olma süreci en son insana gelir dayanır. Faydacı akılla gitsek, hiç duygusal davranmasak bile canlıları korumak gerektiğini anlarız. Kaldıki biz duygusal varlığız, merhamet yüklüyüz. Bir canlının hayatı söz konusuysa fayda en son düşünülecek konudur. Yaşama imkânı olmayan hayvanlar için mutlaka MERHAMET VURUŞU uygulanmalıdır.

İlk yayımı:  Anadolu Gazetesi
              10.06.2009
Yayın Tarihi: 31.05.2013

30 Mayıs 2013 Perşembe

ÜNİVERSİTE SINAVLARINA DOĞRU

12 eylül askeri harekatının üstünden nerdeyse 33 yıl geçti. O dönemde gençliğin aşırı politize olduğu düşüncesiyle apolitik, sözün kısası ülke gerçekleriyle ilgilenmeyen gençlik yetiştirilmeye çalışıldı. Bu gün geldiğimiz noktada edilgen, sorgulamayan gençlikle karşı karşıyayız.

Ben, 12 eylül öncesindeki gibi silaha sarılmış, kendince ülke kurtarma görevi edinmiş, paramparça bölünmüş ve kendisiyle oynanan gençlik geri gelsin demiyorum. Bu günde süren o dönemlerin kırıntıları diyeceğim guruplaşmaların sonuçları ortada. Böyle bilinçli gençlik yetişmez, sadece iç ve dış güçlerin oyuncağı olur.

Gençliğin görevi yarınlara kendisini hazırlayacak donanıma sahip olmaktır. Bunun yolu eğitim görmekten geçer. 12 eylül (ki bu gün o anarşi ortamının 12 eylülle birlikte bir gecede nasıl kesildiği konusu tartışılır bir konudur) sokak hareketlerinden gençlerin uzaklaşmasını eğitimi yozlaştırarak sağlamıştır. Yarınlara hazır olmak için yeterli donanımı alamayan gençlik doğal olarak edilgen (pasif) olur.

Bunun üstüne her geçen yıl azalan ücretler karşılığında ya işportacılığa başlayan, yada özel dersler veren öğretmenler, okulda verilmesi gereken dersleri vermez olmuşlardır. Arkasından dersaneler kurulmaya başlanmıştır. Devletten öğretmenlik maaşı alan öğretmenler birde dersanelerde ders vererek gelir elde edince devlet okullarında yeterli eğitimi verir mi?

Ders yılı sonuna doğru okullara gidin bakın, sınıflar bomboştur. Çünkü yaklaşan Anadolu liseleri ve üniversiteye giriş sınavları nedeniyle öğretmenler okula gelmiyorlar ki.. 

Dersaneler para tuzağı.. onların eğitim verdikleri yok! Sadece öğrencilere hızlı karar verme alışkanlığı kazandırıyorlar. Neden niçin sorgulanmadan edinilen bilgi, bilgi değildir. Dersanelerde bunu yapıyor, çöp bilgilerle öğrencinin kafasını dolduruyorlar. Öğrenci sınavlarda başarılı olsun diye yarış atı gibi yetiştiriliyor. Hiç birinin psikolojisine önem verilmiyor.

Artık eğitimde yol ayrımına gelmiş olmamız lazım. Devlet; belli konularda paralı eğitime izin vermeli. Öğretmenlere de doktorlara yaptığı gibi devlet okulu yada özel okulu seçme zorunluluğu getirmeli. Yalnız unutulmasın; özelleşen eğitim tıpkı özel hastanelerin her dalda hizmet vermemesi gibi, ticari olmayan konularda özel okullarda eğitim vermeyecektir. 
Bu yüzden devlet okulları varlıklarını sürdürmek zorundadır. Her şeyi özelleştirirseniz milli kimlik ortadan kalkar. Ulusal yayın yapan özel radyo ve televizyonların kimlik konusundaki duyarsızlıklarına en azından kullanılan dil önemli bir göstergedir. 

Kültür ticari olamaz. İlk kültür edindiğimiz yer okullarımız olduğuna göre eğitimin kalitesi yükseltilmeli, güzel Türkçe konuşma ve yazma alışkanlığı kazandırmalıdır. Elbette fen bilimleri önemsenmeli, elbette yabancı dil öğretilmeli, ama onların önünde dilini ustalıkla kullanma, kendini ifade etme becerileri kazandırılmalıdır. Kendi dilinde düşünemeyen gençlik yarınları kurmayı başarabilse de, başka milletlerin egemenliğinden kurtulamaz.


Önümüzdeki ay Üniversiteye Seçme Sınavıyla gençlerimizin geleceği belirlenecek. Kimi gülecek kimi ağlayacak. Gençlerimizin bu şekilde geleceklerinin kurulması bence sakıncalı. Bu sınavlar fırsat eşitliği sağlamıyor. Sınavlarda başarılı olanların büyük çoğunluğu düşünmediği konularda eğitim almak zorunda kalıyor. Gelen hiçbir hükümet bu konuda çözüm getirmediği için konu giderek çözümsüzleşiyor. Böylelikle gençlerimiz, yani yarınlarımız harcanıyor.

Artık bu gidişe mutlaka dur denmelidir.

İlk yayımı:  Anadolu Gazetesi
              12.06.2009
                                                      
Yayın Tarihi: 29.05.2013

SIRA DIŞILIĞIN NERESİNDESİNİZ?

Ünlü İtalyan politikacı ve düşünürü Niccolo Machiavelli’nin kurucusu olduğu düşünce akımı Makyavelizm adıyla bilinir. Devlet hakkındaki düşüncelerini anlattığı “Prens” adlı kitabı Makyavelizm’in temel eseridir. Orda bir prense öğütler anlatılır. Machiavelli Prense  duygularına kapılmamayı, devleti yönetirken acıma duygusunu bir kenara bırakmayı öğütler. Ona göre bir insanın devlet tarafından öldürülmesi, daha fazla insanın yaşamasını sağlayabilir. Bu görüşlere paralel olarak bir sonuca ulaşılır; “Devlet her ne olursa olsun sorgulanmaz.” Çünkü devlet bir mekanizmadır, mekanizmalarında bir ruhu yoktur. Önemli olan her ne olursa olsun mekanizmanın işlemesidir. İşlerse toplum esas faydaya ulaşır.

Daha demokratik bir yönetim tarzını savunanlar tarafından bu görüş uzun yıllar tartışıldı. Kimine göre bu anlayış kapitalizmin zaferini doğuruyordu, kimine göre faşizme yol açıyordu. Elbette muhalif görüşlerin haklı tarafları var. Devletin bir güç olarak bir elde toplanması toplumsal barışı önler. Gücün toplum katmanlarınca bölüşülmesi orda demokrasiyi güçlü kılar. Ama tehlikesi hiç yok değildir. Gücün ortaklar arasında tek bir amaca hizmet etmemesi durumunda ortaya çok başlılık, bölünmüşlük çıkar. Buda yöneticinin işini zorlaştırır. Bir soya bağlı idare demek olan “krallık”ların bitmesi, kentsoylu (burjuva) dediğimiz ekonomiye parasal ve mal varlığıyla yön veren birden fazla ailenin baskısı sonucudur. Daha sonra bu idareye de baskı sonucu gelişen, doğrudan halkın katılımı demek olan demokrasiye geçişte bu süreci izledi. Dolayısıyla devlet kutsal olmaktan çıktı, halka hizmet eden bir hizmetçi konumuna girdi. Makyavelizm de ahlaki bulunmayarak gözden düştü.

Bir düşünce akımının fikir babası olan Machiavelli devleti kutsallaştırıp amaca giden her yolun mubah olduğunu söyledikten sonra aşağıdaki sözleri düşüncelerinin bütünü ele alındığında çelişmediğini söyleyebilir misiniz?

“Eğer bir millet iktidarda bulunan kişilerin şereften, onurdan, ahlaktan yoksun davranışlarını, hırsızlığını yalnızca kendi siyasi görüşünden olduğu için görmezden geliyorsa, o millet erdemini yitirmiştir. 
Erdemini yitiren millet bir gün vatanını da yitirir.” 

İktidara giden yolda her şeyi mubah sayan bir düşünce bu erdemi nasıl önerir dediğinizi duyar gibiyim. Önermek zorundadır, çünkü devlet ortaya idealler koymak zorundadır. Dürüstlüğü, eşitliği önermeden bir devlet halkı birlikte tutamaz. Bu bir ideal bile olsa gerçekmiş gibi sunar, sunmakla kalmayıp içselleştirdiğinin yarışına girer. Erdemlilikte bu ideallerden biridir. Bütün tarihi filmleri bu gözle biraz olsun seyreder misiniz? Mesela “Muhteşem Yüzyıl”ı... iki insan arasındaki ilişki, devleti temsil eden kişilerin aralarındaki ilişki gibi olduğunda ne çok konuşulacak sebep doğar değil mi?

İktidarda olmak elbette farklı bir şey. Birden bire her şeye sahip olmakla kalmıyor birde vakıf oluyorsunuz. Yani her şeyin üstünde olarak olanı biteni görür, bilirsiniz. Bu bir şeyin hem içinde hem üstünde olmak demek.

Böyle olan insanlarda vardır. Onlar devlet kademelerinde yönetici olmamalarına rağmen bir sosyolog, bir tarihçi gibi olanın bitenin farkındadırlar. Farkında olmayıp gene de başka önermelerde bulunan insanlar yok mu? Vardır elbette. Bütün bunların hepsine “sıra dışı” insanlar diyoruz. Her sıra dışı insan büyük insan değildir ama her büyük insan sıra dışıdır. Bu insanlar toplumlarının önünde giden insanlardır.

Bakın ünlü bilim insanı Albert Einstein bu insanlar için ne demiş?

“Sıra dışı büyük insanlar daima, sıradan zekâlıların şiddetli muhalefetiyle karşılaşırlar.” 

Dünyayı sıradanlık sarmaya başladı. Bütün üretimler büyük kitlelerin müşteri yapılması üzerine olunca, üretilen her şey birbirinin aynısı olacaktır tabii. Görünüşteki farklılıklar sizi yanıltmasın. Onlar işin biberi tuzu. Temel aynıdır. Bu temel üstüne oluşan yeni nesil cahiller ve cahillikler ortalığı sarmaya başladı. Yeni dünya düzeni bu olsa gerek.

Alvin Toffler buna şu sözlerle vurgu yapıyor. 

“21’inci yüzyılın cahilleri, okuma yazma bilmeyenler değil; yanlış öğrendiklerini unutamayan, yeniden öğrenmeye, değişime ve dönüşüme açık olmayanlar olacaktır!” 

Şimdi Makyavelizm’i yargılayabilir misiniz? Sıra dışılığın neresindesiniz?

İlk yayımı:  Anadolu Gazetesi
              o3.05.2013

Yayın Tarihi: 27.05.2013 


ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 01

Biz Türkler şiir yazma konusunda oldukça yetenekliyiz. İlk gençlik yıllarında birkaç satır şiir yazmayanımız nerdeyse yoktur. Askere giderken şiir yazarız, sevdamızı şiirle anlatırız yavuklumuza. Derdimiz olur, serin pınarlar gibi bizi ferahlatsın diye şiire sığınırız. Şair olmamıza o kadar çok neden var ki..

Bu köşede çoğunlukla sizlere kendi şiirlerimi sunmak istiyorum sevgili okurlar.  Kendi şiirlerimi sunarken hikâyelerinden de söz edeceğim.

Yazmak işi iki taraflı bir olaydır; yazmak ve okumak.. Yazarken benimdir, okurken sizin.. Siz yazılanı okurken kendinizle özdeşleştirirseniz beğenmeye, hoşlanmaya başlarsınız. Özdeşleştirme anlamaktır, anlamak ve kendin olarak anlatılanı görmek.. Böyle bir okur yazar ilişkisi uzun ömürlü olur.

Gelelim şiirlere..

İlk sunacağım şiir bir güfte. Yani şarkı sözü. Bestesi de bana aittir.

SONBAHAR

Gelince sonbahar
Biter bütün aşklar
Tenhalaşır sokaklar
Başlar yağmurlar

Gelme sen sonbahar
Sen gelirsen ah!..
Göz yaşım durmaz akar
Bitecek diye aşklar

Sararan yapraklar
Kuruyan dallar
Her şeyin hazin sonunu
Sanki anlatırlar

Gelme sen sonbahar
Sen gelirsen ah!..
Göz yaşım durmaz akar
Bitecek diye aşklar
            
           Aydın Göle
                1971

Bu şiiri yazdığımda 15 yaşındaydım. Mandolinden gitara geçmiştim. O yıllarda okullarda müzik dersinde bir çalgı mutlaka öğretilir, müsamereler için orkestralar kurulurdu. Çalmayı öğretilen çalgılar ya mandolindi, yada blok flüt.. çok çok bir melodika da olurdu, oda olursa. Daha sonra gitarlarda öğretilmeye başlandı.

Ben özürlülüğümden dolayı sürekli okula gidemediğim için bu derslerden sorumlu değildim. Sınıf öğretmenim kanaat notunu kullanırdı benim için, sınıfımı öyle geçerdim. Ama içimde müzik aşkı vardı. 1967 yılında annem bu aşka dayanamadı ve bana mandolin aldı. Kendi kendime öğrendim. Öğrenirken çok kafa patlattım, çevreye verdiğim rahatsızlık az değildir.
Gene o yıllarda besteciliğe de soyundum utanmadan. Şiir yazmayı beceremiyordum, başkalarının şiirlerini şarkılarımın güftesi yapıyordum. Bir yalanla başladı her şey. Bestelediğim bir şiire benim demiştim. Ondan sonra yalanım ortaya çıkmasın diye şiir yazmaya başladım. O yıllardan çok az şiir elimde.. çoğuna şiir denemezdi, bu yüzden defterleri yaktım. Sonbahar ilk yazıp bestelediğim şiirdir, daha doğrusu şarkı sözüdür.

***

İŞTE GELDİ İŞTE BAK

Bak takvimden bir yaprak daha kopuyor
Ömrümüzden bak, bir gün daha siliniyor
Ve böylece geçiyor günler
Soluyor tek tek, açılan güller

İşte geldi işte bak
Bak işte gidiyor                                                                                                    e
Bak bu tatlı hayat
Şarap gibi bitiyor

Dargınlıkla ne geçecek elimize
Yazık değimli bu sevgimize
Üzülme sen
Gül neşelen
Üzülmekle
Ne geçecek sanki elimize
                     
                     Aydın Göle
                      09.02.1973

Bu şiirin altına şu notu düşmüşüm: bu şiiri mayıs ayında komşu teyzelerin bahçesinde besteledim. Eksik bilgi tabii. O yıl lise bire giden erkek kardeşime okuldan okuması için Halide Edip Adıvar’ın “Sinekli Bakkal”  romanını vermişlerdi. Bende okudum. O romanda bir satırda geçen işte geldi, işte gidiyor sözünden ne bulduysam buldum ve bu şiiri yazdım. O  zamanda 17 yaşındayım.

Bir başka şarkı sözü olarak yazdığım ve bestelediğim şiirimi sunuyorum.



***

RUHUMUN GÜLÜ

Aşık oldum senin o güzel yüzüne
Görür görmez tutuldum yosun yeşili gözlerine
Seni sevince vuruldum o tatlı sözlerine

Ruhumun gülü
Kalbimin bülbülü
Ah gidi menekşe
Seni tanımasaydım keşke

Deniz gibi dalgalı ve başak sarısı saçlarına
İnan sevgilim, inan bana
Bedenimin her hücresi aşık oldu sana

Ruhumun gülü
Kalbimin bülbülü
Ah gidi menekşe
Seni tanımasaydım keşke

                  Aydın Göle
                  04.02.1973


***

İlk yılların toyluklarını görüyorsunuz. Bende bunu göstermek için bu şarkı sözlerini buraya koydum. Yer yer fena değil bazıları ama gülmeden de edemiyorum. Dönemin şiirlerinin ve ozan deyişlerinin çok etkisi var bu şiirlerde.

İlk şiir denemesi diyeceğim bir şiirle veda etmek istiyorum. Sabrınızı zorladıysam beni bağışlayın.




GÜVERCİNLİ KIZ

Dün akşam üstü
Güvercinli bir kız geçiyordu sokaktan
Akşamın bedbaht lekeleri
Bıkmamış kızın temiz yüzünde durmaktan
Güvercin memnun
Sahibesinin sıcak avuçlarında oturmaktan
Parlak ve tertemiz tüyleri
Sanki yaşadığı o anki mutluluktan
Güvercinli kız ve güvercini
Birer aşk meleği sanki
Bakışı ve yürüyüşleri edalı
Bir özlem içindeler besbelli
İkisi de birbirine sevdalı
          
                            Aydın Göle
                            16.03.1973                                  

***

Mutlu bir hafta sonu geçirmeniz dileğiyle hoşça kalın

İlk yayımı:  Anadolu Gazetesi
              14.06.2009

Yayın Tarihi26.05.2013 


DEVLET BABA İLE ANAVATAN

Dünyada ilk toplu yaşam yerleri araştırıldığında bir süreç gözlemlenebilir. Bu süreçte önce giderek kalabalıklaşan toplu yaşama biçimlerini görüyoruz. Bu toplu yaşama biçimleri tamamen insan kalabalıklarının korunma güdüsünden doğmuştur. Korunma güdüsüne başka kalabalık guruplar kadar coğrafya ve mevsimlerinde etkide bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle göçler, gene bu nedenle savaşlar olmuştur. Tüm devletlerin doğuşu ile genelleştirilebilecek bir kitaptan alıntılarla konumuzu açmak istiyorum.

Alıntılar aktaracağım kitabın sahibi Mehmet Niyazi. Kitabının adı; “Türk Devlet Felsefesi”.
Önce devletin ortaya çıkışının anlatıldığı bölümle başlayalım.

“Devlet ailelerin bir genişlemesidir. Hayatın haşinliğine karşı mücadele gücünden yoksun çocukları korumayı gaye edinen ailenin en önemli özelliği Türk devletinin de bir özelliği haline gelmiştir. Türk devleti “babalık” görevini yüklenmiştir. Türk hakan çadırlarının kubbeli olması göğün yerdeki sembolü kabul edilmiştir. Eski Türklerde gök kubbesi devletin, çadır ise ailelerin örtüsü olarak düşünülmüştür. Birinin altında devlet diğerinin altında aile kurulmuştur.”

Günümüzde de giderek yumuşamış biçimde etkilerinin görüldüğü bu sistem batıda kralları, doğuda şahları, padişahları, han ve hakanları, kağan veya beyleri doğurmuştur. Önce var olmak için su ve av hayvanlarının bol olduğu yerler uğruna savaşılırken, toprak ekilip biçilmeye başlandıktan sonrada bereketli toprakları ele geçirmek için savaşıldı.

Mehmet Niyazi özelde Türklerin devlet kurma biçimlerinden söz ederken genelde devletlerin doğuşunu ve milletlerin tarih sahnesine çıkışınıda anlatmış oluyor. Alttaki satırlar bunun göstergesi.

“Yüzyıllar boyu yaşanan müşterek olaylar toplumları millet olma yoluna doğru iter. Tarihi yapanlarda yine büyük milletlerdir. Toplumlar yaşadıkları coğrafyanın etkisi altındadırlar. İlk Türkler Orta Asya bozkırlarında tarih sahnesinde göründüler. İktisadi uğraşları hayvancılık olan bu ilk Türkler için Orta Asya otlak ve su bakımından pek cömert değildi. Konar-göçer topluluklar halinde idiler. Düşmanla ne zaman karşılaşılacağı bilinmediğinden her an savaşa hazır olmak zorundaydılar. Böyle bir tehlike altında yaşayan insanların teşkilatlanmaya önem vermeleri tabii idi.”

İlk örgütlenmeleri aileler yaptılar. Aileler güçlendikçe hanedan oldular; devletler kurup yönettiler. Mehmet Niyazi’ye kulak verelim.

“Ziya Gökalp eski Türk toplumunun geçtiği merhaleleri altılı bir ayrıma tâbi tutmuştur; Aile, soy, sop, boy, uz, il (devlet). İlk 3 zümre ailevi karakterdedirler. Kan bağı bunlarda kurucu unsur sayılır. Siyasi karakterleri ikinci plandadır. Son 3 zümrede ise zayıflayan kan bağı yerini belli ölçüde ülke birliğine bırakmıştır. İçlerinde idare edenler –edilenler farklılaşması vücut bulmuş kısaca aile olmaktan çıkmışlardır.”

Aile olmaktan çıkıp devletleşen yapı oturmuş bir geleneğe sahip olarak töre denen bir tür hukuku oluşturdu. Mehmet Niyazi bunu şöyle anlatıyor:

“Türk milleti devletini ‘töre’sine göre kuruyordu. Töre geçmişten geliyor geleceğe yön veriyordu. ‘Devleti ellerine alıp töreyi tesis ettiler’ gibi abidelerdeki ifade törenin önemini gösterir. Toprağın üstün tutulduğu yerleşik ile birinci planda devlete yer veren bozkır kültürü arasında fark vardır. Hint-Avrupalı toplulukla ‘baba’ sıfatını ‘vatanlarına’ verdikleri halde Türkler bu sıfatı ‘devletlerine’ vermişlerdir. Hint- Avrupalılar daha kolay olan yerleşik hayatı  tercih ettikleri için işgale katlanıyorlardı. Türkler ise varlıklarını bağımsızlıkları ile bir görüyorlardı. Türk devleti Çin’in kıyısında tarih sahnesine çıkmıştı. Bu kalabalık devlete karşı göçebelikle varlığını koruyabilirdi. Ancak bu göçü devlet düzen ve disiplininde gerçekleştirebilirdi. Bundan dolayı Türklerde ‘devlet’ topraktan daha önemli hale gelmiş ve ‘devlet baba’ olmuştur. Toprak ise devlet babanın koruyuculuğunda ‘ana vatan’ olarak ifade edilmiştir.

Burada ilginç olan kurulan devletin toprağının olmayışı. Toprağı olsa kendinden güçlü düşmanı Çin tarafından yok edilirdi demek ki. Buna karşılık Türkler göçler sonrasında gittikleri yerleri vatan edinip yerleştiler ve güçlü devletler kurdular.

Özelde Türk devletlerinin doğuşunu anlattığımız yazımızın başına dönecek olursak genelde dünya sahnesinde kurulan devletlerin bir takım farklılıklar gösterse de aynı neden ve biçimlerde kurulduğunu görüyoruz.  Önce var olmak için su ve av hayvanlarının bol olduğu yerler uğruna savaşılırken, toprak ekilip biçilmeye başlandıktan sonrada bereketli toprakları ele geçirmek için savaşıldı.

Yüzlerce yıl böyle geçtikten sonra toprakları ele geçirme savaşlarının ardından 19. ve 20. yy’da bereketli topraklara yer altı kaynakları eklendi. Sanayi toplumu böyle kurulurken gelişmeler sonucu biri komünizm diğeri kapitalizm adıyla ikiye ayrıldı. İkisi de gelişmemiş ülkelerin yer altı kaynaklarını sonuna kadar kullanmışlardır. Kapitalizmin kendini yenileyebilmesi, daha cazip hayatlar sunabilmesi kominizmin Leninist-Stalinist uygulamasını bitirdi. Şimdi kapitalizm tek seçenektir. Onunda enerjiye ihtiyacı sürekli artmakta. Bu yüzden enerji kaynakları olan kendileriyle asla savaşamayacak zavallı ülkeler artık savaşılacak ülkeler durumundadır.

Toprağın altının üstünün karıştırıldığı bir çağda DEVLET BABA ile ANAVATAN kavramları ne kadar yaşar milletlerin iradesiyle belli olacaktır.



Yayın Tarihi24.05.2013

DİNLEYENİ ÇOK

İflah olmaz bir AKP’li, Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a hayran ve ölümüne bağlı bir arkadaşım var. Birde susmak bilmez geveze ki, anladığını sandığı hükümet uygulamalarını hiç soluk almadan, muhalif görüşlere giderek asabileşen tonda egzozu patlamış motorlar gibi büyük gürültüyle anlatarak herkesin başını ağrıtıyor. Kendisi hem bilir kişi, hem savcı, hem yargıç mübarek. Onunla en akıllı bir kişi bile baş edemez. En sonunda siz susarsınız, hatta bulunduğunuz yeri terk edersiniz ama o arkanızdan hala aynı konuyu, aynı biçimde konuşur, bitirmeden de susmaz. Orda olup olmadığınız onun için önemli değildir, başka birine döner ona konuşur bu kez sizi unutur. Oradan beklediği tepkiyi alamazsa tekrar size dönebilir. Bazen kendini açık oturum yöneticisi gibi görüyor. Kimine haddini bildiriyor, kimine hak veriyor. Ama o her zaman en haklı kişi. Bu onaylanırsa sorun yok! Onaylanmazsa yandınız! Çenesinden kurtulmanın tek yolu onunla birlikte olduğunuz yeri terk etmektir.

Her konuda böyle. Bilir bilmez her şeye karışır. Karışmadığı konuları küçümseyerek ilgilenmez, çoğu zaman o konuları gereksiz, hatta yok sayar. Bazen de öyle ipe sapa gelmez konularla ilgilenir ki şaşırmamak elde değil. Son derece kararsız, her zaman her yaptığı işten pişman, bu yüzden saplantıları olan, saplantılarından kurtulamayan biride aynı zamanda..

Nasıl kurtulsun ki? 21. yy algı çarpıtmasıyla ünlü bir yüzyıl olacak herhalde. Teknolojik gelişmelere rağmen kavramların içinin boşaltılmış olması bu çağın kafa karışıklığına en büyük nedendir. Bütün görüşler birbirinin içine geçmiş gibi. İnsanlar bir idealden uzaklaştırılınca sonrası kolaydı. Paramparça edilmek istenen ülkeler gibi idealsiz insanların hayatlarıda paramparça edildi.

Böyle olması güçlü ülkelerin işi. 19. ve 20. yy emperyalizmin yeryüzü yenilgileriyle yüklü. Çünkü o zaman bir ideal düşünce ve idealist bir tutum vardı. Yenilgilerinden ders çıkaran güçlü ülkeler bu idealin yerine, küçük ve amaçsız hayatları, bolca tüketen borçlu bireyi koydular. Ortada dolaşan nakit para yerine havada uçuşan kredilere, kredi kartlarına yer vererek, yerel ekonomiden denetlenebilir küresel ekonomiye geçişi sağladılar. Sağlık giderleri dışında, sağlık hizmetleri de dahil olmak üzere, her alandan devletin uzaklaşmasını bütün ülkelere önerdiler. Önermeyle kalmadılar; zorla uygulattılar bile.

Artan nüfusu beslemek adıyla önce zirai ilaçlarla, suni gübrelerle yetiştirilen, hormonlarla irileştirilen ürünlerin yanı sıra gelen endüstriyel gıda ürünlerinin ardından daha çok ürün almak için ve daha uzun süre dayanabilen genetiği değiştirilmiş organizmalardan (GDO) oluşan tarım ürünleri ürettiler. Genel halkın ihtiyaçlarına bu ürünlerle cevap verilirken, çok elitlerle birlikte daha üst düzey kişilerin bu ürünlerin hepsinden uzak durduğunu daha doğal yiyecek ve içeceklere yöneldiklerini görüyoruz. Sadece yiyecekler mi? Giyeceklerden tutunda, kullanılan eşyalara kadar kaliteli ve sağlıklı endüstriyel bir çok ürünü kimlerin kullandığını ücretlerinden anlıyoruz.

Tipik bir 21. yy örneği insanı olan arkadaşım bütün bu olanlardan haberdar. Kendine özgü çok özel yorumları ve el değmemiş çözüm önerileriyle ezber bozduğunu sanarak yeni ezberler edindi. Yeni ezberleri ondan dinlerken başbakanı dinler gibi oluyorum. Kendisine bunu anlattığımda “ben başbakanıma güveniyorum, o kötü bir şey yapmaz” diyor. Ülkesini seven kimsenin ülkesine kötülük yapamayacağını herkes bilir, bende bilirim. Ama ya dünya siyasetinin şartları dayatıyorsa... ya elindeki kartlar çok fazla oynamasına izin vermiyorsa... bunun için zehiri şerbet diye sunmak zorunda kalamaz mı?

Ama işin kötüsü idealindeki düzeni oluşturmak için dış şartlarla kendi şartlarının bir sürede olsa örtüşmesidir. O zaman damdaki güvercinleri ürkütmemek gerekmez mi? Allah için böyle bir derdimiz yok! Ağzımıza geleni, düşündüklerimizi olduğu gibi söyleriz.


Arkadaşımda bazen kızarak, bazen sirk palyaçoluğuna soyunup komik bir şekille herkesi güldürerek ağzına geleni söylüyor.

Dinleyeni çok!

  



Yayın Tarihi22.05.2013

BAŞLARKEN


Akşam Haberleri gazetesinde yayınlanan ilk yazım.


Köşe yazarlığına başladığımın üstünden henüz çok geçmedi, genede 4 yılı bitirmek üzereyiz, o sıralar yazmamı gazeteden bir arkadaşım önerdiğinde neler yazabileceğimi düşündüm. Bir konuya bağlı kalamazdım, çünkü her hangi bir konuda uzman değilim. Uzman olmasam da meraklıyım. Meraklı olmam en büyük cesaret kaynağımdır. Böylelikle bilginin kaynağına gidilir değimli? Bu sürede öylede yaptım. Sonuç olarak yazı serüvenim başladı. Aradan zaman geçti şimdi “HAYATIN TATLARI VE HAYATIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ” adını verdiğim köşemle Adapazarı Akşam Haberleri’ndeyim ve bu yazım size ilk seslenişim.

         Bu gazetenin kurucusu rahmetli Kemal beyle aynı mahalleliyiz. O benim büyüğümdü. Kaderin cilvesine bakar mısınız, şimdi benim patronum olan Abdullah bey Kemal beyin oğludur. Mahallemizde büyüdü, sonradan başka mahalleye geçtiler. Bana gazetesinde yer verdiği için Abdullah beye teşekkür ederim.

         Önce kendimi tanıtmak istiyorum; “ben Aydın Göle. Kemale eren bir yaştayım. Efendim annem beni dünyaya getirdiğinde yıl 1956 imiş. Mart ayının da on dördü.. ben o zamanki adıyla Yugoslavya’nın federal bir cumhuriyeti, şimdininse bağımsız cumhuriyet olan Makedonya’nın gölüyle özdeşleşmiş ve gölden adını almış şirin kenti Ohri’de (Makedonlar Ohrid der, biz Türklerde Ohri deriz) doğmuşum. Aynı yıl babamlar Türkiye’ye göç ederek, Adapazarı’mıza yerleşmişler. Ben gözümü açtım, Adapazarı’nı gördüm sözün kısası.. Bu kente aşığım.

         Ana yurda yerleştikten sonra gene aynı yıl çocuk felcine yakalanmışım. Bu yüzden kalıcı bir sakatlığım var. O zamanın şartlarında hastalığımı başta tanıyamamışlar. Bir buçuk ay sonra bütün sinir sistemlerim iflas edince hastalığıma felç demişler.

         Fazla okuyamadım. Fazla okuyamadım dediysem okulu kastederek dedim. Yoksa kitap okumaktan söz etmiyorum. Çünkü kitap okumak için okuma yazma bilmeniz yeterli. İlkokulu haftada bir veya iki gün okula giderek bitirebildim. Annemin üzerimde çok emeği var. Allah ona sağlık versin. O beni 5 yıl kucağında taşıyarak, Mustafa Kemal Paşa ilkokuluna götürdü, getirdi. Birde arada en küçüğümüz olan kız kardeşim doğdu. Çocuktum ve hiç bir zorluğun farkında değildim. Bu gün düşününce böyle bir ailenin çocuğu olduğuma şükrediyorum. Annem ve babam o kadar azimli ve cefakârdılar ki bizler hiçbir zorluğu hissetmezdik.

         Okuma konusuna tekrar dönelim; ben ilkokulu bitirince çevremde kitap okumayı seven çok insan vardı. Önce roman ve hikâye olmak üzere ne bulursam okurdum. Delikanlılık dönemimde altı arkadaş kitap kulübü kurduk. Yaklaşık dört sene süren bu serüvende dört arkadaşımız dersanalere gitmeden üniversiteye girmeyi başardı. Biri Hacattepe Felsefe, biri Hacettepe Ekonomi, biri İstanbul Siyasal, sonuncusu da Edirne Gümrük Yüksek Okulunu kazanmıştı. O arada erkek kardeşimde İstanbul Siyasal’ı bitirmişti. O okurken bende onun ders kitaplarını okuyordum. Bütün bunların gelişimime katkısı çok büyük olmuştur.

         Ben ne yazacağım: Gün gelir spordan söz edebilirim, gün gelir müzikten.. (sahi bu arada belirtmeliyim ben müzisyenim. Gitar çalıyordum ilk başlarda, şimdi 27 yıldır org çalıyorum.)
Gün gelir güncel olaylardan, ülkemizi ve kentimizi ilgilendiren olaylardan söz edebilirim. Özürlüler hakkında yazılar yazmakta benim üstüme vazife. Yani konu sınırı koymak istemiyorum kendime.

Dilerseniz şikayet, öneri ve dileklerinizi e-posta adresime bir iletiyle (e-mail) yollayabilirsiniz. Böylelikle kimi zaman bu köşeyi birlikte hazırlamış oluruz.


Sevgiyle merhaba!...

Anadolu gazetesinden ufak tefek değişiklikle tekrar


Yayın Tarihi: 20.05.2013

SIRA DIŞILIĞIN NERESİNDESİNİZ?


Anadolu gazetesinde yayınlanan son yazım 

Ünlü İtalyan politikacı ve düşünürü Niccolo Machiavelli’nin kurucusu olduğu düşünce akımı Makyavelizm adıyla bilinir. Devlet hakkındaki düşüncelerini anlattığı “Prens” adlı kitabı Makyavelizm’in temel eseridir. Orda bir prense öğütler anlatılır. Machiavelli Prense  duygularına kapılmamayı, devleti yönetirken acıma duygusunu bir kenara bırakmayı öğütler. Ona göre bir insanın devlet tarafından öldürülmesi, daha fazla insanın yaşamasını sağlayabilir. Bu görüşlere paralel olarak bir sonuca ulaşılır; “Devlet her ne olursa olsun sorgulanmaz.” Çünkü devlet bir mekanizmadır, mekanizmalarında bir ruhu yoktur. Önemli olan her ne olursa olsun mekanizmanın işlemesidir. İşlerse toplum esas faydaya ulaşır. 

Daha demokratik bir yönetim tarzını savunanlar tarafından bu görüş uzun yıllar tartışıldı. Kimine göre bu anlayış kapitalizmin zaferini doğuruyordu, kimine göre faşizme yol açıyordu. Elbette muhalif görüşlerin haklı tarafları var. Devletin bir güç olarak bir elde toplanması toplumsal barışı önler. Gücün toplum katmanlarınca bölüşülmesi orda demokrasiyi güçlü kılar. Ama tehlikesi hiç yok değildir. Gücün ortaklar arasında tek bir amaca hizmet etmemesi durumunda ortaya çok başlılık, bölünmüşlük çıkar. Buda yöneticinin işini zorlaştırır. Bir soya bağlı idare demek olan “krallık”ların bitmesi, kentsoylu (burjuva) dediğimiz ekonomiye parasal ve mal varlığıyla yön veren birden fazla ailenin baskısı sonucudur. Daha sonra bu idareye de baskı sonucu gelişen, doğrudan halkın katılımı demek olan demokrasiye geçişte bu süreci izledi. Dolayısıyla devlet kutsal olmaktan çıktı, halka hizmet eden bir hizmetçi konumuna girdi. Makyavelizm de ahlaki bulunmayarak gözden düştü.

Bir düşünce akımının fikir babası olan Machiavelli devleti kutsallaştırıp amaca giden her yolun mubah olduğunu söyledikten sonra aşağıdaki sözleri düşüncelerinin bütünü ele alındığında çelişmediğini söyleyebilir misiniz?

“Eğer bir millet iktidarda bulunan kişilerin şereften, onurdan, ahlaktan yoksun davranışlarını, hırsızlığını yalnızca kendi siyasi görüşünden olduğu için görmezden geliyorsa, o millet erdemini yitirmiştir. 
Erdemini yitiren millet bir gün vatanını da yitirir.” 

İktidara giden yolda her şeyi mubah sayan bir düşünce bu erdemi nasıl önerir dediğinizi duyar gibiyim. Önermek zorundadır, çünkü devlet ortaya idealler koymak zorundadır. Dürüstlüğü, eşitliği önermeden bir devlet halkı birlikte tutamaz. Bu bir ideal bile olsa gerçekmiş gibi sunar, sunmakla kalmayıp içselleştirdiğinin yarışına girer. Erdemlilikte bu ideallerden biridir. Bütün tarihi filmleri bu gözle biraz olsun seyreder misiniz? Mesela “Muhteşem Yüzyıl”ı... iki insan arasındaki ilişki, devleti temsil eden kişilerin aralarındaki ilişki gibi olduğunda ne çok konuşulacak sebep doğar değil mi?

İktidarda olmak elbette farklı bir şey. Birden bire her şeye sahip olmakla kalmıyor birde vakıf oluyorsunuz. Yani her şeyin üstünde olarak olanı biteni görür, bilirsiniz. Bu bir şeyin hem içinde hem üstünde olmak demek.

Böyle olan insanlarda vardır. Onlar devlet kademelerinde yönetici olmamalarına rağmen bir sosyolog, bir tarihçi gibi olanın bitenin farkındadırlar. Farkında olmayıp gene de başka önermelerde bulunan insanlar yok mu? Vardır elbette. Bütün bunların hepsine “sıra dışı” insanlar diyoruz. Her sıra dışı insan büyük insan değildir ama her büyük insan sıra dışıdır. Bu insanlar toplumlarının önünde giden insanlardır.

Bakın ünlü bilim insanı Albert Einstein bu insanlar için ne demiş?

“Sıra dışı büyük insanlar daima, sıradan zekâlıların şiddetli muhalefetiyle karşılaşırlar.” 

Dünyayı sıradanlık sarmaya başladı. Bütün üretimler büyük kitlelerin müşteri yapılması üzerine olunca, üretilen her şey birbirinin aynısı olacaktır tabii. Görünüşteki farklılıklar sizi yanıltmasın. Onlar işin biberi tuzu. Temel aynıdır. Bu temel üstüne oluşan yeni nesil cahiller ve cahillikler ortalığı sarmaya başladı. Yeni dünya düzeni bu olsa gerek.

Alvin Toffler buna şu sözlerle vurgu yapıyor. 

“21’inci yüzyılın cahilleri, okuma yazma bilmeyenler değil; yanlış öğrendiklerini unutamayan, yeniden öğrenmeye, değişime ve dönüşüme açık olmayanlar olacaktır!” 

Şimdi Makyavelizm’i yargılayabilir misiniz? Sıra dışılığın neresindesiniz?



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com  



Yayın Tarihi: 03.05.2013